Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Öykü: Çarşamba pazarı

Diğer Yazılar

I
Hatırladığım kadarıyla, bugünü dördüncü kez yaşıyorum. Her şey bundan altı sene önce başladı, ya da iki sene sonra.
Sanırım her şeyi en baştan anlatmam daha doğru olacak. Sıradan bir çarşamba günüydü. Çarşambaların hiçbir özelliği yoktur. Ortanca kardeş naifliğinde, kendi halinde bir gündür. İnsanlar cumayı bekler, pazarı sevmez, pazartesiden nefret eder, ama çarşamba sadece çarşambadır. Hafta içi her gün ve dolayısıyla her çarşamba olduğu gibi, eşim Didem yine beni sabahın köründe kaldırdı. Her günkü rutinimi tekrarladım: Yüzümü yıkadım; tıraş olurken sigara içtim ve banyoda sigara içtiğim için, üstelik aç karna sigara içtiğim için fırça yedim (ben banyoda sigara içmekten nasıl bıkmıyorsam o da her gün fırça atmaktan bıkmamıştı); yalandan kahvaltı yapıp işe gittim.
İşimi hiç sevmiyordum. Hele müdürüm olan o zibididen daha ilk günden nefret etmiştim. Benden beş yaş küçük olmasına rağmen, sırf çeşitli bağlantıları sayesinde firmada müdürdü ve tam da ben müdürlüğe terfi ettirilecekken işe alınmıştı. Üstelik müdürlüğü sadece çalışanlara laf sokmak ve onları başkalarının yanında rencide etmek sanıyordu. Bölümdeki kolay yükselme düşüncesine kapılan kızların bir kısmı dışında, koca şirkette müdür hakkında iyi konuşan tek bir kişi bile tanımadım.
O sabah yine yanıma gelip, son birkaç haftadır alışkanlık bellediği üzere, benimle uğraşmaya başladı. O gün beş dakika az mı uyudum, yoksa bir tane sigara az mı içtim bilmiyorum, belki de kahvaltıda içtiğim çay biraz daha demliydi, hatırlamıyorum (dediğim gibi, bunların hepsi altı sene önce oldu). Dayanamayıp ayağa kalktım. Hiç beklemediği bu hareket karşısında yine de zibidiliğini bozmayıp, “Ne oldu, dövecek misin?” olacağını tahmin ettiğim bir cümle kurmaya kalkıştı. Tahmin ettiğim diyorum, çünkü daha üçüncü sözcüğünü bitirmeden yumruğumla suratı bütünleşmişti.
Bir anda yere yığıldı. İnsanlar ne ara etrafımıza toplaştı, ne ara sırtıma ve omzuma gizlice övgü belirten dokunuşlar kondurdular, ne ara genel müdürün karşısına çıktım bilmiyorum. Sonraki hatırladığım şey, masamdaki eşyalarımı toplarken, acaba filmlerde o kutuları nereden buluyorlar diye düşündüğümdü. Neyse ki fazla eşyam yoktu; bir çerçeve, ufak bir masa saati, birkaç kalem.
Dosdoğru eve geldim. Sevinmeyle üzülme arasında gidip geliyordum. Hiç sevmediğim bir işten kurtulduğum için sevinmeliydim, ama işsiz kalmak üzülecek bir şeydi. Kaç kupa kahvenin yanında kaç tane sigara içtim bilmiyorum, kapının sesiyle irkildim. Eşimi karşılamak için tünediğim yerden kalkıp kapıya koştum. Sanırım yüzümde, Mona Lisa’nınki gibi, mutlu mu hüzünlü mü belli olmayan bir ifade vardı.
Normalde eve hep ondan sonra geldiğim için şaşırmıştı. Yüzündeki bir anlık ifadeden, uzun zamandır evde olduğumu anladığını fark ettim (hassas bir burnu vardı, o gelene kadar kaç tane sigara içtiğimi yaklaşık olarak anlayabilirdi). Hemen elini alnıma koyarak “Ne oldu? Hasta mısın? Neden erken döndün? Neden aramadın?” şeklinde sorularına başladı. Sorular arasındaki milisaniyelerde cevap vermeye çalıştıysam da, her girişimim başka bir soruyla engellendi. Sonunda sorularına gerçekten cevap almak istemiş olacak ki, gözlerimin içine merakla bakarak beklemeye başladı. Hatırladığım tüm sorulara cevap verdim, ancak sıralarını karıştırmış olabilirim.
Durumu beklediğimden daha sakin karşıladığını söyleyebilirim. Hatta bir ara kalkıp bana kahve yaptı ve sonra koluma nazikçe dokunarak canımı sıkmamamı, kısa zamanda iş bulabileceğimi, bunun kendisi için sorun olmadığını bile söyledi. Söylediklerine kendisi inanıyor muydu, bilmiyorum. Ancak hala bir tarafım böyle olduğuna inanmak istiyor.
Günlerim evde tembellik yaparak geçti. İşten fırsat bulup okuyamadığım onlarca kitabı bitirdim. Hava güzel olduğu zaman çıkıp sokaklarda boş boş gezindim. Bazen gündüz vakti bomboş olan barlarda oturup içki içtim. Arada bir çiçek alıp eşimi iş yerinde ziyaret ettim. Ama hiç iş aramadım.
Eşim başta anlayış gösterse de, bir süre sonra bu tembelliğimden hoşnut olmadığını kibarca dile getirmeye başladı. Daha sonra kibarlığı hafif dokundurmalara, dokundurmaları bağırmalara dönüştü. Bir süre sonra ben de bağırarak karşılık verince sert kavgalarımız başladı. Kavgaların sonucuysa ilk duruşmada anlaşmalı boşanmaya vardı. Zaten kısa bir süre sonra, tekrar evlendiği haberini aldım.
Kendime küçük bir ev tuttum. Şu her şehirde olan, eski evlerin öğrencilere saraymış gibi anlatıldığı ve kiralandığı semtlerden birinde, bir odası ve ismi salon olarak geçen bir kısmı olan, mutfağına ikinci kişinin girmesiyle içeride neredeyse havaya bile yer kalmayan bir ev.
Ev küçük olsa da misafirim hiç eksik olmadı. Bekar arkadaşlarım sık sık geliyordu ama evli olanlar eşlerinden izin aldıkça ya da gizlice ziyaret ediyorlardı. Bazı günler eve kimin girip çıktığının farkına bile varamadım. Ne yiyip ne içiyordum bilmiyorum. Hatta bir şeyler yediğimden bile emin değilim, ama bol bol içiyordum.
Annem o hallerimi görse benden nefret ederdi. Neyse ki görecek kimsem yoktu. Ayık olduğum ender zamanlarda ne yaptığımı sorgulasam da, gittiği yere kadar gitsin, diyordum. Zaten bundan başka üç cümle daha düşünebiliyordum en fazla.
Evim, arkadaşlarım ve onların arkadaşları için uzun bir süre yolgeçen hanı olarak işlev gördü. Ben onları umursamıyordum, onlarsa ayıp olmasın diye beni umursuyormuş gibi davranıp içki ve bazen de yemek getiriyorlardı. Ne zaman, neden bıktılar bilmiyorum, ama ayakları kesiliverdi. Evim tam bir sessizliğe büründü ve çöplüğe dönüştü.
Arkadaşlarım sadece evime gelmeyi değil, bana borç vermeyi de bıraktılar. Kiramı ödeyemez oldum. Eve yemek girmiyor olmasını ya da açlığımı dert etmiyordum, ancak içki de alamayacak hale gelmek üzereydim. Evin sağından solundan bulup buluşturduğum üç beş kuruşla karnımı doyurmak yerine alabildiğim en ucuz içkileri almaya bir süre daha devam ettim; ancak o para da tükenmek üzereydi.
Kendimi toparlamam imkansızdı. Halime alkolik demek bile az olurdu. İçki bulamadığım zamanlarda gördüğüm halüsinasyonlarıysa ancak Poe ya da Lovecraft anlatabilir. Çıldırmak üzereydim.
Bir gün kapı çaldı. Sevinçle kapıya koştum. Kimin geldiğini sandım da sevindim, bilmiyorum. Gelen ev sahibimdi. Aylardır kirayı ödemediğimi, halime acıdığı için ses etmediğini ancak sabrının da bir sınırı olduğunu söyledi. Zaten eşyalarımın az olduğunu söyleyerek, en geç bir haftaya evi boşaltmamı söyledi. Gerçekten bağırıyor muydu, yoksa her şeyi olduğundan farklı algılayan beynim onun konuşmasını o şekilde mi algıladı, bilmiyorum.
Tamamen çaresizdim. Aradığım kimse telefonlarıma cevap vermiyordu. Bütün yakın arkadaşlarımı defalarca aramışımdır, hatta Didem’i bile birkaç kez aramış olabilirim. Eski iş arkadaşlarımı, samimi olmadığım, görünce selam vermekte tereddüt ettiğim insanları bile aradım. Hiçbiri cevap vermedi. Hiçbir insanın hak etmeyeceği kadar yalnızdım. Aynaya hiç bakmıyordum, ama eminim ki sokakta insanların yanına yaklaşamayacak bir haldeydim.
Birkaç şişe kökpeköldüren alacak kadar param kalmıştı. Ancak kendime son bir iyilik yaptım, tüm paramı verip daha iyi bir şarap ve bir paket sigara aldım. Üstelik plastik ya da metal kapaklı olan şaraplardan değil, gerçekten mantarı olanlardan. Artık kaçınılmaz sona gelmiştim, bu kadar iyiliği hak ediyordum.
Yaptığım şeye üzülecek olan sadece ev sahibimdi, çünkü evi batacaktı. Belki evini bir daha kiraya bile veremeyecekti. Ama bu benim sorunum değildi. Umursamıyordum. Tam emin olmasam da, işten atılmamın üzerinden iki yıl geçmiş olmalıydı. Bir insanın hayatı iki yılda nasıl bu kadar dibe vurabilirdi? Hayat dolu, çevresindekiler tarafından sevilen bir insan, iki yılda nasıl bu hale gelebilirdi? Belki de hiç sevilmemiştim, hepsi yalandan ibaretti. Bunları düşünerek şişenin yarısını getirmiştim. Artık işime başlayabilirdim.
Elimden şişeyi bırakmadan banyoya kadar gittim ve aylardır hiç kullanmadığım tıraş bıçağını alıp odaya döndüm. Özellikle köşeye ve yere oturdum, bir sigara yaktım. Bıçağı kırıp içindeki jiletleri çıkarttım ve bunu yaparken tabi ki parmaklarımı kestim. Kanımla ıslanan sigaramdan keyifsiz ve derin bir fırt çektikten sonra, bir fırt da şaraptan aldım ve sağ elime aldığım jiletle sol kolumun içine, bileğimden dirseğime kadar uzanan bir kesik attım. Çizgi halinde süzülmeye başlayan kanım, şarapla aynı renk gibi geldi. Acı hissettiğimi hatırlamıyorum. Aynısını sağ kolum için de tekrarladım. Birkaç kez daha, aynı sırayla devam ettim; sigara, şarap, kesik. Önce sigaram bitti, sonra şarabım. Sonra yavaşça uykuya daldım. Son uykumdu.
Daha doğrusu, öyle olmalıydı.

II
-Erdem! Erdem!
Didem’in sesiyle uyandım. Gözlerimi açmadan, öldüğümü ve mezarımın başından üzüntüyle bana seslendiğini sandım. Demek ki her şeye rağmen üzülmüştü ölmeme. Ama tekrar eden seslenmeleri hiç üzgün değildi, hatta cevap bekler gibiydi. Karanlıkta olacağımı bekleyerek gözlerimi açtım. Gün doğuyordu.
Çığlık atarak sıçradım. Didem mutfaktan koşarak geldi. “Ne oldu? Kâbus mu gördün? İyi misin?” diye sordu. Sanırım bir seferde üçten az soru soramıyordu. Bu sefer cevap veremedim. Bir, sızlayan ancak hiçbir iz olmayan kollarıma, bir de Didem’in korkuyla açılmış gözlerine bakıyordum. Sorularına soruyla karşılık verdim, üstelik ona uyarak, üç soruyla: “Neredeyiz? Buraya nasıl geldim? Bugün günlerden ne?”
İlk iki sorumun saçma olduğunu düşünmüş olacak ki, sadece son soruma cevap verdi: “Çarşamba”. Kollarıma baktım, hâlâ hiçbir şey yoktu, sızlaması da neredeyse geçmişti. Didem’e baktım, hâlâ şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Kâbus gördüğümü söyleyerek mutfağa gönderdim. Yüzümü yıkadım. Tıraş oldum, ama sigara içmedim.
Nasıl bir kâbus iki yıl sürebilirdi? Neredeyse tamamını gün gün hatırladığım iki yıl. İşten atılışım, tek celsede boşanmamız, küçük evim, bileklerimdeki kırmızı çizgiler. Hepsi kâbus olmalıydı, başka mantıklı açıklaması yoktu.
Yalandan bir kahvaltı yapıp dalgın dalgın işe gittim. Hâlâ önceki iki yılı düşünüyordum ya da iki yıllık kâbusumu. Ne kadar düşünsem de işin içinden çıkamadım. Kime anlatsam yardımcı olur diye düşünürken, kime anlatsam gülmez diye düşünmeye başladım. Sonuçta, kimseye anlatmamaya karar verdim.
Bir yanım işe gittiğimde ne olacağını bildiğini düşünürken, diğer yanım hepsinin kötü bir kâbus olduğunu ve saçmaladığımı düşünüyordu. Müdürüm olacak zibidi yanıma gelip, aynı cümlelerle benimle uğraşmaya başladı. Yerimden kalkmadım. Hiçbir tepki vermedim. Arkasını dönüp gitti. İşten atılmamıştım, kâbusumu uyarı kabul edip aynı hataya tekrar düşmemiştim. Eğer gerçekten kâbussa. Öyle olmalıydı.
Günler her zamanki rutinlerle geçmeye devam etti; hafta içi işte sıkıcı saatler, hafta sonu evde sıkıcı saatler. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Yaşadığımı sandığım iki yıl nadiren aklıma geliyordu ama çoğu anım silikleşmişti. Artık bunun, çok etkilendiğim bir rüya olduğuna neredeyse emindim. Yine de kimseye anlatamıyordum.
Didem’in tavırlarıysa gün geçtikçe değişmeye başlamıştı. Zaten bizimkisi aşk evliliği değil mantık evliliğiydi. O, baskıcı babasından kurtulmak için evlenmişti, bense yalnız yaşamaktan sıkıldığım için. O yüzden hiçbir zaman çok sıkı fıkı olmamıştık. En fazla yakın arkadaş gibiydik. Tamam, belki biraz daha fazlası. Yani aramızda her zaman aşktan çok mesafe vardı, ama bu mesafenin gün geçtikçe açıldığını fark ediyordum.
Kâbusu görmemin üzerinden bir yıldan biraz fazla zaman geçmişti ki, Didem bir akşam yemeğe çıkmak istedi. Evde yapacak daha iyi bir işim yoktu, ben de kabul ettim. Şık bir restoranda, pahalı bir şarap içip yemeklerimizi yiyorduk. Didem’i biraz şımartmak istemiştim, her şeye rağmen, o benim eşimdi.
Ben her şeyin güzel gittiğini düşünürken, bütün erkeklerin en çok korktuğu üç kelime dudaklarından dökülüverdi: “Seninle konuşmam lazım.” İlgi ve merakla sorunun ne olduğunu sordum, kendisiyle ilgilenmediğimi ya da ona daha fazla vakit ayırmam gerektiğini söyleyeceğini sanıyordum. Ancak konu beklediğimden daha ağırdı: Hayatında neredeyse iki yıldır başkası vardı ve boşanmak istiyordu. Şoka girmiştim.
Şarabımdan büyük (kadehin tamamı kadar büyük) bir yudum aldım. Tam o anda, ilginç bir şekilde, aylar önce gördüğüm kâbus aklıma geldi. Farklı sebeplerle de olsa karımdan boşanmıştım ve sonunda bileklerimi kesmiştim. Böyle bir tesadüfün nasıl olabileceğini ve bunların ne anlama geldiğini düşünüyordum. O olayın kâbus değil gerçek olması fikriyse ilk kez o zaman aklıma geldi. Daha doğrusu, bu fikre ilk kez o zaman inandım.
Otuz beş yıllık hayatımda, Tanrı’ya inandığım herhangi bir zaman olmadı. Hatta annem ve babamın cenazesi dışında, Tanrı’nın varlığını etraflıca düşündüğüm bile olmamıştır. Fala, büyüye, doğaüstü olaylara, hayaletlere, UFO’lara hiçbir zaman inanmadım, hatta bu konular ne zaman açılsa dalga geçtim. Zaman yolculuğuna hiçbir zaman ihtimal vermedim. Ancak şimdi, bedenen olmasa da zihinsel ya da ruhsal olarak zaman yolculuğu yaptığımı düşünüyor, hatta aniden gelen bir inançla bunu biliyordum.
Ne kadar süre sessiz oturdum bilmiyorum, Didem’in sesiyle kendime geldim. Haklı olarak benden bir cevap bekliyordu. Kendimde karşı koyacak ya da sorgulayacak gücü ve isteği bulamadığım için kabul ettiğimi, istediği şekilde anlaşabileceğimizi söyledim.
Kısa sürede, anlaşmalı şekilde boşandık. Didem evden taşınmak istedi, yani koskoca ev bana kalmıştı. Hayatım tamamen tekdüze hale gelmişti; ev ve iş. Evde olduğum zamanlar hiçbir şey yapmıyor, sadece düşünüyordum. Aylarca kâbus olduğunu düşündüğüm önceki hayatıma dair anılarımı gözden geçiriyor, zaman örgüsünde ve olaylarda mantıksızlıklar arıyordum. Hatırladığım hiçbir şey tutarsız ya da anlamsız değildi. Rüyaların aksine, her olayın öncesi ve sonrası vardı. Artık emindim, kendimi öldürdüğümü sanırken, zihnimi geçmişe göndermiştim.
Birkaç ay sonra işten istifa ettim. İçinde “zaman” geçen onlarca kitap alıp hararetle okumaya başladım. Bazı günler yemek yemeyi bile unutuyordum. Çeşitli dinlerde ve bilimsel makalelerde zaman yolculuğuna işaret eden ne varsa okudum. Bilim, teorik olarak zaman yolculuğunu kabul etse de, benim yaptığım gibisinden hiç bahsetmiyordu. Dinlerse, genelde, zamana çok fazla önem atfediyor, ancak bunun insanın anlayamayacağını, sadece Tanrı veya Tanrıların bilebileceğini vurguluyordu.
Araştırmalarım aylarca sürdü. Kimseyle yüz yüze görüşmediğim gibi, telefonlara da çıkmadım. Yüzünü gördüğüm nadir kişiler, yemek siparişlerimi getiren kuryeler dışında, kitap satın aldığım yerlerdeki kasiyerler ve kütüphane görevlileriydi.
İşin içinden çıkamıyor, olanlara hiçbir anlam veremiyordum. Anlam verip durumu çözsem ne yapacağımdan da emin değildim. Yaklaşık bir seneyi sadece okuyup araştırarak ve düşünerek geçirdim. Araştırmalarım, orta halli bir lisede öğretmenlik yapan herhangi bir fizik hocasından daha fazla fizik bilgisine sahip olmamı sağlamış olmalı.
Artık çıldırma noktasına gelmiştim. Geceleri uyuyamıyordum. Evdeki hiçbir ışığı söndüremez olmuştum çünkü ne zaman karanlık bir köşe ya da oda görsem, bir şeyler çıkıp üstüme atlayacakmış gibi hissediyordum. En ufak bir seste yerimden sıçrıyordum. Ekmek bıçağını yanımdan hiç ayırmıyordum, öyle ki, neredeyse bir uzvum haline gelmişti. Sanırım, “aklını kaçırmak” denen şey tastamam buydu.
Ne kadar bu şekilde yaşadığımdan emin değilim, ancak üç ay kadar olmalı. Açıkçası şimdi bile, alkolle cebelleştiğim birinci hayatımın son aylarını, zaman yolculuğu ve sanrılarla boğuştuğum ikinci hayatımın son aylarından daha iyi hatırlıyorum. Bu zamanlara dair en net hatırladığım şey, nereden bulduğumu bilmediğim kalın ipe attığım düğüm.
Filmlerdeki her intihar sahnesinde, insanların bu kadar karmaşık bir düğümü nasıl attığını merak ederdim. Ancak bir şekilde, ben de aynı düğümü atmıştım. Ondan sonra hatırladığım şeyse, ipin diğer ucunu, kafamdaki sesler eşliğinde, balkon demirlerine bağlayıp aşağı atladığım.

III
-Erdem! Erdem!
Didem’in sesiyle uyandım. Öksürerek doğruldum. Didem, bir bardak suyla hızlı adımlarla yanımda bitti. “Şu sigarayı bırakmıyorsun, bari azalt diye kaç kere söyledim sana?” diyerek günlük söylenmelerine başladı. Bütün boynum tutulma ağrısından çok daha şiddetle ağrıyor, üstelik sanki görünmez iki el gırtlağımı sıkıyormuş gibi nefes alamıyordum. Didem’in elindeki bardağı döke saça alıp suyu bir dikişte içtim. Şimdi sigara hakkında söylenmeyi bırakıp, suyu yatağa dökmem konusunda bir azara başlamıştı.
Boynumun ağrısı ve nefes borumdaki baskı yavaşça hafiflerken, Didem’e bakıp “Çarşamba?” diyerek araya girdim. Sorumun sebebine anlam veremeden başını sallayarak karşılık verdi. Yataktan kalkıp banyoya gittim, ancak yüzümü yıkadıktan sonra tıraş olmadım. Güzel bir kahvaltı yapıp, işe geç kalacağım kadar oyalandıktan sonra evden çıktım.
Kimseye selam vermeden yerime geçtim. İnsanların bakışlarını üzerimde hissediyordum; işe ilk defa tıraşsız gelmiştim ve spor giyinmiştim. Masama oturduğum zaman ilk yaptığım şey, istifa dilekçemi yazmak oldu. Masamdan kalkmadan önce, Didem’i arayıp akşam yemeğe çıkaracağımı söyledim. Kayıtsızlıkla sevinç arasında bir ses tonuyla kabul etti.
Dilekçemi tek kelime etmeden müdürün masasına bıraktıktan sonra, karşıma çıkan ilk bankaya girip kredi başvurusunda bulundum. İşim borsayla uzaktan da olsa ilişkili olduğu için, önceki hayatlarımdan bazı şeyler aklımda kalmıştı. Kararımı vermiştim, bu hayatımda zengin olacaktım.
Kredi başvurumun bir haftada sonuçlanacağını söylediler. Benim için hiç sorun değildi, çünkü en az iki yılım vardı!
Akşam yemeğine, ikinci hayatımda gittiğimiz restorana gittik. Didem aynı yemekleri söylese de, ben farklı bir sipariş verdim. Havadan sudan bahsederken birden bire “Başkasıyla ilişkin olduğunu biliyorum.” dedim. Sesimdeki rahatlık beni bile şaşırttıysa da, belli etmemeye çalıştım. Ne diyeceğini bilemeyip elini ayağını koyacak yer bulamazken, en kısa zamanda boşanmak istediğimi ve bir an önce evi terk etmesini istediğimi söyledim. İlişkisini nasıl öğrendiğim konusunda hiçbir açıklama yapmadım.
Yine, kısa sürede boşandık ve ben evde yapayalnız kaldım. Ev telefonunu söktüm ve cep telefonumun kartını kırıp attım. Zaten, önünde sonunda yalnız kalmayacak mıydım? Bu sefer de insanlar beni terk etmeden önce ben onları terk etsem bir sorun çıkmazdı sanırım.
Yaklaşık bir buçuk senede, memur çocuğu olarak doğmuş ve küçük sayılabilecek yaşta hem yetim hem öksüz olarak büyümüş birisine göre servet sayılabilecek kadar para kazanmıştım. Borsanın durumunu tahmin ettiğimden iyi biliyormuşum. Bankadan çektiğim krediyi de, erken bitirme cezasına rağmen rahatlıkla ödemiştim. Fakat yine de bir sorunum vardı, parayı ne yapacağımı bilmiyordum.
Önceki hayatlarımdan edindiğim tecrübeyle, fazla zamanım kalmadığını hissediyordum. İki kere benzer şekillerde aynı şeyleri yaşamıştım ve tam olarak emin olamasam da, yakın tarihlerde (belki iki seferde de aynı günde, hiçbir zaman bilemeyeceğim) ölmüştüm. Şimdiyse o tarihin gittikçe yaklaştığını bilmek, herhangi bir şeye karşı istek duymamı engelliyordu.
Küçüklüğümden beri hep dünyayı gezmek istemişimdir, ama şimdi çok anlamsız geliyordu bu düşünce. Havalı bir spor araba almak çok mantıksızdı, çünkü yine neredeyse hiç evden çıkmıyordum. Lüks bir evde yaşamaya ihtiyacım yoktu, çünkü şimdiki ev bile büyük geliyordu. Koleksiyon yapmak da oldum olası saçma bulduğum bir düşünceydi. Benim durumumda olsa pek çok erkeğin yapacağı şeyi, parayı kadınlarla yemeyiyse hiç düşünmüyordum. Fiziksel zevklerden daha farklı şeyler arıyordum.
Ben de uyuşturucuya başladım.
Hangi sırayla neleri kullandığımı anlatmaya pek hevesli değilim. Ancak çok değişik tecrübelerim olduğunu itiraf etmeliyim. Gördüğüm sanrılarda (ya da ziyaret ettiğim boyutlarda) ziyaretçilerim, genelde önceki hayatlarımda gördüğüme benzer yaratıklardı. Ancak onları, bayramlık kıyafetlerini giymiş dört yaşındaki bir kız çocuğu gibi gösterecek şeyler de gördüm.
Bunlara rağmen, en ilginci, iki boyutlu bir “cisim” olduğum sanrıydı diyebilirim. Boşlukta, belki de evrenin ötesindeki boşlukta, iki boyutumla süzülüyor, bizim dünyamıza uymayacak geometrik şekillere bürünüyor, bugün bile gözümün önüne getiremediğim renkler alıyordum. Yanıma gelen başka cisimlerle, ses veya konuşma olmadan, bir şekilde iletişim kuruyordum.
O şekilde ne kadar süre yaşadığımı tam olarak bilmesem de, şimdi baktığım zaman altı ay kadar sürdüğünü söyleyebilirim. Üçüncü hayatımın sonunu, muhtemelen, pek çok farklı uyuşturucuyu aynı anda almamla gelmiş olmalı.

IV
-Erdem! Erdem!
Didem’in sesiyle uyandım. Vücudumda, muhteşem ya da korkunç diyebileceğim bir uyuşukla gözlerimi açtım. Günlerden çarşamba, Didem’e sormama gerek yok. Yataktan çıkmadığım için Didem hışımla yanıma geldi. Hiçbir şey demesine fırsat vermeden, kolundan tuttuğum gibi üzerime çekip dudaklarına evliliğimizin en ateşli öpücüğünü kondurdum. Şaşırdığı kadar hoşuna da gitti, hiç duymadığım bir kıkırdama koyverdi. Belki de, “o adamın” sık duyduğu bir kıkırtıdır, bilmiyorum. Didem’e gülümseyerek, bekle, dedim.
Banyoya gidip yüzümü yıkadım. Ellerimi derimi yüzecekmiş gibi havluya sürterek kuruladıktan sonra sigaramı yaktım, elimdeki ıslaklığın sigaraya geçmesinden nefret ederim (gözümün önüne, ilk hayatımdaki kanlı sigaram geldi). Mutfağa gidip, en alt çekmeceden sivri uçlu ve enli bıçağı çıkardım. Ağır ağır yatak odasına döndüm, Didem yatakta bıraktığım şekilde yatıyordu. Elimdeki bıçağı görünce şaşırdı, ancak sigaraya söylenmekle bıçağı niye getirdiğimi sormak arasında kararsız kaldı. Gözlerinin içine bakarak, bıçağı karnına sapladım. Çekebildiğim kadar yukarı çektim. Hâlâ o şekilde yatıyor. Belki henüz soğumamıştır bile.
Didem’in demlediği çaydan bir bardak alıp bilgisayarın başına geçtim ve bunları yazdım. Birazdan yanına gidip, kanıyla ıslanmış yatağa uzanıp, aynı şekilde kendi karnımı yaracağım. Belki iki yıl beklemezsem, bu döngüyü yahut her ne haltsa onu kırıp gerçekten ölebilirim.
Umarım öyle olur.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar