Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

OZAN ILGIN 12: KAÇIŞ

Diğer Yazılar

OZAN ILGIN 19: MERMİ

GECE GELEN-3

Tuğba Turan
Tuğba Turan
1972, Ankara doğumlu olan Turan, 1990 yılında Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip devlette çalıştıktan sonra 2008'de Karabük-Eflani ilçesine serbest eczane açtı. Kendisini 2003 doğumlu bir erkek evlat, üç köpek, on (zaman zaman daha fazla) kedi annesi olarak tanımlamaktadır. Safranbolu’da yaşıyor. Zalifre Yazıları isimli basılı dergide makaleleri yayınlanan yazarın Gölge e-Dergi'nin son yirmi sayısında fantastik hikâyeleri yer almıştır. Dedektif Dergi’nin kuruluşundan beri yazdığı 30 bölümlük Tilda ve Diğerleri isimli polisiye hikayeleri kitap haline gelmiştir. Kişisel sayfası olan tugbaturan.com'da tüm yazılarını yayımlayan yazar aynı zamanda Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesidir. Eserleri: Adı Cemre Olacak (Roman) 2020, Herdem Yayınevi Dedektif Tilda ve Diğerlerinin Olağanüstü Maceraları (Polisiye Hikâye) 2021, Herdem Yayınevi Dedektif Dergi (Polisiye Hikâye Seçkisi, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Kırmızı Battaniye (Polisiye Hikâye, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Dark Polisiye – İkinci Kitap 2021, Dark İstanbul Yayınları

Sultanat Eyalet-Şehri’nin gözbebeği olan Burgaziçi Nehri kıyısındaki Milton Burgazphorus Oteli’nde gerçekleşen patlama, 85 ölü ve 128 yaralıyı arkasında bırakarak şehre damgasını vurdu. Nehrin doğu kıyısında bulunan şaşaa ve lüksten nasibini alamamış mahalleler boşaltılıp arazileri Savdi Akrepistan Krallığı’na peşkeş çekildikten sonra MERKEZ-SULTANAT tabelası konarak insan boyunu aşan duvarlarla çevrildi. Fakir semtin zengin semt haline getirmenin ihalesi, krallığın Beton ve İnşaat Bakanı Küffar El Faraşî’ye verildi. Savdi bakan, fakir semti oranın fakir halkı için değil de nereden aktığı belli olmayan bir su akarken testisini doldurmaktan beis duymayan yeni yetme zenginler için güzelleştirecekti.

El Faraşî, yeme, içme ve eğlence hayatına düşkünlüğüyle şehrin ışıl ışıl caddelerinde boy gösterince, şehrin her türlü lüks tüketim ürününün sağlayıcısı 17 Megabit Şadiye’nin radarına takılmakta gecikmedi. Jewel Cevriye, yeraltı dünyasında Şadiye’nin Melekleri denilen, Şadiye’nin en iyi üç kadın elemanının bir numarasıydı. Cevriye’yi El Faraşî’yle tanıştırdıktan sonra gerisi üç mum yakıp seyrine bakmaya kalmıştı.

***

“Neden ille de Elvis’in kemeri olacak diye tutturdun Şadiye abla?” diye sordu Jewel Cevriye. Bakanın kendisine hediye ettiği kemeri Şadiye’nin talimatında belirttiği gibi el değmeden bir delil torbasına koyup getirmişti.

“Sana herhangi bir mücevheri almış olsa inkâr edebilir. Ama bunun satıldığını tüm dünya âlem gördü kuzum. Üstelik şimdi üzerinde parmak izleri de var. Yani El-Faraşî sadece hayalarıyla değil parmak iziyle de avucumuzun içinde!” diyerek kemeri kasasına kilitledi.

***

Hiçbiriniz de sormuyorsunuz ki bütün bunlar olurken ben, Ozan Ilgın, neredeydim? Vuvuzuella’nın Maracaibo limanından kalkan ve Belçika’nın Antwerp eyalet-şehri limanına doğru yol almakta olan 4000 TEU kapasiteli Panamax tipi dev konteynır gemisindeyim. Anneannem Cilmaya ve süper köpeğim Çakır’la beraber giriş tarafı parmaklıklı konteynırlardan birinde, yanımızda ölmeden karaya çıkabileceğimiz kadar yeterli su ve erzakla kilit altındaydım.

Beni ayak altından kaldırmak isteyen kimseler tarafından Santonio Banderas’ın ürettiği Sultanat Untouchable Flying Object- SUFO’ları teslim etmek üzere Vuvuzuella’ya gönderilmiştim. Devlet başkanı Nickname Hep Madur O’nun memleketinden kilitli olarak bindirildiğim bu konteynırla Sultanat’a dönmeyi başarabilecek miydim?

***

Santonio Banderas’ın ürettiği Sultanat Untouchable Flying Object – SUFO tüm dünyada büyük sükse yapmıştı. Zaten başarılı bir müteşebbis -moda deyimle entrepreneur- ve bilim adamıydı ama iktidar partisi olan Sade Vatandaş Partisi-SEVAP lideri ve Sultanat Eyalet-Şehri Belediye Başkanı İkram Papazoğlu’nun küçük kızıyla evlendikten sonra kendisine adeta ‘yürü ya kulum’ denmişti.

SUFO’ların tüm dünyaya pazarlanması hız kesmeden devam ediyordu. Silahlı olan bu araçları satın alan ülkelerdeki polislerin eğitilmesi gerekiyordu. Bu yüzden SUFO’lar, SSOK-Sultanat Şehri Özel Kuvvetler biriminden eğitmen polisler eşliğinde gönderiliyordu.

Güney Amerigo distribütörlüğünü yapacak ülke olan Vuvuzuella’ya SUFO götürme işini Amirim Hayri Kozak, ben ve ortağım Hüsnü’ye verdiler. Kısa bir eğitimden sonra üçümüze de SUFO eğitmeni sertifikamızı takdim edivermişlerdi.

Polis kankam Hüsnü, Amirim ve benim gibi kimyasallarla güçlendirilmiş bir süper polisin aynı anda aynı yere yollanması, üçümüzde de soru işaretleri oluşturmuştu. Sultanat Limanı’ndan SUFO’ların yüklendiği gemiye bindirilmeden önce, Vuvuzuella’da herhangi bir hastalık kapmamak için gerekli aşılarımızı olurken Amirim bu konuyu açtı.

“İnsan ne zaman tüm yumurtaları aynı sepete koya Ozan?”

“Hepsinin aynı anda kırılması ihtimalini umursamadığı zaman Amirim.”

Bu soru ve cevabı, ‘Aman gözünüzü dört açın, yine tehlikedeyiz!’ demekti. Gözümü dört açmış olsam da damarlarımı kapatamadığım için başımıza geleceklere engel olamayacaktım. Amirim ve Hüsnü’ye yapılan aşılar normaldi ama bana yapılan aşıyla vücuduma yerleştirecekleri ne idüğü belirsiz madde felaketimizi hazırlayacaktı.

***

 SUFO’ları taşıyan gemimiz Vuvuzuella’nın Karakaş Limanı’na yanaşırken Amirim Hayri Kozak limanı elindeki dürbünle izlemiş ve çoktan kararını vermişti.

“Güney Amerigo’ya dair okuduğum haberler ve aldığım duyumlar beni telaşlandırmıştı. Ama limandaki sözde güvenliği sağlamaya gelmiş paralı asker sayısını görünce emin oldum gençler. Demem o ki, Güney Amerigo ülkelerinde mafyanın dediği kanundur ve tüm kanunlar da onları korumak için yapılır. Bakın SUFO’ları teslim almaya da onların adamları gelmiş. Kıtanın lilityum rezervleriyle ilgili tekel kurulmasında herkes söz sahibi olmak istiyor. SUFO’ları ülke güvenliği için değil de kıtadaki lilityumu en çok parayı verene satarken diğer ülkeleri sindirmek amaçlı kullanacaklar.”

“Peki bize ne yapacaklar?”

“Yaşayıp göreceğiz Ozan.”

“Amirim bu lilityum neden bu kadar önemli ki?”

“Elektrikli otomobil üretiminde kritik önem taşıyor Hüsnü. OPEK- Organizasyon Petrol Karteli gibi OLİTEK- Organizasyon Lilityum Kartel’i kurmaya çalışıyorlar. Tabii Kapitalist Birleşik Devletleri-KABD ve Savdi Akrepistan gibi petrol devi ülkeleri karşılarına almaları gerekiyor.”

“Başkan Papazoğlu, Savdi Akrepistan Krallığı’na Doğu Sultanat’ta hektarlarca araziyi hibe edip etrafına da Sultanat Duvarı’nı ördürtmedi mi? Onlarla kanka olurken dünyanın bu ucunda da Vuvuzuellalılarla lilityum karteli kurmaları için SUFO’ları gönderiyor olabilir mi? Tek bir adam kaç tane ülkeye mavi boncuk dağıtabilir ki?”

“Yedi kocalı Hürmüz’ü duymadın herhalde Ozan. Daha yaşın genç, duyarsın. Keşke verdiği tavizler de mavi boncuklar kadar geri alınabilmesi basit şeyler olsa.”

***

Karakaş Limanı’nda bizi Vuvuzuella Devlet Başkanı Nickname Hep Madur O’nun sağ kolu olarak bilinen Esçomar karşıladı. Dünyanın bu ucunda yöneticiler gemi o kadar azıya almışlardı ki, Esçomar denen adam hem mafyanın en karanlık lideri hem de devlet başkanının sağ kolu olarak anılabiliyordu.

SUFO’ları taşıyan konteynırlar gemiden indirilerek tek tek tırların dorselerine yüklendi. Biz de etrafımızı sarmış paralı askerler ve tüm yüksek binaların tepelerine mevzilenmiş keskin nişancılar tarafından adeta hedef tahtası haline gelmişken, nazik cümlelerle zırhlı araçlara bindirildik. Sanırım asıl niyetlerini belli etmemek için bize kelepçe takmadılar. Ama taksalardı da bundan daha kuşatılmış hissetmezdik.

“Desenize hükümete diye getirdiğimiz SUFO’ları mafyaya kaptırdık.”

“Buralarda ikisi arasında o kadar kesin bir ayrım yapmak zor Ozan.”

***

Hep Madur O’nun sarayına giden anayoldan ani bir sapışla ayrıldığımızda Esçomar’ın adamları kafamıza çuvalları çoktan geçirmişti.

“Sizin şehrinizde işler nasıl yürür bilmem ama bizde SUFO’ların devlet yetkililerinin elinden çalındığını TV’lerden göstermemiz ve halkı buna inandırmamız gerekiyor. Yoksa Nickname Hep Madur O bizi zaten mağdur etmez, ne istediysek onu verir. Tabii ki bu senaryo gereği sizi de kaçıracağız ve sonunda hapishaneyi boylayacaksınız. Merak etmeyin kılınıza zarar gelmeyecek. Amacımız üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil!”

Araç içi ses sisteminden haykırmakta olan Esçomar’ın sesi korkunç bir kahkahayla kulaklarımızda patladı. Sonrasını kafama vurulan dipçik nedeniyle hatırlamıyorum.

***

Kendime geldiğimde tabelasında ‘Vuvuzuella Guanare Hapishanesi’ yazan binadan içeri girdiğimizi gördüm. Tıpkı filmlerdeki hapishanelere benzeyen yüksek güvenlikli, gri duvarlı, herkesin turuncu giydiği çirkin bir yerdi. Başımıza açılan bu işlerin ta Sultanat’ta planlandığını anlamama sebep olacak bir olay yaşayacaktım. Ama belli ki anlamakta biraz geç kalacaktım.

Bu yüksek güvenlikli yerden kaçabilmek için güçlü halime dönmem gerekiyordu. Kendimi hapishanenin ortasındaki avlunun ikinci kat balkonundan attığımda amele sümüğü gibi yere yapışmışım. ‘Yapışmışım’ diyorum çünkü beş ay sonra gözlerimi ancak açabildim.

Gözlerimi açtığımda, başucumda bana bakmakta olan kocaman bıyıklı ve ağızlı, kara gözlü, kısa boylu, 60-65 yaşlarında gözlerinin içi gülen beyaz önlüklü bir adam şefkatli eliyle başıma dokundu.

“Hele şükür ateşin düştü. Aramıza hoş geldin Ozan. Ben Garib el Garsiya Markez. Hapishane doktoruyum.”

“Neredeyim ben?”

“Hangisini soruyorsun, ülkeyi mi, şehri mi, binayı mı?”

“Bu odayı.”

“Aklın başında demek ki. Hapishane revirindesin.”

“Kaç gündür?”

“Kaç aydır demen gerekiyor evlat…”

Kendi sağlığımı unutup Hüsnü’yle amirimi ve şehrimden haber alıp alamadığını sordum. Diğerlerinin koğuşlarında ve iyi olduğunu, sadece benim intihar etmek gibi bir salaklığa kalkıştığım için 5 aydır komada yattığımı söyledi. Sultanat’taki Milton Burgazphorus Oteli patlamasını o gün doktordan öğrendim. Ben derin komamdan çıkıp derin üzüntüme gömülürken doktor da bana kendi hayatını anlattı. Dinliyor muyum diye sormadı. Farkındaydı ki sözleri bir süre sonra kulaklarıma küpe olacaktı.

***

Doktor Markez, Vuvuzuella’nın güneybatı komşusu Kokolombiya’dan buraya sürgüne gönderilmiş bir adamdı. Yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edildiğini anlattı. Fakat hapishane yönetimi mesleğini öğrenince bu yalnızlığa son vermişti. O da ülkede yüzbinlerin ölümüne sebep olan kolera günlerinde aşk yaşadığı Vuvuzuellalı bir kadın uğruna burada kalmıştı. Kadını da koleradan kaybettiğinde artık tek amacı vardı: başından geçenleri anlatmak için yaşamak.

Bana eğer yeterince uzun yaşarsam, güç sağcılardan yana geçtiğinde solcuların ezildiğini, güç solculardan yana geçtiğindeyse sağcıların ezildiğini göreceğimi söyledi. Çete Gevera isimli bir doktor arkadaşının, kıtayı motosikletle baştan başa gezdiğini ve en sonunda KABD tarafından kuşatılmış minicik bir ada olan Cumba’da yakın arkadaşı Fidye Kastelli’yle beraber gerillalara liderlik edip ülkede komünist bir devrim yapabildiklerinden bahsetti. Yani ümidimi kaybetmemem gerekiyordu.

Ben birazcık daha iyileşip serumla beslenmekten, iyi kötü yemek yiyebilen hale geçince Sultanat’tan bir haber geldi. Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi- CEVAP partisi başkanı İmelik Çekçek Sultanat Eyalet-Şehri’nin bir başından bir başına adalet yürüyüşü başlatmıştı. Sultanat Duvarı’yla ikiye ayrılmış şehirde daha fazla ilerleyemedi. İnat etti bekledi ve duvarla çevrili bölgeden geçebilmesi için  Akrepistan Krallığı’ndan özel izin alındı. Kameralar giremese de kendi Sultanat Duvarı’nın içinde yürüdü ve yapılmakta olan rezidansları görüntüledi.

“Papazoğlu’na oy vermeye devam ederseniz bunlar hep ayrıcalıklı vatandaşların evleri olacak. Ama beni seçerseniz duvarları yıkıp bu bölgeyi herkesin erişimine açacağım.”

Biz Çekçek’in görüntülerini izledikten sonra Doktor Marqez anlatmaya devam etti:

“Nickname Hep Madur O’dan önce Hugo Çömez de insanların emeğinin sömürülmediği, halkın kendi kaynaklarını kendi hizmetine sunabileceği ve birinci dünya ülkelerinden bağımsız yaşayabildiği bir ülke yaratmak istemişti. Ama geldikleri noktaya bak. Her sabah bayraklarıyla beraber enflasyonu da arşa kadar çekiyorlar.”

“Biliyor musun doktor, Hitler sonrası Almanya’sına, Stalin sonrası Sovyetler Birliği’ne, Franco sonrası İspanya’sına, Mussolini sonrası İtalya’sına ve…”

“Ve… Neden söyleyemedin? Kendi şehrini neden es geçtin? Her şeyin bir el şıklatmasıyla düzeldiği veya yok olduğu bir dünya ancak çizgi romanlarda olur. Önce buna bir alış. Sonra yönünü belirle. Farlarını yak. Arabanı vitese geçir ve sakın arkana bakma. Hep önüne bak. Göreceksin ki gelecek önünde uzanacak.”

***

İdrar sondamın çıkarılıp tekerlekli sandalyeyle tuvalete götürüldüğüm gün MEVAP partisinden ihraç edilen Meredith Blanchener’in İvmelenen İnsanlar Partisi- İVİ PARTİ’yi kurduğu haberi geldi. Bundan kısa bir süre sonra SEVAP lideri ve Belediye Başkanı Papazoğlu ile Milliyetçi Vatandaş Partisi-MEVAP başkanı Etat Le Jardin partileriyle bir ittifak kurdular: CÜMBÜRCEMAAT İTTİFAKI.

Buna karşılık olarak CEVAP, İVİP, HAPPINESS PARTİSİ VE DEMOJİ PARTİSİ bir araya gelerek JİLET İTTİFAKI’nı kurdular.

***

Aradan bir ay daha geçti. Ben iyice sabırsızlanıp artık koltuk değnekleriyle yürümeye çalıştığımda ‘Fatih’in yaşındasın’ diye övgüler dizilen ANİMALFARMBANK sahibi Mehdi Lightining isimli şahsın 132.000 kişiden 1 milyar 100 milyon Sult lirası topladığı ve Sultanat’tan Uğurluguay’a kaçtığını öğrendik.

“Uğurluguay buraya çok uzak değil,” dedi Doktor Markez. “Merak etme yediği fazlalıkları kusturmak üzere Sultanat’a geri götüreceklerdir o delikanlıyı. Kimsenin gayrimeşru kazancını tek başına yemesine müsaade etmezler kızım. Racon böyledir.”

“Buna sevinmeli miyim yani?”

“Sonunda herkes hak ettiği cezayı çeker. Buna sevineceksin.”

***

Ben Osteogenesis Imperfecta hastalığım yüzünden aldığım onca kemoterapiler ve diğer ilaçlarla süper kırılgan hale gelmiş kemiklerimin evrimleşmesi sonucu süper kadın polis haline getirilmiştim. Fakat Vuvuzuella’daki hapishanede, doktorun tüm çabalarına rağmen aradan aylar geçmesine rağmen bir türlü ayağa kalkamıyordum. Ayağa kalkınca ayağım, bir yere tutununca elim tekrar tekrar kırılıyordu. Doktor Markez durmadan ‘Sende kronik bir hastalık mı vardı?’ diye sormaktan bitap olmuştu. Kronik O.I. hastalığım yeniden mi nüksediyor acaba, diye düşündüğüm anda aklıma bana Sultanat’tan çıkarken yaptıkları aşı geldi. Hemşirenin Hüsnü ve Amirime yaptığı aşıyı odadaki bir flakondan enjektöre çektiğini ama bana aşı yapacağı zaman elinde boş enjektörle odadan dışarı çıktığını ve dolu enjektörle geri geldiğini hatırladım. Erkekler koğuşundan bana gönderilmiş bir somun ekmeğin içinden çıkan minicik bir notla beraber kafamda şimşekler çaktı:

AŞI-NANOÇİP-ENGEL

Amirim Sultanat’taki bağlantıları sayesinde bana yapılan aşıda benim güçlü kadın halime geçmeme engel olan bir nane olduğunu öğrenmiş olmalıydı. Doktora tek tek tüm medikal geçmişimi anlattım. Becerikli Doktor Markez’in vücuduma enjekte edilen nanoçipi bulup çıkardığının ertesi günü şınav çekmeye başladım.

“Acele etme Ozan. Önce iyileşip kendi hücrene dönmelisin. Benden şüphelenmemeliler. Yoksa burada yüz yıl daha yalnız kalmam gerekir.”

Bir hafta sonra ben revirdeki kalorifer borularında barfiks çekebilmeye başlamışken, İkram Papazoğlu büyük kızı Hilal Papazoğlu’nun kocası olan damadı Patent Draporogue’u Pleasury ve Fiance Bakanlığı’na atadı. Doktor Markez dayanamadı.

“Vatandaşı olmasan Sultanat epey eğlenceli bir yermiş Ozan! Ama inancını kaybetme. Hiçbir güç sahibi, elinde tuttuğu güçten öyle kolay kolay vazgeçemez. İktidar öyle zehirli bir tutkudur ki, önce sen ona sahip olursun, sonra o sana sahip olur. İstesen de o koltuğu haysiyetinle mütevazı bir şekilde bırakıp gidemezsin. Çünkü halkını sonsuza kadar senin yönetmen gerektiği ve onları senden başka kimsenin bu kadar iyi yönetemeyeceği fikri bir zehir gibi damarlarında dolaşmaya başlamıştır. Zehre maruz kalmış her hasta gibi sen de panzehir olmadan iyileşemezsin. Panzehriyse halkın acılı, acıklı ve karşı konulamaz ayaklanmasıdır. Ama bu ayaklanma sandık başında olmaz. Çünkü sandıktan çıkabilecek tüm sesleri kısmak da senin en büyük becerilerinden biridir. Seni istemediklerini sandıkta değil sokakta haykırdıkları zaman aklın başına gelir. Ama artık iş işten geçmiştir. İnanmıyorsan İzabel’e sor.”

“Hangi İzabel?”

“Hangi İzabel olacak, Güney Amerigo ülkelerinden  Schili’nin ilk seçilmiş Marksist lideri olmasına rağmen KABD destekli General Kroşe tarafından darbeyle indirildiği gün hayatını kaybeden Ayyende’nin yeğeni olan İzabel.”

“Nereden bulucam ki İzabel’i?”

“Hücre arkadaşın.”

***

İyileştim ve beni hücreme geri gönderdiler. İzabel’le tanıştım. Lafı uzatmama gerek yok. ‘Salvatore Ayyende 11 Eylül’ yazın artama motorunuza. Evet bu da 11 Eylül. Ama 11 Eylül 1973. Neyse, ben nasıl kaçacağımı hesaplamış, erkekler koğuşundaki Hüsnü ve Hayri Kozak’a da haber gönderebilmiştim ki, gardiyanlar gelip beni hücremden dışarı çıkardılar. Müdürün odasına götürülürken camlı bir bölmenin arkasında Cilmaya ve Çakır’ı gördüm. Gözlerime inanamadım ama sesimi çıkarmadım elbette.

Cilmaya, Vuvuzuella mahkemelerine rüşvet vererek benim, Hüsnü’nün ve amirimin davalarının düşmesini sağlamıştı. Ne de olsa Güney Amerigo ülkeleri yolsuzlukta dünyada isim yapmışlardı. Sultanat Eyalet-Şehri ise güvenilir kadı ve sıvacılarıyla bize daha adil bir mahkeme, tutukluluk ve hükümlülük süreci tanıyacaktı. Ya da Cilmaya’nın umduğu buydu.

“Geriye Sultanat kadı ve sıvacılarına güvenmek kaldı.”

“Kime güvenecekmişiz kime? Güldürme bizi Cilmaya.”

“Dırdır etmenin zamanı değil Hayri Kozak. En azından kendi şehrimizde bir hapishanede olacaksınız. Elimizin kolumuzun uzanabileceği bir yerde. Bu kıtaya gelip babalarının çiftliği gibi işgal etmiş bir de buna keşif demiş ve kadim Aztek ve Maya medeniyetlerinin ümüğünü bir göz kırpışta sıkmış Hernán Cortéz’lerin torunlarıyla mı kalmak isterdiniz?”

“O dediğin işgalden 39 yıl önce bir imparatorluğun başkentini işgal etmiş ve buna fetih demiş olanların torunlarına kaldık desenize!”

***

Cilmaya mahkememizin Sultanat’ta yapılması için gerekli evrakları Vuvuzuella’nın dolambaçlı bürokrasisinden elde etmeye çalışırken ülkede esen rüzgarlar değişiverdi. Hep Mador O, Esçomar’ın SUFO’ları lilityumu beraber satarken değil, kendi çıkarı için satarken kullanacağını öğrendi. Esçomar ve adamları Hep Madur O’nun yükselen hiddeti yüzünden çareyi, yüklü miktar lilityumu, SUFO’ları ve bizi de konteynırlara atarak ülkeden kaçmakta buldular.

İşte kendimizi Vuvuzuella’nın Maracaibo limanından kalkan Panamax tipi dev konteyner gemisinde bulmamızın hikayesi buydu. Cilmaya, Çakır ve ben ayrı konteynırdaydık, Kozak Hayri ve Hüsnü tabii ki başka konteynırdalardı. Haremlik selamlık yapmaları ne kadar da iyiydi!

“B planın boşa çıktığına göre şimdi n’olcak Cilmaya?”

Konteynırın içinde mahpus olarak yüksek bir yerden de atlayamadığım için güçlü halime dönüşemiyor ve bizi bu durumdan kurtaramıyordum. Cilmaya’nın bir C planı da vardı elbet. Sinsi sinsi güldü.

Biz göremiyorduk ama gemiye gizli gizli bir denizaltı yanaştı. Denizaltıdan gemiye siyahı çok beyazı az şişko kocaman bir erkek kedi bırakıldı. Kedinin beden tasmasına bağlı minik bir çantada çeşitli teçhizat vardı ve tabii ki Basti’ydi kedinin adı.

Basti onca konteynırın içinde Çakır’ın olduğu önü parmaklıklı konteynırı kolayca buldu. Parmaklıklara sürtünerek bizi selamladı. Sırtındaki minik çantadan çıkan teçhizatın arasında patlayıcılar, kumandalar, kulaklıklar ve bileğe yapışarak her biri birer akıllı saat gibi işlem yapan minik ekranlar da vardı. Kilidi patlatarak konteynırdan çıktık. Kulaklıkları kulağımıza taktığımız anda bir ses bizi karşıladı.

“Deneme. Deneme. Hah bağlandılar mı? Selam. Ben Dr. Streç Film. Bir teknoloji aşığıyım ve bana lilityum lazım. Bu yüzden sizi kurtarmam gerekti. E kimse binmeyeceği eşeğin önüne saman koymaz bu devirde.”

“O laf öyle değil.”

“Evet Ozan, değil. Ama ben rencide edici bir adam değilim. Hem bakın sizi kurtarmam için kimler önayak oldu?”

Kulaklıklardan tanıdık iki kişinin sesi daha duyuldu.

“Selam Ozan.”

“Selam Ozan.

“Oooo Siber Can ve Haypatya. Selamlar. O şımarık zengin arkadaşınıza söyleyin henüz bizi kurtarmış değil. Sadece buldu. Biz kendimizi kurtarırız. Bu arada streç film ne alaka?

“Ha ha ha! Çünkü paralarımı streç filmlere sarıp paketlerim ben. Çok zenginim ve çok titizim.”

“O zaman şu kolumuzdaki zımbırtılara bir şarkı yolla da biz de buradakileri paketleyelim.”

***

“Kolundaki ekranı 8 dakika 2 saniyeye ayarla Cilmayacığım. Gemidekileri derdest edip buradan tüymemiz bu kadar sürecek.”

“Neden?

“Çünkü şarkı o kadar sürüyor.”

“Hangi şarkı?”

“Led Zeppelin’den Stairway to Heaven.”

“Nasıl yapacağız?”

“Yumuşak yumuşak başlayıp sonra ağızlarına sıçacağız”

Önce Basti’yi beden tasmasıyla sırtıma sıkıca bağladım. Kolumdaki zamanlayıcıya dokundum ve şarkıyı başlattım. Konteynırların arasına dağıldık. 2.14’te ritmik klasik gitar girdiğinde Çakır, Hüsnü ve Kozak Hayri’yi buldu. Onların konteynır kilidini de patlatıp kulaklık ve akıllı saatten paylarına düşenleri verdik. İşaretleştikten sonra dağıldık.

Yüksek bir yerden atlamam gerekiyordu. 4.18’de bateri girdiği anda konteynırların üzerinden atladım ve güçlü halime geçtim. Önüme çıkan bütün nöbetçileri kıskıvrak yakaladım.

5.55’te elektrogitar girdiğinde Cilmaya ve Çakır süper güçlü gövdeleriyle bir konteynırın köşesinden fırtına gibi döndüler. Ondan sonra zaten tüm adamlar teslim oldular. Esçomar ilk patlamada gemide bulunan helikopterle tüymüştü. Hiç şaşırmadım. En son destek, geminin motorunun durması için yazılım gönderen Siber Can’dan alığımız destekti.

Adamların hepsini iki konteynıra bize verdikleri su ve erzakla beraber kilitlediğimizde, Robert Plant, artık durulmuş olan melodinin eşliğinde “And she’s buying a stairway to heaven…” diyordu. Cennete merdiven. Güzel bir kaçış için muhteşem bir benzetme. Sonra kahraman köpek Çakır ve kahraman kedi Basti’mizle beraber Dr. Streç Film’in denizaltısına geçtik.

***

Milton Burgaziçi Oteli, sahne olduğu patlamadan sonra sıkı bir tadilattan geçirilip eski görkemli heybetine kavuşmuş, yeni yıl nedeniyle muhteşem bir şekilde ışıklandırılmıştı. O akşam Belediye Başkanı’nın vereceği yeni yıl balosuna davetli şehrin kodamanları arasında Savdi Bakan Küffar el Faraşî de mevcuttu.

Olan, Papazoğlu’nun peşinden gitmeyen dört büyük müteahhitle beraber patlamada hayatını kaybeden diğer 81 kişiye olmuş, ölenlerin ismi gazetelerin tozlu sayfalarında kalmıştı. Kalanlar gemilerini yürüten kaptanlardı; bizi kaçırmaya kalkan geminin kaptanı hariç. Onun gemisi, elimde geminin koordinat sinyallerini alan bir zımbırtı olmasına rağmen, Atlantik okyanusunun ortasında yalnızlığa demir atmıştı.

Sultanat Limanı’na sessizce yanaşan denizaltıdan balıkadam kıyafetleriyle yüzerek karaya çıktım. Dr. Streç Fim’in benim için getirttiği motora atladığım gibi Milton Burgazphorus Oteli’nin yolunu tuttum. Kapıda bekleyen valenin şaşkın bakışları altında dalış kıyafetlerimle otele dalıp bana ayrılan odanın anahtarını otel resepsiyonistinden aldım. Saniyelik bir duş, saça yapılan sıkı bir topuz, ellere sürülen kırmızı oje. Odaya benim için bırakılan kırmızı stilettolar ve sırt dekolteli kuyruğu yerlerde kırmızı saten askılı elbisemle Papazoğlu’nun otelin balo salonunda tertiplediği yılbaşı balosuna gitmeye hazırdım.

Balo salonunun merdivenlerinden hızla inerken arkamdan biri seslendi.

“Sindirella gibi acele ederseniz ayakkabınızın tekinden sizi bulabilir miyim acaba?

Dönüp baktığımda smokin giymiş bu adamın gazeteci Yusuf Pulister olduğunu gördüm.

“Tabii ki beyefendi. Yalnız ayakkabınım sağ teki silah, sol teki de şok cihazı. Bu şık halinizle hangisini tercih edersiniz acaba?

“Az önce bir denizaltıdan yüzerek karaya çıkmanıza rağmen siz benden daha şıksınız! Kurşuna gerek yok gözleriniz varken. Lakin kalbime nişan almayın yeter.”

“Benim gibi bir keskin nişancı için kalbiniz çocuk oyuncağıdır ama ben daha çok erkeklerin kafasına nişan alırım.”

“Ya kafasız olanlar?”

“Yanıma yaklaşabileni olmadı.”

Salondan içeri girmemiz, tam sahnedeki şarkıcının performansına ara verdiği zamana denk gelmişti. Boşluktan faydalanan İkram Papazoğlu oturduğu sahneye en yakın masada, ağzında purosuyla keyfinden dört köşe bir halde kendi performansını sergiliyordu.

“N’aptı lan bu Ozan Ilgın ve arkadaşları? Geri zekalılar taa Vuvuzuella hapishanesinden ses verdiler.”

Kahkahalar.

“Güya SUFO’ları dostum Vuvuzuella başkanı Nickname Hep Madur O’ya teslim edeceklerdi. Bu sefer temkinli davranmaları gerekirdi. Geçen sefer Ozan, kochain ticareti üzerinden vatan hainliğiyle suçlanmıştı. Hahahahahah! Ama o n’aptı? Gitti canım SUFO’ları Esçomar denen o serseriye teslim etti!”

Kahkahalar.

“Sonra N’oldu? Tuttu bir de intihar etmeye kalktı! Düşünsenize hem Sultanat’a ait 10 milyar dolarlık SUFO’yu mafyaya kaptır hem de intihar et! Temel fıkrası gibi mübarek!”

Kahkahalar.

İkram Papazoğlu yanında has adamı ve Piizişleri Bakanı Solomon Sert ve masadaki diğer kankaları 4’lü ekip olarak adlandırılan Le Mach İnşaat’ın sahibi Joe Le Mach, Camion İnşaat’ın sahibi William Camion, Warrior İnşaat’ın sahibi Jack Warrior ve Call-in İnşaat’ın sahibi Avarel Call-in’le kahkahadan kırılırken boş sahnedeki mikrofonu elime aldım ve konuşmaya başladım.

“İyi akşamlar Başkanım ve sayın protokol. Tekrar vatan hainliğiyle suçlanmamak için adımlarımı dikkatli attım. Başka hainler benden bir adım öndeymiş sayın Başkanım. Eyalet-şehirden çıkarken bana aşı yapan hemşire ve orada bulunan sağlık görevlilerini Bir Nefes Sıhhat Bakanlığı’na bildirdim. Çünkü o aşıyla vücuduma bütün güçlerimi sıfıra indirgeyen bir nanoçip yerleştirmişler. O yüzden Esçomar’ın adamlarına ilk etapta müdahale edemedim. Ama sizin denizaltıyla gönderdiğiniz SSOK ekibi sayesinde adamları Atlantis okyanusunda demir atmış bir gemiye kıskıvrak hapsettim.”

Sahneden indim. Esçomar’ın adamlarının ve çaldıkları SUFO’ların olduğu geminin lokasyon sinyalini alan aleti masaya fırlattım.

“Çalınan tüm SUFO’lar ve Esçomar’ın adamları bu koordinatlarda bulacağınız gemide. Esçomar kaçtı. Sanırım Sultanat’ı 10 milyar dolar kayıptan kurtardığım için yılın polisi ödülü bana verilecek sanırım.”

Papazoğlu’nun yaveri masadan ok gibi fırladı.

“Zahmet etmeyin. Ben bu işi ödül için yapsaydım şimdi 10 milyar dolarla Bohemialar’da güneşleniyor olurdum.”

***

Protokoldekilerin suratını allak bullak bırakıp Yusuf Pulister’le beraber masamıza yürümeye başladık.

“Denizaltıyı o göndermedi değil mi?”

“Elbette hayır.”

“E niye öyle dedin?”

“SSOK’ta kendisinden habersiz de kuş uçtuğunu düşünsün diye. Ve masadaki adamlar ortadan kaldıracağına söz vermesine rağmen, ucube kadın polisi kurtarmaya adam gönderdiğine inansınlar diye.”

“Bir taşla iki kuş. Alemsin.”

“Bu adam ben buralarda yokken de kibirliydi ama koltuklarını helyum gazı şişiren şey denizaltında geçirdiğimiz kısacık sürede son seçimleri almış olması mı?”

“Evet ilk partili Başkan-Vali artık.”

“Valiye n’oldu?”

“Lağvoldu.”

“Yüzde kaçla aldı?”

“54.”

“Kime karşı?

“Aşure Thinner. Adam kaybetti. Bir TV sunucusuna ‘Ben kaybettim’ diye mesaj attı ve ortadan yok oldu.”

***

Saatler tam 12’yi vurduğunda yakışıklı gazeteci Yusuf Pulister’le dans ederken, Doktor Garib el Garsiya Markez’in kulaklarıma küpe olan bir sözü geldi aklıma.

“İnsanların da mevsimleri vardır. İlkbaharla yeşillenir, yazın en doruğa çıkarlar. Sonbahar gelir düşüşe geçerler. Kış da sonları olur. Başkan babanızın sonbaharı geldiğinde seyretmek için şimdiden sabırsızlanıyorum.”

En Son Yazılar