Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

OZAN ILGIN 18: CEZAEVİ

Diğer Yazılar

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU

ENSE

Tuğba Turan
Tuğba Turan
1972, Ankara doğumlu olan Turan, 1990 yılında Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip devlette çalıştıktan sonra 2008'de Karabük-Eflani ilçesine serbest eczane açtı. Kendisini 2003 doğumlu bir erkek evlat, üç köpek, on (zaman zaman daha fazla) kedi annesi olarak tanımlamaktadır. Safranbolu’da yaşıyor. Zalifre Yazıları isimli basılı dergide makaleleri yayınlanan yazarın Gölge e-Dergi'nin son yirmi sayısında fantastik hikâyeleri yer almıştır. Dedektif Dergi’nin kuruluşundan beri yazdığı 30 bölümlük Tilda ve Diğerleri isimli polisiye hikayeleri kitap haline gelmiştir. Kişisel sayfası olan tugbaturan.com'da tüm yazılarını yayımlayan yazar aynı zamanda Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesidir. Eserleri: Adı Cemre Olacak (Roman) 2020, Herdem Yayınevi Dedektif Tilda ve Diğerlerinin Olağanüstü Maceraları (Polisiye Hikâye) 2021, Herdem Yayınevi Dedektif Dergi (Polisiye Hikâye Seçkisi, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Kırmızı Battaniye (Polisiye Hikâye, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Dark Polisiye – İkinci Kitap 2021, Dark İstanbul Yayınları

Sultanat Eyalet-Şehrim insan haklarında, eğitimde, sağlıkta ve adalette 17 Megabit Şadiye’nin Babylon Sultanat isimli kulübü gibi gittikçe daha derine batıyordu. Kulübün konsepti gereğince yerin yedi kat dibine indiğimizde bundan daha aşağısı olamaz diye düşünmüştüm. Ama Dante’nin İnferno’sunda olduğumuzu unutmuşum. Cehenneme bile %28,5 zam gelmiş ve kendimizi yerin dokuz kat dibinde bulmuştuk.

Dünyanın en büyük gece kulübü olarak lanse edilen Babylon Sultanat üç günlük bir parti için kapılarını açtı. Gümüşten rodyuma kadar dünyanın en değerli dokuz madeninden yapılmış bileziklerini takmış ultra zenginlere müthiş bir eğlence vaat etti. Arafta kalmışlarla; şehvet, oburluk, açgözlülük, öfke, sapıklık, şiddet, sahtekarlık ve ihanet duygularını doyasıya yaşayanları gün yüzüne çıkaran gece kulübü, bu insanlara, yerin altına inilen dokuz kat boyunca bir daha hayatlarında hiç yaşayamayacakları bir deneyim yaşattı. Dokuz değerli madenden mamul bilezikler, dokuz kata ayrı ayrı atanmıştı. Altın hariç hepsi gümüş renginde olduğu için hangi madenden bilezik taktığını bilmeyen ultra zenginler her şeyi parmaklarının bir şıklatmasıyla elde etmeye alışkınlardı. Birinci kattan başlayarak bir diğer kata inemeyip reddedilenler olay çıkardı. Bu da her şeyin parayla satın alınabileceğini sanan insanlara Şadiye’nin tokat gibi bir dersiydi.

“Bazı şeyler satılık değildir. Bilgi gibi. Görgü gibi. Vicdan gibi. Nezaket gibi. Sevgi gibi. Empati gibi. Neşe gibi. Aşk gibi.” demişti 17 Megabit Şadiye. Sultanat şehrinin VİP Mercedes Vito filosu ve erkekli kadınlı tüm eskort piyasasını elinde tutuyordu. Bir zamanlar tozlu topraklı bir mahallede yırtık pabuçla karnını doyurmak için fuhuş yapmak zorunda kalmış genç kızdan, bir gece kulübü imparatoriçesine dönüşecekti. Kulübündeki ultra parti ile aralarına yeni katıldığı ultra zenginlerden intikam almayı planlamıştı. Bu arada beni de üç kuruşa satmıştı.

Ben, Ozan Ilgın, Sultanat Eyalet-Şehri Özel Kuvvetler-SSOK süper kadın polisi, kulübün dokuzuncu katına indiğimizde, düşmanlarım Kerberose Rose ve Nergissus tarafından esir alınmıştım. Düşmanlarım derken birinin yıllar önce bizi terk edip giden babam diğerinin öldü denilen annem olduğunu söylemeye dilim varmıyor. Muhtemelen gelecek nesil süper polislere ibret olsun diye Sultanatmak Meydanı’nda sallandırılacaktım. Ki, onlar benim gibi asi polisler olmasınlar, otoritenin verdiği ama ülke çıkarlarını ve insanlığı hiçe sayan hiçbir emre itiraz etmesinler ve amirlerine hiç sorgulamadan biat etsinler. Bundan sonra yetiştirilecek süper polislerin bedenen güçlü ama irade olarak zayıf olması eyalet-şehrin vali-başkanı İkram Papazoğlu‘nun da işine geliyordu. Bu şehirdeki hiçbir yolsuzluk ondan habersiz yapılamadığı gibi kötülüğe doğru kanat çırpan hiçbir kuş da ondan habersiz uçamıyordu.

Papazoğlu’nun iktidar partisi Sade Vatandaş Partisi-SEVAP’la aynı yollarda beraber yürüyen SULTİT isimli paçavra gazetenin başyazarı, Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi-CEVAP delegelerinin İkram Papazoğlu’nun üç bakanıyla ilgili rüşvet iddiaları için şöyle yazmıştı:

“O rüşvet karşılığında, eyalet-şehrin veya Sult milletinin hangi menfaati zedelenmişti, onu da söyleseniz ya!”

Koskoca bir kurumda değil rüşvetin ispatının, dedikodularının bile o kuruma, o kurumu temsil edenlere ve dolayısıyla vatandaşın o yüce kurumla alakalı algısına nasıl zarar verdiğini anlamamak için salak olmaya gerek yoktu. İmam osurursa cemaat sıçardı. İmam da sıçmaya başlayınca bakalım cemaat ne yapacaktı? “Gazeteci” namını kazanmış ve eli kalem tutan diye bilinen bir adamın bu yazıları kaleme alırken yaladığının mürekkepten başka bir şey olduğu aşikârdı.

***

Kulübün eksi 9. katında Kerberose Rose ve Nergissus’un eline düştüğümde kafama yediğim darbeden sonra bayılmışım. Ayıldığım zaman ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam… Yahu dur. O başka bir zamanın şarkısı. Ellerimde kelepçeler, o çok tanıdık zırhlı SSOK suçlu nakil aracındaydım. Ama aracın yanlış tarafında yani kanun uygulayan değil kanun kaçağı tarafındaydım. “Sen nasıl süper kahramansın, başına pişmiş tavuğun başına gelmeyenler geliyor?” diye soranlar olabilir içinizde. Superman’in bile kriptoniti vardı. Benim gibi insan eliyle yani kimyasallarla süper haline getirilmiş bir polisi engellemek de yine o kimyasalları üretenlerin elindeydi. Zaten ben de “Ulan ben neyim bir karar verin! Kahraman mıyım? Suçlu muyum? Yoksa bir ucube miyim? Kayzer Soze miyim? Siz Dr. Jekyll’sınız ben Mr. Hyde mıyım?” diyerek isyan ediyordum. Süper kahramanlığın kitabını arabesk dilinde yeniden yazıyordum.

***

İkram Papazoğlu kulüp Babylon Sultanat rezilliğinden haberdar olur olmaz partinin basılmasını, kulübün içinde veya dışında bulunan ve partiden sorumlu herkesin tutuklanmasını emretmişti. Onun eyalet-şehrinde bir işletmenin böyle ahlaka mugayir bir parti düzenlemesi olacak iş değildi. Halbuki işin iç yüzü başkaydı. Partiye davet edilmemiş ya da binlerce sterlin ödemelerine rağmen kollarındaki bilezik, kulübünün diğer katlarına inmelerine müsaade etmemiş bazı ultra zenginler araya ultra-zengin-olmak-isteyen bürokrat tanıdıklarını koyarak en üst makam olan Papazoğlu’na ulaşmışlardı. Babylon Sultanat denen kulüpte gayriahlaki şeyler oluyor, diye şikâyette bulunmuşlardı. İkram Papazoğlu’nun verdiği emirle SSOK, kulübe baskın yaptığında içeride, dışarıda, kapıda bacada kim varsa kıskıvrak yakalanmıştı.

Baygın olduğum için alkolden sızdım varsayılıp kim olduğum sorgulanmadan ben de tutuklanmıştım. Sorgusuz sualsiz önce hastaneye, sağlıklı olduğum anlaşılınca da doğru tutuklu nakil aracına fırlatılmıştım. Eyalet-şehrimin şu anki atmosferinde, suçsuz olduğunu ispatlayana kadar her muhalif kişi ya teröristi ya da vatan hainiydi. Karılar koğuşunda kulağıma gelen dedikodulardan öğrendiğime göre 17 Megabit Şadiye sorgulanıp serbest bırakılmıştı. “Ben kulübü yönetiyorum, partiyi içerdeki insanlar yapıyorlar. Olan bitenden beni sorumlu tutamazsınız!” demişti yavru köpek bakışlarını kullanarak. Zaten sorgulayanın amacı bağcıyı dövmek değildi. Bağcıya “Bağındaki üzümlerden şarap yapılıyor, şarap haramdır!” diyecek kişinin önce kendisinin haram yemiyor olması gerekti.

Sultanat Eyalet-Şehri’ni ortadan ikiye bölen Burgaziçi Nehri, kuzeyde Mer Noire isimli bir iç denize dökülüyordu. Bu denizin kıyısında cezaevi ile ünlü Synop şehri vardı. SSOK’un zırhlı araçları bizi üç tarafı denizle çevrili Synop Kalesi’nin duvarları içinde kalan Synop Cezaevi’ne bıraktığında hiç şaşırmadım. Demek yerli Alcatraz’dan kaçacaktım.

Gardiyan beni kendi deyimiyle ‘karılar koğuşu’na götürdü. Şans ya da şansızlık mı bilmiyorum ama annem olacak Nergissus da benimle aynı koğuştaydı. Dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın. Elbette biri bunu daha önce söylemiş olmalı. İyisi mi düşmanım gözümün önünde durmalıydı.

Synop Cezaevi iki katlıydı. Kesme taş ve tuğla kullanılarak U planıyla inşa edilmişti. Binanın güney kısmında bir bodrum vardı. Yirmi sekiz adet koğuşun yirmisi erkeklere sekizi kadınlara ayrılmıştı. Bu kadınların daha az suç işlediği anlamına gelmiyordu. Yalnızca kadınlar daha az yakalanıyordu. Hapishane hayatı şair olsam şiir, yazar olsam hikâye yazdıracak kadar renkli ve dertliydi. Uzunca bir yarımadanın tam boğazında yer alan cezaevi sanki denizde bir ada gibiydi. Dışarıda deli dalgalar gelip duvarları yalıyordu. Lakin beni bu sesler bir türlü oyalayamıyordu. Dalgaların gelgitini hesaplayarak Şeytan Adası’ndan kaçan Henri Charrière gibi ben de buradan kaçmak istedim. Ne ben onun gibi kelebeğe dönüşmek üzere olan bir tırtıldım ne de kale duvarlarının üzerinde gece görüşlü tüfeklerle nöbet tutan keskin nişancılar buna müsaade edecekti. Demek yerli Alcatraz’da kemiklerim bile eriyecekti.

***

Yaşamak, vatandaş olmak, sağlık ve eğitim hizmetlerinden faydalanmak ve barınmak çocuk haklarının dolayısıyla insan haklarının ilk sıralarındaydı. Cezaevindekilerin bu hakları eyalet-şehir tarafından korunuyordu. Fakat dışarıdaki dünyada üniversite öğrencileri artan ev kiraları nedeniyle #barınamıyoruz hareketi başlattılar. Üniversiteler için yapılan yurtlar yetersizdi ve evler gençler için çok pahalıydı. 77 katlı rezidansları inşa eden bir eli yağda bir eli balda inşaat firmaları göğün 77 kat yukarısından bu serzenişleri duymuyorlardı. İkram Papazoğlu gençleri duymadığı gibi bir de şu cümlelerle olayın üzerine tuğ dikti:

“Biz geldiğimizde 45 lira olan öğrenci bursu şimdi 650 lira! Elinize dilinize dursun! Sade Vatandaş Partisi-SEVAP olarak eyalet-şehrin başına geldiğimizden beri yurt kapasitelerini hiçbir dönemde olmadığı kadar artırdık! Yalan söylüyorsunuz! Hayatınız yalan!”

***

Aynı koğuşta yattığım eski-annem-yeni-düşmanım Nergissus’un avluya çıkma iznimiz olma olmadığı günlerde de gündüzleri ortalardan kaybolup ancak akşama doğru koğuşa geliyor olması midemi bulandırdı. Bana gizli gizli verdikleri kimyasallar yüzünden güçlü halime geçemiyordum ama akıllı halime de engel olacak değillerdi ya! Nergissus’u cezaevi binasının güneyindeki Bodrum’a doğru giderken görüp takip ettim. Bir taş duvarın önüne geldiğinde sağını solunu kontrol edip duvarda bir yere dokunduğunu gördüm. Duvarda açılan gizli geçitten geçip ortadan kayboldu. Beş dakika bekleyip yaptıklarını taklit edince kendimi önce taştan sonra denizin altından giden camdan bir tünelde buldum. Camdan tünel, hafif meyille beni suyun yüzeyine taşıdığında kendimi Mer Noire kıyısında bir malikanenin bodrumunda buldum. Ne olur ne olmaz diye asansör yerine merdivenlerden yukarı çıkınca, ortasında kocaman havuzu bulunan bir salonda Nergissus ve Kerberose’u ellerinde çiçekler kapımda sırılsıklam… Ya şarkı bir dur. Sana da sıra gelecek. Neyse, ezeli düşmanlarımı, ellerinde kadehler, havuzun kenarındaki kocaman L şekilli kanepede sere serpe uzanırlarken yakaladım. Devletin örtülü ödeneklerinden ödenmiş ipekli örtülere sarılmışlar, tüyü bitmemiş yetimin hakkından ödenmiş trüf mantarlı sosa banılmış jumbo karidesleri ve havyarlarını mideye indiriyorlardı. Beni görünce hiç şaşırmadılar. Nergissus bana doğru kadeh kaldırdı:

“Hoş geldin Ozancığım! Arada gözden kaybolmamız ve güya suçlu olduğumuz için cezaevinde yatmamız gerekiyor. Ama bizim cezaevinde yatma şeklimiz bu! Tıpkı Vuvuzuellalı yoldaşımız Esçomar gibi!”

“Demek sonunda minik sırrımızı öğrendin! Ben de annene sevgili kızımız ne zaman gelecek de mutlu bir aile gibi şu havuzun başında oturabileceğiz diye soruyordum.”

“Sizinle bu ortamda aile olacağıma gider karılar koğuşundaki arkadaşlarımla soğan-ekmek yerim daha iyi!”

Sonra ikisi birden kötücül birer kahkaha patlattılar. Kerberose Rose gülerek devam etti:

“Gerçekten süper kahramanlığın kitabını arabesk dilinde yeniden yazıyor bu! Deep-devletler kendi hesabına sorgusuz sualsiz iş görecek bizim gibi yetenekli insanlara her zaman ihtiyaç duyarlar. Sen bunu fazla kişisel algılama Ozan. Birazcık söz dinlesen sana da ihtiyaç duyacaklar ama burnunun dikine gitmekten vazgeçmiyorsun.”

Kerberose Rose’a yetiştirecek lafım yoktu. O yüzden cevap bile vermedim. Başım öne eğik, koğuşuma geri döndüm. Ertesi gün karılar, bana erkekler koğuşundan bana yollanan bir zarf getirdiler. Rüşvetçi gardiyanlarca elden el ele ulaştırılırken onlarca defa okunmuş olan kâğıtta yazanlar, bana ulaştığında benim olmaktan çıkmış mıydı acaba?

“Sevgili Ozan,

Başın öne eğilmesin. Aldırma gönül aldırma. Ağladığın duyulmasın. Aldırma gönül aldırma. Dışarıda deli dalgalar, gelip duvarları yalar. Seni bu sesler oyalar. Aldırma gönül aldırma.”

Ve şöyle devam ediyordu:

“Görmek istersen denizi, yukarıya çevir yüzü. Deniz gibidir gökyüzü. Aldırma gönül aldırma. İmza; Sabahı Ettin Ali”

Başımı yukarıya çevirince göreceğim deniz, Kerberose Rose ve Nergissus’un lüks malikanesine giden cam tüneldeki deniz değildi. Birileri sınırda ve satıhta vatan-millet uğruna bağrına kör kurşunu yerken, diğerleri havuz kenarlarında ağnana ağnana havyar yemesinler diye darağacına giden denizlerden bahsediyordu şair. Şair burada bayrağa seslenmiyordu. O bayrağı bayrak yapan halka sesleniyordu. Silkin ve ayağa kalk. Sensin hakkını arayacak olan, diyordu.

Ben, bana bu şiiri yollayan Sabahı Ettin Ali kimdir acaba diye merak edince karılar koğuşundakilerden biri hemen anlatmaya başladı. Erkekler koğuşunda Ali isimli bir adam, sabahlara kadar oturur, düşünür ve şiirler yazarmış. Böylece sabahı sabah edermiş. Bu yüzden arkadaşları ona ‘Sabahı Ettin Ali’ diye lakap takmışlar. Şiiri okudum, ağladım. Ağladım, şiiri okudum. Belki de dedim, bir Ali’nin böyle âli duygularla yazdığı bu şiir benim cebimdeki buruşmuş bir kâğıda mahkûm olarak unutulup gidecekti. Ne kadar üzücü bir durumdu. Ama Sabahı Ettin Ali’yi ve beni ayrı ayrı koğuşlarda misafir eden bu cezaevinde kaldığımız sürece yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Fikirlerimiz de dışarıdaki deli dalgalar gibi duvarlara çarpıp parçalanmaya mecburdu.

***

Kapitalist Birleşik Devletleri-KABD’ye bir açılış için giden İkram Papazoğlu, orada bir TV’ye röportaj için davet edildi. Sunucunun “Eyalet-şehrinizdeki insan hakları ihlalleri konusunda ne söyleyeceksiniz?” sorusu üzerine ilginç bir cevap verdi:

“Bizim insan hakları konusunda sıkıntımız yok. Özgürlükler konusunda Sultanat sizin ülkenizle mukayese edilmeyecek kadar özgürdür!”

***

Synop Cezaevi’ne kapatılmama karar veren adalet sistemi, SSOK’taki amirim Hayri Kozak‘ın Babylon Sultanat kulübüne görevli olarak gittiğimi ispat etmesi üzerine beni serbest bırakmaya karar verdi. Koğuştaki karılarla tek tek sarılarak ayrılırken Nergissus’un da salıverileceğini öğrendim. Adalet sistemi onun da cezasını çektiğine karar vermişti. Anlaşılan deniz altındaki tünelden geçilerek gidilen lüks malikanedeki görevi sona ermişti.

Birkaç haftalık rehabilitasyon sürecinden sonra hâlâ cebimde sakladığım şiirin şairinin cezasını çekip çekmediğini bilgisayar sisteminden sorguladım. Sabahı Ettin Ali de Synop Cezaevi’nden tahliye edilmişti. Adresini bulmam benim için zor olmadı. Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmurun altında, Sultanat Eyalet-Şehri’nin, ismi İstiklâl Caddesi olan, ama fikirleri yüzünden zaman zaman istiklâlleri elinden alınan yazar-şair-gazeteci kesiminin oturduğu bir caddesindeki eski bir binanın önünde durdum. “Ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam görürsen bir gün şaşırma…” dedim içimden. İşte şimdi bu şarkının sırası gelmişti.

Ali kapıyı açtı. Beni görünce hiç şaşırmadı. “Ben sana şiirini geri vermeye geldim.” dedim. Bana şöyle cevap verdi:

“Göklerde kartal gibiydim. Kanatlarımdan vuruldum. Mor çiçekli dal gibiydim. Bahar vaktinde kırıldım.”

Anlamıştım. Cebimdeki buruşmuş kâğıda mahkûm olarak unutulup gidecek sandığım şiiri, göklerde kartal gibi uçmuştu. Çoktan kanatlarından vurulan sahibinin kaldığı zindan duvarlarını aşmıştı. Eddie Packbayram isimli bir şarkıcının sesinden tüm yüreklere dolup taşmıştı.  Ve herkesin bildiği bir başkaldırı manifestosuna dönüşmüştü. Ben, kurşunun ata ata, yolların gide gide, mapusun yata yata biteceğini bilen binlerce başı öne eğik mahpustan biriydim sadece.

“Sen de mi aman bekle! Aman ülke düzelir! Aman dürüstlük-hak-adalet kazanacak diyeceksin bana Ali? Artık karnım tok benim bu zırvalara?” diye isyan ettiğim zaman bana şöyle cevap verdi:

“Hayır! Ben sana harekete geç! Savaş! Yılma! Vazgeçme! Ve kendinden başka kimseye güvenme diyeceğim! İçindeki kahramanın hikâyesini ister arabesk dilinde ister aruz vezniyle ister mesnevi şeklinde yaz. Ortaya çıkacak olan destan senin hikâyen olacaktır. Sen korkma. Bırak onlar senden korksun. Güçlüsün diye güçlünün yanında olma. Haklının yanında ol. Dertlerin kalkınca şaha bir sitem yolla Allah’a!”

***

Sultanat Geriatri Vakfı-SUGVA isimli vakıf, İkram Papazoğlu’nun kızı Hilal Papazoğlu’nun tarafından yönetiliyordu. Vakıfta yolsuzluk yapıldığına dair belgeler bir gazeteci tarafından ifşa edildi. Gazeteci Resistant Cihan, Sultanat’tan kaçmak zorunda kaldı. Patlayan lağım eyalet-şehrimin sokaklarından akıyordu fakat akan lağımdan nemalananlar burunlarını tıkayarak yürüyüp geçiyorlardı. Artık kral sadece çıplak değildi aynı zamanda kirliydi de.

Kralın çocukluk, gençlik yılları ve iktidara tırmanışına kadar olan hayatı, gazeteci Johnny Yesterday tarafından kaleme alındı ve Egypt ülkesinden bir çizer tarafından siyah-beyaz çizgi-roman olarak çizildi. Germanya’da piyasaya çıkan PAPAZOĞLU isimli kitabı okumak da edinmek de Sultanat Eyalet-Şehri’nde yasaktı.

***

Gazeteci arkadaşım Yusuf Pulister heyecanla beni aradı:

“Jhezi Park davası yüzünden içerde tutulan Ottoman Chavelli’nin salıverilmesi için farklı 10 ülkenin Sultanat büyükelçisi açıklama yaptı. Papazoğlu, Düş İşleri bakanlığından bu büyükelçilerin ‘persona non grata’ ilan edilmesini istedi. Sorma ortalık çok karışık Ozan.”

“Bunların benle ne ilgisi var ki? Bana ne! Ne isterse yapsın!”

“Sultanat’ın batı yakasındaki Yavru Varoş mahallesi var ya. Hani şu polisin askerin giremediği. Orada dönen dolapları keşfettim.”

“İyi de bundan da bana ne!”

“Oraya gizili kamerayla girip program yapacağım. Bana sen lazımsın.”

“Ne güz ne güller ister, bu kalp bir sende titrer, diyorsun yani!

“Yok öyle demiyorum. Süper polis gücüne ihtiyacım var diyorum.”

“Ben de senin romantizm anlayışına tüküreyim diyorum!”

En Son Yazılar