İpek görünümlü naylon sabahlığı kırmızılı morlu şal desenliydi. Sabahlığın içine poposunu zar zor örtebilecek kısalıkta kırmızı bir kombinezon giymişti. Ayağında üzeri ponponlu topuklu kırmızı terlikleriyle, tek katlı gecekondu evin tahtadan zeminini tıkırdata tıkırdata geziyordu. Ağır makyajlı yüzünün ortasından deli deli bakan siyah eyeliner’lı kahverengi gözleri, 80’ler stilinde kat kat kesilip kabartılmış simsiyah saçlarıyla çevrelenmişti. Ruju ve el-ayak ojeleri kırmızının aynı can alıcı tonundaydı. Ağzındaki uzun ağızlığa takılmış bir sigaradan derin nefesler çekerken, elindeki telefondan sağa sola emirler ve küfürler yağdırarak bir ileri bir geri yürüyordu. Yeri geliyor tatlı diliyle yılanı deliğinden çıkarıyor, yeri geliyor zehir zemberek sözleriyle karşısındakini adeta tokatlıyordu. Çeyizlere konan o saçma sapan sabahlık-kombinezon-terlik takımı, kendini gerdek gecesinde kocasına sunacak masum gelinlerin aksine bu kadını, şehvet, arzu ve açgözlülüğün yürüyen bir abidesi haline getiriyordu. Kendisi aynı zamanda para, güç ve hırs abidesiydi. Pürtelaş Sokak’ın kraliçesiydi, ismi, Kafaya Sıkar Didemim’di.
***
Synop Cezaevi’nden salıverilmemden sonra Gazeteci arkadaşım Yusuf Pulister heyecanla beni aradı. “Jhezi Park davası yüzünden içerde tutulan Ottoman Chavelli’nin salıverilmesi için farklı 10 ülkenin Sultanat büyükelçisi açıklama yaptı. Papazoğlu, Düş İşleri Bakanlığı’ndan bu büyükelçilerin ‘persona non grata’ ilan edilmesini istedi. Sorma ortalık çok karışık Ozan.” dedi. Ama benim zerre kadar umurumda olmadı. Kendimi tarih sayfalarının yazmadığı yenik düşmüş bir general gibi hissediyordum. Cezaevinde tanıştığım Sabahı Ettin Ali bana, “Başın öne eğilmesin” diye mektuplar yazmış olsa da yorgun, yılgın ve kırgındım. Düşmanlarım hep benden bir adım öndelerdi.
Hani o kahramanlık filminde hikâye dibe vurur, kahraman alkolik olur, sevdiği kadın/erkek onu terk eder ama gecenin en karanlık anı güneşin doğmaya en yakın olduğu andır misali küllerinden doğar filan ya… Siz de hayatınızın, hep o en karanlık anda takılı kaldığını hissediyor musunuz? Ben öyle hissediyorum. Bir ince pusudayım, yolumun üstü engerek. Bir garip akşamdayım, sırtımı gözler tüfek.
***
Sultanat Eyalet-Şehri’mdeki Batı Yakası’nda polisin ve askerin giremediği Yavru Varoş isimli bir mahalle vardı. Yusuf Pulister orada dönen dolapları keşfetmişti ve gizli kamerayla girip belgesel çekmek istiyordu. Bana sen lazımsın, dediği zaman kaşıma gözüme hayranlıktan söylemediğini anlamıştım. Bir kadın olarak, beni, süper polis yeteneklerimden faydalanmak için çağıran değil de bana olan aşkından, sevdasından arayan bir erkek istiyordum hayatımda. Çok şey mi istiyordum acaba?
***
Sultanat’taki her müthiş zengin görünümlü rezidans inşaatına karşılık bir yavru varoş mahallesi peyda oluyordu. Her müthiş zengin araba galerisinden lüks bir araba satıldığı anda başka bir mahallede lüks bir araba çalınıyordu. Fakirlikle zenginliğin arasındaki uçurum arttıkça, uçurumdan kendini atan fakirler, zenginliğe doğru akan Burgaziçi Nehri’nden karşı kıyıya yüzebileceklerini sanıyorlardı. Fakat ya kısa sürede boğuluyorlar ya da ırmağın sonundaki Overdose Şelalesi’nden aşağı uçuyorlardı. Zenginler ise zar zor zenginliğin kıyılarına ulaşmayı başarabilmiş fakirleri hor görüyorlar, sonradan görmeler sonradan göremeyenleri aralarına almıyorlardı. Ve zengin fakir demeden hepsi, insan aklının doğada yetişen bitkilerden veya sentetik olarak elde ettiği en aşağılık, en pespaye, en geri dönüşü olmayan zevkinde buluşuyorlardı: uyuşturucuda.
Biz, şehrimize ve milletimize hizmet etmeye kendimizi adamış Sultanat Şehri Özel Kuvvetler-SSOK polisleri ise programlanmış robotlar gibi bize emredileni yapmaya devam ediyorduk. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu yargılamadan verilen emirleri direkt yerine getiriyorduk. Azıcık aklını çalıştıran kişiler, güce mi paraya mı yoksa halka mı hizmet ettiğini sorgulamaya başlıyordu. Bu güç ve para çarkının işleyişinde bizden de birer dişli olarak yararlanırlarken bizi nemalandırmaları gerekecekti ki şikâyet etmeyelim.
Şehrin Doğu Yakası’ndaki en kıymetli, araziye inşa ettirdikleri ve sonra da Savdi Akreplere peşkeş çektikleri MERKEZ SULTANAT rezidanslarının gün yüzü görmeyen bir köşesinde kimsenin taşınmak istemediği 77 katlı bir blok vardı. Bu binayı biz SSOK polislerine lojman olarak tahsis ettiler. Böylece Savdiler tarafından satılan MERKEZ SULTANAT’a yerleşen ultra zenginler, bürokratlar ve üst düzey yöneticilere koruma sağlayacaktık. Bizim ağzımıza bir parmak bal çalıp kendilerine de bedava asker dikmişlerdi.
***
Sultanat Vali-başkanı İkram Papazoğlu’nun ilginç cümleler sarf etmediği günler sayılıydı. 21 Ekim günü “Sizdeki yargı bağımsız da bizdeki yargı bağımlı mı? Bizdeki yargı bağımsızlığın en güzel örneklerini veriyor.” diyerek Evropa’ya yine ayar vermişti. Bundan iki hafta kadar sonra Papazoğlu’nun partisi olan SEVAP’lı bir avukat “Oylarımız ile SEVAP partisi başkanı İkram Bey’e destek verdiğimiz için hanelerimize sevap yazılıyor.” diye tivit atarak inciler dökmeye devam etti.
Yusuf’un bir gazeteci arkadaşı bu tiviti alıntılayarak “1500 yıllık dinimiz, tarihinde hiç bu kadar siyasete alet edilmemiştir.” dese de boştu. Dinler tarihi siyaset tarihinin ta kendisiydi. Sadece bundan yüzyıllar önce meydana geldiği rivayet edildiği için bize normal gibi geliyordu. Halbuki yüzyıllardır siyasetçi işine geldiği gibi dini, din adamı da işine geldiği gibi siyaseti eğip bükmüş, çıkarlarına göre masum çıkarımlarda bulunmuşlardı. Bu çıkarımlar, mutlak gücü elinde tutanlar tarafından yapılınca adına ‘kanun’ deniyordu, uymayanlara da ‘kanun- kaçağı’. O yüzden kimi zaman kanunlar masum olmadığı gibi kanun-kaçakları da suçlu değillerdi.
***
Yusuf Pulister, gizli kamerayla çekeceği belgesel için bir an önce Yavru Varoş’a dalıp sokak sokak gezmemiz gerektiğini söyledi. Oradaki uyuşturucu trafiğini dişiliğini kullanarak tek başına yöneten dişli bir kadını bulmamız gerekiyordu. Yusuf’a gizli gizli haber göndermişti. Anlatacakları vardı.
“Kafaya Sıkar Didemim’i mi arıyorsun?” dedim sırıtarak.
“Sen nereden biliyorsun adını?”
“Sen hâlâ öğrenemedin mi bu şehrin gecesiyle gündüzü, altıyla üstü, kenarıyla köşesi benden sorulur! Yavru Varoş’ta sokak sokak gezmemize gerek yok ki. Pürtelaş Sokak’tadır onun evi. Herkes bilir bunu.”
“Bu herkese ben dahil değilim anlaşılan!”
“Elmas şekline getirilmiş kristalize uyuşturucuları ülkeye sokuyorlar. Biz, kadife keselerdeki elmasların dibine dökülmüş tozdan fark ettik çünkü elmas o kadar sert bir şeydir ki birbirine sürtse de tozu dökülmez. Zaten bunun satıcıları Rihanna’nın şarkısını kullanıyorlar. “Shine bright like a diamond” diyorlar satarken. Minik elmasları yutuyorsun ve göğün yedi kat üzerine yükseliyorsun, tabii ertesi gün yerin yedi kat dibine inmeye hazır olmak şartıyla…”
Didemim Yusuf’a benim Yavru Varoş’a girebilmem için bazı şartlar öne sürmüştü. Bunlardan biri silahsız olmamdı. Dayanamadım, güldüm. “Yüksek bir yerden atlayınca süper halime dönüşüp herkesi derdest edebileceğimi biliyor değil mi?”
“Biliyor ama mahalleye girebilen ilk polis olacağın için centilmenlik anlaşması gereği yapmayacağını düşünüyor.”
***
Tek katlı gecekonduların yan yana sağlı sollu dizildiği Pürtelaş Sokak, sağındaki uçurum boyunca iki kilometre kadar uzanıyordu. Paris için Şanzelize, New York için 5. Cadde, Beverly Hills için Rodeo Drive neyse, Yavru Varoş için de Pürtelaş Sokak oydu. Yalnız diğer caddelerde dünyanın en pahalı markalarının logoları ışıl ışıl dev tabelalarda boy gösterirken, Pürtelaş Sokak bu markaların her türlü çakma ürününün paketlenip nakde dönüştüğü yerdi.
Arabayı park edip sokağa adım attığımızda tüm evlerin pencereleri ve çatıları, mahallelerine ilk defa ve elini kolunu sallaya sallaya girmiş bir SSOK polisine şöyle bir kesik atabilmek için itişen kakışan her yaştan mahalleliyle doldu. Bağrışmalar birbirini izledi:
“Ablaaa tabancan yanında mı ablaaa?”
“Süper haline geçsene ablaaaa!”
“Gerçekten kurşun işlemiyor mu sana ablaaa?”
Kafaya Sıkar Didemim’in gecekondusunun önüne geldiğimizde kapıda Yusuf ve beni hepsi birbirinden yağız üç kadın karşıladı. İçeride sadece iki erkek vardı. Bunlar birbirinin aynı iri yarı yapılı, yuvarlak temiz yüzlü ve çekik gözlü iki delikanlıydı. Muhtemelen tek yumurta ikiziydiler.
Tek katlı kondunun hela kapısı mavisine boyalı boyası aşınmış dandik tahta kapısından içeri girdik. Bir zamanlar mutfak, salon, yatak odası ve hatta kumarhane olarak kullanılmış kare yıkık dökük odanın bir duvarında sesi kapatılmış bir TV kendi kendine çalışıp duruyordu. Odanın ortasında, etrafında dört tane eski püskü sandalye bulunan, üzerindeki yeşil çuhanın köşesi muhtemelen kurumuş kan lekeli kocaman kare bir masa vardı. Didemim, kısa bir selamlaşmanın ardından bana dönüp güldü:
“Dedikleri kadar çirkin değilmişsin be! Sadece zayıfsın. Giderin var hani!”
Sonra ahşap yer döşemesinden gelen topuklu terlik tıkırtıları eşliğinde makineli tüfek gibi hayatında olmuş bitmişleri anlatmaya başladı. Kocası bir sabaha karşı evini, arabasını ve cebindeki son meteliğe kadar tüm parasını kaybetmişti. Adamın kumar masasına yatıracak hiçbir şeyi kalmadığı zaman, masadaki kazanan kişi gözlerini bir an adamın güzel karısına kaydırmıştı. O andan itibaren kocası için bir sermayeydi. Bir zamanlar sandıkta sandık lekesi olup eprimeyi bekleyen sabahlık-kombinezon-terlik takımı artık kadının günlük kıyafeti olmuştu. Kocasının kafasına yediği bir kurşunla ani ölümü sonrası sermaye olmaktan çıkıp sermaye biriktirmeye geçmişti. Boynundaki zincirde, girdiği bedene öldürücü etkisini gösterirken yamulmuş bir mermi çekirdeği taşıyordu.
“Boynumdaki zincirde taşıdığım merminin hikâyesi kısaca bu. Kocam olacak şerefsizin nasıl öldüğünü unutmamak için kafasından çıkan kurşunu emniyetin delil deposundan çaldırdım. İnsan bazı anılarını taze tutmalı.”
“Kötü anılarını da mı?”
“Bir insanın para için satılması kötü bir anıysa evet. Ama maalesef her şey parayla alakalı. Bu anasını sattığımın dünyasında orospu damgası yemek bile parayla alakalı.”
“Nasıl yani?”
“Sen hiçbir erkekle aşna-fişne edip de hamile kalınca orospu damgası yiyen zengin aile kızı gördün mü? Küçük hanım âşık olur. Erkek onu üzer. Küçük hanım hastalanır. Uzak diyarda hastaneye yollanır. Çocuğunu gizli gizli doğurur. Evlatlık verir ve geri evine gelir. Ama fakir kız, abisi veya babası tarafından öldüresiye dövülür. Orospu damgası yer. Eğer dayaktan düşürmediyse bebeğiyle beraber sokaklara düşer. Çünkü kaçıp gidecek ve çocuğunu bir yerlerde doğurup geri dönecek parası yoktur!”
Didemim’in kumar masasına ilk sunulduğu zaman 12 yaşında olan ikiz oğulları Moi ve Toi aradan geçen altı yılda büyümüş serpilmiş ve hayatın kendi paylarına düşen sermayesinden pay isteyecek yaşa gelmişlerdi. Annelerinin çekik gözlü birer versiyonu idiler. Babalarının duvarda asılı duran fotoğraftaki haydut gibi bakan gözlerini, geniş açılı çenesini, kocaman şekilsiz burnunu görünce bu yuvarlak temiz yüzlü ve çekik gözlü çocuklar, hık da dememiş bu adamın burnundan da düşmemiş der, bu işin içinde bir DNA yeniği olduğunu anlardınız. Zaten Didemim’in kocasının ölümünden sonraki ani yükselişinin ardında Çin’den avokado kasalarıyla gönderilen nakit, mühimmat ve uyuşturucu olduğu mahallece bilinen bir şeydi. Bilmedikleri, Guangzhou’dan Pürtelaş Sokak’a kadar kolları uzanan kişinin hangi Triad lideri olduğuydu.
Şal deseni sabahlıklı kadın, odanın zeminindeki lime lime halıyı kenara çektirdi. Ortaya çıkan metal bir kapağı kaldırttı. Aşağı 2-3 basamak indiğimiz zaman hareket sensörlü ışıklar yandı ve yerin altına doğru eğimle giden bir koridoru aydınlattı. Koridor uzadıkça genişledi ve sonra az önce gördüğümüz perişan gecekondunun tam tersine özel aydınlatmalı ve klimalı, yerden tavana kadar camları uçuruma bakan, sade ama çok şık döşenmiş dev gibi bir salon-sığınağa açıldı. Salonda önünde beyaz önlükleri ve siyah elbiseleriyle iki kadın hizmetçi hazırda bekliyordu. Derken aynı şekilde şık bir kadın garson elinde gümüş tepsiyle martinilerimizi taşıyarak salona açılan başka bir kapıdan içeri girdi. Didemim, “Siz içkilerinizin ve manzaranın keyfini çıkaradurun, ben üzerime rahat bir şeyler giyip geleyim.” dedi. Yusuf bana eğilip fısıldadı: “Eğer üzerindekilerden daha rahat bir şey giyecekse yandı gülüm keten helva!”
“Kocam beni satmaya başladığı gece bunları giydirmişti. Bu giysileri o güne ait bir nişane olsun diye giyiyorum ama bu sabahlıkla götüm donuyor yahu!”
***
Elimizde martini bardaklarıyla salon-sığınaktaki koltuklarımıza yerleştik. Didemim, son gelen parti malı da sattıktan sonra Yavru Varoş mahallesine yüzme havuzlu, tenis kortlu, basketbol, voleybol ve futbol sahalı ilkokul-ortaokul ve lise binası yaptıracağını söyledi. Artık bu işleri bırakacak ve Çin’e yerleşecekti. Bu işlerin yürütülmesi için gümrüklerde ve üst düzey yetkili makamlarında ona göz yumanların isimlerini Yusuf’a en son verecekti. Yusuf’un haberini patlattığı gün başka bir isimle Şanghay Pudong Uluslararası Havalimanı’na inmiş olacaktı.
Didemim bunları anlattıktan sonra bizi uğurlamak için yukarı çıktı. Sultanat’ın en gizli kapaklı işlerinin döndüğü Yavru Varoş mahallesinin en neşeli yeri olan Pürtelaş Sokak’taki gecekondunun dışından, iki tane arabanın hızla fren yapması ve açılıp kapatılan araba kapısı sesleri duyuldu. Didemim, ani bir hareketle topuklu terliklerini ayağından fırlattı. Bir kedi çevikliğiyle ipek görünümlü naylon sabahlığın neresine sakladığı bilinmez silahını çıkardı. Gecekondunun hela mavisine boyalı dandik tahta kapısı açıldı. İçeri girmek isteyen 8 izbandut, kadının elindeki makineli Uzi’den saniyede 300 metre hızla attığı 9x19mm Parabellum mermilerinden yeterince nasiplerini aldılar.
Kurşunların beyin delici gürültüsü yerini mutlak sessizliğe bırakacaktı ki birden yıkık dökük duvara monte edilmiş TV’nin sesi açıldı. Ana haber bülteninden Papazoğlu’un mekânın absürtlüğüne hiç de ters düşmeyen cümleleri ortalığa saçıldı:
“Son günlerde yine birileri ağızlarına sakız ettiler. Sultanatlı İmparatorluğu’nda okuma yazma oranı çok düşükmüş. Sultanatlı’nın kendi silah sanayi yokmuş. Sultanatlı yönetimi altındaki halklara zulmedilmiş. Hepsi yalandır. İftiradır. Harf devrimiyle adeta her şeyin sıfırlandığını eklediğimizde elbette ülkemiz okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bir dönem yaşadı ama bunun suçunu Sultanlı’ya yüklemek iftiradır.”
Ardından Miliyetçi vatandaş Partisi-MEVAP lideri Etat Le Jardin’in cümlesine geçildi:
“MEVAP muhalefette durmaktadır. Amacı iktidarı denetlemektedir. Aslında muhalefetiz.”
Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi-CEVAP lideri Klaus Klaudiusson da ondan geri kalmadı:
“Muhafazakâr dünyayla helalleşmemiz lazım. Şehrimizin iktidardan çok şifaya ihtiyacı var.”
Tüm bunların üzerine Gazeteci Nagella Plasterhead’in “SEVAP rejimi isterse CEVAP’ı kapatabilecek güce sahip mi?” başlıklı bir yazı yazdığı bildirildi.
Spiker ana haber bültenini bitiremeden Kafaya Sıkar Didemim bir kahkaha patlattı.
“Yedi delilerin hikâyesini bilir misiniz? Hani içlerinden biri bir tavana bir nacak asmış da sonra ya evlenirsem ya çocuğum olursa ya o çocuk bu tavandaki nacağın altından geçerse ya bu nacak çocuğun kafasına düşerse ya bu nacak çocuğun kafasına düşünce çocuğun kafası yarılırsa, ya bu çocuğun kafası yarılınca çocuk ölürse diye ağlamaya başlamış. İşte bunlar hep yedi deliler. Herkes bir nacak asıyor tavana ve bizi ya bu nacak kafanıza düşerse diye korkutuyor. Biz de biriniz ya nacağı oradan alın ya da sağlam bir yere asın ki düşmesin yahu, diyemediğimiz için korkudan tir tir titriyoruz.”
Sekiz izbandutun cesetleri bir çırpıda ortadan kaldırılıp ortalık eski pis ve dağınık ama sütliman haline döndü.
“İyi de korumaların ne işe yarıyor?” diye sordum.
“Korumalar mı? Şaka mı yapıyorsun? Erkek korumalardan hayır gelmez insana. Çünkü çoğu erkek doğuştan aptaldır. Kalanını da para aptallaştırır. O yüzden parayla tutulmuş erkek korumalara asla güvenmem. Senden daha çok para veren kişiye seni satarlar. Yanımda benim gibi tacize uğramış kadınlar var. Güçlü kuvvetli ama sadece kendi istedikleri için yanımda duran kadınlar. Ben onları korurum onlar da beni korur. Onlara para ödemem. Eğer para ödeseydim onlar da durmazlardı yanımda.”
***
Yusuf, çektiği görüntüleri belgesel halinde kurgularken ve öğrendiklerini teyit etmek için uğraşırken bir bilgi sızdırıldı. Didemim’in Pürtelaş Sokak’taki gecekondusuna baskın yapılacağını haber aldı. Halbuki kadın bize, okul projesini gerçekleştirdikten sonra artık bu pis işleri bırakıp Çin’e yerleşeceğini söylemişti. Kendince ulvi amaçlar taşıyan suçlar kraliçesinin bize anlattığı projeleri gerçekleştirmeden yakalanmasına gönlümüz razı olmadı. Aslında zehir tüccarının nerede ve kaç sene yatacağı umurumda bile değildi. İçime dert olan, Pürtelaş Sokak’taki onlarca çocuğun gelecekteki okullarının projesini içeren broşürlerle bize doğru koşup “Didemim bize çok güzel okul yaptıracak ablaaaa!” diyerek sevinmeleriydi. Onların yüzündeki o umuttu gaflete düşmeme sebep olan.
Baskını haber vermek üzere kızım Lilith ve tek güvenilir polis arkadaşım Hüsnü’yü yanıma alıp o gece gizli gizli Didem’in mekanına gittim. Mahalleli beni önceden tanıdığı için, erketeye yatmış gençler birbirlerine birer işaret çakarak geçmemize müsaade ettiler. Saf ve temiz hislerle, baskından korumak amaçlı içeri girdiğim gecekonduda birdenbire huzursuz bir hava yüzüme çarptı. Yine de kondurmak istemedim. Ama yerdeki metal kapak açılıp da giderek genişleyen yeraltı koridorunda SSOK ekibinden Papazoğlu’nun korumasına atanan tanıdık yüzleri elleri silahlı olarak hazır-ol’da beklerken görünce, asıl baskını bizim yediğimizi anladım.
Hemen içeri girmedim. Bir süre bu konuşulanları koridordan dinledim. Eli silahlı SSOK muhafızları beni görünce kenara çekildiler. Ne de olsa amirleriydim. Süper polis olduğum için teftişe filan geldiğimi sandılar. Lilith ve Hüsnü çoktan silahlarına davranıp emniyetlerini açmışlardı.
“Chedot Woodpecker ne demiş biliyor musunuz?” Solomon Sert’in sesiydi bu.
“Ne demiş?”
Kahkahalar.
“Sultantaş Stadı’nın yanındaki plaza ve Babylon Sultanat da dahil metruk binalar yıkılsın diyorsun Solomon Sert! Millet orada uyuşturucu kullanıyormuş, demiş!”
Kahkahalar.
“Asıl uyuşturucu partileri Dizaynet Başkanlığı’ndan tutun da Piizişleri’ne kadar tüm kurum mensupları bu mekanlarda partiliyor!” demiş!”
Kahkahalar.
Papazoğlu, Solomon Sert ve Didemim, Chedot Woodpecker’in bu cümlelerini tekrar edip gülüştüler. Hatta Papazoğlu bir ara şöyle dedi:
“Bak bak birileri ‘Bu millet aç!’ diyor. Kafası nasıl çalışıyorsa?”
Didemim gülerek cevap verdi:
“Millet aç olsa bir bu kadar uyuşturucuyu onlara nasıl satar da para kazanırız değil mi sayın vali-başkanım?”
İçerdekiler bu cümleden sonra kahkahalara boğulmuşken salona daldık. Kafaya Sıkar Didemim görür görmez beni tiye aldı:
“Hoş geldiniz Ozan! Nerelerde kaldınız? Biz de sizi bekliyorduk!”
Kahkahalar.
“Şehirleri valiler veya belediye başkanları tek başlarına mı yönetirler sanıyorsun? Ha ha! Politika ve seçimler küçük insanların işidir. Biz gölgeler içinde kalır ve ülkelerle şehirleri yönetiriz. Çünkü para bizdedir. Bildiğin gibi para güç demektir. Ve her mermi çekirdeği çıktığı namlunun imzasını taşır. Boynumdaki mermi de elimdeki bu tabancadan çıktı. Yani kocamın kafasından çıkan mermiyi ben ateşledim! Yukarıdaki kumar masasının kan lekeli yeşil çuhası var ya! İşte o kocamın kanı! Ahahahah! Siz de sandınız ki bu kadın hep mağdur hep mağdur!
Bunları derken silahı Papazoğlu’na doğrulttu.
“Herkes haklı çıkmak için uğraşıyor. Mutlu olmak için uğraşan yok!” diyerek pis pis sırıttı Didemim.
“Keşke ben de hiç haklı çıkmasam!” diye bağırdım. Red Kit gibi gölgemden önce silahımı çektiğim gibi ateş ettim. Ne olduysa hepimiz bir anda havaya uçtuk. Çünkü tavandan yere kadar inerek uçuruma bakan pencereden içeri giren bir roketle tüm salon yerle bir oldu. Toz duman olmuş salondan uçuruma atladım, güçlü kadın polis halime geçtim. Yıkıntıların arasından oğulları Moi ve toi tarafından çıkarılan Didemim, patlattığı camın önüne yanaşan helikopterden atılan çelik halata tutundu ve kaçtı. İki çakma Çinli mafya bozuntusu gencin silahlarını bana doğrulttuklarını görünce şarjörü üstlerine boşalttım.
Bu patırtıyla Didemim’in gizli sığınağı açığa çıktı. Yavru Varoş’un insanları asla adım atmalarına izin verilmeyen gecekonduya ve altındaki yıkık sığınağa doluştu. En güvendikleri kadın tarafından ihanete uğradıklarını anlamışlardı. Fakat Papazoğlu kendisinin de bu ihanetin içinde yer aldığını anlamamaları için bir SSOK muhafızının elinden silahını çekip kendini bacağından vurdu. Sonradan anlatacağına göre yanına süper polisini yani beni de alıp baskın yapmaya gittiği Yavru Varoş’ta çıkan müthiş çatışmada yaralandığını iddia edecekti.
Ben yaralı bacağıyla Papazoğlu’nun yıkık gecekondudan çıkmasına yardım ederken, Lilith ve Hüsnü de Solomon Sert’e eşlik ediyorlardı. Koluna girdiğimde vali-başkanın kulağına şunları fısıldadım ama o gık bile diyemedi. Çünkü artık ben ona değil o bana gebeydi.
“Sizden bir cacık olmaz derler ya efendim, sizden ancak cacık olur. Hıyar gibi dizinizden vurmuşsunuz kendinizi. Muhtemelen sakat kalacaksınız ama merak etmeyin siz bu durumdan da nemalanırsınız…”
Papazoğlu bana helikopteri düşürme ve Didemim’i tutuklama emri verdi. Benden önce mahallenin gençleri roketatarla helikopteri düşürdüler. Kadın yaralı olarak kurtuldu ve gözaltına alındı. Oğullarını öldürdüğüm için beni öldüreceğine dair intikam yemini etti. Olayın akabinde İnn-Tea-Kahm isimli Çinli Triad liderinden buna benzer bir tehdit mesajı almam beni şaşırtmadı.
Olaydan iki hafta sonra Vali-başkan Pürtelaş Sokak’a geldi ve tabii ki bu olaydan da oy devşirmek için faydalandı. Onu görmek için toplanmış mahalleliye “Didemim’in projesi olan okulları mahallenize ben yapacağım.” dedi. Bir ay sonra temel atma töreni yapıldı. Ama proje, temel için atılan iki metrekare beton ve üzerinden sarkan iki tane demirle asla yapılamadan öylece kalakaldı.
***
Eski Piizşişleri Bakanı Mehmet Whitening 1993’te öldürülen gazeteci Luck Candler’ın katili için “Öyle bir şey ki bir tuğla çekersek duvar yıkılır!” demişti. Gazetecinin gözlüğü kırık, faili meçhul kaldı. Beş gazeteci bir araya gelerek ortak kitap çıkardılar: THE WALL. Kitabın mottosu şöyleydi:
BU KİTAP O TUĞLA ÇEKİLSİN DİYE YAZILDI