Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Para Hikayeleri: Bitcoin Cinayeti

Diğer Yazılar

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

KARMANIN RENGİ: TURUNCU

Yamaç Yalçın
Yamaç Yalçın
Yamaç Yalçın, 1983'te İstanbul'da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Metalurji ve Malzeme Mühendisliği mezuniyetinin ardından Sabancı Üniversitesi'nde İşletme Yüksek Lisansı'nı tamamladı. Profesyonel kariyerini Hızlı Tüketim Sektörü'nde satış yöneticiliği yaparak sürdüren Yamaç Yalçın, diğer yandan polisiye öyküler yazıyor.

İnsanlar şimdi neden diye soracaklar. Anlayamayacaklar. Planım yolunda gitmez ve yakalanırsam, bari insanlar bu cinayetleri neden işlediğimi anlasınlar diye yazıyorum bu satırları. Hayır, içimi dökmek ya da vicdanımı rahatlatmak değil amacım. Vicdanım çok rahat. Ölmeyi hak etmişti ikisi de. Buna eminim. En iyisi her şeyi baştan anlatayım. Bana hak vereceksiniz.

Kasım’ın ilk günü idi. Her sabah olduğu gibi, 06:30’da spor kıyafetlerimi giymiş, evimin yakınında koşuya çıkmıştım. Ortaköy sakindi, hava ise karanlık. İleride renkli ışıkları parlayan Boğaziçi Köprüsü’ne doğru koşuyordum. Tam karşı kaldırıma geçmiş, geri dönmeye niyetlenmiştim ki, bir araba durdu yanımda. Siyah, lüks bir araba. Hafifçe korna çalıp, koyu renkli arka camını indirdi. Belli ki şoförü kullanıyordu arabayı, işte ilk o an gördüm Osman Bozçalı’yı hayatımda.

“Affedersiniz, Eda Hanım değil mi?” diye sordu. Son derece kibar olması, sabahın köründe sinsice yanıma yanaşmasını affettiremedi.

“Pardon da siz kim oluyorsunuz?” diye sordum.

Aşağı indi. İrkilip bir adım geri attım. Tam çığlık atarak kaçmak üzereyken, son derece şık giyimine gözüm takıldı. Eli yüzü düzgün, yakışıklı bir adamdı aynı zamanda. Kırk yaş civarında gösteriyordu. Koyu renk gözleri ve hafif kırlaşmış koyu renk saçları vardı.

“Çok özür dilerim. Durumun nahoşluğunun farkındayım. Beni bağışlayın lütfen. Ben Selim Uluca. Arkadaşınız Hilmi Bey, sizi en hızlı burada, sabah sporunda, bulabileceğimi söyledi. Arayıp rahatsız etmek istemedim. Bir şansımı denemek istedim.” Bu sözler ağzından bir şiir gibi dökülmüştü.

Afallamıştım. Bu adam Hilmi’yi nereden tanıyordu? “Neyse” dedim içimden, arada Hilmi varsa, korkmam yersizdi. “Üstelik sabah sporumu kaçta ve nerede yaptığıma kadar detaylı tarif ettiyse, bu adama kesin güveniyordur,” dedim.

Duraksadığımı gördü.  “Aslında Hilmi Bey de burada. Buyrun arabaya geçelim, sizi çok mutlu edecek bir konu için buradayız,” dedi.

Hızlıca arabaya girdi. Beni de buyur etti.

İlk aklıma gelen tahmin, bu adamın uzaktan bir akrabamızın avukatı olduğu idi. Kuzenim Hilmi ve bana büyük bir miras mı kalmıştı acaba? Bu düşünceler kafamda dolanırken arabaya yaklaştım. “Hafif eğilip içeri bakayım önce” dedim kendi kendime. Adamın yanı boş olduğundan Hilmi herhalde ön koltukta idi. Kafamı içeri sokunca ön koltuğun boş olduğunu gördüm. Hilmi şoför koltuğunda da değildi. Şoförü daha önce hiç görmemiştim. Tam “Hilmi nerede?” diye soracakken, Osman Bozçalı beni elimden tutup arabaya çekti. Ne olduğunu anlayamadan, önce burnuma bastırdığı mendilin ıslaklığını, sonra burnum ve gözlerimde yoğun kimyasal kokunun ağırlığını hissettim.

Baygınken ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda depo gibi bir yerde idim. Ellerim ve ayaklarım bir sandalyeye bağlanmıştı. Ağzımdaki bant ses çıkarmamı engelliyordu. Birileri beni kaçırmıştı. Peki bu insanlar benden ne istiyorlardı? Üstüme başıma baktım. Kıyafetlerim tastamam üzerimde idi, her hangi bir yırtık da gözüme ilişmedi. O sırada bana kendini Selim Uluca olarak tanıtan, daha sonradan gerçek adının Osman Bozçalı olduğunu öğrendiğim, şahıs girdi içeriye. [bctt tweet=”Sanki beni kaçıran o değilmiş gibi, yüzsüzce kendimi nasıl hissettiğimi sordu. ” username=”dedektifdergi”]Ağzımda bant olduğu için yanıt veremedim. Yanıma gelip ağzımdaki bandı çıkardı.

“Neden buradayım?” diye sorabildim sadece. Belki de çok anlamsız bir soruydu.

Osman da bir anlam verememiş olacak ki küçük bir kahkaha attı.

“Sizi kısa bir süre misafir edeceğiz Eda Hanım,” dedi. “Size karşı çok açık konuşacağım.” Ciddileşmişti.

“Nedir beni alıkoyma sebebiniz? Öğrenebilir miyim?” diye sordum. Biraz sert çıkmıştı cümleler ağzımdan. İlginç bir şekilde korkudan çok öfke duyuyordum.

Gevrek gevrek güldü. “Ben de onu anlatacaktım” dedi. “Kripto paralarla ilgili olduğunuzu öğrendik.”

“Ne ilgisi var şimdi bunun?” diye düşündüm.

Ağzımdan sadece “Evet,” lafı çıktı.

“Hesabımıza bir meblağ transfer etmeniz halinde, sizi serbest bırakacağımıza söz veriyorum,” dedi. Tepkimi ölçmek ister gibi dik dik gözlerime bakıyordu.

“Soyguncusunuz yani?” dedim.

Sorum hoşuna gitmedi. Yüzü asıldı.

“Dobra bir insansınız anladığım kadarıyla,” dedi.

“Bir şey mi kaçırdım, yoksa adam kaçırıp para çalmak dışında bir niyetiniz mi var?” diye sordum.

“Biraz daha böyle konuşursanız farklı niyetlerim ortaya çıkabilir,” dedi  iğneleyici bir ses tonu ile.

“Ne istiyorsunuz benden?” diye sordum, sanki anlamamış gibi.

“Söyledim ya,” dedi. “Hesabımıza birkaç Bitcoin transfer etmenizi istiyorum,” diye ekledi.

“Bitcoin’im olduğunu nereden biliyorsunuz?” diye sordum.

“Lütfen hikayeyi bırakalım, işe koyulalım,” dedi.

O sırada başka biri daha içeri girdi. Şoför koltuğunda gördüğüm adamdı bu. Açık kumraldı. Siyah kemik çerçeveli gözlükleri vardı. Osman’a göre daha genç  görünüyordu. Elinde taşıdığı bilgisayarı önümde duran sehpaya koyup açtı.

Uluslararası bir Bitcoin Borsası’nın websitesi karşımda idi. Bu sitede bir hesabım olduğunu biliyordu belli ki. Hiç konuşmadı. Konuşma işini Osman üstlendi.

“Eğer bize istediğimizi verirseniz, sizi hemen serbest bırakacağıma dair söz veriyorum,” dedi.

“Beni kaçıran bir hırsızın sözüne neden güveneyim?” diye sordum.

Kaşları çatıldı. “Başka şansınız var mı?” diye sordu.

Sustum. Önüme baktım. Sadece ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Normalde canım kıymetlidir. Başıma en ufak bir hastalık gelse hastaneye giderim. Ancak can tehlikem olan o anda, sanki içime başka biri girmiş ve beni yönetiyordu. Hayatım boyunca olmadığım kadar cesur hissediyordum kendimi. “Belki de kaybedecek bir şeyim yok,” diye düşünüyordum. Otuz iki yaşımdaydım. Annemi ve babamı geçen yaz Malezya’da bir uçak kazasında kaybetmiştim. Bekardım. Amcamın oğlu Hilmi’den başka bir yakın akrabam yoktu. Ailemden bana kalan yüklü mirasın bir bölümü bankada duruyordu. Riski sevdiğimden bir kısmını da kripto para borsasında yatırım olarak değerlendirmiştim. Hatta kısa vadede ciddi bir getirisi olması ile daha da iştahlanmış, yatırımımı iki katına çıkarmıştım. Hesabımda tamı tamına 100 Bitcoin’im vardı, bu miktar o gün için İstanbul’un lüks bir semtinde üç daire almaya yeterdi.

Şimdi karşımdaki hırsız, önümdeki sehpa üzerinde duran bilgisayarından tüm bu birikimimi dijital cüzdanına havale etmemi istiyordu. Günümüz teknoloji dünyasında bu işlem, bir iki protokol gerektirse de, cep telefonundan bile birkaç saniye içinde yapılabilir kolaylıktaydı. Üstelik bu işlemin yapıldığı Derin Ağ’da, çalınan Bitcoinler’imin ben daha polise başvurmaya kalmadan yabancı kripto para borsalarında nakit paraya çevrilmesi işten bile değildi. Yani takip edilip yakalanması son derece zordu.

Sanırım başka şansım yoktu. Ben sesimi çıkarmayınca, Osman küstahça kibarlığına devam ederek tekrar söze girdi.

“Eda Hanım, sizi daha fazla burada tutmak istemiyoruz. Şu ana kadar size çok kibar davrandık. Ancak inanın çok daha kötü insanlar olabiliriz. Sizin canınızı yakmak istemiyoruz. Tek yapmanız gereken birkaç saniye içinde şu bilgisayardan transfer emrini vermeniz. Size söz veriyorum meblağ hesabımıza geçtiği an sizi serbest bırakacağız.”

Yapacak bir şey yoktu. Beni öldürmeye niyetleri varsa ve transferi hemen yaparsam, ölümüm daha çabuk olacaktı. Kaybedecek çok bir şeyim olmadığını düşünüyordum. Belki de hayatımda ilk kez bunu düşünüp kavradım. Bu kavrayışın beni başka bir insan yapacağını, o an tam anlamamıştım.

“Peki,” dedim, “istediğinizi yapacağım.”

Bir ön şart ya da talebim olacağını düşünmüş olacak ki, konuşmadan yüzüme bakmayı sürdürdü Osman. Sesimi çıkarmadım.

“Pekala,” dedi. “Buyrun sizi şöyle alalım.”

Bilgisayarı işaret etmiş, sonrasında ellerimdeki ve ayaklarımdaki bağları çözmeye başlamıştı. Birkaç dakika içinde işlem tamamlanmıştı. Üç daire değerindeki Bitcoinlerim hesabımdan uçup gitmişti.

Osman sözünde durdu. Önce gözümü siyah bir bez ile kapatıp, beni arabaya bindirdiler. Tahminimden uzun bir yol gelmiş olacağım ki, beni bıraktıkları yere gelmemiz bir saati bulmuştu. Göz bağımı çözüp, Kemerburgaz tarafında, ıssız sayılabilecek bir ormanlık alanda indirdiler beni. Sonra, son sürat basıp gittiler. Arabanın plakasını almayı aklıma getirdim nasıl olduysa, ama sahte olduğuna neredeyse emindim. Keza, polis araştırmasında da öyle çıkacaktı.

Cep telefonumu da gasp ettiklerinden, polisi ya da bir yakınımı arayamadım hemen. Yarım saate yakın bir süre yürüyüp bir taksi buldum. En yakın polis karakoluna müracaatta bulundum. Beni Emniyet Müdürlüğü’ndeki Asayiş Şube’ye, oradan da Siber Suçlarla Mücadele Şube’ye sevk ettiler. Suç duyurusunda bulundum ve gece geç saatte de olsa evimin yolunu tuttum.

İki gün sonra vakamla ilgilenen komiser bana telefonda bilgi aktardı. Beni kaçırırken bindirdikleri aracın sahte plaka kullandığını ve çalıntı olduğunu tespit ettiklerini, terk edilmiş şekilde boş bir arazide bulduklarını bildirdi. Maalesef beni kaçıran kişilerin kimliklerini henüz tespit edememişlerdi. Daha sonra paramın Hong Kong’da bir hesaptan çekildiği bilgisini verdiler. Sahte kimlik kullanıldığından hırsızlara ulaşamamışlardı. Polisin vardığı sonuca göre, bunlar uluslararası bir şebekenin Türkiye ayağı idiler. Eldeki ipuçları ile onların bulunmaları çok zordu. Benim dışımda, bu şebekenin kurbanı olan birkaç kişi daha vardı. Muhtemelen çeşitli bilgi kaynakları sayesinde kripto para yatırımı olan kişileri takip edip kaçırıyorlar, tehdit ile paralarını çalıyorlardı. Arkalarında şu ana kadar bir iz bırakmamalarına rağmen, polis mutlaka bir hata yapacaklarına ve dolayısıyla yakalanacaklarına inanıyordu. Polise güvenmeme rağmen bir ay süresince ek bir bilgi alamamam ve paramın çalınmış olmasıyla kalmam nedeniyle, alternatif yollardan bu işi araştırmaya karar verdim.

Biraz soruşturduktan sonra, özellikle siber suçlar konusunda uzman olan bir özel dedektif tuttum. Kadıköy’de mütevazı bir bürosu vardı Serhat’ın. Benimle yaşıt görünüyordu. Önce polise intikal etmiş olan vakamla ilgilenmek istemedi. Sonra, aracılık eden hatırlı büyüğümü kırmak istemediğinden benimle çalışmayı kabul etti. Tahminimin aksine, ücret almayı yalnızca paramı geri getirmesi halinde kendisine hak gördüğünü söyledi. Talep ettiği ücret bedeli geri getireceği paramın yüzde beşi idi. Ciddi bir meblağ olmasına karşın hemen teklifini kabul ettim. Para umrumda değildi. Başıma gelen bu hırsızlığın, bu adamların yanına kâr kalmasını istemiyordum yalnızca.

Gece gündüz bu konuya kafa yorar olmuştum. İşimden erken çıkıp Serhat’ın bürosuna gidiyordum en azından haftada bir gün. Her gittiğimde yeni gelişmelerden bahsetmesi beni umutlandırıyordu. Ancak, kesin bir sonuç yoktu. Hırsızların kimliği henüz saptanamamıştı.

Aradan geçen iki ayın sonunda, bir gece Serhat aradı. Sesi heyecanlı geliyordu. Hemen yüz yüze görüşmek istediğini, önemli gelişmeler olduğunu, olayı polise havale etmek gerekebileceğini iletti.

O esnada rahmetli babamın babasından kalma, çifte av tüfeğini inceliyordum. Rahmetli dedem köyde ava çıkar, domuz avlarmış. O dönemde av ruhsatı yokmuş. Babam da tüfeği baba yadigarı diye saklamış, çalışma odasının duvarına asmıştı. Bir kutu tekli kurşun fişeği ile beraber bana kalmıştı. Silahlara oldum olası merakım olmuştu. Üniversite yıllarımda babama o kadar çok ısrar ederdim ki, beni poligona götürür atış yaptırırdı. Sonraları nedense bu merakımı yitirdim. Babam ve annemin vefatı sonrası, eşyalarını ayıklarken bu tüfeği bulmuş, anı olarak evimde saklamıştım. O gece nedense tüfek aklıma gelmiş, çıkarıp bir inceleyeyim demiştim. Başıma gelen olaylardan sonra en azından evimde güvende olmamı sağlayabilirdi bu tüfek.

Serhat’ın telefonu sonrasında, hızlıca hazırlanıp, Kadıköy’deki bürosunun yolunu tuttum. Beni içeri buyur ettiğinde yüzü o kadar gülüyordu ki, çok iyi bir gelişme olduğunu anladım.

“Bir iyi, bir de kötü haberim var,” diyerek hemen konuya girdi. “Önce hangisini duymak istersiniz?”

“Kötüyü,” dedim.

“Paranızı henüz bulamadım,” dedi.

“İyi haber nedir öyleyse?” diye sordum. Canım sıkılmıştı.

“Hırsızların kimliğini tespit ettim,” dedi.

O an aklıma ilk gelen şey, evdeki tüfeğimi alıp kapılarına dayanmak, onları tehdit edip paramı geri almak oldu. Sonra, bu düşüncemden dolayı irkildim. Bana neler oluyordu? [bctt tweet=”Hakkımı aramayı bilirdim, ama bir insanı ölümle tehdit etmek daha önce yaptığım bir şey değildi.” username=”dedektifdergi”]

“Elde ettiğim bilgiler ile beraber polise başvurmalıyız,” dedi Serhat.

“Hayır,” diye bağırdım kendimi tutamayarak.

Ani tepkime çok şaşırmıştı. Bana şüheli gözlerle bakarken hemen atıldım: “Eğer polise gidersek, seni tehlikeye atmış olurum. Bu kişilerin kimliklerini tespit etmen güzel, ama bu yasadışı değil mi?” diye sordum.

Serhat bir an düşündü. Şüpheye düştü. O da pekala bu işe resmi olarak bulaşmak istemiyordu. Bunu sezdim. Sonra devam ettim. “Bana bu kişilere dair bildiğin tüm bilgileri vermeni istiyorum Serhat. Sana söz veriyorum, senden polise bahsetmeyeceğim. Yurt dışında bir tanıdıktan yardım aldığımı söyleyeceğim. Yardımcı olan kişinin Etik Hacker olduğunu ve kimliğini gizlemek istediğini ekleyeceğim. Ne dersin?”

Serhat’ın gülümseyişinden teklifimi kabul edeceğini hemen anladım. Öyle de oldu.

Az sonra elimde Osman Bozçalı ve ortağı Hüseyin Kolsuz’a ait adres bilgileri ve birer fotoğrafları ile beraber evime varmıştım. Fotoğraftan anladığım üzere, Hüseyin denen adam o günkü şoförün ta kendisi idi.

Başıma gelenleri düşündükçe sinirleniyordum. Ayrıca polisin bu kişileri yakalaması ile, paramın geri gelmeyeceği konusuna da kendimi inandırmıştım.

Osman ve Hüseyin’i bulup, aynı onların bana yaptıkları gibi tehdit ile paramı geri alabilirdim. Sonrasında ise, onları polise ihbar eder, yakalatırdım. Tek pürüz, ruhsatsız tüfeğim ile girişeceğim eylemin yasalara aykırı olması idi. Peki, ya onları polise ihbar etmek yerine, öldürsem ne olurdu? Polis yıllar öncesinden kalma fişeklerin izini süremezdi ki. Onlara, bu tüfek ile birer el ateş etsem, kafalarını uçururdum. Sonra da gider tüfeği ıssız bir yere gömerdim. Geriye başka delil de kalmaz ise yakalanmazdım. O an kanımın donduğunu hissettim. Neler düşünüyordum ben? Bir insan öldürmek kolay mıydı? Buna vicdanım el verir miydi? Düşündükçe, bir insanı öldürmek, eğer haklı bir sebebi varsa, makul olabilirdi. İnsanlar savaşlarda birbirlerini öldürmüyorlar mıydı? Sonra da bunlar, destan altında tarih kitaplarında okutulmuyor muydu? Bu adamlar da benim düşmanım değil miydi? Bundan beş yüz yıl önce olsa, yapacağım bu katliam çok daha normal karşılanmaz mıydı? O zaman, konjonktüre bağlı olarak, işlenen cinayetler birbirleri ile benzer de olsalar, farklı algılanabilirlerdi. Bu tamamen bir algı meselesi idi. Nereden baktığına bağlı olarak, işlemeyi düşündüğüm cinayetler makul olarak da yer bulabilirdi vicdanlarda.

Evet, kendimi ikna etmiştim. Bu adamlar ölümü hak ediyorlardı. Hem, onları ortadan kaldırmam ile, topluma da büyük bir hizmette bulunmuş olacaktım. Başka insanların da parasını çalma potansiyeline sahip iki hırsız ortadan yok olacaktı. Eminim buna kimse üzülmezdi.

Ömrümün geri kalanını hapiste geçirmek istemediğimden, iyi bir plan yapmam gerekiyordu. Bu planı kafamda kurdum. Önce Serhat’ın tespit ettiği adrese gidip bir ön araştırma yapacaktım. Gerçekten bu iki adamı görürsem, uygun bir zaman kollayıp eve girecek, onları öldürecektim. Kimliğimin tespit edilmemesi için yeni kıyafetler, bir çift eldiven, bere, kapüşonlu bir mont ve yüzümün büyük kısmını örtecek bir güneş gözlüğüne ihtiyacım vardı. Biraz cesaret, biraz atiklik ile bu işin üstesinden gelirdim.

Akşam 20:00 sularında arabamı Şişli’de bir ara sokağa park edip  Osmanbey’de bulunan adrese yayan olarak gittim. İlgili apartmanı tespit etmem kolay oldu. Geniş çerçeveli güneş gözlüğüm, uzun siyah saçlarımı toplayıp içinde gizlediğim berem ve kapüşonum ile dışarıdan tanınmaz hale gelmiştim. Dar ve tek yön bir sokaktı. Bitişik nizam, eski binaların sıralandığı, oldukça dar bir sokak… Hedeflerim, giriş katında o saatlerde kepenklerini indirmiş bir bilgisayarcının bulunduğu, üç katlı binanın ikinci katındaydı. Dairenin ışıklarının açık olması, içeride birilerinin olduğuna işaretti. Karşı çaprazda kalan apartmanın gölgesine çöküp, telefonumla oynama bahanesi ile sürdürdüğüm gözetlemem tam ikinci saatine giriyordu ki, önce dairenin ışığının söndüğünü, daha sonra apartmanın kapısının açıldığını fark ettim. İçimi derin bir heyecan kaplamıştı. Hemen cep telefonumu cebime soktum. Beni kaçırıp paramı alan iki haydut on beş metre kadar ilerimde duruyorlardı. Beni fark etmeleri neredeyse olanaksız olduğundan, görüneceğim endişesine pek kapılmadım. Yalnızca, için için kurduğum cinayet planını gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimi tartmakla ve kendimi katil olmaya hazır hissedip hissetmediğimi sorgulamakla meşguldüm. Sonra “Evet,” dedim kendi kendime, “bu işi kesin olarak bitireceğim.”

Günlük yaşamımda, eğer kafamda bir iş varsa ve onu yapmıyorsam, içim içimi yer. On gün sonra yapsam, hayatımda bir şey değişmeyeceğini bildiğim işleri bile mümkün olduğunca hızlı bitiririm ki rahat bir uyku uyuyayım.

O an aklımdaki tek şey, bu işi öyle ya da böyle ertesi güne bırakamayacak olmamdı. Öyle de oldu.

Adamların gözden kaybolmasını bekleyip  içim titreyerek de olsa, arabama, içine tüfeğimi sakladığım spor çantamı almaya gittim. Aynı apartman gölgesinin pusu için doğru yer olduğunu düşünerek, çöktüm. Yaklaşık iki buçuk saatlik beklemenin ardından, kurbanlarımın ayak sesleri sokağın sessizliğini bozdu. Yalnız hesaba katmadığım bir şey vardı. Adamlar, yanlarında iki kadın ile beraber dönmüşlerdi eve. İşte bu hesaplarımda yoktu. Ancak, bu belki de bir şanstı. Kadınların evden ayrılmasını bekleyecek, sonra hemen gidip zillerini çalacaktım. Kadınlardan birinin bir eşyasını unuttuğunu düşünerek kapıyı hemen açacaklardı. Tüfeğimi onlara doğrultup, tehdit edecek, paramı geri aldıktan sonra ikisini de öldürecektim.  Birer kurşun buna yeterdi.

Avını bekleyen bir kurt gibi çöküp bekledim gölgede. Hayatımın en uzun iki saatini yaşadığıma yemin edebilirim. En heyecanlı dakikalara girdiğimi ise kadınların çıkışı ile fark ettim. Tüylerim diken diken vaziyette çantamı alıp fırladım. Apartman kapısını aralık yakalamayı başarmıştım. Kadınlar sarhoş vaziyette kıkırdayarak uzaklaşırlarken, beni hiç fark etmediler. Hırsızların dairesinin bulunduğu kata geldiğimde, kulağımı kapıya dayayıp içeriyi dinledim. Türkçe, hafif duygusal bir müzik çalıyordu. Nefesimi tutup zile dokundum. Tahmin ettiğim gibi, kapı hemen açıldı. Beni gören Hüseyin, kılını kıpırdatamadan tüfeğimin namlusunu karnına dayanmış buldu.

“Kıpırdarsan tetiği çekerim,” dedim. Sesimin titremesi, toyluğum kadar delirme seviyemin de göstergesi idi. Hüseyin donakaldı. Göz ve kafa hareketimi de katarak içeriye geçmesini söyledim. Banyonun ışığı açıktı, kapının üstündeki küçük buzlu camdan belli oluyordu Osman’ın içeride olduğu. Hüseyin’i salonda koltuğa oturtup Osman’ın tuvalette olduğunun teyidini aldım olabildiğince hızlıca ve sessizce. Sesi açık olan müzik de bana yardım etti. Sonra tek bir tüfeğim olduğundan, Hüseyin bir yamuk yapmasın diye banyo kapısı önünde, elleri ensesinde yatmasını istedim sessizce. Dediğimi yaptı. On dakika sonra Osman işini bitirip tuvaletten çıktığında karşısında beni ve ona doğrulttuğum tüfeğimi görüp bembeyaz kesildi. Konuşmaya yeltendi. Önceden planladığım gibi onu hemen susturdum. Patronun kim olduğunu gösterecektim onlara. En ufak bir ters hareketlerinde tetiği çekeceğimi papağan gibi tekrarlamaya başladım. Bunu söylerken “Bu kız kafayı yemiş,” düşüncesine sahip olmaları için tüm delirme seslerini çıkarmaya gayret gösteriyordum. Dediklerimi harfiyen uyguladılar. Birbirlerinden ayrılmadan bilgisayarı açtılar. Benden çaldıkları Bitcoinlerimi, onlara uzattığım kağıtta bulunan Bitcoin cüzdan adresime transfer ettiler. Onları daha fazla heyecanlandırmadan, işlerini bitirmem gerekiyordu. Banyoya girip, yan yana küvetin içine yatmalarını söyledim. Seslerini çıkarmazlarsa canlarına bir zarar gelmeyeceğini de ekledim. Banyo kapısını arkamdan kilitleyeceğimi, ben gittikten sonra seslerini çıkarmayıp yüze kadar saymaları gerektiğini, daha sonra kalkıp özgürce hareket edebileceklerini söyledim. Onlara aktardığım bilgiye göre, evlerine silahla girdiğimden, kendim de suçlu konumuna gelmiştim, polise haber vermeyecektim. Tek istediğim peşimi bırakmaları idi. Söylediklerime inandılar ya da inanmış gibi göründüler. Beni saf biri zannedip, içlerinden sevinmiş bile olabilirler. Küvete zar zor sığdılar. Yan yana yatmak için sırtlarını küvetin karşı kenarlarına yaslamak zorunda kalmışlardı. “Bu şekilde olmaz, üst üste yatın,” dedim. Önce şaşırdılar. Sonra ben üsteleyince Osman alta yattı, üzerine de Hüseyin. Daha fazla beklemem yersizdi. Silahı onlara doğrulttum. “Hayır!” diye bağırıp ellerini bana doğru kaldırmaları ile tüfeğimin patlaması bir oldu. Tüfeğin geri sekmesi ile dengemi kaybedip yere düştüm. Kendimi hemen toparlayıp küvetin içine baktım. Tek kurşun ikisini öldürmeye yetmiş görünüyordu. Hüseyin’in karnından bazı iç organlar dışarı çıkmıştı. Küvetin içi, kenarları ve yandaki duvar kan içindeydi. Derin bir nefes alıp yere oturdum. Osman’a ait olduğunu sandığım, cılız bir inleme sesi geldi küvetten. [bctt tweet=”İşimi şansa bırakmadan ikinci kurşunu da ateşledim.” username=”dedektifdergi”] Bu sefer yere iyice basıp dengemi sağladığımdan, yere devrilmedim. Kan üzerime sıçradı. Her ikisinin de öldüğüne emin oldum. Kaybedecek vaktim yoktu. Epey ses çıkmıştı. Birkaç dakika içinde polisler gelirdi. Tüfeğimi çantama koyup, beremi, gözlüğümü ve kapüşonumu taktım. Apartmandan çıkıp sakin adımlarla arabama bindim. Sanki geç vakitte yapılan bir gece sporundan dönüyordum. Kendimi o moda sokmaya çalıştım. Evime girdiğimde üzerimde ne varsa hepsini spor çantama koydum. Yaklaşık yarım saatlik sıcak bir duşun ardından sabaha kadar yatağımın içinde oturup olanları düşündüm. Ertesi gün spor çantamı İstanbul’un biraz dışında, bir ormana gömdüm. Sonrasında Serhat’ı arayıp adamların adresini polise verdiğimi söyledim. Sonraki gün telaşla beni aradı, adamların ölüm haberini okumuş gazeteden. Hikayeyi polis ile çatışmaya yormuş. Tabii ki sesimi çıkarmadım. “Oh olmuş,” demekle yetindim. Yine de kendisine hizmet bedeli ödemek konusunda ısrarlı olduğumu söyleyip, bir adet Bitcoin transfer ettim. Hakkını helal ettiğini söyledi. Aynı gün, vakayı sahiplenen komiser beni tekrar arayıp zanlıların öldürüldüğünün haberini verdi. Telefonda öyle bir şaşırma numarası yaptım ki, kendimle gurur duydum.

Bu satırları cinayetten bir hafta sonra, işimden istifa ederek geldiğim Paris’ten yazıyorum. Üç hafta kadar burada kalıp olay hakkında basında çıkan haberleri takip edeceğim. Ayrıca bizim komiseri arayıp bir iki yoklayacağım. Eğer bir terslik sezmezsem, İstanbul’a dönüp uzun süre eve kapanmak istiyorum. Hayatımın geri kalanında ne yapacağıma daha sonra karar vereceğim.

En Son Yazılar