Picasso ve Polisiye: Picasso Çetesi ve Mona Liza Soygununun Hikâyesi
22 Ağustos 1911… Sıcak bir salı sabahı muhtemelen Paris Polis Teşkilatı normal bir günde rutin işleriyle meşgul olacağını düşünürken hiç olmaz denen bir şey olur: Sanat tarihinin en ünlü ve pahalı tablosu Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sının edebi mekanı Louvre Müzesi’nden çalındığına dair bir ihbar alınır. Sabah müzeye tablonun bir kopyasını yapmak için gelen ressam Louis Beroud ve güvenlik görevlileri asıldığı duvarı boş gördüklerinde tablonun önce başka bir yere taşındığını düşünürler ve müze içinde aramaya başlarlar. Bu arama sonucunda tablo müzede bulunamayınca dünyanın en ünlü tablosunun bir gün önce, 21 Ağustos 1911 pazartesi günü, müze kapalıyken çalındığı anlaşılır ve vakit geçirmeden polise ihbarda bulunulur. Resim tarihinin Mona Lisa’nın yaratıcısı Leonardo da Vinci’den sonra belki de en ünlü ressamı olan Picasso’nun adı nasıl olur da sanat tarihinin bu en ilginç olaylarından biri olan bu soyguna karışır?
Yaşamını 8 Nisan 1973 tarihinde yitiren Picasso’nun bu sene ölümün 50. yıldönümü. Bu önemli tarihte ressamı onurlandırmak adına yıl boyunca başta ülkesi İspanya ve 70 yıldan fazla bir süre yaşamını geçirdiği Fransa olmak üzere dünyanın farklı ülkelerinde çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Picasso’nun yaşamının bu görece az bilinen ama belki de en ilginç olayı olan Mona Lisa soygunu ressamın 50. ölüm yıldönümünde gündeme getirmek sadece sanat değil polisiye/adli tarihine de iz bırakmış ilginç bir vakayı hatırlamak anlamına geliyor.
Bu kısa girişten sonra yazının başındaki soruya tekrar dönelim: Picasso’nun ve onunla beraber yakın arkadaşı olan ve modernist şiirin öncülerinden biri kabul edilen büyük şair Guillaume Apollinaire’nin nasıl olur da bu soyguna adları karışır?
Her şey aslında soygun hakkında ihbarda bulunanlara ödül verileceğine dair yapılan duyuru ile başlar. Müzeyi tekrar kapsamlı bir şekilde kontrol eden polis resmi olarak tablonun çalındığını duyurduktan sonra Fransa’nın sınırları kontrol altına alınır ve sınırı geçen tüm araçlar aranmaya başlar. Aynı zamanda gazetelerde soygun ile ilgili olarak bilgi sağlayacaklara da 50 bin Frank (günümüz parasıyla yaklaşık 200 bin Euro) para ödülü verileceği duyurulur. Bu ödülün çekiciliğine kapılan kişilerden biri de Picasso’nun en yakın dostlarından Apollinaire’nin bir dönem sekreterliğini yapan Honore-Joseph Gery Pieret’dir. Pieret bir gazeteye yaptığı itirafta br iki sene önce Picasso için müzeden birkaç küçük heykel çalıp ressama sattığını söyler. Bu heykellerin sanat tarihinde şöyle bir önemi vardır: Picasso bu heykellerden birinin yüzünü kendisini dünya sanat çevrelerine tanıtan ve bugün batı sanatında modernizmi başlatan tabloların en önde gelenlerinden biri olarak kabul edilen ilk büyük başyapıtı Les Demoiselles d’Avignon (Avignonlu Kadınlar) tablosunda kullanmıştır. Parasız kalan Pieret, Mona Lisa’nın çalındığı yıl olan 1911’de de Louvre Müzesi’nden birkaç küçük parça daha çalıp Picasso ve Apollinaire’ye satmıştır. Louvre’dan çalınan sanat eserlerini satın almanın başlarına ileride nasıl ciddi sorunlar getireceğini elbette önceden kestiremeyen ikili bu alışveriş sırasında pek de ihtiyatlı davranmamışlardır. Pieret’in itirafları sonucu Müze’den çalıntı eser aldıkları ortaya çıkan ve durumun kendileri için kritik bir hal almaya başladığını anlayan Picasso ile Apollinaire önce eserleri Seine Nehri’ne atmayı düşünmüşler; muhtemelen de modern sanatın bu iki büyük sanatçısı bu sanat yapıtlarına kıyamamışlar ve eserleri gazetenin editörüne vermişlerdir. O dönemde Picasso’nun metresi olan Fernande Olivier o günlerde Picasso ve Apollanaire’nin paniğini şöyle aktarır:
“İkisini de görebiliyorum: korkudan sersemlemiş pişman çocuklar ve ülkeden kaçma planları yapıyorlar. Tehlikeli nesnelerden derhal kurtulmaya; o gece dışarı çıkmaya ve heykellerin bulunduğu bavulu Seine Nehri’ne atmaya karar verdiler. Bavulları taşıyarak gece yarısına doğru yaya olarak yola çıktılar. Sabahın ikisinde yorgun argın geri döndüler. Bavullar ve içindekiler hâlâ ellerindeydi. Bir aşağı bir yukarı dolaşmışlar, paketlerini teslim edememişlerdi. Takip edildiklerini düşünüyorlardı. Hayal güçleri, her biri bir öncekinden daha fantastik olan binlerce olası olay hayal etti.”
Louvre’dan çaldığı eserlerle ilgili Pieret’in anlattığı hikayeler bir anda gözlerin bu ikiliye çevrilmesine yol açar. Önce Apollinaire tabloyu çalma şüphesiyle tutuklanır. Şair sorgu sırasında Pieret’den çalıntı eserleri aldığını, onunla birlikte Picasso’nun da işin içinde olduğunu itiraf edince ressam da hemen tutuklanır. Bu tutuklamaların arkasında o dönemde tüm Avrupa’da milliyetçiliğin güçlenmesinin ve Fransız kamuoyundaki genel yabancı düşmanlığının olduğu iddiası da dikkate alınmalıdır. Picasso bir İspanyoldur. Apollinaire ise İtalyan ve Polonyalı ana-babadan Roma’da doğmuş, Wilhelm Albert Włodzimierz Apolinary Kostrowicki olan adını 1900 yılında tamamen Paris’e yerleştikten sonra Guillaume Apollinaire olarak değiştirmiş ve Fransız vatandaşı olmuştur. Benmerkezci, eksantrik bir İspanyol ressamın ve Leh-İtalyan karışımı aristokrat bir şairin o dönem Paris sanat ortamında estirdikleri yaratıcı-yenilikçi rüzgar bazı aşırı mağrur milliyetçi Fransızları rahatsız etmiştir. Oysa iki sanatçı da Fransa ile derin bir ilişki içindedir. Picasso yaşamının sonuna kadar neredeyse 75 yıl Fransa’da yaşamıştır. Apollinaire ise 1. Dünya Savaşı’na bir piyade subayı olarak katılmış, savaşta başından ciddi şekilde yaralanmış; savaşın bitmesinden kısa bir süre sonra da Kasım 1918’de İspanyol Gribi’nden sadece 38 yaşında yaşama gözlerini yummuştur. Savaştaki kahramanlıkları ve gösterdiği yararlılıklardan dolayı ‘Mort pour la France’ (Fransa için öldü) statüsü ile onurlandırılmıştır.
Pieret’in hikayesi ve iki sanatçının tutuklanması üzerine gazeteler ikinin radikal sanatçılardan oluşan ve uluslararası sanat hırsızlığı yapan bir çetenin elebaşıları olduğuna dair haberler yayınlamaya başlarlar ve sonunda ikili tutuklanır.
Picasso ve Apollianire’nin 8 Eylül 1911’de gerçekleşen duruşmaları ise adeta traji-komik bir olaya dönüşür. Verdikleri ifadelerdeki tutarsızlıklar bir yana Picasso tüm suçlamaları reddettiği gibi daha da ileri giderek panikten o dönemdeki en yakın dostlarından biri olan Apollianire’yi tanımadığını bile iddia eder. Yıllar sonra bu olay ile ilgili Picasso şunları söylemiştir:
“Yargıç bana ‘Bu beyefendiyi tanıyor musun’ diye sorduğunda… ‘Bu adamı hiç görmedim’ diye cevap verdim… Guillaume’un yüz ifadesinin değiştiğini gördüm. Yüzündeki kan çekilmişti. Hâlâ utanıyorum.”
İki genç sanatçının mahkemedeki şaşkın, ürkek ve korkudan ne yaptıklarını bilemez halleri, hatta duruşma ilerledikçe ağlamayıp suçsuz olduklarına dair yalvarışları hakim Henri Drioux’yu suçsuz olduklarına inandırır ve hakim çalıntı mal almaktan dolayı ikiliyi sadece uyararak beraatlerine karar verir. Mahkemeden dört gün sonra, 12 Eylül 1911’de de salıverilirler.
Picasso ve Apollianire Mona Lisa’yı çalmamışlardır ama belli ki biri tabloyu çalmıştır. Kim veya kimlerdi tabloyu çalan?
Soygunun üzerinden iki yıl geçmiştir ve tablodan herhangi bir haber alınmamıştır. Herkes tablodan umudu kesmiştir ta ki Kasım 1913’de bir mektubunun ortaya çıkışına kadar.
Floransa’da faaliyet gösteren bir sanat simsarı olan Alfredo Geri bir mektup alır. Adının Leonard olduğunu söyleyen kişi Geri’ye yazdığı mektupta Mona Lisa’nın kendisinde olduğunu ve tabloyu satmak istediğini belirtir. Geri, tablo ile detaylı bilgiye ve fotoğraflara sahip olan ve Uffizi Müzesi’nde çalışan Giovanni Poggi’yi de konuya dahil eder. Bu sayede tablonun sahte olup olmadığınından emin olacaktır. Sonunda Leonard, Geri ve Poggi ile buluşmayı kabul eder. Geri tabloyu nasıl ele geçirdiğini sorduğunda Leonard tek başına Louvre’dan çaldığını söyler.
Pazarlıklar sonunda 500 bin Liret’e (günümüz parasıyla 1,8 Milyon Euro) anlaşırlar ve Leonard’ın kaldığı otel odasında buluşurlar. Buluştuklarında ortada tabloyu göremeyen Geri ve Poggi yine bir aldatmaca ile karşı karşıya olduklarını düşünürken Leonard bir anda kırmızı ipek bir örtüye sardığı tabloyu çıkarır. Geri bu anı şöyle anlatır: “Hayretler içinde, ilahi Mona Lisa, bozulmamış ve harikulade bir şekilde korunmuş olarak gözlerimizin önünde belirdi.”
Geri ve Poggi Leonard’ı tablo ile birlikte Uffizzi Müzesi’ne gelmesine ve tablonun gerçekliğinin kontrol edilmesine ikna ederler. Tablonun gerçekliğinden emin olduktan sonra Leonard’ın otele gidebileceğini, o otelde beklerken de parayı toplayacaklarını söylerler. Leonard otele giderken onlar da polise haber verirler ve polis otelde Leonard’ı kıskıvrak yakalar.
Peki bu Leonard kimdir? Gerçek adı Vincenzo Perugia olan bu 20’li yaşlardaki italyan Paris’e göç etmiş bir sabıkalıdır. Bir fahişeyi soymaya kalkarken yakalanmış ve bir süre hapis yatmıştır. Hapisten çıktıktan sonra da bir sürü farklı işte çalışmış; bu işlerden biri dolayısıyla da üç ay kadar Louvre Müzesi’nde, Mona Lisa’nın sergilendiği bölümde bulunmuştur. Bu süre içinde Mona Lisa’yı çalmayı planlamış ve sonunda da tabloyu çalmıştır.
Perugia’nın yakalandıktan sonra verdiği çelişkili ifadeler bugün bile soygunu üzerinde hala spekülasyon yapılan, sanat tarihinin en ilginç olaylarından biri yapar. Tablo tuval değil ahşap levhalar üzerine yapıldığından rulo yapılması olanak değildir. Dolayısıyla taşınması, hele de tek bir kişi tarafından çok zordur. 90 kilo üzerinde ve kendisinden daha geniş olan çerçeveyi sadece 1.60 m boyunda oldukça küçük bir adam olan Perugia nasıl taşıyabilmiştir? Buna ek olarak 28 ay boyunca tabloyu Paris’te nerede ve nasıl saklamıştır? Tüm sorgulama ve yargılanma sürecinde soygunu tek başına yaptığı iddia etmesine rağmen birilerini koruduğuna dair şüpheler bugün bile hala gündemdedir.
Perugia, İtalya’daki yargılama sırasında kamuoyunun desteğini almak ve soygunu daha ulvi bir amaç için yaptığı izlenimini vermek için tarihi de çarpıtır. Tabloyu Napeolon’un alıp kendi ülkesine, Fransa’ya götürdüğünü ve kendisinin de tabloyu aslı olduğu yere, ana vatanına yani İtalya’ya geri getirdiğini iddia eder. İşin ilginç tarafı, İtalyan kamuoyunun bir bölümü bu hikayeyi amiyane tabirle yemiştir ve hatta yargılanmak bir yana Perugia’nın bir kahraman olarak anılması gerektiğini söylemişlerdir. Oysa bu iddianın hiçbir tarihsel gerçekliği yoktur. Keza tablo bizzat Da Vinci tarafından Fransız Sarayı’na götürülmüş ve Fransa kralı I. Francis’e satılmıştır. Fransız Devrimi sonrasında da tablo kraliyet ailesine ait diğer mallarla beraber yeni hükümetin mülkiyetine geçmiştir.
Davanın hakimi bu hikayeyi yutmaz ama yine de Perugia’ya çok düşük bir ceza verir: Bir yıl 15 gün hapis. Avukatlarının temyize gitmeleri sonucunda da ceza yedi aya indirilir. Hali hazırda tutukluluk süresi de yedi ayı geçtiği için Perugia tahliye olur ve Fransa’ya geri döner. 1925 yılında 44 yaşında yaşamını kaybeder.
Olaydan yaklaşık 10 yıl sonra soyguna dair yeni bir iddia gündeme gelir. 1923’de Amerikalı bir dolandırıcı Marqués de Valiferno gazeteci Karl Decker’e soygunun arkasında kendisinin olduğunu ve Perugia’yı bu iş için tuttuğunu söyler. İki kişinin de ona bu soygunda yardım ettiğini iddia eden Valiferno, amacının Amerikalı milyonerlerden para koparmak olduğunu, bu kapsamda da orijinal diye altı tane sahne Mona Lisa tablosunu sattığını güya itiraf eder. Decker konu ile ilgili olarak 1923 yılında Saturday Evening Post gazetesinde bir yazı yayınlar. Öte yandan Valiferno, iddialarının altını dolduracak herhangi bir somut bilgi ve delil ortaya koyamaz. Bugüne kadar da onun bu iddialarına yönelik olarak herhangi bir somut delil ortaya çıkmamıştır.
1911 Yazı’nda çalınmasıyla başlayıp 1913 sonbaharıda bulunmasına kadar süren Mona Lisa Soygunu serüveni bir resim biri de edebiyat alanında modernizmin öncüsü iki büyük sanatçının adının da ilginç bir biçimde adının karıştığı; başında ve sonunda dönemine göre görece bir heyecan fırtınası yarattığı bir olay olarak tarihe geçmiştir. Picasso ve Apollianire’nin adları karışmasaydı bugün bu olay hatırlanır mıydı? Dünyanın en bilinen en ünlü tablosunun çalınmasının sanat ve polisiye tarihine iz bırakması kadar normal bir şey olmazdı ancak Picasso’nun adının karışması bu olayın magazinel boyutunu güçlendirdirmiştir. Bunun belki en tipik göstergesi olayın üzerine yapılan filmdir. İspanyol yönetmen Fernando Colomo 2012 tarihli La Banda Picasso yapıtında Picasso ve Apolloniaire yanında Picasso’nun yakın çevresini oluşturan Braque, Stein, Jacob, Roche, Hugue gibi dönemin önemli avant-garde yazar, ressam ve heykeltraşlarını da konuya dahil ederek bu soygun etrafında dönemin yenilikçi-modern sanatının ve sanatçılarının mizahi bir portresini ortaya koyar. Bu soygun hakkında yapılmış bir başka film de Almanya ve Avusturya’da çalışmalarını yürütmüş olan Macar yönetmen Geza von Bolvary’nin 1931 tarihli Der Raub der Mona Lisa (Mona Lisa’nın Çalınması) başlıklı çalışmasıdır. Film, Perugia’nın tabloyu çalması ve sonrasında bir ulusal kahraman olma çabasına odaklanır.
Mona Lisa soygunu sonrası meydana gelen gelişmelerin 1. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da milliyetçiliğin nasıl yükselişte olduğunu göstermesi açısından siyasi-tarihi bir bağlama sahip olduğu söylenebilir. Söz konusu olan Fransa’da yaşayan bir İspanyol ressam ile yeni Fransız olmuş bir İtalyan-Leh asıllı şair değil de Fransız sanatçılar olsaydı kamuoyunda o derece yoğun bir linç kampanyasına maruz kalırlar mıydı? Keza yaptığı ve hala üzerindeki sır perdesi hala tam olarak kalkmayan soygununa milliyetçi bir kılıf bulmaya çalışan Perugia politik ve tarihi konjonktür uygun olmasaydı böyle bir yolu deneyebilir miydi?