Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Polisiye Kitap: Sen Ölürsün Ben Yaşarım – Celil Oker

Diğer Yazılar

Gencoy Sümer
Gencoy Sümerhttps://gencoysumer.com/
Gencoy Sümer İTÜ İşletme Fakültesi'nden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Master ve Doktora yaptı. www.polisiyedurumlar.com sitesini kurdu ve internette pekçok öykü ve makaleleri yayınlandı. İlerleyen yıllarda Dedektif'in kurucuları arasında yer aldı. İlk polisiye romanı Feneryolu Cinayetleri 2017 yılında, Göl Kıyısındaki Ev & Gizemli Öyküler ve Aile Sırrı & Bir Percule Hoirot macerası 2018 yılında yayınlandı. Gencoy Sümer'in polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

Celil Oker, ülkemizdeki sert polisiye türünün başta gelen yazarlarından biri. Kahramanı  özel dedektif Remzi Ünal’ın maceralarını anlatan seri romanları, 1930’larda Amerika’da ortaya çıkan hard-boiled polisiyenin adeta günümüzdeki devamı niteliğinde. Gerek olaylar, gerek kurgu ve gerekse karakterler, bu türe ait bütün özellikleri -klişeler dahil- içeriyor.

Amerikan sert polisiyesinde dedektif, genellikle kayıp bir kişiyi ya da çalındığı tahmin edilen değerli bir eşyayı arayarak işe başlar. Çözüme giden yol ise, farklı mekanlardaki kişilerle yapılan görüşmelerden oluşur. Şehrin batakhanelerinden en zengin  ve gösterişli  mekanlarına kadar uzanan bu yolda bol bol eylem ve mücadele vardır. Kavgalar edilir, barlara girilir, sigaralar içilir, kadehlere viskiler doldurulur, kurşunlar vızıldar, arabalarla takipler/kovalamalar yapılır, güzel kadınlarla karşılaşılır vs vs. Böylece bulmacayı oluşturan parçalar birer birer ortaya çıkar.

Sen Ölürsün Ben Yaşarım’da da olayların başlangıcı, iş kazasında yaralanan bir gencin ailesini tanıyan birinden romanımızın kahramanı olan dedektife yapılan bir rica. Aynı zamanda onun reddedemeyeceği kadar yakın arkadaşı olan bu kişi, evine temizliğe gelen kadının oğlunun durumu için patronuyla görüşmesini istiyor Remzi Ünal’dan. Bir inşaat şirketinin sahibi olan Taylan Sezer’le gecenin bir vakti, gökdelenin 16. katındaki dairesinde buluşmak için sözleşiyorlar. Ancak, Remzi Ünal’ı orada bekleyen  zengin iş adamı değil. Bir ceset.

Bu parlak girişin ardından, Amerikan sert polisiyesinde olduğu gibi, olaya güzel bir kadın karışır. Bundan sonrası ise, bulmacanın parçalarını toplamakla geçen bir soruşturma süreci. Bu süreçte de türün bütün temalarını  görmek mümkün.

Olay, İstanbul’un  en ışıltılı semtlerinden en izbe köşelerine; en şatafatlı rezidanslarından en yoksul evlerine kadar uzanan ve gerçekçi biçimde betimlenen mekanlarda geçer. Ne var ki, iyi, kötü, çok daha kötü insanlarla dolu bu dünyada, hard-boiled yazarlarında görmeye alışık olduğumuz  ümitsiz havadan pek eser yoktur.Tam tersine, biraz matrak ve iyimser bir ruh hali egemendir. Zaten finalde de karamsarlıktan daha çok, olumlu beklentiler sarar okuyucuyu.

Bunlar olurken Remzi Ünal fosur fosur sigara içer, okkalı ya da okkasız kahveler yudumlar, bildik cadde ve sokaklarda arabasıyla dolanır, otoparkda park edecek yer arar, sürekli “bela”dan söz eder, garsonlara bolca bahşiş verir. Tabii bir de kiralık kızlar, fatal femme’ler  ortalıkta cirit atarlar.

Romanla Amerikan sert polisiyesi arasındaki türdeşlik, ana karakter üzerinden de oldukça belirgin. Dashiel Hammet ve Raymond Chandler’in en üst düzeyde temsil ettiği bu türün dedektifleri az konuşan, melankolik, bıkkın ve bezgin tiplerdir. Toplumsal düzene karşı mücadele ederler ama düzenin değişmeyeceğini de bilirler. Bu nedenle karamsardırlar. Yakışıklı olmasalar da kadınlar tarafından çok beğenilirler. Karizmatik bir kişilikleri vardır. Şiddete baş vurmaktan çekinmezler. Birini yaralamaları ya da öldürmeleri her zaman mümkündür. Gerektiğinde bir şövalye ruhuna sahip olduklarını gösterseler de doğru bildikleri yolda yürürken ezip geçmeyecekleri hiç kimse yoktur. Buna kadınlar da dahildir. Göz yaşı ve fedakarlık onları asla etkilemez. Çoğu kez, adaleti sağlamak için kendi kanunlarını uygulayan bu dedektiflerin özel hayatlarına baktığımızda aslında hepsinin  “kaybedenler kulübü”ne üye birer looser olduğunu görürüz.  Pek öyle yakınları, akrabaları, ahbapları yoktur. Düzensiz beslenir ve uyurlar. Bürolarında sabahlamaları adettendir. Kötü yemek yemeleri ve  alkolle sigaraya müptela olmaları da öyle.

Remzi Ünal’ın da bu dedektiflerden fazla bir farkı yok. Onun eskiden pilot olduğunu, alkol düşkünlüğü yüzünden işini kaybettiğini önceki maceralarından biliyoruz. Maddi durumu kötü olmamakla birlikte, dedektiflikten para kazanması söz konusu değil. Sen Ölürsün Ben Yaşarım’da da bir rica üzerine işe karışır. Kadınlara pek pas vermese de onlar tarafından beğenilen biri. O da şövalye ruhlu ve kendi adalet anlayışına uygun kanunları var. İşe polisi hiç karıştırmadan kendi kurallarına göre meseleyi çözüyor. Bir anlamda kendi adaletini sağlıyor. Şiddete meraklı değil. Ama sert polisiyenin olmazsa olmazı olan “bela” gelip onu bulunca yapacak bir şeyi yok.  Onun şiddetten hoşlanmadığı, sadece kendini korumak için dövüştüğü,  bir aikidoka[1]  olmasından da belli.

O da yalnız yaşıyor, kötü besleniyor ve iyi uyumuyor. Yedikleri genellikle kebap, pizza gibi yemekler. Yaşı belirsiz. Orta yaşlarda olması kuvvetle muhtemel. Muhtemelen kırk civarı. Ama müzik zevki, çok daha yaşlı olma ihtimalini güçlendiriyor.  Arabasında giderken Cem Karaca’yı, Apaşları, Dervişan’ı, Moğollar’ı ya da Cars Hiss by My Window’u dinlemesi buna işaret.

Remzi Ünal’ın dış görünüşü hakkında bir bilgimiz yok. Sarışın mı esmer mi, uzun boylu mu, şişman mı, göbekli mi, sakallı mı, bilmiyoruz. Fakat, aikido yapabildiğine göre, sağlıklı ve fit bir vücuda sahip olduğunu varsayabiliriz. Gerektiğinde yumruklarını konuşturmayı biliyor ama arada dayak yediği de oluyor.  Kahveye karşı aşırı bir düşkünlüğü var. Eve gelince, sabah uyanınca, canı sıkılınca hemen bir kahve yapıyor kendisine.  Arka arkaya üç fincan kahve içtiği de oluyor. O aynı zamanda  iflah olmaz bir sigara tiryakisi. En olmadık zamanlarda müthiş bir sigara tüttürme isteği duyuyor içinde.

Amerikan sert polisiyesindeki dedektiflerden Remzi Ünal’ı ayıran en belirgin fark, onlar kadar karamsar ve malankolik olmaması.  Onlardaki bezginlik ve bıkkınlık Ünal’da yok. Dolayısıyla romana umutsuz bir hava hakim değil. Aksine, okur olarak iyi şeyler olabileceğini ümit ediyoruz.

Celil Oker’in Sen Ölürsün Ben Yaşarım romanı, kurgu ve biçim yönünden ele alındığında da Hammet-Chandler çizgisindeki sert polisiye türünün başarılı bir örneği.  Buradaki en belirgin benzeşme, anlatıcının dedektifin kendisi olması. Bu birçok kısıtlama getirmekle birlikte anlatıcının düşüncelerini, bakış açısını, değerlendirmelerini ve deneyimlerini okura aktarmasında ona daha geniş bir alan sağlaması bakımından bazı avantajları da var. Remzi Ünal’ın bu avantajlardan çok iyi yararlandığını söyleyebilirim. Ancak, sık sık olay akışının dışına çıkıp düşünce ve deneyimlerinden söz etmesi, okuma hızında bir yavaşlamaya yol açmıyor da değil. Bunun dışında konuyla alakasız ama son derece uzun tutulmuş paragraflar da var romanda. Çözüme odaklı bir polisiyede okuru kolayca rahatsız edebilecek buna benzer detaylar, eğer esas öyküyü zedelemiyorsa bunda Celil Oker’in olağanüstü akıcı dilinin rolü çok büyük.

Romanı, biçim açısından sert polisiyeden farklı kılan en önemli unsur, metinde grafik sekse yer verilmemesi. Oysa içerik itibarıyla bu tür betimlemelere son derece müsait bir yapısı var romanın. Bunun yerini imalar almış doğal olarak. Grafik şiddet ise dozu ayarlanmış bir biçimde kullanılmış.

Olayın yaşandığı yer, gökdelenleri, kenar mahalleleri, rezidansları, cadde ve sokaklarıyla İstanbul şehri. Romanın dedektif dışındaki kahramanları ise, büyük şirket yöneticileri, zengin iş adamları, bıçkın delikanlılar, fedailer, kiralık kızlar, pezevenkler. Buna bağlı olarak, romanın dili de yer yer küfür ve argo sözler içeriyor. Söz konusu sert polisiye olunca, bunda şaşılacak bir şey yok elbette. Müstehcen ve kaba konuşmalar, romandaki karakterlerin mesleklerine, konumlarına ama bundan da önemlisi öykünün gidişatına bağlı olarak metne dağılmış.

Romandaki kimi ipuçları, sert polisiye kurgusunun, yazarın bilinçli bir tercihi olduğunu ortaya koyuyor. Öncelikle kitabın adı: Sen Ölürsün Ben Yaşarım.  Mike Hammer romanlarını hatırlatan bu adın aslında romandaki öyküyle bir alakası yok. Varsa da ben bulamadım.  Tıpkı Agatha Christie romanlarına uydurulan cesetli-ölümlü kitap adları gibi gibi bir ad bu. Muhtemelen, Amerikan pulp romanlarıyla arasında bir ilişki kurulması için tercih edildi sanırım.

Remzi Ünal’ın metinde sık sık “bela” kelimesini kullandığını daha önce belitmiştim. Bu da gene Mike Hammer romanlarını anımsatan bir vurgu. Kelimenin, yazar tarafından bilinçli olarak seçildiği belli.

Son ipucu ise;  aslında ipucu da sayılmaz, koskoca bir kanıt. Romanın sonlarına doğru bir yerde, 187. sayfada, Remzi Ünal, televizyonda oynayan Malta Şahini filmini izler. Televizyonun sesini açmaz çünkü dedektif Sam Spade ile Brigid O’shaughnessy arasında, filmin son sahnesinde geçen konuşmayı ezbere bilmektedir.

Polisiye edebiyatın klasik femme fatele’i Brigid O’shaughnessy, bu sahnede kendisini polise teslim etmemesi için Sam’e yalvarır ancak o bildiğini okur. Metinde bu diyaloglar italik harflerle yazılmış ve sona konulan bir dipnotla Malta Şahini romanından alıntılandığı belirtilmiş.

Bu alıntı, yazarın bilinçaltındaki Remzi Ünal/Sam Spade benzerliğini açığa vurması bakımından ilginç. Okur açısından da her iki roman karakteri arasında var olduğu sezinlenen yakınlığın iyice belirginleştiğine tanık oluyoruz burada. Metin böyle bir anın ifade edilmesi olarak okunduğunda, yazarın niyetinin aslında Amerikan tarzı bir sert polisiye yazmak olduğunu daha net görebiliyoruz. Yazar, Dashiel Hammet’a doğrudan bir gönderme yaparken, diğer yandan okura da önemli bir ipucu veriyor. Yani, bu romanın Sam Spade’i Remzi Ünal’sa, Brigid O’shaughnessy’sinin ya da başka bir deyişle  femme fatale’inin kim olabileceği sorusunun cevabını…


1. 1920’lerde, Morihei Ueshiba tarafından yaratılmış bir Japon Savaş Sanatı.

En Son Yazılar