Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

POLİSİYE MASASI

Diğer Yazılar

Cem Çeboğlu
Cem Çeboğlu
04.09.1971 tarihinde Üsküdar’da doğdu. Daha sonraları çok özleyeceği Ankara’da Amerikan Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1999 senesinde öğretmenlik hayatına başladı. Milenyumla birlikte hayvan hakları konusunda yabancı literatürden serbest çeviriler yaptı, çalışmalarını çevrimiçi bir sitede yayımladı. Halen İstanbul Kartal’da öğretmen olarak görevine devam etmektedir.

CİNAYET MÂLİKÂNESİ-SEMA FENER

POLİSİYE MASASI 1

Sema Fener’in yeni kitabı ne yazık ki oldukça kötü bir polisiye örneği.

Açıkçası birkaç saat içerisinde bitirdiğim Cinayet Malikânesi, radyo tiyatrosu havası veren  hafif, kolay, hızlı tüketilebilir yapısı sebebiyle ilk başlarda hoşlanıp hoşlanmama konusunda kararsız kaldığım bir çalışma oldu öncelikle. Bunun yerini kitaptaki bir çok karakterin atışmalarını içeren bol diyaloglu yapısı sebebiyle sempati duymaya başladığım bir noktaya geldi, ancak özellikle dedektifimiz Melisa’nın olduğu son 40 sayfada ve özellikle yüzleşme bölümlerinde kitap bir felakete dönüştü. Bu kadar kötü olmamalıydı, Hastanede Cinayet adlı kitabında yazar çok çok daha iyi bir dünya kurmuştu. Bu çalışma ise geri atılmış sekiz on adım gibi düşünülebilir.

Yazarın bir çok karakteri konuşturup onlar arasında iğneleyici, zorlayıcı, komik diyaloglar sürdürmesi, kitabın büyük bölümünde esere kendince -biraz iyimserlikle- bir hız ve dinamiklik veriyor. Bu hız konusunda ayrıca bir şeyler söylemek gerek: hızlı akış iyi kullanılıyorsa etkili olabilir. Kurgu sahibinin hangi olayları ne şekilde anlatacağı, neleri es geçip neleri ortaya koyacağını belirlemesine uygun şekilde anlatımdaki bu hız çok iyi sonuçlar doğurabilir. Ancak Sema Fener’in hatası şu: büyük çoğunluğu atışmalara ve az bir gizeme dayalı 120 sayfanın ardından 40 sayfada hem cinayetlerin çözümü, hem efsane, hem fantastik vd şeyler bir arada hem de yeni bir karakterle beraber verilecekse buna okurun adapte olup olmayacağı da hesaplanmış olmalı. Bir şey sırf ilginç geldiği için anlatılmamalı. Bir şey öncelikle gerçek olduğu için anlatılmalı. Bu kitaptaki gibi doğa üstü şeylerin de kendi gerçekliği var, olmasa senelerce Stephen King nasıl okuyabilirdik? Esas mesele işte bu doğal ya da doğa üstü gerçekliğin kurgulanmasında yatıyor, burada da esas mesele hız değil, işte bu gerçeklik duygusu. Burada bütün kitap boyunca karşımıza çıkan hızda vites atılıyor, ve 40 sayfada yazılan her şeyin gerçekliğine eyvallah dememiz isteniyor. Yazarın kitabın son satırlarında Melisa karakteri üzerinden ikinci kitaba da gönderme yapması bu kitabın zayıflığını ortadan kaldırmıyor.

Polisiye hikâyeler anlatılması kolay olduğu için ya da öyle olduğu kabul edildiği için seçilen eserler mi , merak ediyorum. Birileri cinayet işliyor, birileri de bunu çözmeye çalışıyor. Cinayet her türlü şekilde olmuş olabilir. Türlerin birbirine karışmışlığını taşıyabilen bir kurguda bu çatının sağlamlığının garantisi bence yazarın kalem gücünde saklı. İyi yazamamak her yazar için çok önemli bir kusur. Kolay üretmek, hayal edebilmek, ilginç şeyler yakalamak, evet; ama peki ya yazabilmek? Bunca edebiyat eseri arasında polisiyenin gerçek edebiyatın üvey evladı görmesinin sebebi biraz da bu mu yoksa? Ancak bu sözleri söylerken polisiye edebiyatın büyük eserlerini okumamış bir okur olarak söylüyorum. Bakışım eksik, kusurlu olabilir.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Sema Fener eğer yazacaksa bir sonraki devam kitabında belki bu kitapta çok eksik kalmış; çok imkânsız, çok fantastik ögeleri kullanarak hikâyesini kurtarabilir. Ancak şu andaki hâliyle Cinayet Malikânesi, yazarın bir önceki polisiye kitabı Hastanede Cinayet’in durduğu yerin oldukça uzağında ve gerilerde duran bir çalışma diyebilirim.


ELİF GÜMÜŞ -SESSİZ

POLİSİYE MASASI 2

Elif Gümüş’ün romanı Sessiz yazarının dengeli bir şekilde kurabildiği hikâyesi ve karakterleri sebebiyle iyi bir ilk roman olmayı başarıyor diyebiliriz. Sonay Başkomiserin karakterine yazarın duyduğu sempati, hem bu karakteri hem diğer karakterleri anlatırken seçtiği anlatım tarzında kendini belli ediyor: hisseden, duyan karakterler yaratmaya çalışıyor yazar. İlk romanını yazan birisi için  Başkomiser Sonay oldukça iyi bir karakter diyebiliriz. Tek itirazım kitabın sonlarında yer alan güneydoğu tecrübeleri ve bazı sırlarla ilgili olabilir. Bu tür ifşaların etkili olabilmesi için buna hazırlanmış olmamız gerek, bu anlamda aslında bu bilgi geçiştirilmiş oluyor. Örneğin kitaptan bu kısım çıkarılsa bir eksiklik hissedilmesi zor.

Yazarın öncelikli önemli özellikleri onun lehine: atmosfer kurabilmek, karakterleri konuşturabilmek, olay örgüsü kurabilmek, merak ettirebilmek. Suçun çözümlenmesi, yüzleşme gibi konuların artık polisiye klişesi olmanın ötesinde nasıl anlatılabileceğini yazarların düşünmesi gerekiyor. Bu kitapta finale dek süren cinayetler, olaylar, başkomiser Sonay ve ekibinin kitap boyunca  oldukça iyi bir şekilde yürüttüğü soruşturmaya rağmen, finalde katille yaşanan yüzleşmeyle beklenen türden bir gerilim ve heyecan yaratabiliyor mu? Bu cinayetleri işleyen insan bu mu? Belki bu kısım uzatılabilir, ve katile kendini anlatma fırsatı verilebilirdi.  Neyi neden yaptığını anlatması da değil, sadece konuşması, ve bu konuşmanın katile vereceği o alan kitabın finale dek olan kısmını daha iyi dengeleyebilirdi. Bu anlamda finalin biraz hızlı sona erdiği söylenebilir. Cinayetlerini bu kadar ayrıntılı plânlayan bir katilin finalde bu kadar az konuşmasının sebebi karakterin egzantrikliğinden kaynaklı görünmüyor. Ancak bu kusurlar esere fazla zarar vermiyor.  

Elif Gümüş’ün yeni kitaplarının çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Üç seneye yakın bir zaman geçtiğine göre yeni kitabın eli kulağındadır belki de.


ÖNAY YILMAZ- ÖĞLEDEN SONRA CİNAYETLERİ

POLİSİYE MASASI 3

Yazardan okuduğum bu ilk kitap bir öykü kitabı. Edebi üslûbunun yokluğunu aratmayacak bir çalışma bu. Çünkü Önay Yılmaz ilgi çekici konular, karakterler kurgulayabilen bir yazar gibi geldi bana. Önceden basılmış bir çok kitabı olduğu için yazıya olan hakimiyeti şaşırtmıyor, ancak bu üslûbun edebi bir derinliğe çok da iltifat etmediğini söylemek isterim. İlk başlarda bu üslûbun kolaycılık anlamına geldiğini düşündüm, ancak öyküleri okudukça yazarın seçiminin doğru olduğuna karar verdim.

Önay Yılmaz da bir çok Türk polisiye yazarı gibi cinayetleri, katilleri anlatırken önceliği anlatmaya veriyor. Edebiyatın söze, ifadeye önem veren, bunu talep eden kıyılarından uzaklarda bir yerlerde geziniyor bu yazarlar, çoğunlukla. En azından benim okuduğum bir çok yazarda bunu görebiliyorum. Ancak bir kitabın tamamını okuduğumuzda seçilen hikâyeleri, bu hikâyelerin özelliklerini düşündüğümüzde kitapla ilgili ve yazarla ilgili bazı sonuçlara varabiliyoruz.

Öğleden Sonra Cinayetleri’nde Önay Yılmaz, kitabının teşekkür kısmında yazdığı gibi, ilk kez öykü yazan bir yazar olarak zorlandığını söylüyor. Ancak aslında zorlanmak değil bu. Bence buradaki esas mesele, yazarın roman olabilecek konuları bir hikâyeye dönüştürmüş olması. Ve bu da hikâyeleri daha ilginç hale getiriyor. Kitaptaki dokuz hikâyenin sıralanışı da bence oldukça iyi, son dört hikâye oldukça iyiydi. Bununla beraber bazı hikâyelerde yazarın final kısımlarında ya da hikâyeyi bitirmek anlamında tam bir vuruculuk yaratamadığını da söylemek gerek (ki hikâyeler böyle bitmek zorunda mı, o da ayrı bir mesele). Örneğin ilginç konusuna rağmen Gemideki Ölümler ve son dört hikâyeden birisi olan Teleskoptaki Yüz, final kısımlarında gereken enerjiyle bitemiyorlar.

Kendi adıma kitabın son hikâyesi Doğuştan Katil, özellikle Dut Reçeli, ve bu ikisinden bir kaç tık geride kalacak şekilde Gemideki Ölümler, Benim Hayalet adlı hikâyeler oldukça iyiydi diyebilirim.

Kitabın tamamında yazarın kullandığı akıcı, sade, edebi bir dil arayışı olmadığını belli eden anlatım tarzı ilk başlarda olumsuz bir özellik gibi göründüyse de hikâyelerin tamamını bir arada düşündüğümüzde bence kitaba oturan, hikâyeleri birbirine bağlayan bir öge olarak doğru bir seçim gibi geliyor bana.


DARK POLİSİYE/DÖRDÜNCÜ KİTAP

POLİSİYE MASASI 4

Neredeyse tamamı çok iyi hikâyelerden oluşan Dark Polisiye Dördüncü Kitap, okumaktan büyük keyif aldığım bir kitap oldu. Neden? Çünkü çalışmalarını takip etmem gereken yeni isimlerle tanışmış oldum.

Kitaptaki 15 hikâyede artık anlatımları sorunlu olmayan, ritmi teklemeyen, bazıları zaten anlatma ustası olmuş yazarların yanı sıra en azından benim ilk kez okuduğum ya da yazmaya yeni başlamış yazarların da hikâyeleri var. Eserlerini okumam gereken Ercan Akbay’ın kitabın genelindeki polisiye havanın dışına taşan öyküsü hariç bütün hikâyeler aynı yerlerde dolaşıyorlar. Üst üste okurken gördüğüm şeylerden biri başkomiserlerin, yardımcılarının ya da komiserlerin öyle ya da böyle birbirini andırmaları, birbirlerine benzemeleri. Bu hikâyeleri tek bir yazar da yazabilir miydi? Çoğu için bu mümkün diyebiliriz. Bu anlamda birbirinden çok ayrılmış, yazarının çok fazla imzasını taşıyan hikâyeler belki yok, ya da varsa da o yazarları daha çok okumadığım için ben bunu fark edemiyorum. Ama genel anlamda gördüğüm şey, rahat ve konforlu bir alanda yazarların güzel polisiye denemeleri yaptığı. Bu kitapta yanyana gelmiş hikâyeler ne olursa olsun art arda okunduklarında çok güzel bir polisiye melodisi koyuyorlar ortaya. Yani ortaya çıkan lezzet, enfes.

Birkaç öneri söylemek isterim: Can Sertaç Saatçıoğlu’nun hikâyesi daha uzun olmalıydı, merak duygusu daha çok kaşınsa hikâye daha da güzel olabilirdi. Bu haliyle de güzel, ama. Ayşe Erbulak’ın sayısını tam hatırlamıyorum ama galiba birden fazla hikâyesini okumuş ama iyi bulmamıştım. Bu kitaptaki hikâyesi oldukça iyiydi, ve bence Can Sertaç Saatçıoğlu’nun hikâyesi gibi daha uzun olabilirdi.

Geri kalan bütün hikâyeler için istisnasız güzel şeyler söylemek gerek. Hepsi iyi, bazısı oldukça iyi hikâyeler bunlar. Kendi adıma kitabın gerçek zirvesi Mehmet Berk Yaltırık’ın muazzam hikâyesi Fetbaz Neriman. Ancak onun hemen ensesinde Dinçer Batırbek’in Boğazkesen hikâyesi yer alıyor. Armağan Tunaboylu, çok sevdiğim Çağatay Yaşmut ve yeni yazarımız Selin Bak, Ulaş Özkan ve Emrah Poyraz, Funda Menekşe, Yeşim Yörük, Kerem Kaç, Tolga Yazıcı, Gürsoy Uysal, ve Ayşen Gencer de güzel ve çok güzel hikâyelerle kitaba katkıda bulunmuş. Büyük bir keyifle okudum, okurken anlatım bozuklukları, anlatamama sorunları, kurgulama sıkıntıları ile karşılaşmamak güzeldi.
Kitabı mutlaka öneririm.


REHA AVKIRAN – İNSANLIK HÂLİ

POLİSİYE MASASI 5

Reha Avkıran’ın kitabı dört dörtlük.

2022-2023 artık Türk polisiyesi okuma senesine döndü benim için. Kötü örneklerin yanı sıra iyi ve çok iyi örnekler okuyarak sürdürüyorum bu senenin okumalarını. Bir yandan da Sevil Atasoy’un suçla ilgili çeşitli olay ve vaka notlarının bulunduğu kitaplarından birisini okumaya devam ediyorum. Ancak kitaba günlerdir ara verdim; çünkü orada okuduklarım beni hakikaten çok rahatsız etti.

Bugüne dek okuyup da en çok etkilendiğim polisiye kitap 1997’de okuduğum Amerikan Sapığı kitabı olmuştu. 80’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde bu kitabın gerçek edebiyat olup olmadığına dair tartışmaların yapıldığını söyleyen haberler okuduğumu hatırlıyorum. Amerikan Sapığı cinayet anlatımlarında öylesine uç noktalara gidiyordu ki o güne dek öyle bir şey okumamıştım, bir çok insan gibi. Bir kaç yıl önce de Joyce Carol Oates’un Zombi adlı kitabına sadece 20-30 sayfa kadar dayanabildim. Bu kitap da Amerikan Sapığı gibi cinayetleri, öldürme anlarını hem vahşet hem de aşırı ayrıntıyla doldurup, okuması ve hayâl etmesi insanın zihnine pislik görüntüleri, imajları bırakacak bir kitaptı. Çöpe attığım ilk kitap bu oldu. Sevil Atasoy’un kitabında da bu iki kitaptakine benzer uç ve vahşet, gaddarlık dolu cinayet örnekleri var. Günlerce çocuk bedenlerine tecavüz edip onları yiyen insanlardan söz edebilen bir kitap. Burası benim asla temas etmek istemediğim, uzanmak istemediğim bir nokta. Bunları okumak ya da bilmek istemiyorum kesinlikle.

Bu açıdan Reha Avkıran’ın İnsanlık Hâli adlı bu kitabı benim Türk polisiyesini neden sevdiğimi gösteren çok iyi bir örnek aslında. Çünkü benim okuduğum Türk polisiyesi örneklerinde katiller, suçlular bir “insanlık hâli”nden muzdaripler, ya da onlar bu hâlin çelmesiyle tepe takla düşmüş insanlar. Burada kader elinde kaygan bir urganla kement atıyor gibi, ve hem şanssızlık bedbahtlık yüzünden hem de insanlık hâlimizle düşüp yuvarlandığımız ya da yaya kaldığımız insan olma gayretimizin aldığı ya da bizim ona vurduğumuz darbeleri anlatır gibi Türk polisiyesi örnekleri. Şu an için belki fazlasıyla iyimser ve rahat bir noktadan konuşuyorum. Okuduğum kitaplar arasında sadece Çağatay Yaşmut’un bir kaç öyküsünde daha ürkütücü bir yola sapan bir kalemin izlerini gördüm. Bunun dışında okuduğum bütün polisiye kitaplardaki ölüler, diriler, suçlular, maktuller hep işte bu “insanlık hâli”nin mağduru, hepsi aynı yerde toplaşıp gözünü göğe dikip de semavi bir çare bekler gibiler. Onlar öldürürken ve ölürken de bu “hâl”in içinde bir nevi kardeş gibiler. Çünkü onlar insanlar. Sevil Atasoy’un anlattığı vakalar ya da korkunç gaddarlıklarla suçlar işleyen, öldürüp katleden insanların öykülerinde bir şekilde bir yarış ve bir iddia görüyorum. İnsan olmayı bırakmış, veya insan olmalarına engel olunmuş bu canlıların öyküleri beni ürkütüyor ve onları anlamama, anlamaya gayret etmeme vesile olacak herhangi bir sebep göremiyorum.

İşte Reha Avkıran’ın kitabı kitapla aynı adı taşıyan öyküsünde olmasa bile kitabın adında kendi okuduğum Türk polisiyesi kitaplarında görebildiğimi düşündüğüm ve bende bir şekilde bir empati duygusu oluşturan bir yerden sürdürüyor öykülerini. Bu öyküler okunmayı, dikkate alınmayı hak ediyor. İşte bu sebeple mutlaka öneriyorum kitabı.

En Son Yazılar