Davetiyede bildirildiğine göre serginin başlamasına yarım saat kalmıştı. Sık sık saatini kontrol eden Gürsan, ziyaretçileri karşılayıp gece boyunca servis yapacak gençlere son talimatları verirken; arkadaşımın gözü ise ihtiyarın gelmesi için ısrar ettiği Sam’deydi. Tepesinde tek tük saç kalmış olan adam daha ilk bakışta dikkatimi çekmişti. İtaatkâr bir yüzü, uzun ince burnu, çıkık bir çenesi ve beysbol topu biçiminde kafatası vardı. Her hareketi ve mimiği kendine özgüydü. Sanki küçüklüğünden itibaren uşak olmak için yetiştirilmişti. Sıradan hizmetçilerden sıyrılacak kadar ayrıksı görünmesine rağmen patronundan rol çalmaya niyeti olmadığını belirten bir mütevazılık da mevcuttu tavırlarında.
Bu gecenin en önemli rollerinden biri kendisine aitti. Mithat’la Hüseyin Gürsan’ın şekillendirdiği ve arada bir benim de nezaket icabı fikrimi sordukları plana göre, davetiyesi olmayan hiç kimse bu gece bahçeden içeri giremeyecekti. Gürsan gazetecilere engel olmak için davetiye zorunluluğunu iki yıl önce uygulamaya koymuştu ama kural ilk kez bu kadar katı biçimde uygulanacaktı. Misafirlerden araçlarını ve şoförlerini bahçe kapısının dışında bırakılması istenecekti. Sanırım, Deniz Gürsan’ın şoför kılığında içeri sızma yahut arabanın bagajına saklanarak içeri girme tehlikesi düşünülmüştü. İkili, hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyordu. İhtiyar saatine baktı. “Dokuza çeyrek var. Gelmeye başlarlar. Sam, sen görev yerine geç. Hava çok soğuk, üstüne kalın bir şeyler al istersen.”
“Böyle iyi efendim.” diyen adam, asma kilidin anahtarını patronundan alarak ayaklarını sürüdü. Donuk bakışları ile hareketsiz vücudu uyum içindeydi. Pencereden takip ettim hareketlerini. Şiddetini artıran kardan hiç etkilenmiyormuşçasına kayıtsız ve yavaş adımlarla yolu arşınladı ve bahçe kapısını ardına dek açtı. İçerideki gençler ise gümüş tepsilere alkol şişelerini dizmekle meşguldüler. İhtiyar ayna karşısında son kez baktı kendine. Sonra üçümüz de antrede misafirleri beklemeye başladık. Bir yandan da vakit geçsin diye laflıyorduk.
Beş dakika geçmemişti ki ilk konuk göründü. Önce kapı önünde Sam ile bir iki konuştular. Ardından kararlı adımlarla yanımıza doğru geldiler. Arabalarını karlı tepeyi aşamayacağını düşünerek aşağıda bırakmışlardı. İhtiyar misafirlerine viski ikram etti. Onların aksine, birkaç dakika sonra lüks cipleriyle tepeyi tırmanan Fransız çift kapı önünde Sam’le kısa bir münakaşa yaşadı. Hizmetçi, parmağıyla bulunduğumuz tarafı işaret etti. Israrlı tutum karşısında geri adım atan orta yaşlı çiftten erkek olanı araçtan inerek şoförüne talimat verdi. Karısını da koluna takarak bahçeyi geçtiler. “Ne oluyor Hüseyin Bey?” dedi kırklı yaşlardaki adam, kendisini karşılamak için hazırlanan ihtiyara. “Bu abartılı güvenlik önlemleri neden?” R harfini telaffuz edemeyişinden memleketini ele veriyordu. “Uşağınız arabamızı içeri sokmamıza izin vermediği gibi şoförün girmesine de müsaade etmedi. Daha önce de buraya gelmiştik ama ilk kez böyle bir muamele ile karşılaşıyoruz. Doğrusu bunu hiç yakıştıramadık sizin gibi misafirperver birine.”
Gürsan en nazik halini takınarak “Kusura bakmayın.” diye, reverans yaptı. “Bu talimatı ona ben verdim. Geceyi suiistimal edecek birine karşı basit bir önlem sadece. Lütfen bu hadisenin keyfinizi kaçırmasına izin vermeyin.” Burunlarına viski dayanan karı koca yatıştı. Fakat ihtiyarın mesaisi uzun sürecekti. Rüzgârdan yamulan şemsiyelerini tepelerinde zar zor tutarak içeri giren bir başka çift, benzer şikâyetleri dile getirip iş adamının aynı gerekçeli savunmasını dinlediler.
Feyruz adında İranlı iş adamı eve girip karşısında Mithat’la beni görünce elimizi sıktı. “Maşallah maşallah.” diye dudağını alayla büktü, bahçenin duvarlarına bakarak. “Ev değil kale. Lord Hüseyin hazretleri neredeler?” Kahkahası salonu inletti. Gürsan, esmer adamı karşılayınca da elini dostane bir tavırla omzuna attı. “Hüseyin senin kafadan çatlak olduğunu bilirdim de bu kadarına da pes. Hayırdır, savaş filan mı çıktı?” İhtiyar ona da alkol ikram etti.
Yarım saat içinde, gözümüzün önünden kıyafet geçidi yapıldı. Fraklı, smokinli adamlar… Vizon ve sable kürklere bürünmüş kadınlar… Boyunlarda çeşit çeşit kravat, papyon, fular… Başlarda melon, fötr ve silindir şapkalar… Vahşi hayvan derilerinden yapılma süslü çantalar… Ziynet eşyaları, mücevheratlar… Fakat her yeni gelen, bir öncekini andırıyordu. Sanki tüm bu aksesuarlar ayrışmaya değil daha çok benzeşmeye yaramıştı. Özellikle kadınların kıyafetleri o kadar tuhaftı ki içlerinde en sade giyineni gözüme en aykırısıymış gibi geldi. Mithat tüm bu süre boyunca kapıdan ayrılmayarak ev sahibi havasıyla ağırladı konukları. Doğal olarak gelişen bu durum, arkadaşımın uyum sağlama ve kendi pozisyonunu kabul ettirme konusundaki becerisi sayesinde kimse tarafından yadırganmadı.
Misafirlerin sayısı yirmiyi aşmıştı ama davetiyede belirtilen saatler arasında açık kalacak olan bahçe kapısından, beklediğim adam halen girmemişti. On beş dakika içinde gelmezse, hiç gelmeyecek demekti. İhtiyarı İranlı dostunun yanında yakalayınca bu meseleyi sormak istedim. “Avni Urel gelmedi.” dedim, onu bir köşeye çekerek. “Oysa bize muhakkak geleceğini söylemiştiniz.”
“Her sene en önce gelirdi, ben de anlamadım. Bu işte bir iş var ama.”
“Hâlâ anlamadınız mı? Peşinizdeki adam o. Başından beri de oydu zaten. Buraya gelmedi çünkü sahte elması almak için evine gidince oraya birilerinin girdiğini anladı. Bunun için de fazla zeki olmasına gerek yok. İçeri girmek için penceresini kırmıştık. Kendisine tuzak kurulduğunu anladı. Artık geleceğini de sanmam.” Ne zamandır bu ana hazırlık yaparken düşüncesizliğimiz yüzünden adamı suçüstü yakalama şansını kaçırmıştık. Bu yüzden hırsla ekledim. “Bakın, Mithat’la birlikte günlerdir var olmayan birinin peşine düştünüz, sesimi çıkarmadım. Fakat o elmas meselesi aklınızı başınıza getirmeliydi. Hırsız mı katil mi bilmiyorum ama karşımızda gerçek bir suçlu var artık. Tıpkı sizin gibi benim gibi Mithat gibi; yaşayan, nefes alıp veren, etrafta dolaşırken ayak izi bırakan biri… Beni de siz ikinizin aksinize böyleleri korkutur işte, anlıyor musunuz? Fakat artık boşuna. Onu bu gece yakalamamız hayal. Gelmeyecektir.”
İhtiyar ne diyeceğini bilemeyince, kurtarıcısı girdi devreye. “Cemay, Hüseyin Bey’i sıkıştırmayı bırak. Zaten bu elmas meselesi aklını allak bullak etti.”
“Peki ya sen? Seni de şaşırtmadı mı? Doğruyu söyle.”
“İlk başlarda evet. Fakat biraz düşündükten sonra gerçeği kavradım. Aradığımız adam Avni Urel değil. Bundan emin olabilirsin.”
“Bana kalırsa ikiyüzlü davranıyorsun. Daha önce ne kadar imkânsızmış gibi görünürse görünsün var olan delillere göre hareket etmemiz gerektiğini söyleyen sen, şimdi sahte elmas olayını geçiştiriyorsun. İşte sana imkânsız bir hadise. Urel’in kırmızı elmasının imitasyonu, o elmasın varlığı bilinmeden yapılmış olamaz. Avni Urel’in bunu yaptırdığına dün gece evine girip beraber şahit olduğumuza göre…”
“Hayır! Biz yalnızca Avni Urel’in evindeki masanın çekmecesinde, kırmızı bir imitasyon elmas gördük, o kadar. Yalnızca saf gerçeğe odaklan.”
“İşte sana saf gerçek!” dedim hiddetle. “Dün Avni Urel’in evinde Gürsan’ınkine tıpatıp benzeyen bir kırmızı elmas gördük. Tamam mı?”
“İşi pazarlığa dökmek istemiyorum ama tıpatıp değildi.”
“Çok benziyordu diyelim o zaman. Yine de tesadüf eseri olmadığı, bu imitasyonun yapılması için gerçek elmasın görülmesi gerektiği muhakkak, öyle değil mi?”
“Tabi.”
“Eee, o halde?”
“Gerçek elmas görüldü zaten. Fakat Urel tarafından değil.” Yüzünde dostane bir kızgınlık vardı. “Urel’in evinde gördüğümüz sahnenin önceden ayarlandığını düşün. Birisi o elmasın sahtesini yaptırıp, adamın evine koyarak Urel’den şüphelenmemizi sağlamış olamaz mı?”
“Kim? Avni Urel’i ziyaret edeceğimizi kim bilebilirdi ki?”
“Güzel bir noktaya parmak bastın. Kim? Hedef şaşırtarak dikkatlerin üzerinde toplanmasını engellemek isteyen ve ihtiyarın dedektif kiraladığını öğrenip bizim er ya da geç Urel’le konuşmak için evine gideceğimizi tahmin eden kimse. İhtiyarın şifreli kasasını tıpkı daha önce bahçesine ve evine girmesi gibi halen çözemediğimiz bir biçimde açıp gören kimse. Açık açık adını vermeme hacet var mı?”
“Yine mi Deniz Gürsan?” Dudağımdan isyankâr bir nida yükseldi.
“Bunları tartışmayalım şimdi. Onun yerine şu soruya cevap bulmaya ne dersin? Tuzağa düşmemizi nasıl sağladı? Yani Avni Urel’in evinde olmayacağını nereden biliyordu? Zira evde olsaydı plan yatardı. Fakat planının tutacağını adı gibi biliyordu. Nasıl?”
Birkaç saniye düşündüm. “Avni Urel’i öldürdü mü?”
Ellerini açtı. “Adamın evinin önünü ve içini gördük. Buna sen cevap ver.”
Tam uzaklaşmaya hazırlanıyordu ki önünü kestim. “Bir dakika. Daha dün, ‘Kasanın içinin hokus pokusla bile açıldığına inanırım ama açıldıktan sonra içinden hiçbir şey alınmayacağına inanmam.’ diyen, sen değil miydin?”
“Fakat ben onu bir hırsız için söylemiştim, katil için değil. Deniz Gürsan’ın o elmaslara ihtiyacı yok ki. Onları sadece hedef şaşırtmak için yem olarak kullanıyor.”
Verecek cevabım kalmamıştı. Bu yüzden kontrol edemediğim bir öfke sarmıştı her yanımı. Yüzümü ateş bastı. Hayır hayır, gardımı bu kadar çabuk indirmemeliydim. “Peki, ama nasıl? İster denizin dibinden çıkıp gelsin, ister evlere hayalet gibi süzülüp girsin fark etmez. O kırmızı elmasın imitasyonunu yaptırabilmek için kasanın içini görmek zorundaydı. Nasıl açtı o kasayı? Buna cevap veremezsen kaçak dövüşmüş sayılırsın.”
“Bak şu an bunları konuşmak için uygun zaman değil. Fakat bahsettiğin durumun seni de çıkmaza sürüklediğini unutma. Olay kasanın içini görmeye dayandığı müddetçe, iki ihtimal de aynı derecede güçlü ve zayıf. Zira kasanın içini Avni Urel de görmüş değil. Peki, sana göre o nasıl yaptı öyleyse? Sakın bana yine Gürsan’ın ağzından bu bilgiyi kaçırdığını iddia etme. Bunun doğru olmadığını sen de biliyorsun. Bir insan sahte bir elması yalnızca şifahen duyarak gerçeğine benzetemez. Boyunu, şeklini, kesimini, renk tonunu bilmeliydi.” Mimiklerimden zor durumda olduğumu anladı. “Görüyorsun ya boşuna tartışıyoruz. Kim olduğunu kafana takma. Biz tuzağımızı iyi kurarak adamın içine düşmesini sağlayalım yeter. Ondan sonra kim haklıymış kim değilmiş görürüz.”
Ayaklarım istemeye istemeye uzaklaştırdı beni onun yanından. Deniz Gürsan adındaki hayalet, belki intihar etmeden önceki halinden bile daha canlı kanlı biçimde dikiliyordu her seferinde karşıma. Yine de ikna olamıyordum. Bir kere adamın evinin önünü görmüştük. Kar üzerinde hiç iz olmadığı gibi eve girişin kapıdan başka yolu yoktu. Avni Urel’in en azından birkaç gündür evinde olmadığını varsayarsak -ihtiyar onu telefonla aramış ulaşamamıştı- demek ki katilini evine kendisinin alması gibi bir durum söz konusu olamazdı.
Yüz yirmi metrekare üzerine kurulmuş salonun güney ucuna gittim. Camekânların arasında yolunu kaybetmiş insanlar misali amaçsızca turladım. Gürsan elliyi bulur demişti ama ancak otuz kişi vardı. Muhtemelen hava muhalefeti yüzünden… Saat onu çeyrek geçiyordu. Girişe yöneldim. Dört kişilik misafir grubunun arasını yararak, büyük dikdörtgen pencereden bahçe yolunu seyre koyuldum. Sam, ağır mesuliyetin verdiği ciddiyetle bahçe kapısını kilitlemişti. Adamımız, eğer şimdiye kadar bir yolunu bulup içeri girmediyse, artık giremeyecekti. Bu yüzden bu basit hareketi geri döndürülemez hadiselerin bir başlangıç noktası addetmiştim.
Sam, cılız vücudunu taşıyan uzun bacakları ile paytak adımlar atıyordu. Görevinin ne denli önemli olduğunu, Gürsan’ın ve Mithat’ın bir saat önce heyecanlı heyecanlı konuşması sonrası kavramıştı. İkili, üst üste talimat vermişlerdi. Kapıdan giren herkesin önce davetiyesine bakacak, ardından sayacak ve isimlerini not edeceksin! Arkadaşım ihtiyarın emrine eklemede bulunmuştu. Bahçede yürüyen konukların doğruca eve girdiklerinden emin ol. Burası çok önemli. Eğer oyalanır, sağı solu inceler ya da evin arka tarafına doğru ilerlerse muhakkak göz hapsine al ve bize haber ver. Kulağına manasız gelmesini beklediğim bu tembihleri hiç de tuhaf karşılamamıştı kırklı yaşlardaki adam. Sıfır şaşırma emaresi ile başını sallamıştı. Geçmişte çok daha garip istekleri yerine getirmiş birinin tavırları vardı her zerresinde. Yutkunmasıyla buruşuk derisinin altında bir tümsek gibi duran âdemelması yukarı aşağı oynadı. Anladım efendim. Hepsini sayacak ve eve girdiklerine emin olacağım.
Çıkışta da aynı işlemi yap. Kapı önünde bekleyip evin kapısından çıkanların doğruca bahçeden geçerek dışarı çıktığına emin ol. Birisinin pis bir oyun oynamasından korkuyoruz. Bu kadarını söyleyebilmişlerdi Sam’a. Sanki hipnoz seansındaydık. İşin kötüsü, hizmetçinin baygın bakışları bu benzetmemi gerçeğe yakınlaştırıyordu. Adam da öyle bir teslimiyet vardı ki Gürsan’ın belindeki silahı eline tutuşturup ”Tüm konukları vur!” desek, yine tereddütsüz ”Peki efendim.” diyecekti.
Mithat bir kez daha ekleme gereği hissetmişti. Çıkışta misafirleri yeniden say ve sayı girişteki ile eşleşmezse hemen bize haber ver.
Eşleşmezse… Evet, ikisi de bu ihtimale puta taparcasına bağlanmışlardı. Bakışlarından, hal ve hareketlerinden bu olasılığın gerçekleşeceğini beklediklerini, karşılarındaki adamın zekice hamle olarak bunu tasarlamış olduğunu umduklarını görüyordum. İki aklı başında insanın bu vaziyeti beni üzüyordu. Bilmeleri gerekirdi ki bir insan kendisini daha zeki bir rakip yerine koyup onun hamlesini tahmin etmeye çalıştığında, çoğu kez çuvallardı. Zaten böyle bir şey mümkün olsaydı insanlar sadece kendilerini birinin yerine koyarak, o kimse olmayı başarırlardı. Şimdiye kadar rakibini iyi tahlil etmiş olduklarını gösteren en ufak bir ipucu bulamıyordum onlarda.
Sam, bu emirlerden sonra başını robotik tavırla aşağı yukarı sallamış yarı açık duran gözkapakları titreşmişti. Gürsan da şehrin anahtarını teslim eden devlet görevlisi edasıyla asma kilidin anahtarını uzatmıştı. Saat onu on beş geçe kapıyı kilitle ve anahtarı bana geri ver. İşte şimdi kutsal görevinin ilk kısmını yerine getiren adam, içeri giriyordu. Kaplumbağa hızıyla…
Gürsan ve Mithat sabırsızca kuytuya çektiler cılız adamı. “Kapıyı kilitledim efendim.” dedi, anahtarı sahibine geri vererek. Parmağıyla üçümüzü kapsayacak bir daire çizdi. “Sizi ve hizmetçileri saymazsak tam yirmi altı misafir geldi. On altı beyefendi ve birisi eşiniz Hande Hanım olmak üzere on hanımefendi. İçeri hiçbir araç ve şoför alınmadı. Ha, bu arada aracı içeri alınmayan bir beyefendi küfür ederek geri döndü. Davetiyesi bende kaldı.”
İhtiyar, kâğıdı Sam’in elinden aldı. “Şimdi emin olmak için odadakileri de say bakalım. Fakat belli etme.” Sam bir tepsiyi kamufle aracı olarak aldı ve aralarda dolaşmaya başladı. İşinde o kadar mahirdi ki gümüş tepsi elinde bir uzvu gibi duruyordu. Odanın karmaşık düzeni işini zorlaştırsa da az sonra yanımıza gelerek bilgi verdi. “Bir kişi eksik efendim. Yirmi beş misafir var odada.”
Sam’in insanın heyecanlanmasına olanak tanımayan ruhsuz konuşmasına rağmen, gözlerimiz dört açıldı. “Bir kişi eksik mi? Emin misin?” Mithat’la birbirimize baktık.
“Evet efendim. İki defa kontrol ettim. Eşiniz yok.”
“Ah!” diye inledi Hüseyin Gürsan. “En baştan söylesene be adam! Hande yukarıda, gelir şimdi.” Derin bir nefes aldı. Daha sonra misafirlerden ilk defa tanıştıklarını bize işaret etti. İki genç adamı kestirmişti gözüne. Birisi otuzlu yaşlarında görünüyordu, diğeri daha küçüktü. Adının Cenk olduğunu söyleyen uzun boylu genç, omuzlarına kadar uzanan saçlarını arkaya attı. Kadehini karşısındakinin suratına boşaltacakmışçasına ucundan tutuyordu. Bir müzayede şirketinden geldiğini söyledi gevşek bir ağızla. Türkçe konuşması ilgimizi çekti.
“Hangi Firma?” diye sordu ihtiyar.
“Diamond Hill”
“Hiç duymadım.” Kuşku dolu bakışlar… Cenk, kendini savunmak istercesine omuzlarını dikleştirdi. “Aslında davetli olan babam Celal’di. Kendisi rahatsızlandığı için gelemedi.”
“Celal mi? Bu isimde tanıdığım kimse yok benim.” İhtiyarın yumruk yaptığı sağ el açıldı. Kuşağı ile olan mesafesi kısaldı. Mithat ise gözlerini kırpmış garip sohbeti izliyordu.
“Babam Avni Urel’in tanışıdır. Zaten davetiyeyi de ondan aldı. Avni Bey, bir adet fazladan davetiyesi olduğunu söylemiş. Fakat kendisini göremedim burada. Gidip bir teşekkür edecektim.”
Gürsan’ın gergin vücudu boşaldı. “Avni Bey gelemedi. Davetiyeyi görebilir miyim?” Son yoklama… Cenk sitemkâr bir yüzle Sam’in işaretli bölgeden yırttığı yaldız şeritli küçük kâğıdı uzattı, şüpheci yaşlıya. Gürsan’ın yüzü asıldı. Çocuk doğru söylüyordu.
İkinci şüpheli, kocaman çerçeveli gözlüğü olan, çelimsiz bir çocuktu. Kısa bir süre de onunla konuştuk. Solgun benizli, sessiz sakin bir tipti. Şüphemizi çekecek bir şey yaşanmadı. Muhabbeti kısa kestik.
Hem, bütün bunlar ne anlama gelirdi ki zaten? Bir bakış, bir hareket, bir gülümseme… Neye bakıyorduk? Neyi arıyorduk? Görmemiz gereken neydi? Mithat’ın ”Harekete geçmediği müddetçe elimiz kolumuz bağlı. sözüne hak vermemek mümkün değildi. Diyelim ki aradığımız adam şu anda buradaydı. Aşırı bir hareket yapıp elini açık etmediği müddetçe bunu nasıl anlayabilirdik?
Bir ara Mithat ile ihtiyarı bir arada görünce bu kaygımı paylaştım. “Zaten yaşı tutan topu topu dört beş kişi var burada.” dedim, iki genci işaret ederek. “Şunlarla zaten konuştuk. Diğerlerinin de aradığımız kişi olduğunu hiç sanmıyorum. Açıkçası, Deniz’in şu an burada olmadığına eminim.”
Mithat gözlerini kıstı. “Belki ilerleyen saatlerde gelecek.”
İhtiyar itiraz etti. “Kapılar kapandı, nasıl gelsin?” Sonra arkadaşımın kuşkulu çehresiyle karşılaşınca ekledi. “Ha sahi! Kendi usulleriyle, değil mi?” İkiliyi arkamda bırakarak kalabalık arasına daldım. Ne kadar oyalandığımı hatırlamıyorum. Fakat geri döndüğümde Hande Gürsan nihayet salona teşrif etmişti. Kocasının koluna girmiş, aralarında hiçbir sıkıntı yokmuşçasına poz veriyordu. Omuzlarını açıkta bırakan ve ucu yerleri süpüren yeşil bir etek vardı üzerinde. Büyük halkalı küpeleri ve hilal şeklinde kolyesi dikkat çekiyordu. Hande Gürsan, aynı zamanda arkadaşımın da radarındaydı. Ara ara genç kadını kestiğini gördüm. Galiba erkeklerden birine attığı kaçamak bakışları yakalamak istiyordu. Fakat kendilerini aylarca şüpheli kocadan bile gizlemeyi başarmış âşıkların böyle bir yerde başıboşluk yapacaklarını nasıl umardı? Mithat’ın ancak herkesin tedbirsiz davranmasıyla başarıya kavuşma ihtimali olan planlarının ne denli zayıf bir temel üzerine kurulu olduğunu bundan daha iyi gösterebilecek bir örnek bilmiyordum.
Arkadaşım, yarım metrelik zincire bağlı, pirinçten yapılma ve altmış beş okka ağırlığında olduğu belirtilen bir yeniçeri gürzünün önünde oyalanıyordu. Yanına gelen misafirlerle sohbete başladı. Tebessümlerinin ve neşeli görüntüsünün ardındaki endişeyi fark edebiliyordum. Ona yalnızca dikkatle bakan biri, arada bir odayı tarayan gözbebeklerindeki o endişe dolu bakışları yakalayabilir; misafirlerle iletişim kurmaya çalışma çabalarının altındaki hiç de masumane olmayan sebebi kavrayabilirdi.
Gürsan’ın işyerinden arkadaşları da oradaydı. Hepsiyle tanıştık. Bodur sekreter, palyaçoları andıran makyajıyla yanımıza geldi ve kırıtarak Hüseyin Bey’in ne kadar zevk sahibi bir insan olduğundan bahsetti. Kıvırcık saçlı kadın Türk olmadığı halde ihtiyarın yanında çalışan nadir insanlardandı. Kendisine kimse yüz vermeyince bir köşeye geçip içkisini yudumlamaya başladı.
Hande Gürsan kocasının kolundan kurtulup, zoraki bir gülümsemeyle bakındı etrafına. Yanaklarındaki allığı biraz fazla kaçırmıştı. Fakat dudaklarının kırmızılığı beyaz teniyle hoş bir uyum sağlamıştı. Biri yoğun ışık diğeri de makyaj marifetiyle, olduklarından iri görünen pırlanta küpeleri ve gözleri büyüleyiciydi. Koleksiyon eserlerine attığı bakışlar, kocası ile gurur duyduğu şeyler konusunda farklılıklar olduğunu gösteriyordu. İmrenme değil iğrenme saklıydı yüzünde. Kim bilir belki de bu eşsiz parçalar ona dengesi bozuk bir kocayı hatırlatıyordu. Birkaç misafirle ev sahibesi olmanın getirdiği sıkıcı bir sorumluluk duygusuyla, üstün körü konuştu. İhtiyar, karısına gece ile ilgili hiçbir şey anlatmayacağımız konusunda anlaşmıştı bizimle. Zaten bu kalabalık ve telaş arasında Hande Gürsan’ı yalnız yakalama ihtimalimiz çok zayıftı. Hem öyle olsa bile, ona ne söyleyecektik ki?
Misafirlerin hepsini kıskaç altına almışçasına izledim. Her harekete her mimiğe dikkat ediyordum. Mithat, ”Yüzlere dikkat et Cemay.” demişti, bilge bir tavırla. Yüzler kendini ele verir.” Fakat ne kadar uğraştıysam da hiçbir mana çıkaramıyordum. Bana herkes tam da gerektiği davranışları sergiliyormuş gibi geliyordu. Ya ben çok beceriksizdim ya da okuduğum kişisel gelişim kitapları koca bir yalan üzerinde ittifak etmişti. Hizmetçiler ellerinde gümüş tepsilerle misafirlerin arasında dolaşıp hummalı bir seçim işleminden geçen şarap, viski ve şampanyaları ikram etmeye başladılar. Küçük bir kadehte sunulan Châteauneuf-du-Pape’dan tadarken ihtiyarın o milliyetçi tavırları geldi aklıma. Şimdi yanımda olsa ”Peh!” diye burun kıvırırdı kesin. ”Nerede Boğazkere nerede bu sidik!”
Bir süre sonra odadaki intizam bozulup herkes ayrı bir ekip oluşturdu. Gürsan, konuşmasını daha fazla geciktirmemesi gerektiğine hükmederek, kürsünün başına geçti. Kadehinin kenarına ince çatalla birkaç kez vurdu ama ortam öylesine gürültülüydü ki ses dalgalarının kendisine bile ulaştığından şüpheliydim. Bir de Türk usulü denemeye karar vererek alfabenin en az yedi harfini kapsayan bir boğaz temizleme efektiyle öksürdü. Nihayet ilgiyi üzerinde toplayınca koleksiyonu hakkında kısa bir nutuk çekti. Konuşmasının bazı noktaları öyle dramatikti ki binlerce yıl önce düşmanının kafasını vücudundan tek bir hamlede nasıl zahmetsizce ayıracağı düşüncesinden yola çıkarak üretilen pratik silahların peşinde harcanan bir ömre, neredeyse ağlayası gelecekti insanın.
Konuşma esnasında hizmetçilerden ikisi, bir metreden biraz daha uzun olan bir masayı arka tarafa yerleştirmiş, sağlı sollu iki spot ışığını yakarak tam orta kısmını aydınlatacak biçimde ayarlamışlardı. Buraya bir kutu konulmuş, kutunun arkasına ise ayna vazifesi gören cam arkalıklar yerleştirilmişti. Gürsan’a bir işaret çaktılar. İş adamı, konuşmanın sonuna geldiğini belirterek aşağı indi. Ağır ağır yürüdü. Kalabalık kendisini takip etti. İhtiyar, bir el çabukluğuyla cebinden çıkardığı küçük kadife kutuyu camekâna bıraktı. Parlak ışıklar altında herkes ağzı açık baktı kırmızı elmasa. Muzafferane bir ifadeyle konuşmaya başladı, elmasın sahibi. “Dostlarım, bu nadide parçanın bir emsaline daha rastlamak çok zordur.” Taşın çekiciliği, ihtiyarın işportacı havasına girmesinin üstünü örtmüştü. Çekik gözlü yaşlıca bir adam beğeniyle başını sallayarak arkadaşına bir şeyler fısıldadı. İki gençten kısa boylu olanı parmak uçlarında yükseldi. Bir kadın şuh kahkahasını yarıda kesip baktı. Hande Gürsan bile eski umursamazlığından sıyrılarak merakla döndü. İhtiyar taşın boyutunu, özelliklerini ve karatını açıkladıktan sonra sadece yalnızca meraklılarının aklında kalacak birkaç teknik detay verdi ve geri çekildi. Davetliler katafalkta yatan cesede bakar gibi baktılar bir süre. Kenarlara yerleştirilen aynalar sayesinde bulunduğum açıdan rahatlıkla görülebiliyordu kızıl taş. Maddi olarak elde etme imkânına hiçbir zaman kavuşamayacaklarını bildikleri değerli taşlara, fiziksel olarak en fazla bu kadar yakın olabileceklerinin bilincindeki konukları inceledim. Kısa boylu birkaç adam ayaklarını sürüye sürüye diğerlerinin öne geçti. Göz alıcı parlaklığın altında ışık oyunları yapan kristalin nefis görüntüsüne baktı. Pembe suratlı bir diğeri monoklünü gözüne yerleştirerek saygı ve beğeni karışımı bir ifadeyle süzdü. Kadınlar da ilgiliydiler. Tüfeklere, gürzlere, kılıçlara burun kıvıranlar şimdi küçük bir taşın etrafında kümelenmiş, hayranlıkla seyrediyorlardı. Dışarıdan bakıldığında ilginç bir manzaraya sahne oluyordu sergi salonu. Bir elmasın etrafında onlarca insan aynı noktaya odaklanmışken yalnızca üç çift göz, farklı yerlere bakıyordu. Bu üç kişinin tüm dikkati, misafirlerin üzerindeydi. Acaba o an bu an mıydı?
Herkesin heyecanı tahminimin üzerindeydi fakat yine de bunca koleksiyon sevdalısının, galeri ve müze sahibinin davetli olduğu bir gecede, renkli elmasın sergilenmesinin yarattığı böyle bir sahneye anormal denilebilir miydi? Gürsan bu elmasın arkadaşlarını heyecanlandıracağını ve onlara büyük sürpriz olacağını söylememiş miydi? O halde şimdi tam da beklendiği gibi davranmaları, neden kayda değer bir gelişme olsundu? Üstelik hırsızın ya da katilin, böyle bir anda hücuma geçmesi akıl alacak şey değildi. Buna cesaret edecek adama cesur değil düpedüz aptal denirdi.
Ciddiye aldığım tek aday olan Urel gelmemişti ve Deniz Gürsan ihtimaline en başından beri inanmıyordum. Yine de günlerdir hazırlığını yaptığımız o anın içinde olduğumuzun bilincinde olmak rahatsız ediciydi. Bu yüzden aklıma olağandışı sahneler hücum ediyordu. Bunlardan biri, birden elektriklerin kesileceği ve birkaç saniye sonra geri geldiğinde elmasın yerinde olmayacağı düşüncesiydi. Bir diğeri de sahte elmasın her nasılsa çoktan gerçeğinin yerini aldığı ve deminden beri baktığımız şeyin imitasyon olduğuydu. Tabi söylemem gereksiz, ikisi de gerçeği yansıtmıyordu.
On bir kırk beş…
İhtiyar, plan gereği elması camekândaki yerine hapsetti. Hizmetçilerden ikisi, kimseye fark ettirmeden bölgeyi göz hapsine aldılar. Bir boşalıp bir dolan kadehlerin etkisiyle seviyesi gittikçe düşen şakalar ve yüksek perdeden kahkahalarla inliyordu ortam. Arada bir kafamı kaldırıp saati kontrol ediyordum.
On bir elli sekiz…
Nedense içimde az önceki huzursuz his yeniden belirdi. Sanki tam on ikide ışıklar birkaç saniyeliğine kapatılıp açılacak ve Gürsan’ı yerde boylu boyunca yatıyor bulacaktık. Kalbinde, kendi koleksiyonundan alınmış eski bir hançer saplı olacaktı. Kan gölünün ortasındaki ihtiyarın can verişini tüm konuklar izlerken, odanın bir kenarında o ana kadar fark etmediğimiz siyah maskeli adam korkunç kahkahalar atarak onlarca kişinin gözleri önünde yok olacaktı. Abartılı senaryolarla kendimi telaşlandırmaktan bıkmıştım fakat bu tür sahneleri bir türlü kafamdan söküp atamıyordum.
Yılbaşına bir dakika kala herkes kadehini sanki daha önce şişeleri deviren onlar değilmiş gibi ilk hevesle tutuyordu. Konuşmalar sona ermiş, odanın tüm ışıkları söndürülmüştü. Duvarların köşelerinde içlerine yerleştirilen ampullerle can bulan vahşi hayvan kafaları, pencere kenarlarında süslerle donatılmış yapay ağaçlar ve şömine alevlerinden ibaretti, ışık kaynaklarımız. Kalabalıkta huzursuz kıpırdanmalar oldu. Şöminenin etrafına kümelenen misafirler, pencereleri döven iri kar tanelerinin sesini dinledi. Gece yarısına otuz saniye kala gözler duvardaki saate kaydı. Loş ışık altında saniye göstergeci tik tak sesleri arasında ağır ağır ilerliyordu.
“On, dokuz, sekiz, yedi…” Hep bir ağızdan geri sayıma başlandı. Her zamanki gibi zaman mefhumundan yoksun birileri birkaç saniye önden gittiğini fark ederek sustu ve kalabalığa uymak için ağırdan aldı.
“Altı, beş, dört…” Aklıma ihtiyara gelen mektuplarda belirtilen rakamlar geldi. Belirli bir noktaya doğru sürükleniyormuşuz gibi hissediyordum.
“Üç, iki, bir!” Patlama ve çığlık sesleri… Hizmetçiler, misafirlerin bağırtıları eşliğinde şampanyaları patlattı. Islık ve alkış tufanı yaşandı. Işıklar yanınca kadehler aynı anda dudaklara gitti. Herkes birbirini tebrik etti. Bu esnada ihtiyara baktım. Elmasın bulunduğu tarafa bakıyordu. Korkulan olmamıştı. Yerli yerinde duruyordu. Mithat’ın kulağına eğildim. “İhtiyar tehlikede olan şeyin canı olduğunu düşünmesine rağmen elmas konusunda çok endişeli. Garip bir durum değil mi?”
“Değil. Gürsan, oğlunun cinayeti işlemeden önce hırsızlık teşebbüsünde bulunabileceğini düşünüyor. Zira Deniz, bizim onun maskesini düşürdüğümüzü bilmiyor. Yani en azından öyle umuyoruz. Bu yüzden kendi planını uygulamaya devam edecek.”
İş adamı kendisini araya alan birkaç kişiyle eserleri satın almaları veya müzelerinde sergilemek için kiralamaları hususunda sohbet etti ve hepsini büyük bir zevkle reddetti. Geçirilen zamana göre yorum yapacak olursam en ilgi çekici bölüm silahlardı. Tüfeklerin ve kılıçların önünde uzun süre geçirilmişti. Gürsan bir saat önce hepsini kontrol etmiş olsa da ateşli silahların böyle ulu orta bırakılacak şekilde sergilenmesi taktiksel açıdan yanlıştı bana kalırsa. Sadece ateşli olanlar değil hiçbiri açık camekânlar içinde sergilenmemeliydi. Zira kılıç ya da hançerlerden birini kapan bir el, Gürsan’ın sonu demekti. Bu yüzden mi eserlere fazla yanaşmıyordu acaba? İhtiyarın sergiyi güvenli mesafeden takip etmesinin ve Mithat’ın gece boyunca ihtiyarın dibinden ayrılmamasının sebebi bu muydu?
Yeni saatin ilk dakikalarında manzaram hafifçe bulanıklaştı. Camekânlardan yayılan ışıklar gözümün önünde dans ediyordu. Alkolü fazla kaçırmıştım. Oysa sağlam reflekslere ve berrak bir zihne ihtiyacım vardı. Kadehimi bir daha almamak ümidiyle bir kenara bıraktım. Gürsan, birkaç arkadaşıyla beraber bahçeye çıktı. Bahçeyi dolaşarak muhabbet ettiler. Kim bilir ne anlattı onlara, bu devasa güvenlik önlemini mazur göstermek için?
Saat on ikiyi on geçe, ben de ikilinin planına göre sıradaki adımın ne olacağını düşünüyordum. Plana göre atılacak adım kalmamıştı galiba. Sıra katildeydi. Düşmanın hamle yapmasını beklemeye dayalı bir tuzak, önünde sonunda elde patlardı işte. O geceki planda dakikalar bile önem arz ettiğinden sürekli saatimi kontrol ediyordum. Bu yüzden zamanı tayin etme konusunda normalden çok daha dikkatliydim. Duvar saati on iki onu geçerken Hüseyin Gürsan’ı bir süredir göremediğimi fark ettim. Onu en son gördüğümde arkadaşlarıyla birlikte bahçeden eve girmişlerdi. Ve daha sonra dışarı çıkmadığına emindim. Zira sürekli kapıyı gözlüyordum.
Labirenti andıran salonda hızlıca tur attım. Ne elmasların önünde toplanan kalabalık arasında ne Mithat’ın yanında ne de herhangi bir yerdeydi. Karısı da yoktu ortalıkta. Belki de yine tartışmak için evin odalarından birine girmişlerdi. Sorunları neydi acaba? Bir şeyler ters gidiyordu. Muhtemelen beni hiç ilgilendirmeyen bir sebep yüzündendi ama yine de merakımı yenemiyordum. Kafamdaki fikri Mithat’a açmadım. Kabul etmeyecekti. Kendi başıma hareket etmem en doğrusuydu. Belki nezaketsizlikti ama mazur görülebilirdi.
İlk işim salonla evin odalarını birbirine bağlayan koridoru incelemek oldu. İç kısma yöneldim. T biçimindeki koridorun iki tarafı da boştu. Odalara girmeyecektim, yakalanırsam izahı zor bir durum olurdu. Önce tuvalet ve banyonun bulunduğu sağ kısma ilerledim, ardından geri dönerek sol tarafa… Birkaç metre sokulunca koridorla oda kapısı arasında L yapan bir dirseğin ucunda, duvara vuran hareketli gölgeyi fark ettim. Ev sahibine aitti. Çaprazlamasına yürüyerek görüş açımı artırdım. İhtiyarın şık kıyafetini ve vücudunun bir kısmını seçebiliyordum. Frakı kendisini boğuyormuşçasına boğazını sağa sola oynatıyor, bu sırada da el kol hareketleriyle karşısındakine bir şeyler anlatıyordu. Birkaç adım daha attım. Çirkin göbeği ortaya çıkmıştı. Yüzünün gevşek derisi yay gibi oynuyordu. Kafası öne doğru uzanmış, gözleri de ürkütücü biçimde aralanmıştı.
Kendimden hiç beklemediğim bir cesaretle iyice sokulmaya karar verdim. Sağ çaprazımdaki beton aramızdaki tek engeldi ve saklanmamı sağlayabilirdi. İki insan kolunun kavrayabileceği genişlikteki sütuna doğru adımımı attım ve sırtımı vererek kulak kabarttım. Mırıltı halinde kulağıma gelen sesler hiçbir anlamlı metne dönüşmüyordu. Daha da ilerlemeli, kolonun kenarına geçmeliydim. Fark edilme olasılığım artacaktı ama başka çarem yoktu. Buraya kadar gelmişken gerisin geri dönemezdim. Omzumu beton duvarına yapıştırarak yarım daire boyunca ilerledim. Sesler daha net duyuluyordu. Fakat bunun bedeli olarak vücudumun bir kısmı açığa çıkmıştı. Neyse ki karanlık işimi kolaylaştırıyordu. İhtiyar, tam görüş alanımdaydı. Duvarda asılı duran küçük lambalar sayesinde karşısındakinin görüntüsü, gölge halinde uzanıyordu. Bir kadının kıvrımlı hatları vuruyordu duvara.
“Dediklerimi harfiyen yapacaksın anladın mı?” diye, sıkı sıkı tembihliyordu yaşlı adam karısını. Kadın başını eğmekle yetinince devam etti. “Hiç kimseye söylemeyeceksin! Ne Mithat Bey’e ne Cemay Bey’e… Yoksa sana şimdi verdiğim sözleri unut.” Karşıdan yine ses yok. Fakat gölgesinden anladığım kadarıyla bir baş sallama geldi. İş adamı istediğini almış olmanın rahatlığıyla az önceki sertliği bir tarafa bıraktı. “Unutma, saat tam birde. Tamam mı?”
Çehresinde sinsi bir ifade bulunan ihtiyardan duyduğum son cümle bu oldu. İkili bir anda gizlendikleri köşeden fırlayıp misafirlerin arasına karışmak için harekete geçince, hemen geometrik açıdan görülme riskimi azaltacak hamlemi yaptım. Dairenin etrafında dönüyorduk. Onların bir adımına karşılık benim bir adımım… İkiliyi sağıma almış kendim ise az önceki konumuma zıt bir yer işgal etmiştim. Koridora daldılar. Bir süre orada öylece kaldım. Ritmi bozulan kalp atışlarım kulağıma kadar geliyordu. İçim içimi yemeye başladı. İhtiyarın söyledikleri ne manaya geliyordu? Kadının bize söylememesi gereken şey neydi? Saat birde ne olacaktı?
Acaba bu sahneyi Mithat’a anlatmalı mıydım? Başka zaman olsa hiç vakit kaybetmezdim fakat şimdi: Hayır! Nasıl ki o benden bazı bilgileri gizleme yetkisini kendisinde görüyorsa benim de ondan bu bilgiyi saklama hakkım vardı. Zaten duruma bakılırsa Gürsan da her ikimizden bir şey saklıyordu. Bizimkisi de ne ittifaktı ama!
Karı kocanın ardından kalabalığın arasına karıştım. Az önce duyduğum cümleleri kafamda bir yere oturtmaya çalışıyordum ama boşuna. Mithat’la yeniden karşılaştığımda, hâlâ benliğimle mücadele ediyordum. Doğruyu söyleme içgüdümü bastırarak, bunun şimdilik bir sır olarak bende kalmasına hükmettim. Üstelik anlattığımda benden farklı olarak hangi sonuca ulaşabilirdi ki?
“Eee, Hüseyin Bey’i gördün mü Cemay?” dedi, martiniden bir yudum alarak.
“Evet, karısıyla bir şeyler konuşuyorlardı. Koridordan çıkarlarken gördüm.”
“Konuşuyorlar mıydı tartışıyorlar mıydı?”
“Bilmem. Ben gördüğümde gayet normaldi halleri.” Konuyu değiştirdim. “Mithat… Saat gece yarısını geçti. Bu gece hakikaten bir şeyler olacağına inanıyor musun?”
“Hah şöyle sadede gel!” Yüzünde alaycı kıvrımlar belirdi. “Şimdiye dek yaptıklarıyla bize ne kadar çılgın olduğunu kanıtladı bence. Tabi sen hâlâ inanmıyorsun.”
“Öyle. Avni Urel tek makul adayımdı ama o da gelmedi. Zaten geleceğini de sanmıyorum. Adamın evine öyle bodoslama girmemeliydik. Neyse! Madem bir kere bulaştık bu işe, ihtiyarın planına uymaktan başka çaremiz yok.”
“Yoo. Hâlâ vaz geçebilirsin. Ben Gürsan’a söylerim.”
Bakışlarındaki küçümsemeyi yakaladım. “Korktuğumu mu sanıyorsun? Hah! Onu kast etmedim. Bence boşuna yorulacağız, hepsi bu. Tabi biraz da üşüyeceğiz. Kara baksana. Hiç durmuyor.”
“Öyle. Ama beni kardan çok sis düşündürüyor. Tepeyi tamamen sarmış durumda. Görüş açımız çok düşecek.” Bu sırada misafirlerden biri yanımızda bitti. “Hüseyin Bey nerede?” dedi, el kol hareketleriyle. “Kapanış konuşması yapmayacak mı?”
“Davetiyede belirtilen saatte konuşacak.” dedim, kırçıl saçlı adamı alelacele göndermek için. Oflayıp puflayarak geldiğini yöne döndü. “İhtiyar yine yok piyasada. Adam karabatak gibi. Neyse, şu misafirler gitse de biz de işimize baksak.”
Mithat elindeki saati kontrol etti. “Çeyrek geçiyor.” Aniden kulaklarımda ihtiyarın sesi yankılandı. Unutma saat birde… Kırk beş dakika kalmıştı. Ama neye?
Tam o anda evin kapısı gürültüyle açıldı. Herkes birden aynı yöne döndü. Kapı önünde üzerindeki karları silkeleyen adam, misafirlerin acayip bakışlarına muhatap olunca, “Üzgünüm beyler!” dedi, soğuktan kıpkırmızı olmuş suratla. “Bahçede ufak bir işim vardı da.” Omzundaki beyazlıkları fiskeledi. Ayak tabanlarını zeminde şaklattı. Yanından geçen adamın avuç içinde taşıdığı tepsiden eline geçirdiği ilk kadehi kaptı.
“Durun Hüseyin Bey!” diye bağırdı Mithat, ihtiyarın şaşkın bakışları arasında. Kadehi elinden aldı. “Bugün çok fazla içmemelisiniz. Hem konuşma saatiniz geldi. Misafirleriniz de sizi bekliyor.” Gözleri şaşkınlıkla açılan adam arkadaşımı süzdü. Sonra, “Tabi, haklısınız.” diyerek, kürsüye doğru yol aldı.
Mithat kadehi şöyle bir salladıktan sonra dalgalanan sıvıya burnunu dayadı. Dudağını büzerek tepsiye bıraktı.
“Bütün gece bu yüzden mi ihtiyarın yanından ayrılmıyorsun?”
“Kendimi katilin yerine koyuyorum Cemay. Kalabalık, kurbanı zehirlemek için en iyi fırsattır. Benim işim de bu işte. Her ihtimali düşünmek. Bu gece ihtiyarın içtiği tüm içkiler için yeni şişe açtırdım.”
Hüseyin Gürsan gecenin sona erdiğini belirten konuşmasını tamamladı. Büyük bir alkış aldıktan sonra herkese teşekkür etti. Yanımıza geldiğinde, canının söz konusu olduğu böyle bir gecede bile programı hakkıyla yerine getirmiş olmanın gururu vardı yüzünde. “Sam, kapı önüne çık.” dedi, anahtarı vererek. “Biz misafirleri kapı önüne kadar uğurlayacağız. Sen de dikkatli ol.” Hizmetçi kendini dışarı attı. Mithat pencereden izliyordu ruhsuz adamı. İhtiyar konuklarıyla tek tek el sıkışıp, ev kapısının önüne kadar yolcularken arkadaşımın gözü bahçe yolundaydı. Ta ki son konuk da evin sınırlarını terk eden kadar… Ardından iş adamına döndü. “Kısa süreli kayboluşunuzun sırrını öğrenebilir miyiz?”
“Hiç sormayın Mithat Bey, Hande sıkıldığını, eve gitmek istediğini söyledi. Ne kadar uğraştımsa da vazgeçiremedim. Anahtar bende olduğu için bahçe kapısına kadar mecburen ben uğurlamak zorunda kaldım.”
“Sizi dışarı çıkarken görmedim, oysa sürekli izliyordum.” Arkadaşımın yüzünde kuşkudan çok merak vardı.
“O da başka bir mesele. ‘Bekle on dakika daha.’ dedim, dinletemedim. Misafirlerimle vedalaşmak istemedi hanımfendi. Vakit kaybıymış. Aramızda tartışma çıktı. Sonunda yatak odasının penceresinden çıktık mecbur. Ah şu kadınlar!”
“Böyle aniden gitmek istemesinin bir sebebi var mı?”
“Yok canım, ne olabilir? Gece boyunca huzursuzdu. Çok soğuk davranıyordu bana karşı. İmalı imalı konuştu. Niye bilmem. Yoksa siz ona bir şey mi anlattınız?”
İhtiyarın on ikiden vuran sorusu karşısında Mithat’ın bakışları değişti. “Hayır, ne anlatabiliriz? Yalnızca geçmişi ile ilgili birkaç soru sorduk. Belki de bu yüzden bize bozuldu. Gece boyunca bize de pek yanaşmadı. Oysa ilk tanıştığımızda gayet sıcak davranmıştı.”
“Dengesizdir biraz. Neyse, bırakalım Hande’yi de kendi işimize bakalım.” Açık bırakılan kapıdan giren soğuk hava dalgası odada birkaç tur attı. Rüzgârın uğultusu doldu kulaklarımıza. “Tüm misafirler gitti nihayet. Hadi Sam’in yanına gidelim. Bakalım sayıda bir sıkıntı var mı?”
“Pencereden seyrettim, herkes doğruca dışarı çıktı. Ama yine de gidelim.”
Bahçe yolunda insanın suratına suratına tüküren kar, orta şiddette seyrediyordu. Mumyaları andıran hareketsizliğiyle bekleyen hizmetçi, yanına varınca ancak bir uyurgezerde normal karşılanacak sakinlikte konuştu. “Hizmetçileri saymazsak, yirmi beş kişi çıktı kapıdan efendim. On altı beyefendi ve dokuz hanımefendi. Bir eksik var. Eşiniz Hande Hanım dışarı çıkmadılar.”
“Onu sana anahtarı vermeden önce ben yolcu ettim, sıkıntı yok.” Kurbağa gözlü adam anahtarı sahibine teslim ettikten sonra reverans yaparak birkaç adım geri çekildi. Gürsan ona şişkin bir zarf uzattı. “Teşekkürler efendim.” dedi Sam, o değişmez, mutlak yüz ifadesiyle. İhtiyar, kapıyı ardından kilitleyerek iki arkadaşa baktı. “Yine kaldık mı baş başa? Eve girmeden önce ne olur ne olmaz, bahçeyi bir de biz kontrol edelim.”
“Ben de size bunu teklif edecektim.” dedi Mithat, piposunu dişleyerek. Önüne kara bulutların set çektiği ayın yetersiz ışığını fenerimizle destekledik. Ağaçların dallarından, köşelerde tepelenmiş kar yığınlarına kadar didik didik ettik bahçeyi. İşimiz bittiğinde, “Temiz, artık gönül rahatlığıyla eve girebiliriz.” diyen Gürsan’ın yüzünde memnuniyet ve endişe karışımı çelişik duygular vardı. Bir yandan katilin saklanamamış olmasına sevinirken öte yandan onun hiç gelmeme ihtimalini düşünüyor olmalıydı.
Salonda sönmeye yüz tutmuş şömine alevini canlandırdık. Yaşlı adam maşayla ateşi harlarken kendi kendine gülüyordu. “Mithat Bey bizim şu siyah maskeli sandığımız gibi cesur çıkmadı ha, ne dersiniz? Oysa ben onun sözüne sadık kalacağını sanıyordum.”
Mithat ilham almak istercesine şömine tuğlalarına baktı. “Bilmem. Belki de en cesur hamlesini yapmıştır. Hem unutmayın, gece daha bitmedi.” Şöminenin üst kısmındaki rafa dizili fotoğraf karelerini izledi boş gözlerle. Tozunu almak istercesine şömine kenarında boylu boyunca gezdirdi parmağını. Rafların arasındaki çıkıntıları eliyle yokladı. Tuğlaların sağlamlıklarını test ediyordu sanki.
“Şömineden aşağı inemez.” dedi ihtiyar, arkadaşımın tamirci gibi dolaştığını görünce. “İç kısımda demir koruma var. Geçen yıl taktırmıştım. Birinin damdan aşağı şömine yoluyla inmesi mümkün değil. Hem en cesur hamlesini yapmıştır derken neyi kast ediyorsunuz Allah aşkına?”
“Belki de az önce buradaydı. Misafir olarak geldi ve yine misafir olarak çıktı.”
“Amaç?”
“Keşif amaçlı ziyaret… Planına göre evi içeriden görmesi gerekiyordu belki. Ne de olsa -yatak odasını saymazsak- evin içyapısı hakkında pek bilgi sahibi olduğu söylenemez.”
Dudağımı büktüm. “İçeri girmişken tekrar dışarı çıkmak… Bana pek makul gelmiyor.”
“Misafirlerin tek tek sayıldığını fark etmişse, gayet makul. Dışarı çıkmaktan başka şansı yoktu.”
“O zaman ona tuzak kurduğumuzun farkında.” diye belirttim görüşümü. “Hiç gelmeyecek demektir.”
“Ya da tuzağa rağmen gelecek.” diye yanıtladı Mithat. Fakat ben bir yana, müttefikini bile ikna edememişti. “Ben de Cemay Bey gibi düşünüyorum Mithat Bey. Buraya misafir olarak geldiğini sanmıyorum. Hem burada yalnızca birkaç kişi vardı o tarife uyabilecek ki onlar da kendilerini temize çıkardılar.”
“Zaten ben onu davetliler arasında aramamamız gerektiğini başından beri söylüyorum.” dedim, yarım ağız. “Size en başından beri dedim. Benim tahminimce…”
“Sevgili Nostradamus!” diye sözümü kesti arkadaşım, alaycı saldırganlığına bürünerek. “Sen hemen her konuda tahminlerde bulunup bunlardan birinde isabet kaydedince bütün gün etrafta kasılmasına rağmen, geriye kalan onlarcasında yanıldığı kendisine hatırlatılınca oralı olmayan tiplere benziyorsun! Bu kadar sık tahminde bulunursan birkaç tanesini tutturman değil, hiçbirini tutturamaman daha büyük bir başarı olur. Buna doğru ata oynamak bile denmez. Sen basbayağı yarış bittikten sonra kazanan atı seçiyorsun! Üstelik tahminlerin mantıksal sebeplere de dayanmıyor. Adamın misafirlerin arasına karışması gayet de ihtimal dâhilinde ve diğer yaptıklarına nazaran çok daha az riskli.”
“Avni’nin gelmemiş olmasına ne diyorsunuz?” diyerek, tartışmayı daha başlama aşamasında böldü ihtiyar. “Şu sahte elmas meselesi giderek midemi bulandırıyor.”
“Hüseyin Bey, Mithat’ın fikrine göre Avni Urel bundan sonra hiçbir zaman davetlerinize gelemeyecek. Çünkü çoktan öldürüldü. Sizin şu Deniz Gürsan tarafından.”
“Sahi mi? Buna dair deliliniz var mı Mithat Bey?”
Arkadaşım topa girmeyince ben devam ettim. “Evini incelediğimizde Urel’in birkaç gündür evde olmadığına dair kanıtlar bulduk. Bir de tabi şu kırmızı elmas… Onun sahtesini yapabilmesi imkânsızdı. Dolayısıyla siyah maskelinin kasanızdaki elması gördüğünü ve Urel’i öldürerek sahtesini çekmecesine koyduğunu söylüyor Mithat.”
“Fakat kasamdaki elması gördüğünü varsayalım, yine de neden Avni’yi hedef alsın?”
“Onun evini er geç arayacağımızı biliyormuş. Arkadaşınızın da koleksiyon merakı var ya böylelikle şüpheleri üzerinden atarak bizi yanlış yönlendirmiş. Öyle diyor Mithat.”
“Yalnızca bir düşünce.” dedi arkadaşım, başı önde. İhtiyarın alnındaki çizgiler derinleşti. “Yani Deniz’in sizi tuttuğumdan haberi vardı ha? Ne diyeyim, umarım haksızsınızdır. Zira ben Avni’yi her şeye rağmen severim. Onun ölmesi beni çok üzer.” Mendilini yüzünde gezdirdi. “Neyse, boş verelim bunları. Biz şimdi sahneyi hazırlamaya bakalım.” Üzüntüsü birkaç saniye sürmüştü. Onun nasıl biri olduğunu bilen biri olarak, eh, arkadaşını sevdiğini anlamama yetti bu süre. Gözüm elmasın sergilendiği camekâna kaydı. Küçük kadife kutu yarı açık vaziyette duruyordu. “Elmas orada mı duracak Hüseyin Bey?”
“Bırakalım dursun.” dedi ihtiyar, bakışlarımı takip ederek. “Belki Mithat Bey’in dediği gibi az önce misafir olarak gelmiştir. Yerini biliyor olması daha iyi.”
Saatin akrebi bire doğru yola çıkmış, yelkovan ise dokuz ile on sayıları arasında gezintiye başlamıştı. İlk işimiz masayı daha önce kararlaştırdığımız yer olan evin giriş kapısının sağ tarafındaki demir korumalı pencerenin önüne taşımak oldu. Plana göre Gürsan gece boyunca burada oturacaktı. Sandalyeyi sürükleyerek masanın dibine yasladık. İhtiyar oturdu ve görüş açısını kontrol etti. “Fevkalade!” dedi, aralıklarla yerleştirilmiş iki lamba sayesinde loş da olsa aydınlatılmış bahçeye bakarak. Çekmecesinden yeşil askeri dürbününü çıkarıp kordonunu boynuna geçirdi. Mercekleri gözüne ayarladı. “Harika. Kapıyı ve bahçe yolunu net biçimde görebiliyorum. Şu içerinin ışıklarını da söndürdük mü tamamdır.”
Önce çam ağaçlarının süslerine takılı sarmal topları daha sonra hayvan kafalarının içlerindeki lambaları söndürdük. Odanın ışığını da kapatınca geriye bir tek şöminenin alevleri kalmıştı. “Bahçeden kontrol edin bakalım.” dedi ihtiyar, dudağını yalayarak. Planları ihtiyarın, tıpkı polis sorgu odasındaki gibi dışarıyı rahatça görebilmesine karşın dışarıdan fark edilmemesi prensibine dayalıydı. Bu önlem, adam bir şekilde bizi atlatıp da içeri girerse diye alınmıştı.
Dışarı çıktık. Kar misafirlerin ayak izlerini hızla kapatıyordu. Bahçe yolunu yarılayınca arkamızı döndük. Tıpkı tahmin ettiğimiz gibi alevler cama yansımıyor, içeride birinin olduğuna dair hiçbir işaret bulunmuyordu. Müjdeli haberi verdik içeri girince. İhtiyar, “Güzel!” dedi, dürbününü göğsüne yaslayarak. “Her şey kusursuz ilerliyor.” Tekrar yaktık ışığı. Masanın üzerinde üç telsiz, bir de silah vardı. Silahın namlusuna siyah bir aparat takılıydı. Yaşlı adam kilitlenen bakışlarımla karşılaşınca hızlıca masanın çekmecesine tıkıştırdı bunu. “Buyurun, telsizlerinizi alın.” dedi, karanlıklar içinden gelen boğuk sesiyle. “Adamın geldiğini görürseniz sakın müdahale etmeyin, yalnızca anons geçin, yeter. Bakalım içeri girerken hangi usulü kullanıyormuş, öğrenelim.”
Mithat aletin düğmesine bastı. Sesi biraz parazitli çıkıyordu. “Uzak mesafeden deneyelim.” dedi, hızla yatak odası tarafına ilerleyerek. “Cemay, sen de bahçeye çık. Bakalım sesimiz net duyulacak mı?” Koridordan geçerek gözden kayboldu.
İhtiyar, Mithat’ın koridorun sonundan köşeyi döndüğünü görünce sanki bu anı bekliyormuş gibi kısık bir sesle “Cemay Bey bakar mısınız?” dedi. “Size bir şey söylemek istiyorum. Yaklaşın lütfen.” Kıvrılan başparmağı iyice eğilmemi rica ediyordu. Kulağımı yaklaştırdım. Dudaklarından fısıltıyla, “Size güveniyorum.” sözcükleri çıktı. Tuhaf tuhaf baktım yüzüne. Hantal vücudunu yana doğru eğerek cebinden bir anahtar çıkardı. “Bahçe kapısının. Bunu siz alın. Bu görevi size vermek istiyorum. Aman ne olur kapıyı kilitlemeyi unutmayın. Hayatım sizin ellerinizde.” Kollarını masaya dayayarak kafasını kaldırdı ve baştan aşağı süzdü beni. Gözünü mü kırptı yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Fakat gergin ve etli çenesi seğiriyordu. Arkasında yükselen şömine alevlerinin gölgesi, yüzünde beliren sinsi bakışlarla birleşince şeytani bir hava katıyordu ihtiyara. Uçlara doğru sivrilen kaşlarını, şişkin göz kapaklarının altında parıldayan gözbebeklerini, yağlı yüzünü ve burnunun kenarlarından taşan tombul yanaklarını unutamıyorum.
“Cemay dışarıda mısın?” diye bir ses duyulunca telsizden, irkildim.
“Hayır, çıkıyorum şimdi.” İhtiyara bir baş selamı verdim. Aynı şekilde karşılık verdi. Bir avucumda anahtar diğerinde telsiz, dışarı çıktım. İnsani hislerden yoksun bir robot gibi sürüklüyordu ayaklarım beni. Rüzgâr boğuk ve uğultulu bir sesle yerden topladığı karları yüzüme savurdu. Ayağımın altında beyaz zerrecikler havalandı. Bahçe kapısı önüne gelince arkamı dönerek tüm görkemi ile önümde duran eski zaman şatolarını andıran yapıya baktım. Alçalan sis yüzünden kaidesinin üzerinde dikilen sivri kuleler bitimsiz bir yapı gibi yükseliyordu. Küçük n harfi biçimindeki taş kemerli kapının sağındaki ve solundaki pencereler, insana sinsice izleyen gözleri andırıyordu. Zaten ihtiyarın dürbünüyle pencerenin ardında durduğunu düşününce… Öyleydiler de. Belki de huzursuzluğumun asıl sebebi buydu.
“Engelleri hesaba katacak olursak sinyal mesafesi düşecektir.” dedi, telsizden konuşan sesin sahibi. “Fakat bahçe önüne kadar net duyulsun yeter. Nasılsa daha ileri gidecek değiliz.”
Bu kez ben bastım aletin düğmesine. “Kapı önündeyim Mithat, sesimi net alabiliyor musun?”
“Biraz cızırtılı.” diye cevap geldi, vericiden. “Uğultu ve rüzgâr sesi de cabası. Ama iletişim kuramayacak kadar kötü değil. Ya siz Hüseyin Bey?”
İş adamı önce kısa bir öksürükle cevap verdi. Sonra “Eh!” dedi. “Hafif bir parazit var ama yine de anlaşılıyor. İş görür.”
“Seni bekliyorum Mithat.”
“Geliyorum.”
Etrafıma bakındım. Yoğun sis nedeniyle buhar dolu kocaman bir kazan içinde hissediyordum kendimi. Ufuktaki manzaram, beyaz kalın örtüden ibaretti. Tepemdeki ay ışığı ve bahçedeki lambalar yolumu bir parça aydınlatmaya yetiyordu. Evin dört bir yanını çepeçevre saran duvara baktım. Nedense o an katilin top halini almış kar kümelerinden birine tünediğini ve ihtiyara saldırmak için dışarı çıkacağımız anı beklediğini hissettim. Kuruntu… Bahçeyi baştan ayağa aramıştık. Saklanacak hiçbir yer yoktu.
Biraz sonra arkadaşım göründü eşikte. Soğuktan beyaza çalan çehresi sıkıntı ve heyecanın karışımı içindeydi. Kapı ağzında iken ihtiyarın bulunduğu pencereden tarafa eğildi ve başını salladı. Sağ elindeki siyah telsizi sıkı sıkı tutuyordu. Evin kapısını üstüne çekerek ağır ağır yürüdü. “Hüseyin Bey anahtarı sana vermiş Cemay.” dedi, ağzından çıkan buharlar eşliğinde. “Hadi aç kapıyı.” Montuma sarıldım. Anahtarı kilide uydurdum. Mithat bir iki adım attı. Yüzünde merak ve endişe vardı. “İhtiyar kapı ağzındayken çok güvendiği için anahtarı sana verdiğini söyledi. Ben bir şey anlamadım bu sözlerden. Neyi kast etti?”
“Bilmem, sen yatak odasına geçince yanına çağırdı beni. Sonra da anahtarı vererek ‘Hayatım ellerinde, sana güveniyorum.’ filan dedi.”
Arkadaşım kuşkuyla baktı. “Allah Allah! Onun sana kanının kaynamadığını sanıyordum.”
“Ben de. Belki de bu yüzden böyle söylemiştir. Yani canını teslim ettiği iki kişiden biriyim ne de olsa. Aramızdaki soğukluğun sona ermesi onun lehine. Küçük bir ihmalkârlık ya da kasıt hayatına mâl olur. Bu yüzden gönlümü kazanmak istedi. Kolay değil, bu buz gibi havada onun için saatlerce nöbet tutacağım.”
“Hiç böyle düşünmemiştim.”
“Normaldir. İnsanî duygular söz konusu olunca biraz anlayıştan yoksunsun.”
“Teşekkürler.”
“Hemen gücenme. Hayat yalnızca katil ve maktullerden ibaret değildir Mithat. Normal insanların da psikolojisi vardır ve önemsenmeye değerdir. Bak, ihtiyar bu basit hamlesiyle beni kazandı mesela. Bana güvendi ve ben de onun güvenini boşa çıkarmamaya çalışacağım.” Kapıyı kilitleyerek anahtarı cebime attım. “Kaç dakikada bir değişeceğiz nöbet yerlerimizi?”
“Bilmem, duruma göre haberleşiriz. Sen arka cepheye geç, kararlaştırdığımız gibi. Ben de önde durayım. Daha sonra bakarız.” Fenerimi yakarak nöbet yerime ilerledim. “Tetikte olalım.” diye seslendi arkamdan. “Şüpheli bir şey olursa telsizle haberleşelim.”
Başımı salladım. Evin arka cephesiyle kenarının kesiştiği noktaya yakın bir yerde durdum. Burada bulunan ağaç, gizlenmeme yardım edecekti. Binanın cephe tarafları kırk, kısa kenarlar ise on beş metre uzunluğundaydı. Plan gereği, evin ön ve arka cepheleri haricinde kısa kenarları da görecek biçimde yer tutmamız ve kör nokta bırakmamamız gerekiyordu. En ufak delik bırakmayacaktık müstakbel katilimize.
Eldivenimi bileklerime geçirdim. Botlarımın bağcıklarını sıktım. Sağa sola sallanan başıboş ipler bile sinirimi bozmaya yeterdi. Montumun kuşağını gerdim ve yüzüme vuran rüzgârdan korunmak için yakalarımı kaldırdım. Evin bu tarafındaki karlı zemin hiç ayak basılmadığı için diğer kısma oranla biraz daha yüksekti. Birkaç metre aşağımda, yolla villanın sınırlarını ayıran yarım metre yüksekliğinde taştan duvar diziliydi. Aramızda yüz metreden fazla mesafe olan otoyoldan, tek bir araç bile geçmiyordu. Bu yüzden etraf çok sessizdi. Görüş alanım içinde, arada bir rüzgârın etkisiyle savrularak karlı yükünü boşaltan ağaç dalları hariç, hiçbir hareketlilik yoktu.
Arkamı verdiğim duvarın tepelerindeki jiletli tellerden sarkan uzun saçaklar, vahşi hayvan dişlerini andırıyordu. Ay ışığının üzerine vurmasıyla mat bir renge dönüşmüştü. Bir kez daha aramızda yedi sekiz metreden fazla mesafe olmayan bu dev engelin aşılmasının imkânsızlığını düşündüm. Kara bulutları yararak kendini bir gösterip bir kaçan ay, şeffaf bir perdenin ardından ışığını yeryüzüne ulaştırıyordu. Neyse ki gözüm karanlığa biraz olsun alışmıştı. Fakat insan bir kere soğukkanlılığını yitirmeye görsün. Olup olmadık düşünceler beynini esir alır. Şimdi de tepemde kümelenmiş bulutlar, aralarında anlaşmış gibi bir bakışta kolaylıkla gerçek dışı varlıklara benzetilebilecek garip biçimlere bürünüyordu. Gerginliğimi atmak için bir sigara yakmak istedimse de Mithat’ın kızaran ucunun karanlıkta çok uzaklardan görünebileceği uyarısını hatırlayarak vaz geçtim. ”Fenerini de yakma.” demişti arkadaşım. ”Sadece olağanüstü bir durum olursa kısa süreliğine açarsın.” Montumun içinde iyice büzüşmüş, puslu havada ürkek ürkek sağa sola bakınırken, korkumu yenmemi sağlayacak tüm çarelerin eve girmesini umduğumuz adamın lehine bir durum yaşanmasın diye tükenmiş olduğunu hissediyordum. Bulunduğumuz yerin rakımı yüksek olduğundan sis bulutu baş hizama kadar alçalmıştı. Bu yüzden tepemizdeki sayısız parlak noktalar, kendini göstermekte zorluk çekiyordu. Yürümeye kalktığımda ayağımın altındaki kart kurt sesler huzurumu kaçırdı. Fakat yerimde durdukça da üşüyordum. Mithat, ”Çok fazla hareket etme.” demişti. ”Fark edilirsek planımız yatar.” Arkadaşım ne kadar çok konuşmuştu!
Uzaklardan, çıkardığı seslerden ne olduğunu hayatım boyunca tahmin edemediğim hayvanlara ait gürültüler geliyordu. Bazen bir yabani kuşun sessizliği yırtan ince bağırtısı duyuluyordu, kimi zaman da vahşi bir hayvanın uluması… Bunu hırlama şeklinde başlayıp yaşlı bir kadının hasta yatağında inlemesine benzer ince seslere dönüşen çakal gürültüleri takip ediyordu. Ve arada bir, birinin kıkırdamasına benzeyen şu sinir bozucu sesler… Sahi bunlar hangi hayvanlara aitti? Yalnızca geceleri ortaya çıkan ve eksi bilmem kaç derecede yaşayan garip mahlûklar mı vardı? İşin kötüsü, saldırsalar onlara karşılık verecek hiçbir silahımız ve kaçacak bir sığınağımız yoktu.
Biraz sonra rahatsız edici gürültü kesildi. Bu kez bir ölüm sessizliği hüküm sürmeye başladı. Hangisinin daha kötü olduğunu bilemiyordum. Siyah maskeliyi düşündüm. Gerçekten gelecek miydi? Kendimi onun yerine koymaya çalıştım. Mithat, bunun dedektifliğin en önemli hususlarından biri olduğunu söylerdi sık sık. Kendini suçlunun yerine koymak… Söz gelimi, ben bir katil olsam ve birini öldürmek isteseydim ne yapardım? Bir kere bu vakadaki adam gibi davranmayacağım kesindi. Öldüreceğim insanın karşısına önceden çıkıp onu bana karşı önlem almaya zorlamayacağım gibi evine mektuplar yollayarak polisle iletişime geçmesi için ona fırsat da sağlamazdım. Ve nihayet kurbanıma ne zaman yanına sokulacağımı ve işini bitireceğimi günler öncesinden ilan etmezdim. Ona tarih vermek gibi mantık dışı bir işe kalkışsam bile vaat edilen tarihte sözümü yerine getirerek karşısına dikilmezdim.
Bu yüzden boşu boşuna nöbet tuttuğumuza inanmaktan kendimi alamıyordum. Katil gelse bile bu engelleri görünce vazgeçecekti zaten. Kapı kilitliydi. Duvar aşılamazdı. İki kişi evin tüm noktalarını gözetliyordu. Katile adım atacak alan bırakmamıştık ki… Avucunuzdaki kuşu boğacak kadar sıkarsanız onun özgürce kanat çırpmasını nasıl beklersiniz? Bence tuzağımızın en zayıf tarafı çok sağlam olmasıydı.
Gerçi onun mantık sınırlarını aşan bazı güçlere sahip olduğunu ima eden ihtiyar ve hokkabazlık konusunda aşmış bir yeteneği olduğunu düşünen Mithat, böyle düşünmüyorlardı. Onlarca katil şimdiye dek vaat ettiği her şeyi gerçekleştirdiğine göre, şimdi de alınan tüm bu önlemlere karşın içeri girmenin bir yolunu bulacaktı. İhtiyar, -dürbün dayalı gözleri pencerede- bahçe kapısından mucizevi biçimde girecek adamı beklerken bir yandan da silahını hevesle okşuyordu muhtemelen. Onun ikilemi başından beri şaşırtıyordu beni. Eğer her engeli mucizevi biçimde aştığına inanıyorsa elindeki o basit silahla ona karşı nasıl başa çıkabilirdi?
Mithat’ın pozisyonu daha anlaşılabilirdi. Siyah maskeliye içten içe hayranlık beslediğini biliyordum. Fakat sihirbazlık teorisi hala kafamda yerine oturmuyordu. Ben hayatımda, ne kadar usta olursa olsun, hazırlıksız olarak numara yapabilen bir sihirbaza rastlamamıştım. Evet, gösterileri esnasında havaya uçtukları ya da yüzlerce seyircinin önünde bir anda yok olabildikleri vakiydi fakat bunlar önceden ayarlanmış ve defalarca prova edilmiş hilelerdi. Yoksa yolda rastladığınız bir sihirbazın eline şapkanızı tutuşturup içinden tavşan çıkarmasını bekleyemezdiniz. Sahibinden başka kimsenin varlığını bilmediği ve kilitli bir kasada korunan renkli elmasın sahtesini yapabilme kudretine sahip bir sihirbaza ise hiçbir yerde rastlanmazdı. Peşine düştüğü insanların evlerine kapalı kapılar ve set gibi örülü duvarlara aldırmaksızın girebilmek, ev sahibinin gözü önünde yok olup karlı zeminde iz bırakmamak, el çabukluğunun o basit doğasının neresinde kendine yer bulabilirdi? Zaten öyle olsaydı, böyle birini kim, nasıl durdurabilirdi?
Bir böcek tarafından çıkarılan tiz bir ses düşüncelerimi böldü. Uzun zamandır çevremi geniş bir açıdan görmemiştim. Fenerimi etrafa tutma düşüncesi geçti kafamdan. Fakat siyah maskeli villanın bulunduğu tepeyi çıkmaya başlamışsa, ışığı görebilirdi. Bu esnada bizim hayatımızın da tehlikede olduğu ilk kez geldi aklıma. İhtiyarı korumayı öncelerken bu hususun üzerinde yeterince durmamıştık. Kim bilir belki Gürsan’ı korumayı başaracak fakat kendimiz birer maktul olacaktık gecenin sonunda. İlk kez yaptığımızın akıl kârı olmadığını düşündüm.
İnsanı çıldırtma raddesine getiren o sessizlik… Kar taneleri giderek irileşmiş, yağış hızını artırmıştı. Neden sonra dakikalardır elimde tuttuğum telsizin varlığını hissettim. Teknolojinin o soğuk ve mekanik kollarına sığınabilirdim. Cihazı avucumda gevşeterek, düğmesine bastım. “Herkes iyi mi?” Sesime gerçekten onlar için endişelenmişim gibi bir hava katmıştım. Gürsan’ın boğuk sesi duyuldu önce. “Sorun yok.” Sonra fısıltıyla konuşan Mithat girdi araya. “Bir şey mi oldu Cemay?”
“Hayır, sadece sormak istedim.”
“Cemay, yalnızca şüpheli durumlarda telsizden çağrı yap.” diye uyardı arkadaşım. “Yapacağın zaman da kısık sesle konuş. Sesin uzaktan duyulabilir.”
Telsizin düğmesinden elimi çekerek bir küfür savurdum ona. O kadar kısık bir sesle yapmıştım ki duysaydı kesin memnun olurdu. Cihazın sesini iyice kıstım. Eğer arada bir bile konuşamayacaksak elimizdeki bu alet ne işe yarardı? Soğuk yüzünden bir ara yerimi değiştirmek istedimse de bulunduğum yere en yakın ağaç yirmi metre ilerimdeydi ve evin pek çok noktası görüş alanımdan çıkmış olacaktı. Bu yüzden az önceki uyarısına rağmen arkadaşıma telsizden teklif sundum. “Mithat, yerlerimizi değiştirelim mi?”
Tek nefeslik bir yanıt geldi. “Şimdiden mi?”
Saatime bakınca nöbete başlayalı daha on dakika geçmediğini şaşkınlıkla fark ettim. Oysa bana yarım saatten fazla gelmişti. Bu gece bitmez! diye geçirdim içimden. Ellerim arkada, iki metrelik alanda volta attım. Nefesimin buharı tepemdeki sisin minyatürü gibi önümde küçük bir set oluşturdu. Ufukta uzanan kente baktım. Kar tanelerinin beyazı ile karanlığın koyuluğu kıyasıya bir rekabet içine girişmişlerdi.
Bir çatırtı… Hemen sağ tarafımdan geliyordu sesler. Aceleyle ceplerimi yokladım. Fenerimi çıkardım. Yakmak yerine bir köşeye sindim. Üzerime gelmesini bekleyecektim. Fakat yaklaşanın Mithat olduğunu fark edince mahcup bir edayla cebime soktum. “Niye bu kadar erken değişiyoruz Cemay?” dedi Mithat, ses çıkarmadan bağırmak isteyen insanların acizliğiyle.
“Ne bileyim? Uzun süre geçtiğini sandım. Bir de sıkıldım buradan.”
Sitemle baktı. “Ön taraf acayip eğlenceli zaten. Neşeden yerimde duramıyorum.”
“Bırak alayı. En azından orada durmanın bir sorumluluğu var. Katil gelecekse oradan gelecek. Burada boş boş otoyola bakıyorum. Bir araç bile geçmedi.”
“Tamam, çabuk yerime geç de boş kalmasın o zaman.”
Ön cepheye doğru koşturdum. Mithat sırtını villaya verdi ve uzaklarda hiçbir hayat belirtisi olmayan yola dikti gözlerini. Ben ise gece boyunca yaşayacağım endişe ve korkularıma, ön cephenin köşesindeki kalın gövdeli ağacın altında devam edecektim. Misafirlerin izleri tamamen yok olmuştu. Yalnızca benim ve Mithat’ın izleri seçiliyordu. Evi bir dikdörtgen gibi düşünecek olursak ben ön cephe ile sol kısmın birleştiği yerdeydim, Mithat da arka ve sağ kısmın kesiştiği noktadaydı. Cebimi yoklayarak anahtarın yerli yerinde olup olmadığına baktım. Sıkıntı yoktu. Acaba burada böyle kaça kadar bekleyecektik? Ne zaman başlayacağımızı kararlaştırmıştık ama ne zaman bitireceğimizi konuşmamıştık. Ya hiç gelmezse? Sabaha kadar duracak mıydık? Bu düşüncelerin, sessizliğin ve karanlığın da etkisiyle belki de hayatımda ilk kez hislerim mantığıma galip geldi ve hatırladığımda hala utanç duymama sebebiyet veren o anlar yaşandı.
Pozitivist bakış açısıyla açıklanamayan ve yalnızca hebenneka beyinlere musallat olan ecinni hikâyeleri anlatmayı kendi açımdan küçük düşürücü kabul etmeme rağmen okuyucuya her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmaya söz vermiş olmam, beni bunları yazmaya mecbur etti. Bu yüzden şimdi anlatacaklarımın, sırtını güvenilir bir anlatıcıya yaslamış olmanın rahatlığıyla bu satırları okuyan biri için bile şüpheyle karşılaşacağının bilincindeyim. Bu anı anlatmayı, sahnenin gerçek dışılığından emin olmama karşın, psikolojimin ne hale geldiğinin bir göstergesi olması bakımından faydalı buluyorum. Bir mazeret olarak kabul edilir mi bilmem ama o gece arkasına aldığı ay ışığıyla göğü delercesine yükselen sivri tepelere sahip kapkara villanın ürkütücü görüntüsüne siz şahit olmadınız. Zifiri karanlıkta kulaklarınız, gece boyu uluyan hayvanların bağırışları ve rüzgârın ağaç dallarını yalayarak çıkardığı tedirgin edici seslerle dolmadı. Buz gibi havada ayağınızın altında hışırdayan karların içinizi ürperten soğukluğunu ve sis yüklü bulutların bulanıklaştırdığı puslu ortamı siz yaşamadınız. Ve en önemlisi, rasyonalist bir bakış açısıyla yaşanmasının mümkün olmadığını düşündüğünüz hadiseler aklınızla alay edercesine bizzat başınızdan geçmedi.
Önümde sonu yokmuş gibi görünen ve baktıkça beni içine çeken karanlıkta ne kadar bekledim tam olarak kestiremiyorum. Gergin psikolojimin etkisiyle zamanı algılamam değişime uğramıştı. Bunu koluma her bakışımda saatin tahminimden geride olmasıyla anlıyordum. Sisin, görüş açıma tasallut ederek etrafı kapladığı ve benim de artık yavaş yavaş heyecanımın söndüğü bir zaman dilimi içinde yirmi, yirmi beş metre ötemde bir şey gördüm. Onu ancak böyle tanımlayabiliyorum. Eğimli tepeyi aşarak geliyordu. Fakat varlığı havadan bile hafifti ve sis bulutunun üzerinde taşınarak ilerliyordu adeta. Sanki yürümek için ayaklara ihtiyaç duymuyor, hedefine giderken herhangi bir enerji harcamıyordu. Rüzgârın topladığı karların birleşimiyle hayat bulmuştu nerdeyse. Bir insana benzemediği gibi herhangi bir bedene ve yüze de sahip değildi. Sadece şekil olarak bir karşılığı vardı. Bir biçimdi, bir görüntü, bir form… Rüzgârla eş zamanlı hızlandı. Yanı başımdan geçip gitti ve adeta bir balonun iğneye çarpıp patlaması gibi duvara çarparak iri kar tanelerinin arasına karıştı. Yok olmuştu!
Telsizi açtım. “Mithat!”
“Ne oldu?”
“Şşeyy, yyok… Yok bir şey.” Ona ne anlatabilirdim ki? Silkinip kendime geldim. Sahnenin yaşandığı yere doğru birkaç adım atmak istedimse de bunu yapmamın hayallere kapılan zihnimi ödüllendirmek olacağını düşünerek vaz geçtim. Basbayağı saçma sapan bir andı işte. Hayal görmüştüm, bu kadar basit! Kendime gelmek için yerden bir avuç kar alarak yüzüme ve enseme sürdüm. Ürpertiyle ve biraz da utançla dipsiz bir kuyu gibi karanlıklar içinde sonsuzluğa uzanan ufka baktım. Bedenimle birlikte ruhum ve hatta zaman da donmuştu sanki.
Sessizlik… İnsana çakal ulumalarını bile özleten kesif bir sessizlik… Bu çıldırtan ses yoksunluğuna insan daha ne kadar tahammül edebilir? Peki ya bu karanlık? Bekleyelim ama nereye kadar? Bu tuzak katile mi yoksa bize mi kuruldu?
Tam o anda sanki içimden yükselen feryatları duymuşçasına elimde tuttuğum cihazın vericisi tuhaf bir ses çıkardı. Birinin tuşa bastığını belirten mekanik ses yükseldi. Tıpkı radyoda kanal ararken bozuk frekanslara denk geldiğimde çıkan gürültüye benziyordu. Telsizi göğüs hizama kadar kaldırdım. Siyah delikli yüzeyinden gelen cızırtıları daha iyi duymak için ses anahtarıyla oynadım. Parazitli ses birkaç kez daha tekrarlandı ve ardından boğuk bir fısıltı yükseldi. “Yardım edin.” Sanki boğazına çökülen birinin feryadıydı bu. Bağırmak istiyor ama yakasına yapışan el yüzünden ancak bu kadarını başarabiliyordu. Korkudan titreyen ellerimi kucağıma aldım ve çömelerek kulağımı telsize iyice yaklaştırdım. Yine fısıltı halinde aynı boğuk ses. “O evimde, beni öldürecek! Yardım edin.” Gürsan’ın sesiydi bu. Korku dolu ses tonu, beynime kazınmıştı.
“Ne oluyor Hüseyin Bey?” Mithat’tan endişeli ve titrek bir bağırtı yükseldi. “Hüseyin Bey, Hüseyin Bey? Cevap verin! Cemay?”
Mithat’a cevap vermeye çabaladım ama ağzımdan hiçbir şey çıkmadı. Nefesim kesilmişti. Sadece telsizin deliklerine bakabiliyordum. “Cemay!”
“Eee, efendim!” dedim kekeme.
“Ne oluyor orada?” Sesi kesik kesik geliyordu. Nefes nefeseydi.
“Hiçbir fikrim yok Mithat.”
Mithat’ın koşuşturma sesleri duyuldu. Eli düğmeye basılı kalmış olmalıydı. “Hüseyin Bey konuşun! Hüseyin Bey! Kaçın!”
Arkadaşımınki o kadar saçma bir öneriydi ki o dehşet anında bile bana mantıklı gelmemişti. Soğuk yüzeyden ihtiyarın zorlukla çıkan sesi yükseldi tekrar. “Karanlık. Göremiyorum. Beni öldürecek.”
“Silahınızı kullanın Hüseyin Bey. Işığı yakamıyorsanız ateş açın. Rastgele de olsa ateş edin. Şimdi oraya geliyoruz. Oradan sağ çıkamazsın Deniz Gürsan, sana söylüyorum! Yaşatmayız seni. Elimizde silah var! Katilin sen olduğunu biliyoruz.”
Boğuluyordum sanki. Boğazıma bir tonluk ağırlık çökmüştü adeta. Yutkunmaya bile takatim kalmamıştı. Acaba ihtiyarın yalnız olmadığını anlayan katil buna rağmen cesaret edebilecek miydi? O anda tek düşüncem buydu ve cevabını birkaç saniye geçmeden aldım. Telsizin düğmesine basıldı ve bir patlama sesi yükseldi. Çok yüksek bir ses değildi ama o kadar beklenmedikti ki korkudan sıçradım ve elimden kurtulan alet karlara gömüldü. Mithat’ın canhıraş bağırışı yükseliyordu karların içinden. “Hüseyin Bey! Hüseyin Bey! Hüseyin Bey.”
Katil mi harekete geçmişti, Hüseyin Gürsan mı? Telsizden ses gelmediğine göre: İlki. Kalbim gümbürdüyordu. Elimi kara daldırdım. Cihazın yüzeyindeki buzları temizledim. “Cemay ne oluyor, ne oluyor?”
“Bilmiyorum Mithat.”
“Nasıl bilmezsin? Kapının önünde nöbet tutan sensin!” Sesi acı bir yakarış halini aldı. Haklıydı. Kapının önünde nöbet tutan bendim. Fakat hiç kimse geçmemişti ki önümden! Gözümü bile ayırmamıştım, nöbet yerimi asla terk etmemiştim. Hatta şu anda bile o noktaya bakıyordum. Bahçe kapısının önü yoğun kar yağışını bir tarafa bırakırsak bir fotoğraf karesi kadar hareketsizdi. Kafamı çevirip yatak odasının bulunduğu tarafa tuttum ışığı. Gözümün görebildiği alan içinde hiçbir hareketlilik yoktu. Zaten hiçbir zaman da olmamıştı.
Kapıya doğru koştururken, köşeden görünen Mithat da bata çıka yanıma geldi. Galiba bir kargaşanın yahut bir kavganın izini bulmayı bekliyordu bu tarafta. Sütliman bir manzara karşısında şaşkına döndü. “Hâlâ açmadın mı kapıyı?”
“Anahtarı bulamadım.” Yalandı. Her hatırladığımda utandığım bir yalan. Korkudan Mithat’ı beklemiş, tek başına girmeye cesaret edememiştim. Titreyen elimi cebime attım. Anahtarın hangi cebimde olduğunu başından beri biliyordum ama arıyormuş numarasına devam ettim. İhtiyarın canhıraş telaşını düşününce hareketim daha da bağışlanmaz bir hâl alıyordu ama insanoğlu böyledir işte!
Mithat fenerini ön cepheye tuttu. Hiçbir ayak izi yoktu bizimkilerden başka. Tekrar telsize sarıldı. “Hüseyin Bey, ses verin. Yaralıysanız telsizin düğmesine basın yeter.” Hiç ses yoktu.
“Belki de yaralı ama katilin fark etmemesi için basmıyor.” dedim, kendimi teselli etmek için. Fakat aklıma çok daha korkunç sahneler geliyordu. Belki de birazdan katil, maktulün elinden telsizi alacak ve çağrımıza o cevap verecekti. Eh, bunca şeyden sonra bu pervasızlığı da yaparsa şaşırmazdım. Eldivenli parmaklarımın ucuna tırtıklı uç takılınca bağırdım. “Buldum!”
“Hadi çabuk aç, çok vakit kaybettik.”
Anahtarı Mithat’a uzatmak üzereydim ki arkadaşım dehşetle bakakaldı. İnlemeye benzer bir ses çıktı boğazının derinliklerinden. Bana doğru ağır ağır döndü. Parmak uçlarıyla dayandığı kapının demir kanatları iki yana doğru kendiliğinden açılmıştı. Siyah gözlerini bana dikmiş, soğuktan beyaza kesmiş yüzü seğiriyordu. Elimde anahtar, kalakalmıştım. Mithat sağ elinde tuttuğu şeyi, bir kediyi ensesinden tutar gibi kaldırdı. Uzun parmaklarının ucunda, benim bizzat kapıya takarak kapadığım asma kilit, açık bir halde duruyordu. “Sen bunu kilitlemedin mi?” dedi, artık bana daha farklı gözlerle bakarak. Yüzünde pek çok duygunun birleşimi bir ifade taşıyordu. İnanamamazlık, şaşkınlık, sitem, hayret, korku… Sonu olmayan bir kâbus içindeydim sanki. Beyaza bulanmış manzaram daire gibi dönüp duruyordu etrafımda. Derman kalmayan ayaklarımın üzerinde zorlukla duruyordum. “Kilitledim. Kilitlemez olur muyum? Yüzde yüz eminim Mithat. İki kere kontrol ettim. Fakat, fakat nasıl olur?” Savunmanızı yaparken karşınızdakinin inanmadığını bakışlarından anlarsanız ne yaparsınız? Ben hiçbir şey yapamadım.
“O halde adam mı açtı kilidi? Ama buradan kimsenin geçmediğini söylüyorsun?”
“Sana yemin ederim ne adam ne kadın, kimse buraya yaklaşmadı. Gözümü bir an bile ayırmadım. Kimse buradan geçmedi.” Sonra kar geldi aklıma. Şimdiye dek hep katilin işine yaramıştı. Bu kez de benden taraf olmalıydı. “Bak, karın üzerinde bizimkilerden başka hiç iz yok. Yan taraf da öyle. Nasıl gelmiş olabilir? Bak!”
Az önceki sahne gözümün önünde dans ediyordu. Bulutların taşıdığı o imge… Kahretsin bu karabasanı hafızamdan söküp atmalı. Karabasan mı? Oysa o şey kara basmıyordu. Hayır hayır, kendine gel Cemay! Bir an önce toparlan. Mithat’ın bakışları hiç iyi değil. Şüphelenmeye başladı senden.
Kapı ardımıza kadar açık olmasına rağmen içeri girmeye çok hevesli değildik. Ne de olsa elinde silah ve gözünde dürbünle düşmanımız otuz metre ötemizde bizi bekliyordu. Titriyordum ama bu kez soğukla ilgisi yoktu bunun. “Mithat nasıl gireceğiz içeri?”
“Başka çaremiz yok. İhtiyarı öylece bırakamayız. İstersen sen gelme.”
“Saçmalama!” Sürekli korkaklığımı ima etmesi canımı sıkıyordu. Bunu zaten biliyordum, birinin sürekli hatırlatmasına ihtiyacım yoktu.
Fener ışığını bahçe yolu boyunca tuttuk. Yine bembeyaz ve bozulmamış kar tabakası… Artık alışmıştık. Aksi olsa daha şaşırtıcı olurdu belki. Arkadaşımın bahçe yolunda ağır ağır yürürken arada bir göz ucuyla da bana bakması, namlunun hedefinde olduğunu düşündüğüm o anlarda bile canımı sıkmıştı. “Kendi kurduğumuz tuzağa düştük Mithat.” dedim, yolu yarılamışken. “İhtiyarın dürbünüyle bizi izliyordur. Elinde de ihtiyarın silahı. Ya da kendi silahı… Iskalamamak için yaklaşmamızı mı bekliyor acaba?”
“Belki de saklandı. Şimdiye dek vurulmadığımıza göre hâlâ şansımız var. Pencere açılırsa hemen zikzak çizerek kaç.”
“Tamam.” Otuz metrelik yol, bitmek bilmedi. Minik adımlarla kapının yanına vardık. Açık değildi. Pencere, demir korumalı olduğundan mecburen yatak odasının bulunduğu tarafa geçtik. Mithat fenerinin sapıyla cama sert bir darbe indirdi. Şangırtılar eşliğinde daldık içeri. İki ayak boyu önden gidiyordum. Daha doğrusu Mithat kasıtlı olarak benden ağır yürüyordu. Umursamadım. Biraz sonra öleceğini bilen biri için alınganlık lüks sayılır.
Karanlık koridorda yolumuzu el yordamıyla bulduk. Salona girince Gürsan’ın oturduğu sandalyeye tuttuk feneri. Sarı ışığın huzmesi altında, ihtiyarın masanın üstüne düşmüş kafasını fark ettik önce. Şişkin vücudu masa ile sandalye arasında sıkışmıştı. Ensesinin üst kısmında küçük bir delikten sızan kan, aşağı doğru yol yapıyordu. Mithat ışığı yakmaya gitti. Ben de cesedin yanına… Silahı, dürbünü ve telsizi sağ tarafındaydı. Sol tarafında ise neredeyse tamamı içilmiş bir viski şişesi ile dibinde birkaç damla kalmış bir kadeh bulunuyordu. Bir şey daha vardı masanın üstünde. Biraz yaklaşınca bunun ters çevrilmiş bir fotoğraf karesi olduğunu fark ettim. Ne fotoğrafıydı acaba? Mithat ışıkları yakmadan ele geçirmeliydim. Eldivenlerimi çıkardım. Öne doğru eğilerek hızlıca kaptım. Bu kısa macera bile nefes nefese kalmama yetmişti. Alnımda biriken terleri silerek masadan uzaklaştım. Birkaç saniye sonra oda aydınlığa kavuştu. Eldivenlerimi cebime sokmaya vakit bulamamıştım. Kamaşan gözlerle bakındık etrafımıza. Arkadaşım cesede yaklaşırken bir yandan da beni süzüyordu.
Gürsan’ın açık kalmış gözleri, yaşarken veremediği anlamları taşıyordu içinde. Göz bebekleri yukarı kaymış, akları tüm alanı işgal etmişti. Yağlı suratı sararmış, yüzündeki derin çizgiler yok olmuştu. Ceketinden aşağı damlayan kanlar yerde birikinti oluşturmuş, zemini yapışkan bir kırmızılığa boyamıştı. Yüzündeki kan çekildiğinden çehresi hiç olmadığı kadar beyaz ve dudakları da koyu mordu. Son acının hatırası ise sıktığı dişlerinden okunuyordu.
Siyah maskeli az önce kendisini ziyaret etmişti, şüphesiz. Kapı önünde nöbet tutan iki adama rağmen. Elinde silahı ve gözünde dürbünüyle içeri gireceği anı dört gözle bekleyen kurbanına rağmen. Üç metrelik jiletli tel örgülü duvara, asma kilitli bahçe kapısına, nereye bastığınızı nerede yürüdüğünüzü adım adım kaydederek tüm dünyaya ilan eden karlı zemine rağmen…
Hüseyin Gürsan en başından beri doğru söylüyordu demek. Ayak izi bırakmayan katil, efsane değildi. İşte nihayet babasını öldürmeyi başarmış ve yok olmuştu. Ya da Mithat’ın öngörüsüne göre evde bir yerde saklanıyordu. İhtiyarın göz kapaklarının altında yuvalarından fırlayacakmış gibi duran bir çift topa bakan Mithat’a yaklaştım. “Etrafı arayalım mı? Dur, ben şu silahı alayım.” Cesetten tarafa yürüyerek masanın üstüne uzandım.
“Dokunma o silaha!” Öyle bir bağırdı ki elim havada asılı kaldı. Tek ayağım ileri doğru atılmış vaziyette kaldım birkaç saniye. Sanki ani bir hareket her şeyi mahvedecekti. Bağırdığı için yüzü kızarmıştı. Belki de şu anda içinde sakladıklarını açığa vurmasının yeri ve zamanı olmadığını düşünüyordu. Önüme geçerek silahla arasındaki mesafeyi azalttı. Üzerine eğilerek burnunu susturucuya yaklaştırdı. Odadaki gerginlik somut bir hal aldı. Artık açık konuşmak zamanıydı. “Benden mi şüpheleniyorsun Mithat?”
Evet veya hayır diye cevap vermek yerine bir bahaneyle geçiştirdi. “Polis gelmeden delillere dokunmamız doğru değil.” Bu açıklamaya inanmamı nasıl bekleyebilirdi? Katilin bir başkası olduğunu düşünseydi benden önce kendisi o silaha davranmaz mıydı? Oysa gözleri odayı taramıyordu bile. Bunu neden yapsındı? Arkasından yaklaşacak bir katilin korkusu yoktu içinde. Katil ya da işbirlikçisi, ona göre gözünün önündeydi!
“Mithat biz burada oyalanırken şimdiye çıkıp gitmiş bile olabilir.”
“İçeri girdiğimizden beri pencereden bakıyorum. Bahçe kapısından çıkmadı. Fakat evi terk etmek için başka bir yol biliyorsa…” Bu esnada aklıma, elmas gelmişti. Arkadaşımın her hareketimi şüpheyle izlediğinden, üzerimde kuşku kalmasın diye düşüncelerimi konuşmaya döktüm. “Şu elması kontrol edelim.” dedim, camekâna yanaşarak. Mithat bir yandan odayı tararken, diğer yandan hareketlerimi süzüyordu. Ayağımı sürüyü sürüye ilerledim ve camekânla aramda kasıtlı olarak yarım metre mesafe bıraktım. Ağzı yarı açık duran oval biçimindeki mavi kadife kutuya baktım. “Olamaz!” diye haykırdım, hiç adım atmadan. “Mithat gel buraya. Elmas çalınmış!”
Tam bu esnada, üst kattan bir gıcırtı yükseldi. Yarım saniye içinde var olup yok olan bir ses. Bir tık, bir tık daha… Adımların sahibi sanki önce varlığını hissettirmemek için sinsi davranmış fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçip normal bir tempoda yürümeye karar vermişti. “Işığı kapat Cemay!” dedi, endişeyle Mithat. “Bir köşeye sinelim.”
“Elinde silah vardır. Mithat, bana güvenmiyorsan, silahı sen al bari.” Arkadaşım tereddüt etti ve sonra cesedin arkasındaki bir kolonu kendine siper aldı. Işığı kapatmak için koşturdum. Ardından ilk bulduğum paravanın arkasına attım kendimi. Bu sırada katilin silahı neden masa üzerinde bıraktığını düşünüyordum.
Ayak sesleri, iki buçuk metre yüksekliğindeki tavandan katları birbirine bağlayan sarmal merdivenin tepesine doğru yöneldi. Nihayet esrarengiz hadiselerin, kaçık mektupların, siyah maskenin ve diğer tüm o olayların müsebbibi ortaya çıkacaktı. Acaba ilk kez başarısızlığa mı uğramıştı? Neden içeri girdiği gibi dışarı çıkamamıştı? Belki de planında yalnızca eve girmek vardı. Bizim bahçe kapısı önünde nöbet tuttuğumuzu tahmin edememiş, ihtiyarı öldürdükten sonra elini kolunu sallayarak dışarı çıkmayı ummuştu. Silahı masa üstünde bırakmak gibi tedbirsiz bir davranışın altında da bu yatıyordu belki. Telsizden gelen sesi duyunca korkarak üst kata kaçmıştı.
Merdivenin tepesindeki basamakları inmeye başladı. Üç kollu bir şamdan tutuyordu elinde. Gövdesini sıkı sıkıya kavramıştı. Diğer eliyle elbisesini ayak bileklerine kadar toplamıştı. Cılız mum alevlerinin vurduğu yüzünde hüzün ve sakinlik vardı. Mithat’la yaşadığımız şaşkınlık anları hâlâ aklımda. İkimiz de merdivenleri ağır ağır inen kadına bakıyorduk ve ikimiz de aynı anda utanarak yerimizden çıktık. Hande Gürsan son basamağı da indikten sonra sanki evde kendisinden başka kimse yokmuşçasına kayıtsız ve aldırmaz bir tavırla yanımıza yürüdü. Soğukkanlılığına hayran olmuştum. Fakat ruhunun derinliklerinde kaynayan duyguları kim tahmin edebilirdi?
Avucumda tuttuğumu neden sonra fark ettiğim eldivenlerimi yavaşça cebime tıkıştırdım. Göz ucuyla baktım arkadaşıma. Delici bakışlarıyla kadının ruhuna nüfuz etmek istiyordu sanki. Saçlarını hafif bir boyun hareketiyle savuran ev sahibesi, karşımıza dikildi. Gözü kocasının cesedine kaydı. Hiçbir aşırı harekette bulunmadı fakat yerdeki kan lekelerini fark edince yüzünde bariz bir tiksinti ifadesi belirdi. Eserinden hoşnut kalmayan bir sanatçı misali…
Birkaç adım öne çıktım. Eğer arkamda Mithat olmasaydı… O zaman vereceğim tepkiyi kestirebiliyordum. Fakat ya şimdi? Kadın titrek dudaklarını dişledi. Göz bebeklerinde bir süre biriken yaşlar sonunda yeterli yoğunluğa ulaşıp yanaklarından süzüldü. Tüm vücudu zangırdıyordu. Tıpkı benim gibi. Tüylerim diken diken olmuş, benliğimi tuhaf bir his sarmıştı. İleri doğru uzandı ve uzun süre baskı altında tuttuğu duygularına yenik düşerek ağlamaklı bir sesle üzerime bıraktı kendini. “Cemay, sevgilim!” İki elleri yana açılmış, üstüme adeta yığılmıştı. Vücutlarımız birbirine kavuştu. Bu esnada kısık sesli “Marlen!” sözcüğü döküldü dudaklarımdan.