Tarih 8 Ekim 1992’yi gösterirken İtalya’nın Viterbo şehrindeki Faggeta del Monte Cimino Ormanı, belki de ilk kez bu kadar çok misafiri aynı anda ağırlıyordu. Yaklaşık elli kişilik polis ekibi, ünlü iş adamı Stefano Conte’nin ölüm sebebini araştırmak üzere ormanın derinliklerinde inşa edilen tatil evine ilerliyordu. Baykuşlar susmuştu, ağaçlar rüzgâra direnircesine hışırdamıyordu. Orman bunca misafirden ürkmüş, sessizliği korumayı seçmişti. Sincaplar ağaç diplerine saklanmış, kaplumbağalar kabuklarına gizlenmişti. Etrafta sadece polislerin ayak sesleri yankılanıyor, bulutlar kararıp yağmurun yaklaştığını haber veriyordu. Polislerle yürüyen Fantino Ricci ise takım elbisesini düzeltirken mendiliyle gözyaşlarını siliyordu.
Polis ekipleri ve Fantino Ricci, eve vardıklarında hava tamamen kararmış, yağmur çiselemeye başlamıştı. Parmak izi bırakmamak adına korumalı giysi ve eldivenler giyen ekip hızla eve girdi. Fantino evin girişindeki verandada yere çömelmiş, başını iki elinin arasına almış ağlıyordu. Kuvvetli bir ışıldamayla etraf aydınlandı ve gök öfkesini boşaltırcasına gürledi. Polis ekipleri çıktığında Fantino onları soru yağmuruna tuttu.
“Ne buldunuz? Parmak izi var mıydı?”
“Sakin olun Bay Ricci. Toplayabileceğimiz kadar delil topladık. Bundan sonrası artık çıkacak sonuçlara bağlı.”
“Ölüm nedeni neymiş peki?”
“İçtiği süte zehir atılmış, Bay Conte’yi yaklaşık yarım saat içinde öldürecek kadar tesirli bir zehir olan siyanür.”
“Zavallı Stefano…”
“Bay Ricci, siz Bay Conte’nin en yakın arkadaşıydınız. Bizimle gelin, karakolda ifade vermeniz gerek. Delilleri de topladığımıza göre dönelim.”
“Olur, elbette.”
Fantino, araca bindiğinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamıştı. Karakolda Fantino’yu içinde büyükçe bir masa ve tavan lambası olan sorgu odasına aldılar.
“Bay Ricci, sizden anlatmanızı istiyorum. Stefano Conte’nin hiç düşmanı var mıydı, ya da onun zehirleyebilecek biri? Sizin vereceğiniz her isim bizim için çok kıymetli.”
“Stefano çok başarılı bir iş adamıydı. Elbette vardı düşmanları fakat ona bunu kim yapabilir bilmiyorum. Tek istediğim onun katilini bulmanız.”
“Neden bir intihar vakası olduğunu düşünmüyorsunuz?”
“Hayatı seviyordu. Çok zengindi bir kere… Para mutluluk getirmez mi?”
“Yorumlar bizi bir yere götürmez Bay Ricci. Nesnelliği göz önüne almalıyız. Bay Conte neticede oldukça yoğun ve stresli bir işte çalışıyordu. Gerçekten mutlu olduğuna emin misiniz? Kız arkadaşı var mıydı, biliyor musunuz?
“Mutluydu, en azından mutlu görünüyordu. Gerçekte kimin mutlu olup olmadığını kimse bilemez öyle değil mi? Kazanmayı seviyordu, yönetmeyi de. Kız arkadaş için çok vakti olan biri değildi ama bunu pek umursamıyordu. Zaten etrafında dönüp duran birçok kadın vardı. Stefano, istese çoktan onlardan biriyle evlenebilirdi.”
“İşleriyle ilgili son zamanlarda bir sıkıntısı var mıydı veya maddi kazancında bir düşme?”
“Sanmıyorum, bunu muhasebecisiyle görüşseniz daha iyi olur. Fakat son zamanlarda çok önemli bir arsayı değerlendirerek büyükçe bir villa projesi yapacağını söylemişti.”
“Bu arsayı değerlendirmek isteyen başka biri var mıydı?”
“Talep vardı, iş görüşmeleri yapıldı buna dair. Sorunsuz bir şekilde arsayı almıştık.”
“Sizin Bay Conte’nin şirketindeki göreviniz tam olarak nedir?”
“Ben mi? Ben üniversite mezunu bile değilim. Stefano beni çok sevdiğinden yanına aldı, kişisel asistan gibi düşünebilirsiniz. Günlük planını yaparım, toplantı saatlerini ve iş yemeklerini organize ederim, toplantılarda kayıt tuta…”
“Bunca şeye rağmen katilin kim olduğuna dair fikriniz yok, öyle mi Bay Ricci?”
“Anlamıyorsunuz, Stefano çok büyük bir iş adamı ve en önemlisi benim dostumdu. O kadar özledim ki… İnanın katili sizden çok ben bulmak istiyorum.”
Fantino hıçkırıklara boğulurken komiser yavaş adımlarla sorgu odasından ayrıldı, onu bu loş ve ürkütücü odada yalnız bıraktı.
Üç gün sonra sabah 08.42’de Fantino, telefonun sesiyle uyandı.
“Buyurun, Fantino Ricci.”
“Ben Komiser Beto Greco, Stefano Conte’nin evindeki eşyaların analizi bitti. Herhangi bir yabancı parmak izine rastlanmadı. Olayın çözülmesi adına bir dedektif tutulması kararı alındı ve bugün tekrar eve gidilecek. Sizin de onunla çalışmak isteyebileceğinizi düşünüyorum, neticede bize bu konuda en çok yardımcı olabilecek kişi sizsiniz. Gelmeyi düşünür müydünüz?”
“Çok teşekkür ederim komiserim. En kısa zamanda orada olacağım.”
Fantino Ricci, lacivert takım elbisesini giyip kravatını yarım yamalak bağlayarak hızlı adımlarla evinden çıktı. Karakola vardığında komiserin yanında kahverengi takım elbise giymiş, uzun boylu, esmer bir adam oturuyordu. Kahverengi bir fötr şapka takmıştı, şapkasından yalnızca hafifçe gülümsediği görünüyordu. Ceketinin tüm düğmeleri ilikliydi ve saçları uzun sayılırdı. Dedektif şapkasını çıkardığında Fantino, dedektifin yüz hatlarının oldukça sert ve keskin olduğunu fark etti.
“Merhaba Bay Ricci. Ben Dedektif Gianno Romano, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.”
“Merhabalar Bay Romano. Sizinle çalışacağım için oldukça mutluyum. Umarım yardımlarınızla dostumun katilini en kısa sürede bulacağız.”
“Dilerseniz hiç oyalanmayalım. Ormandaki evi bir de birlikte inceleyelim.”
“Polislerin bundan haberi var mı?”
“İzinler doğrultusunda gidiyoruz Bay Ricci, endişelenmenize gerek yok.”
Dedektif Gianno ve Fantino, Stefano’nun öldürülmüş olduğu ormandaki eve vardıklarında hava geçen sefere göre daha sakindi. Eve girmeden Fantino verandanın önünde durarak kapının tam karşısındaki yemyeşil ağaçlarla dolu orman manzarasına uzun uzun baktı.
“Bay Ricci, bir sorun mu var?”
“Hayır, sadece şu manzara bir tablo gibi değil mi dedektif?”
“Kesinlikle.”
Evin girişinde onları upuzun bir koridor karşılıyordu. Koridorun duvarlarını kitaplarla dolu uzun raflar kaplamıştı. Girişin sağında küçük ahizeli bir telefon vardı. Yerde çini desenli, kırmızı ve mavi renklerde ince bir halı seriliydi. Sağdan ilk oda kocaman bir salona açılıyordu. Salonda da aynı halı seriliydi, köşede boş şamdanlarla süslü, geniş, ahşap bir yemek masası vardı. Perdeler lacivert renkteydi ve beyaz küçük çiçeklerle süslüydü. Koltuklar da büro koltuğunu anımsatan kahverengi tonda ve deridendi. Yine sol duvarda kocaman bir kitaplık göze çarpıyordu. İşte Stefano bu odada, yemek masasında sütünü içerken zehirlenmiş ve sandalyeden düşerek hayatını kaybetmişti.
Dedektif ve Fantino evi didik didik aramaya başladılar. Fantino sonunda kayda değer pek bir şey bulamadığını dile getirmiş olsa da dedektif defterine birçok ayrıntıyı not almıştı. Kapıya sonradan eklenmiş iki kilit daha vardı, bu da Stefano’nun birilerinden korktuğuna işaret ediyor olabilirdi. Ayrıca pencerelere de kilit takılmış ve önüne X şeklinde iki kalın çıta çakılmıştı. Fantino her ne kadar bunun polislerce dikkate alındığını fakat yırtıcı hayvanlara karşı koruma amaçlı yapıldığının düşünüldüğünü dile getirse de dedektif bunun kayda değer bir bilgi olduğunu hissediyordu. Bunun dışında dedektif, salondaki koltuğun altında kilitli bir sandık bulmuştu. Fakat her yeri aramış olmasına rağmen sandığın kilidini bir türlü bulamamıştı. Fantino ise böyle bir sandıktan haberdar olmadığını büyük bir şaşkınlıkta dile getirdi. Buraya pek sık misafir gelmezdi çünkü burası Stefano’nun kafa dinlemek için yaptırmış olduğu, şehirdeki lüks villasına asla benzemeyen mütevazı bir evdi. Dedektif kapıdaki kilitlerin tiplerini ve konumlarını yazdıktan sonra sandığı da alarak evden çıktı.
“Bay Ricci, burada işimiz bitti. Artık gidebiliriz.”
“Ne demek bitti? Bir şey bulamadık ki!”
“Bir şey bulup bulamadığımızı tartışacağız, ilk işimiz şu sandığı açmak olacak.”
Çıkarlarken Fantino, dedektife verandada biraz oturmayı teklif etti. Fantino, Stefano’nun şaşaalı hayatı hakkında konuşurken dedektif onu büyük bir dikkatle dinliyordu. Bir müddet sonra dedektifin gözü evin posta kutusu üzerine konmuş yeşil, beyaz renkli minik bir kuşa takıldı.
“O bir orman tırmaşık kuşudur dedektif. Uzun, kalın bir kuyruğu vardır, kuyruk tüyleri ağaç kovuklarına girmesine yardımcı olur. Kuşun gagası uzun ve kıvrıktır. Sabahları çok güzel öter. Fakat eski bir inanışa göre orman tırmaşık kuşu kimin evine yakın konar ve öterse oraya felaket ve lanet gelirmiş.”
“Çok güzel bir kuşmuş, böyle hurafeler ona büyük haksızlık.”
Dedektif, kuşu incelemek üzere ayağa kalkıp posta kutusuna yaklaşınca kuş ürktü. Tüylü, büyük kuyruğu posta kutusunun kapağına çarptı ve kapak ufak bir gıcırdamayla açıldı. Dedektif kutunun içine baktığında arkasında yazı bulunmayan bir kartpostal olduğunu fark etti. Kartpostaldaki resim İtalyan ressam Giorgione’nin ünlü Rönesans eseri olan Fırtına idi.
“Bay Ricci, burada daha önce bir kartpostal var mıydı, sizin polislerle geldiğiniz vakit?”
“Hayır, ilk kez görüyorum. Polisler çoğu eşyayı incelemeye aldı, bunu da çoktan alırlardı.”
“Bu da incelemeye gidecek öyleyse, bunu gönderen Bay Conte’nin burada olduğunu biliyor ama öldüğünü bilmiyor olmalı. Fakat neden yazı yok ve neden bu resim?”
“Onu siz bileceksiniz, dedektif olan sizsiniz.”
“Tablo aslında resmen konuşuyor gibi. Uzun bir bastona ya da mızrağa benzer cismi tutan adam asker olarak tahmin ediliyor. Sanat tarihçileri bildiğim kadarıyla adamı bir asker, bir çoban ya da bekar bir erkek olarak tanımlıyor. Kimilerine göre ayakta duran bu adam sabrı temsil ediyor. Arkasındaki sütunlar bu düşünceyi güçlendiriyor. Sütunların kırılmış olması sabrın sonucunun bir olumsuzluğu gibi yorumlanabilirse de Rönesans tarihinde bu “ölümün” klasik bir tasviridir. Bunlar bir tesadüf olabilir mi biliyorum. Genel olarak manzara bir fırtınanın çok yakın olduğunun habercisi gibi görünüyor. Renkler bastırılmış, yumuşak bir aydınlatma hâkim. Etrafı sessiz bir atmosfer sarıyor.”
“Aynı zamanda sanat yorumculuğu yaptığınızı bilmiyordum dedektif. Ne güzel yorumladınız.”
“Sizce bunun Bay Conte’nin ölümüyle bir ilgisi olabilir mi?”
“İlgisi olacak her şeyin incelemeye alınması çok kıymetli, fakat bu sadece basit bir kartpostal.”
“Yine de kalsın bakalım, neler bulacağız inceleyelim. Ben karakola döneceğim, benimle geliyor musunuz?”
“Aslında biraz yorgunum, bana ihtiyacınız yoksa eve geçip uyumak isterim. Bana Stefano’yu hatırlatan her şey öylesine acı veriyor ki… Canım dostum, bu kadar erken ölmemeliydin!”
“Sakinliğinizi koruyun Bay Ricci. Daha ilerleyecek çok adımımız var.”
“O zaman size kolay gelsin dedektif, ihtiyaç duyduğunuz an arayın ve lütfen çekinmeyin.”
“Teşekkürler Bay Ricci, size de iyi günler.”
Fantino eve geleli altı saat olmasına rağmen dedektifin henüz onu aramaması içini hüzünle dolduruyordu. Kendine sıcak bir kahve yaparak pencere kenarına geçti. Radyoda Beethoven çalarken gökyüzünü incelemeyi çok severdi. Kahvesinden daha bir yudum bile almadan Dedektif’in sokağın başında belirdiğini fark ederek irkildi. Dedektif hızlı adımlarla yaklaşırken Fantino çoktan kapıya varmıştı. Dedektif elini yumruk yapıp kapıya tıklamaya hazırlanırken Fantino kapıyı açıverdi. İkisinin de yüzünde şaşkınlık vardı. Dedektif içeri girip şöminenin yanındaki koltuğa oturdu, Fantino derin bir huzursuzluk hissediyordu.
“Sandıkta neler bulduğuma inanamayacaksınız Bay Ricci.”
“Neler buldunuz Dedektif? Kıymetli mücevherler, elmaslar..?”
“Hayır, tıpkı posta kutusunda bulduğumuza benzer kartpostallar… İlginçtir ki üzerlerinde hiç parmak izi yok. Özenle paketlenirken eldiven takılmış olmalı ama neden?”
“Aynı resmi içeren kartpostallar mı dedektif?”
“Hayır.”
Dedektif cebinden şeffaf poşette ve vakumlu olarak paketlenmiş beş kartpostal çıkardı.
“Bir tanesi birlikte bulduğumuz kartpostal, iki tanesi Da Vinci’ye ait. Son Akşam Yemeği ve Mona Lisa… Andrea Mantegna’in Bahçede Izdırap isimli eseri ve bir diğeri de Boticelli’den Venüs’ün Doğuşu…”
“Herhangi bir yazı var mıydı kartpostallarda?”
“Hayır, hiçbir şey yoktu ne yazik ki…”
“Bunların bir anlama geldiğini mi düşünüyorsunuz?”
“Bay Conte resim sanatını sever miydi?”
“Sıkça müze gezilerinde bulunduğunu biliyorum. Ben de severim aslında, onunla birlikte giderdik.”
“Anlıyorum, biri gizlice bunları onun posta kutusuna bırakıyor bence. Bu gece evin önünde saklanmayı planlıyorum. Bunları kimin bıraktığını görmek istiyorum.”
“İzin verin ben de sizinle geleyim.”
“Kendi başıma halledebileceğime eminim Bay Ricci”
“Ona şüphem yok, fakat en az ben de sizin kadar bu meseleyi çözmek istiyorum. Sizinle nöbetleşe kalmamız daha sağlıklı olabilir.”
“Haklısınız, peki öyleyse gidelim.”
O gece Fantino ve Dedektif ağacın altında gizlice nöbet tutup evi gözetlediler. Fakat birkaç kurdun evin etrafında gezmesi dışında hiçbir şey göremediler. Posta kutusu boştu. Ertesi sabah fazla konuşmadan ormandan ayrıldılar. Dedektif’in aklına takılan birçok detay vardı. Saatlerce resimleri inceliyor, altın oranları hesaplıyor ve bir ipucu bulmaya çalışıyordu. Fantino ise arkadaşının yokluğunu her gün daha da derinden hissediyor, özlemini müzikle bastırmaya çalışıyordu.
Birkaç gün sonra Dedektif tekrar Stefano Conte’nin evine gitti fakat bu defa Fantino’yu çağırmaması gerektiğini hissediyordu. Posta kutusunu açtığında Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı resminin bulunduğu boş bir kartpostal gördü. Bu gece de yine evin önünde gizlice kamp kurmaya karar verdi. Çalılıkların arasına gizlenip sessizce tüm gece boyunca kartpostalları bırakan kişiyi bulmayı bekledi.
Sabah beş sularında derin ve boğuk birkaç çıtırdama sesi işitti Dedektif. Etrafına bakındığında bunun tüm gece olduğu gibi köpek veya kurtların ayak sesi olduğunu düşündü. Fakat oldukça ritmik gelen bu ses git gide netleşiyordu. Dedektif gözlerini kıstı, posta kutusuna yaklaşmakta olan bordo takım elbiseli bir adam fark etti. Adam, siyah fötr bir şapka takıyordu ve ellerinde de siyah eldivenler vardı. O sırada Dedektif hamlesini yapmak ve adamı yakalamak için hızla ayağı kalktı. Çalıların hışırtısını duyan kurtlar yüksek sesle ulumaya ve koşuşturmaya başladı. Etrafını görmeye çalışan adam evin arka bahçe çitlerinden atlayarak hızla kaçmaya başladı. Dedektif yırtıcı hayvanlara aldırmadan bu gizemli adamın peşinden koşmuş olsa da ona yetişememişti. Nefes nefese ve çaresizce posta kutusuna geri döndü. Kapağı açtığında bu kez eserin Sofonisba Anguissola’nın Otoportesi olduğunu fark etti. Oldukça başarılı bir eser olduğunu düşünse de sabahın erken saatlerinde vuran loş ışıkla Dedektif’e oldukça ürkütücü görünmüştü. Dedektif sakin adımlarla adamın gittiği yöne yürümeye başladı. Yeşilliklerin arasında güneşin ilk ışıklarıyla parıldayan bir cisim fark etti. Bu, gemi çapası şeklindeki bir kol düğmesiydi. Dedektif bunu da alarak kuzeye doğru bir müddet ilerlemeye devam etti fakat başka herhangi bir iz bulamadı.
Öğlene doğru Dedektif, Fantino’nun evine uğradı. Gelirken günlük gazete ve termosta sıcak kahve getirmişti. Fantino bu davetsiz misafirlik için fazla uykusuz ve yorgun görünüyordu. Dedektif gazeteleri bırakırken masanın üzerinde tuza benzer minik beyaz kristaller çarptı gözüne.
“Bay Ricci, sanırım buraya tuz dökmüşsünüz.”
“Tuz mu?”
Dedektif, parmağıyla masayı işaret etti.
“Ah, evet tuz… Dün gece kendim için mısır patlatmıştım. Ona dökerken saçılmış olmalı etrafa. Dağınıklığım için kusura bakmayın.”
“Yok, sadece uyarmak için söyledim.”
“Oturmaz mısınız?”
“Hiç oturmayacağım, sadece sizi görmek istedim. Nasıl olduğunuzu görebilmek için. Bir hayli yorgun görünüyorsunuz pek uyumadınız sanırım.”
“Bu üzüntü beni günden güne kahrediyor Dedektif. Uyuyamıyorum, sürekli rüyamda Stefano’yu görüyorum ve benden katilini bulmamı istiyor. Artık bulamaz mıyız? Ancak bulduğumuzda huzura ereceğim.”
“Nasıl huzura ereceksiniz Bay Ricci?”
“Arkadaşıma olan sorumluluğumu layığıyla yerine getirmiş olacağım Dedektif. Ama hissediyorum çok az kaldı, çok yaklaştınız.”
“Öyle mi dersiniz?”
“Cinayetler çok basit birer denklemdir. Aslında çözümü gizli görünse bile hep açıktır.”
“Siz öyle diyorsanız…”
“Tam olarak öyle!”
“Peki madem, artık gitsem iyi olacak. Sizi gelişmelerden haberdar ederim.”
“Çok sevinirim dedektif, kendinize iyi bakın. Lütfen elinizi çabuk tutun. Stefano gittiği yerde rahat değil.”
Dedektif hafif bir tebessümle Fantino’nun evinden çıktığında rüzgar tüm şiddetiyle ağaçları yere yatırıyordu. Dedektif bulduğu parçaları birleştirmeye çabalıyordu. Kilitler, kartpostallar, sandık, ormandaki ev, siyanür, süt, zehirlenme, ölüm, intihar, cinayet… Hepsi birbiriyle bir o kadar ilgisiz fakat aynı zamanda bir o kadar da bağlantılı olabilirdi.
Dedektif o gece tekrar Bay Conte’nin evine gitmek istedi fakat gizemli adamın dün neredeyse yakalanmak üzere olduğunu bildiğinden gelmeye cesaret edemeyeceğini düşündü. Boş sokaklarda gece boyunca ileri geri yürüyerek olayı çözümlemeye çalışıyordu. Viterbo’nun en işlek caddesinin yirmi dört saat açık olan ünlü kafelerinden birinde oturdu. Sütlü bir kahve söyleyerek şimdiye kadar eline geçen tüm kartpostalları tek tek masaya dizdi. Konularına, altın oranlarına, isimlerine bakarak derin bir araştırmaya gömülse de bir şey bulamadı. Dedektif nesnellikten öte gitmesi gerektiğinin farkındaydı. Öncelikle kartpostalları kronolojik sıraya dizdi. Venüs’ün Doğuşu, Bahçede Izdırap, Son Akşam Yemeği, Mona Lisa, Fırtına, Adem’in Yaratılışı ve Sofonisba Anguissola’nın Otoportresi… Sanki bu resimlerin hepsi bir tasvir barındırıyordu fakat bu tasvir öylesine derindi ki düşündükçe insanı içten içe boğuyordu.
Sabahın ilk ışıkları göründüğünde Dedektif olabildiğince kendinden emin, katili bulduğunu haber vermek üzere Bay Ricci’nin evine gitti. Dış kapının ardına kadar açık olduğunu fark etti. Geçen gün birkaçını görüp tuza benzettiği beyaz kristallerin büyükçe bir yığın halinde salondaki yeşil renkli halının üzerinde duruyordu. Dedektif, bunun siyanür olduğuna bir saniye bile tereddüt etmedi. Kapının yanındaysa bir tane yıldızlı kol düğmesi duruyordu.
Dedektif, hızlıca bir taksiye binerek Bay Conte’nin evinin yolunu tuttu. Posta kutusunu açtığında kutunun ağzına kadar siyanürle dolu olduğunu fark etti. Elindeki eldivenler onu korumaya yetmeyebilirdi. Bay Corner’in evine girip mutfaktan derin bir kepçe alarak tüm siyanürü bez bir çuvala doldurmaya başladı. Kutunun altına yapışmış bir kartpostal bulduğunda artık katilin kim olduğundan tamamen emindi. Bu sefer kartpostaldaki resim Jan Vermeer’in ünlü eseri olan Süt Döken Kadın’dı. Kartpostalın arkasında siyah, keçeli bir kalemle 40.35913731085167, 28.909788688374782 numaraları yazılıydı. Dedektif bunun haritadaki lokasyon bilgileri olduğunu fark etti ve derhal polislere haber verdi.
Lokasyon bilgileri onları Türkiye’nin şehirlerinden biri olan Bursa’nın Mudanya ilçesinde ıssız bir sığınağa götürmüştü. Dedektif ve polis ekipleri sığınağa girdiklerinde Fantino Ricci’nin kendini asmış olduğunu fark ettiler. Stefano Conte’nin katili Fantino Ricci’ydi. Gönderilen kartpostalların hepsi bir katilin nasıl doğduğunu ve cinayetin nasıl işlendiğini açıkça ortaya koyuyordu. Fantino, intiharından önce olanları anlatan bir de mektup bırakmıştı.
Stefano Conte benim en yakın dostumdu. Onu her yaptığı iş için destekledim, her daim arkasında durdum. Varlığını her geçen gün arttırmaya, bana olan sevgisini de aynı şekilde büyütmeye devam etti. İş bulamadığım dönem beni yanına aldı, fakat artık arkadaş değildik. Onun emirleri altında çalışan bir zavallıydım. Köşedeki temizlikçiden farkım kalmamıştı. Çalışanlar dediklerimi ciddiye almıyor, benim bilgisiz bir cahil olduğumu düşünüyorlardı. Ben de Stefano’yu, şimdiye kadar sahip olduğum en iyi dostumu kıskandım. Ona, onun varlığına konmak isteyen düşmanlarının olduğunu tekrarlayarak kendini tehlikede hissetmesini sağladım. Biraz huzur bulabilmek için kimsenin onu bulamayacağını düşündüğü tatil evine kaçmıştı. Oysa işler istediği gibi gitmemiş, her gece evinin önündeki tıkırtılar uyandırmıştı onu. Kapıya kilit takmış, cama birkaç tahta çakmıştı gecenin bu gizemli kişisinden korunabilmek için. Sonra kartpostallar almaya başlamıştı Stefano. Venüs’ün Doğuşu aslında her şeyin başlangıcıydı. Ortaya atılan yeni bir fikrin, bir katilin doğuşunun… Ama daha ne katil, ne de Stefano bunu biliyordu. Bu sadece yeniliğin bir doğuşuydu. Bahçedeki Izdırap, Stefano’nun evine gelen kartpostalın onu huzursuz ettiğini, böylece huzur bulabilmek adına geldiği tatil evinde ıstırap çektiğini gösteriyordu. Resimde karamsarlığın yanı sıra renk tonlamaları insana cesaret veriyordu. Stefano’nun kaçma şansı vardı, lakin bu şans evine beni yani Fantino’yu aldığında sona erecekti. Ona yaptıklarımdan pişmanlık duyduğum bir gündü, güvensiz hissettirdiğim için ondan özür dileyecektim. Stefano ise davetsiz misafirini tam yemek saatinde karşılamak durumunda kalmış ve sofraya davet etmişti. Son Akşam Yemeği, bir ihaneti simgeler. İçlerinde bir hain vardır ve o hain o geceki son akşam yemeğinde bendim. O hain, o katil bendim işte. Ah… ve Mona, yıllar boyu gizemiyle merak salmıştır. Onun en bilinen özelliği hem gülümsüyormuş hem de ağlıyormuş gibi bir görünüme sahip olmasıdır. Yaptığımdan hem mutlu hem de mutsuzdum. İçten içe istiyor fakat buna oldukça da üzülüyordum. Stefano her şeye ve herkese sahipti ama zavallı ben hep Stefano’nun gölgesinde yaşamaya mahkumdum. Esaret, beni yavaşça bir katile çeviriyordu. Fırtına, olayların başladığı ve Stefano’nun hayatta olmadığı zaman geldi. Çünkü işler o zaman karışmaya başladı, bir katilin tam anlamıyla katil olmasının kanıtladığı o mutlak zaman gelmişti. Fırtına kargaşaydı, savrulmaydı. Adem’in Yaratılışı ise tam olarak bir yaradılış, bir uzanma, yeni bir başlangıcı hedefler. Bu başlangıç katilin, katil olduğu zamanın başlangıcıydı. Kendimi tam olarak bir katil gibi hissettiğim bir başlangıç. Fantino’nun bir katil olarak yeniden doğuşu… Benliğimi kaybedişim… Sofonisba Anguissola’nın Otoportesi, resim çizen bir ressamın kendini resmetmesi temalıdır. Bense polis ve dedektiflerle tam olarak bunu yaptım. Aslında olay başından beri çok açıktı hem de çok. Stefano’nun evine arama içinde geldiğimde o eve ilk gelişim değildi ve son da olmayacaktı. Son olarak da Süt Döken Kadın, o sabah Stefano’nun evine gidip sütüne siyanür atan bir katilin doğuşunu ve işlediği cinayeti anlatıyor. Sevgili dostum Stefano’yu ben öldürdüm. Öldürdüğümde esaretim son buldu fakat bunun ortaya çıkacağı mutlaktı. Dedektif çok zekiydi ve beni her geçen gün korkutuyordu. Evime gelip siyanür kristallerini gördüğümde yepyeni esaretin benim için başlayacağını anladım. Artık oyunun sonuna gelmiştik. Özenle seçtiğim tüm resimler, içimdeki katilin yeniden doğuşunu simgeleyen Rönesans Dönemi’nden. Yeniden diyorum, çünkü bu işlediğim ilk ve tek cinayet değildi. Ne yazık ki siz bunu asla bilemeyeceksiniz…