- bölüm (31 aralık 1973 pazartesi)
Pazartesi sabahı saat altıda uyanınca balkona çıkıp bir sigara yaktım. Gece oldukça yorucu geçmişti. Gürsan’ın yanından ayrılıp tekrar Urel’in evine gitmiş ve elmasları yerine koymuştuk. Şükür ki gelen giden olmamıştı ve kimseye yakalanmamıştık. Daktilonun başına geçip Gürsan’a yollanan mektubun bir kopyasını yazdık. İlk izlenimimiz harflerin uyuşmadığı yönündeydi. Ayrıca büyüteçle incelediğimizde harflerde bazı karakteristik farklar gözümüze çarptı. Bu, hırsızlık tezimi güçlendiriyordu tabi. Bence Avni Urel er ya da geç evine gelerek, sahte elması alarak yılbaşı gecesi villanın yolunu tutacaktı. Gürsan ne kadar reddetse de elmasın rengini en azından bir kere olsun ağzından kaçırmış olmalıydı. Bu meselenin akılla izah edilir başka yanı yoktu.
Buz gibi havada sigaramdan ağır ağır dumanlar alırken yavaş yavaş uyanan şehri izledim. Karanlıklar arasında işlerine gitmek için erkenden yola çıkan insanların görüntüleri belirdi önce. Kalın ceketlerinin içinde penguen adımlarıyla yürüyorlardı. Durakta soğuktan etkilenmemek için kabanlarının içine gömülmüş birkaç adam ellerinde yiyecek poşetleriyle otobüslere binmeye çalışıyordu. Sigaramın bitmesini beklemeden aşağı fırlattım ve yatağıma döndüm. Uykum çoktan kaçmıştı. Zihnim ister istemez son bir hafta içinde yaşanan hadiseleri çevirip duruyordu. İhtiyar adamla ilk tanıştığımız anı hatırlamaya çalıştım. Ne garip! Üzerinden yalnızca dört gün geçmiş olmasına rağmen sanki haftalar öncesine ait bir anı gibi geliyordu. Soğuktan buz tutmuş yatağında sağa sola döndüm. Gıcırtıların verdiği huzursuzluk çöktü üstüme. Uyandığımda saat ondu. Yorganı üzerimden atar atmaz titredim. Üzerimi giyinerek içeri geçtim. Mithat çoktan uyanmış, şömineyi yakarak sofrayı taşımıştı. Sucuklu yumurta, peynir, tereyağı ve baldan oluşan Türk tipi kahvaltının o nefis kokusunu çektim içime. Beni fark edince bir bardak çay da bana doldurdu. Kurt gibi acıkmıştım. Hızlı hızlı yuttum lokmaları. Tavadaki son sucuğu da çatalına taktıktan sonra bir keyif purosu yaktı. Ben de bir sigara ile karşılık verdim. Satranç oyuncusu gibi tipik açılışını yaptı. “Heyecanlı mısın?” Başımı sallamakla yetindim. Mithat her zamankinden farklı, adını koyamadığım bir ruh hali içindeydi. İşaret parmağını purosunun ucuna vurarak külünü silkti. “Sen yine de çok umutlanma. Dağ fare doğurabilir. Adamın hiçbir zaman harekete geçmeme ihtimali hala masada… Göstere göstere üzerimize gelecek kadar pervasız olacağını sanmam. Dahası bunu yapmaması hayrına olacaktır.” Bileğinden kırdığı puro tutan eli ağzına gitti. Uzun bir duman aldı gözlerini kısarak. Benim aklımda başka biri varken onun bahsettiği bambaşka biriydi tabi. Ben de bambaşka olan hakkında konuşmak istedim. “Kendisine güveniyorsa neden olmasın? Şimdiye kadar başardı. Şimdi neden korkup vaz geçsin ki!” Eğer Mithat gününde olsaydı bu lafımın ucunun ona dokunduğunu da kavrardı. Ne var ki işine gelmeyince anlamazdan gelmeyi çok iyi beceriyordu. Fakat üzerine gitmeye karar vermiştim bir kere. “Madem konu açıldı sana ne zamandır bir şey söylemek istiyorum” dedim sigaramı kül tablasının kenarına yaslayarak. “Ama darılmaca yok.” Aslında konu açılmamış olsaydı da yine de açardım. Zira düşüncelerimi açıklamak için uygun en son andı bu. Akşam işlerin telaşıyla bir daha fırsat yakalayamayacaktım belki de. “Bilmem farkında mısın?” dedim oyunu onun bakış açısına göre oynayarak. “Eğer şimdiye kadar sen haklıysan ve ben yanılmışsam, yani bizim ihtiyarın başına hakikaten bunlar gelmişse, bu haklılığının seni sevindirmesi değil aksine üzmesi gerekiyor. Çünkü bu bir dedektif olarak neredeyse hiçbir şey yapamadığın anlamına geliyor. Yani önünde iki yol uzanıyor. Ya benimkinden gelip hadiseleri inkâr edecek yahut kendi bildiğin yoldan giderek başarısız bir dedektif olduğunu, siyah maskelinin seni şimdiye kadar alt ettiğini itiraf edeceksin. Ortası yok.” Nazire olsun diye bacak bacak üstüne atarak yarım ağız gülümsedim. Bu apaçık bir meydan okumaydı.
“İtiraf ediyorum.” Çehresinde yaratılışına aykırıymış gibi duran o üzüntülü hal… “Davayı bazı noktalarda elime yüzüme bulaştırdığım doğru. Siyah maskelinin benden zeki çıktığı da…” Bu kadar çabuk pes etmesi heves kırıcıydı. Galiba tartışma havasında değildi. Fakat ‘hastayı yatağında yakalamışken’ durmamalıydım. “O halde bu işin peşini niye bırakmıyorsun? Daha önce yaptıklarını bile açıklayamıyorken neden onunla bir kez daha düelloya girmek istiyorsun? Neyine güveniyorsun?” Yine tıslayarak bakan bir yüz, yine o alaycı ifade… Purosunu tutan bileğini çok ağır bir madde kaldırıyormuş gibi diğer eliyle destekledi. Sanki derdini üst üste dairesel şekillerle havaya saldığı dumanla anlatmak istercesine gri-beyaz bulut üfledi üzerime. Neden sonra dramatik bir havaya büründü. “Şimdiye kadar ona engel olamadığım doğru. Bahane olsun diye söylemiyorum ama işlenmemiş bir suça engel olmanın zorluğu ve karşımızdakinin gücünü geç kavramış olmanın sıkıntısını çektim. Fakat ‘yaptıklarını açıklayamadığım’ kısmında yanılıyorsun. Onun numaralarından bazılarını nasıl yaptığını anlıyorum.” Heyecandan büyüyen gözbebeklerime bakarak elini kaldırdı. “Hayır hayır sana söylemeyeceğim. Çünkü sen öyle bir insansın ki Cemay, tüm olanların nasıl gerçekleşmiş olabileceğini anlattığımda karşıma geçip bilmiş bir tavırla şöyle diyeceksin. ‘Bunlar hep senin tahminlerin, bunları doğrulayacak delillerin var mı? Söylediklerinin akla yatkın olduğunu kabul ediyorum, ama başka türlü de olmuş olamaz mı? Hadi bunu kabul ettik diyelim, öyle olmuş olsa bile…’” Giderek artan bir sesle beni taklit etti. Neşelenmiştim. Zaten beni rahatsız eden ondan sadır olmasına alışık olduğum dalga geçmeler değil düşüncelerini benimle paylaşmayışıydı. İçimden bir his, en ufak bir fikri olmamasına karşın beni denemek için böyle konuştuğunu söylüyordu. Bundan dolayı “yine de anlat” dedim merakıma mağlup olarak. “Sana delil filan sormayacağım. Sadece bunların nasıl olabileceğini bana mantıklı bir şekilde izah et yeter.” Hakçası içim içimi yemeye başlamıştı. Bir türlü emin olamıyordum. Gerçekten biliyor muydu? Yoksa beni mi deniyordu.
Yüzüme dik dik baktı. “Hayır, istemiyorum.” Purosunu dişleyerek yanağını şişirdi ve başını şömine tarafına çevirdi. Onu nasıl ikna edebilirdim acaba? ‘O zaman ben bu işte yokum’ desem olur muydu? Fakat hayır, bunu bir şantaj gibi algılayabilirdi. “Gerçeği ne zamandır bildiğini düşünüyorsun?” dedim soğuk bir sesle. En makul soru bu gibi gelmişti bana.
“Bildiğimi düşünmek mi? Hıh, tipik Cemay yaklaşımı.” Sitemle başını salladı. Yüzüme savurduğu dumanı elimle yardım. “Söyleyeyim. Daha Gürsan’ın evini görür görmez pencere önünde kaybolma numarasının hangi şartlar altında yapılabileceğini anladım.”
“Ah yani belirli bir şey kast etmiyorsun. Sadece teorik olarak nasıl yapılabileceği hakkında bir fikrin var. Ben de sandım ki…”
“Gördün mü? İşte bundan bahsediyorum. Sen tam olarak busun işte.” Parmağını ok gibi uzattı. Yine de tam olarak ne olduğum hakkında kesin bir bilgiye kavuşturmadı bu beni. Ben şüpheci bir insandım o kadar. Düşünen, sorgulayan, eleştiren biri… “Öyle olsun” dedim geri çekilerek. “Bana söylemek istemiyorsan…”
“Evet, istemiyorum. En azından bu gece için…” Geride kalan kahvaltılıklara iltifat etmediğimi görünce boşları eline alıp içeri geçti. Bazen Mithat bana aynı evi paylaştığım bir arkadaş gibi değil de tüm davranışlarını yeni yeni gözlemlediğim bir yabancı gibi geliyordu. Böyle anlarda onunla herhangi bir yakınlık kuramıyordum. Aniden önümde duran masanın çekmecesinde Gürsan’ın verdiği paranın durduğu geldi aklıma. Mithat içeride bulaşıkları suya tutmakla meşguldü. Elimi hafifçe attım desteye. Olduğu gibi duruyordu. Birkaç tane banknotu esir olduğu yerden kurtardım. Bunu yapmaya hakkım olup olmadığı sorgulamak istemiyordum. Mithat’ın paraya ihtiyacı yoktu. Paraya ihtiyacı olmadan yaşayan insanların ihtiyacı olanı yargılamaya hakkı var mıydı? Mithat para için prensiplerinden vazgeçmezdi. Mithat paraya önem vermezdi. Ama işte mesele de bu ya! Onun önem vermediği ve prensiplerini değiştirmek için yetersiz kalan bir parası vardı. Bu yüzden para söz konusu olunca ben kendimi kaybederken o dünyevi meşgaleleri boşlamış bir derviş gibi burun kıvırıyordu. Rakibine bariz bir üstünlük kurmuş sporcuların anlayışlı ve hoşgörülü hallerine benzetiyordum bunu. Fakat onları bir de yenik duruma düşmüşken görün. O zaman hepsi nasıl da çirkefleşir ve sonradan hatırlayacaklarında kendilerinden utanacak davranışlar sergilerlerdi. Zaten bence namuslu kabul edilen insanların pek çoğu sınanmamış bir dürüstlüğe sahipti. İşinde gücünde kaç namuslu memur büyük miktarda parayı zahmetsizce eline geçirme fırsatı yakalasaydı mecburen devam ettirdiği bu sıfatı sürdürebilirdi? Suç işlemeden önce gelir adaletsizliğinden yakınan yahut kaderin kendisine oynadığı çirkin oyunlardan bahsederek kendisini temize çıkarmaya çalışan insanlardan değilim. Fakat tek suçlu ben miydim? Hem Mithat ne diye parayı uluorta bırakıp vicdan azabına gark eden bu davranışımın önünü açıyordu ki? Şu an çektiğim manevi işkenceyi karşılamak için bu desteyi toptan alsam yine de zararda sayılmaz mıydım?
İç sesimi susturmak için isteğimi baltaladım ve parayı yerine koydum. Mithat ağzında bir ıslıkla girdi odaya. “Parayı çekmeceden almamışsın” dedim sesimin tonunu dikkatle ayarlayarak.
“Doğru ya, unutmuşum.” Ağzında sönmüş puro süs vazifesi görüyordu. Çekmeceyi açarak destenin üzerindeki lastiği söktü ve elini ortasına daldırıp yarısından fazlasını bıraktı önüme. “Ne yapıyorsun?” dedim hayretle.
“Bu davada birlikteyiz unuttun mu? Her ne kadar Gürsan beni kiralamış olsa da sen de benim kadar çaba gösterip zaman ayırıyorsun. Bu para da senin de en az benim kadar hakkın var.” Evet, hayatta Mithat gibi insanlar da var. Fakat hayır yeni bir vicdan azabı çekecek durumda değilim. Parayı yapmacık bir tevazuuyla geri uzatmadım. Böylesi inandırıcılıktan uzak olurdu. Zaten elini kaldırarak muhtemel bir itirazın önünü çoktan kapamıştı. İki gün öncenin gazetesini alarak koltuğa geçti ve bulmaca sayfasını açtı. Ben de masanın üstünde duran, nerden peyda olduğunu anlamadığım kalın kitabı aldım elime. Dışarının soğuğu karla birleştiğinden sokağa çıkmak için ağırdan alıyorduk. Kitabı elimde evirip çevirdim. Rastgele bir sayfasını açarak okumaya daldım. Hintli bir bilgenin hayatını anlatıyordu. Hani şu dağ bayır dolaşıp insanlara bir fare deliğinde hasta köpekler gibi titreyerek can verirken bile değerli olduğunu hissettiren sözler söyleyerek nam salmış insanlardan… Kısa süre okuduktan sonra sihirli sözcüklerle dolu kitabı bir kenara fırlattım. Zaten iki üç gündür hiçbir şeye odaklanamıyordum. Ne zaman kendimle baş başa kalsam hep aynı meseleler bir karabasan gibi çöküyordu üzerime. Pencere önünde dans eden iri kar tanelerinin dinlendirici manzarasını seyre daldım. Birden telefon sesi odada çınladı. Rahatsız edici zırıltıyı susturmak amacıyla tavanı seyreden arkadaşımdan önce davranarak almacı kaldırdım. Karşıdan parazitli ve boğuk bir ses yükseldi. “Kimsiniz tanıyamadım?” dedim boğazımı temizleyerek.
“Ben Hüseyin Gürsan” dedi sesin sahibini sitemle. “Ne çabuk sildiniz hatıranızdan beni.” Onunla hâlâ resmi dili bir tarafa bırakmamıştık.
“Pardon, sesiniz telefonda boğuk çıkıyor da, o yüzden” diye düpedüz yalan attım. Bu bahane o kadar sık kullanılıyordu ki yardımcısı ilk telefon konuşmaları esnasında Graham Bell’e söyleyerek bu furyayı başlatmış olabilirdi.
“Hazırlıklar tamamlandı Cemay Bey. Sizleri evime bekliyorum” dedi ihtiyar adam sanki konuşma paralel bir hattan dinleniyormuşçasına hızla. Ahizeyi yerine bırakınca Mithat doğruldu. “Hüseyin Bey miydi?”
“Evet. Hazırlıklar tamammış. Bizi evine bekliyor.” Mithat hemen sandalyesinin üstüne bıraktığı ceketi üstüne atarak hızlı bir hareketle yünlü atkısını boğazına geçirdi. “Hadi o zaman” dedi kuşağını bağlarken. Bu hıza ayak uydurma istercesine süratle odama yürüdüm. Üzerime kalın bir gömlek ve üstüne kazak giydim. Montumu elime alarak salondaki aynanın karşısına geçtim. Üstüme çeki düzen verirken Mithat arkamdan aynamın görüş açısına sızdı. İkimiz de yansıyan görüntümüze baktık bir süre. Arkadaşım yakalarını düzeltti ve dramatik bir sesle ekledi. “Şeytanla bu geceki randevumuza hazır mısın Cemay?” Ciddi ifadesini görünce gülüp geçtim. Görüş alanımdan çıkıp kendimle baş başa kalınca boy aynasında, yüzümdeki tebessümden kalan izlerin yerini hızla ciddi bir çehreye terk edişimi gördüm. Siyah montumu yavaşça giyindim. Deri eldivenlerimi cebimden çıkararak özenle parmaklarıma geçirdim. Köşede parlayan siyah botları da ayağıma geçirerek kendime boydan boya süzdüm. Her şey tamamdı. Onları bilmiyorum ama ben hazırdım.
***** ***** *****
Yarım saat sonra iş adamının bahçesindeydik. İhtiyar, yaşıyla pek uyuşmayacak derecede parlak şık bir smokin geçirmişti üstüne. Yakasına taktığı papyonu özenle düzeltti ve bahçe kapısını açtı. Tavırları görür görmez yüksek tabakaya ait olduğunu hissedeceğiniz biri haline bürünmüştü. Üzerindeki siyah elbisenin hayali lekelerini elinin tersiyle silerek kesik saten yakasını iki eliyle kavradı. Cumartesi günü evimizde korkudan titreyen, yüzü endişeyle kasılan ihtiyar adamla şu anda özgüveni yerinde, neşeli ve canlı iş adamının aynı kişiler olduğuna inanmak zordu. Mithat da durumun garipliğinin farkındaydı. “Basit bir elbise değişikliğinin bu denli fark yarattığına en son bir süper kahraman filminde rast gelmiştim” dedi kulağıma eğilerek. İş adamı önümüze geçerek, ayak basmalarla kendiliğinden yol haline gelmiş olan karlı zemin üzerinde ilerledi. Tepemizde kümelenmiş kar yüklü bulutlar, havayı boğucu ve basık bir karartıya dönüştürmüştü. Dört bir yanımızı çeviren ağaçların şemsiyesi altında hissediyordum kendimi.
Gürsan “yemek yer misiniz?” diye sordu. Nazik bir dille reddettik. Kapının dibinde koruma edasıyla esas duruşa geçmiş hizmetçinin önünden yürüdük. Adımımızı eşikten atar atmaz sergi salonu gibi düzenlenen odanın bir gün içindeki muazzam değişimi dikkatimizi çekti. Cilalı zemin parke ayak seslerimizi holde çınlatıyordu. Odanın pırıl pırıl görüntüsüne baktık. Küçük bahçeye açılan katlanabilir kapılı boydan boya cam pencere tiyatro sahneleri gibi kırmızı perde ile süslenmişti. Fazladan yer açmak için tüm eşyalar kaldırılmış, bunların yerine geniş paravanlarla ayrılan küçük bölmeler düzenlenmişti. Tavandan sarkıtılan kristal avizelerin parlak ışıkları, odayı baştan başa ışık saçıyordu. Doldurulmuş hayvan kafalarına yine ilk seferde olduğu gibi iğrenerek baktım. Altlarında çaprazlamasına asılmış kılıçlar ve meçler vardı. Silahlar da özel camekânlara yerleştirilmişti. Oda o kadar çok bölmeye ayrılmıştı ki dışarıdan bakılınca insan kendini koca bir labirentin ağzında hissediyordu.
Odanın iki minik basamakla yükseltilmiş kuzey kısmı geri kalanına göre daha yüksekteydi. Buraya bir metre boyunda bir kürsü konulmuştu. Gürsan bu kısma doğru yürüyerek “Avni’ye ulaşamadım” dedi tedirgin bir sesle. “Arıyorum çıkmıyor.” Bu durumun parazit gibi araya girerek asıl hedefe odaklanmasını zorlaştırması canını sıkıyordu.
Mithat önemsemez bir tavırla salladı ellerini. “Belki misafirlerle birlikte gelir, üzerinde durmayalım.” Sonra etrafta kayda değer neler var diye alıcı gözlerle baktı.
‘Vay vay vay!’ dedim dişlerimin arasından ıslık çalar gibi. ‘Demek Mithat bir yandan bana akıl verirken diğer yandan kendisi bizzat şahit olduğu delilleri görmezden gelip bir kenara atıyor. O kırmızı elmasın yalnızca kasanın içini gören biri tarafından kopye edilmiş olabileceğini adı gibi bilmesine karşına, işin içinden çıkamayınca boş veriyor.’ İlk kez o anda arkadaşımın asla birinci sınıf bir dedektif olamayacağını anladım. Rasyonel bir dedektif asla bariz delilleri bir tarafa bırakıp hayali bir katilin peşine düşmez, mümkün olanı olmayana tercih etmezdi. Üstelik ben elimden geleni yapmış, ikisini de, defalarca uyarmıştım. Fakat onlar tarafını seçmiş, efsaneden yana tavır almışlardı. Artık tekrar tekrar kendi fikrimi dillendirmemin manası yoktu. Planlarını bir hortlak üzerinden yürütmeyi kararlaştıran ikili halinden gayet memnunsa ben de onlara ayak uyduracaktım.
Hızlıca bölmeler arasında gezinirken silahların olduğu bölüme gelince durakladık. İhtiyar hantal vücuduyla yorgun bir adım attıktan sonra hırıltıyla öksürdü. O anda yüksek bir gürültü eşliğinde odayı yarım saniyeliğine bir fotoğraf flaşı gibi güçlü ışıkla aydınlatan şimşek çaktı. Hepimiz birden kafamızı istem dışı sesin geldiği yöne çevirdik. Havayı kızıl çubuktan bir demir gibi delen çizgi etkisini yitirdikten sonra arkasında belirsiz bir yol bıraktı. Işığın sönmesiyle oda yeniden huzursuz sessizliğine büründü. O kadar ki üç kişinin ayak sesleri rahatlıkla ayırt edilebiliyordu. Havada bir gerginlik hissediyordum. Sıkıntı içimde giderek büyüyordu. Özellikle ihtiyarın yüzündeki derin çizgiler ve umutsuz bakışlar çok şeyi ele veriyordu. Belki de birbirimize itiraf etmeye yanaşmadığımız o şey yüzündendi. Evet, neden saklayayım? Üçümüz de korkuyorduk. Saatler ilerledikçe mektupta işaret edilen dakikalara yaklaşıyor ve heyecanımız da bu oranda artıyordu. İnsan birçok yönüyle tuhaf bir mahlûktur. Tehlikeyi önceden gördüğü durumlarda bile nedense onu bir süre hafife alır ve artık ondan kaçamayacağını anlayıncaya kadar da yüzleşmek istemez. Şu anda da aynı şeyi hissediyordum. Tehlike kapıya dayanmasına rağmen son ana kadar doğru dürüst hazırlık yapmamıştık. Labirentte çıkışı bulmanın hayati öneme sahip olduğu ancak peyniri yedikten sonra aklına gelen fareler gibi, zihnimin yeni yeni kavradığı bu gerçeğin ağırlığıyla strese girdim. Fakat elindeki silahın etkisizliğini savaşa girdikten sonra görmek neye yarar?
İhtiyar iş adamının rehberliğinde koleksiyon eserlerinin arasında ağır ağır yürüdük. Mithat’ın kritik bir şey söyleyip söylememek konusunda kendisiyle mücadele ettiği anladım. Biraz sonra bir mızrağın önünde durduk üçümüz de. Camekânın beyaz ışığı altındaki ölüm aletini inceledik. Yüz yirmi santimlik dökme demir ve ahşaptan yapılmıştı. Ortasından kalın bir ip geçirilmiş ve tutamaç yeri bir deri ile sarılmıştı. Uca doğru sivrilen üçgen dar ağzına batırdım parmağımı. Oldukça keskindi. Gürsan diğer arkadaşlarına da bu imkânı sağlıyor muydu bilmiyorum ama biz rahat rahat dokunabiliyorduk eserlere. Bunun için koleksiyonun sahibinden izin aldığımızı da hiç hatırlamıyordum. Galiba arkadaşlığımızın bir noktasında bu imtiyazı kendi kendimize elde etmiştik. Mithat kutsal bir emaneti tutar gibi iki eliyle kavradı mızrağı. Bir süre kurcaladıktan sonra yerine bıraktı. Deminden beri aklından geçen ve ihtiyara soramadığı şeyin ne olduğunu çok iyi biliyordum. Ona hak veriyordum üstelik. Kim olsa ihtiyara karısının kendisini aldattığı adamın öz oğlu olup olmayacağını sormadan önce birkaç kez düşünürdü. Arkadaşım asıl soruyu sormaya cesaret edemeyerek onun yerine “oğlunuz bu gece sergiye gelirse onu tanıyabilir misiniz?” dedi.
İhtiyar soruyu birkaç saniye duymazlıktan geldikten sonra dudağını büktü ve tekrarladı. “Beni öldürmek isteyen oğlumu tanıyabilir miyim?” Gözlerini silahların üzerinden ayıramıyordu. Bir tanesinin etiketini düzeltti. Ve sonra ikimize birden bakarak acı acı gülümsedi. “Bir babaya sorulacak daha tuhaf bir soru bilmiyorum.” Önündeki hançerin açısını düzeltmek için elini camekâna attı. “Geçen gün benden istediğiniz o fotoğrafı aradım fellik fellik. Hani şu Rahmi’nin Deniz ve annesini Fransa’dayken çektiği fotoğraf… En son ne zaman gördüğümü hatırlamaya çalıştım. Bir yıl önce aile albümünde görmüştüm galiba. Fakat uzun zamandır gözüme çarpmıyordu. Aramaya koyuldum. Hiçbir yerde bulamadım. Daha sonra evde hummalı bir araştırma yaptım. İki hizmetçiyle beraber evin altını üstüne getirdik. Fotoğraf, depoya kaldırdığım eşyalarımın arasındaki eski bir sandıktan çıktı.” Elini arka cebine atarak cüzdanını çıkardı. Hızlıca iç bölmeleri kurcalayarak küçük dikdörtgen kâğıdı arkadaşıma uzattı. “İşte.” Bu tür durumlarda artık teklif beklemeden olay yerine damlamak âdetim olmuştu. Hemen elimdeki yatağan kılıcını ait olduğu yere bırakarak Mithat’ın yanına koştum. Bunca olaydan sonra gözümde gulyabaniye dönüşen bu adamın çocukluğunu acayip bir şekilde merak ediyordum. Anlatılanlardan sonra onun da bir zamanlar bir yerlerde küçük, aciz ve zararsız bir mahlûk olarak yaşadığını görme ihtiyacı hissediyordum içimde. Arkadaşım önce uzaktan baktı fotoğrafa. Ardından detaylara vakıf olabilmek için yaklaştırdı sararmış kareyi. Gürsan’ın ajanı, güneşli ve açık havada çekmişti fotoğrafı. Bu yüzden kadraja giren iki yüz de gözlerini kısarak poz vermişti. Küçük sarışın çocuk başını eğmiş, elindeki pamuk şekere benzer şeyi yemeye çalışıyor, arkasındaki hafif kilolu esmer kadın ise iki elini çocuğun omuzlarına dayayarak gülümser bir yüzle bakıyordu. İkisi de arkadaki ağacın gölgesine sığınmıştı. Karenin kenarından yeşil bir tahterevallide oturma pozisyonu almış bir çocuk kafasını uzatarak, resme son anda dâhil olmuştu. “Deniz’in buraya sanki davetliymiş gibi gelmesi sürpriz olmaz açıkçası” dedi yaşlı adam biz resmi incelerken. “O kadar yeteneklidir ki kendisini herhangi bir konuda uzman olarak bile tanıtabilir. Belki de koleksiyon eserlerim hakkında bilgi sahibi olmuştur ve buraya sanki onları satın almak için gelmiş pozlarına girebilir. Türkçe konuşarak kendini ele vereceğini de sanmıyorum. Muhakkak Fransızca ya da İngilizce konuşacaktır. Onu tanımaya gelince… Şu anda neye benzediği hakkında zerre fikrim yok.”
“Fakat birkaç gün önce karşılaştığınız için dış görünüşü hakkında üstünkörü de olsa bilginiz olmalı” dedim.
“Onu o siyah kılığı içinde birkaç saniye gördüm yalnızca. Bu yüzden davranışlarından, hareketlerinden çıkarmama imkân yok. Gerçi sesini duydum. Sadece birkaç kelimeden ibaret olsa da o sesi asla unutmam. Tabi kendi sesiyse… Yine de belli olmaz, bazen bir gülüş, bir kahkaha, bir hareket bile insanı ele verebilir. Bu yüzden bugün burada şüphelendiğim kişiler olursa, onları bol bol konuşturmak niyetindeyim.” Bu söylediğine kendisinin bile ihtimal vermediğini anlamak herhangi bir uzmanlık gerektirmiyordu. Önündeki etikette Alman yapımı olduğu yazılan ve MG 08 diye kodlanmış ağır makineli tüfeğin mekanizmasını kontrol ederken “sergiye daha önce gelen hemen herkesi tanırım” dedi. “Bazısı yakın arkadaşımdır. Bazısıyla ise ayda yılda bir karşılaşırım. Tabi pek çok yabancı da gelecek bugün buraya. Onlardan özellikle genç olanları size işaret edeceğim. En fazla onlara dikkat etmeliyiz bana kalırsa. Tabi şüphenizi çeken kişiler olursa onları da göz hapsine alırız.”
Mithat’ın gözleri salonda son kontrolleri yapan hizmetçilere kaydı. “Herkesin içinde size hücum edeceğini sanmıyorum” dedi ağır ağır. “Eğer onu biraz olsun tanımışsam bunun onun yapısına uygun olmadığını söyleyebilirim. Sizi basit biçimde öldürmek isteseydi bunu fırsatını bulmuşken yapardı, değil mi?”
“Öyle” diyen ihtiyar katilin daha önce kendisine ne kadar yaklaşmış olduğunu bir kez daha hatırlayarak titredi. “Onu bir yakalarsak…” Kafasını kaldırıp bana bakınca görüntüsünden ürktüm. Kırmızı yanakları çenesine doğru sarkmış, göz bebeklerinin aklarına kan oturmuştu. Sakin bir sesle ekledi. “Aslında onu diri ele geçirmeyi her şeyden çok istiyorum. Fakat bana öyle geliyor ki tuzağa düştüğünü anlayınca kafasına sıkar yine de canlı yakalanmaz.”
Mithat’ı hala düşünceli biçimde yere bakar görünce omzunun üzerinden yanaştım ve deminden beri aklındaki o soramadığı soruyu yüzüne vurdum. “Neden ihtiyardan düşüncelerini gizliyorsun? Şu senin üvey-ensest teorisinden bahsetsene artık?” Yüzünde utangaç bir ifade oluşunca dudağımın kenarında bir çizgi kıvrıldı. “Sen çekiniyorsan ben söyleyeyim” dedim harekete geçer gibi atılarak.
“Sakın ha” dedi kolumu çekiştirip. “Bunu kendimiz de öğrenebiliriz, sormamıza gerek yok. İhtiyarı iyice altüst etmeyelim.” Zaten soracağım filan yoktu. Sadece arkadaşımı denemek istemiştim. Tam da tahmin ettiğim gibi cesaret edemedi. Fakat Gürsan’ın aklına bu fikir kendiliğinden gelmiş miydi acaba?