Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

SUÇÜSTÜ

Diğer Yazılar

OZAN ILGIN 23: CENA{BET}

MAVİ PAYET

FIRTINALI BİR GECE

Ramazan Atlen
Ramazan Atlen
1984 yılında Uşak’ta doğdu. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Doktorluğun yanı sıra İngilizceden polisiye roman çevirileri yapıyor. Türkiye’nin Polisiye Dergisi Dedektif Dergi’nin 2021 yılında düzenlediği 2. Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nda birincilik ödülü aldı. Öykü, deneme ve incelemeleri Dedektif Dergi’de ve çeşitli öykü seçkilerinde yayınlanmaya devam ediyor. Evli ve iki çocuk babasıdır.

BİRİNCİ BÖLÜM

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

20 Şubat Salı, 19.47

Merhaba Hüseyin Bey,

Ben Jale. Size Amerika’dan yazıyorum. Buraya yerleşeli otuz yıldan fazla oldu. Size yazma nedenim, babam Yusuf Tekin’in ölümü. Pazartesi günü intihar ettiğini öğrendim. Çok şaşırdım çünkü pazar günü görüştüğümüzde sesi iyi geliyordu. Bir gün içinde ne yaşadı ne oldu da hayattan ümidini kesti, anlamıyorum.

Birkaç akrabamdan bilgi aldım. Dediklerine göre polis, babamın ciddi bir hastalığa yakalanması nedeniyle intihar ettiğini düşünüyormuş. Hastalık meselesinden haberim yoktu, doğruysa bile sırf bu yüzden neden canına kıysın? Bana mantıklı gelmiyor açıkçası.

Sizden babamın ölümünü araştırmanızı istiyorum. Ölümünde şüpheli bir durum olabilir mi? Cevabınızı en kısa sürede bekliyorum.

Telefon numaram: +1 408 4553341136

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

20 Şubat Salı, 22.32

Merhaba Jale Hanım,

İstediğiniz araştırmayı yapmadan önce sizi uyarmalıyım. Beklentiniz babanızın intihar etmediğini ispatlamamsa bu konuda garanti veremem. Ama elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz.

Yarın araştırmaya başlamayı düşünüyorum. Gelişmeleri haber vereceğim.

Aileniz hakkında daha ayrıntılı bilgi verirseniz iyi olur.

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

21 Şubat Çarşamba, 04.13

Teşekkür ederim Hüseyin Bey.

Aile açısından şanslı bir insanım. Babamla annemin haklarını ödeyemem çünkü çok mutlu bir çocukluk geçirdim. İkisi de beni hep desteklediler. Özellikle de hayallerimin peşinden gitmem konusunda… Üniversiteyi Boğaziçi’nde okuduktan sonra mastır için Amerika’ya geldim. Sonrasında çalışma hayatı derken Türkiye’ye dönemedim, burada evlenip yuva kurdum. Eşim Amerikalı, çocuklarım da öyle.

Annem on yıl kadar önce kanserden öldü. Babam, annemin vefatını kolay atlatamadı. Ben de uzakta olunca yeterli desteği veremedim. Yıllar geçtikçe babamın ruhsal açıdan iyiye gitmediğini fark ettim. Bu nedenle yeniden evlenmesini önerdim. Önceleri bu fikre şiddetle karşı çıktı. Sonunda ısrarlarıma dayanamayıp iki yıl kadar önce evlendi. Ancak yeni karısı kendisinden epeyce genç bir kadın. Günahını almak istemem ama uzaktan gördüğüm kadarıyla pek sağlam pabuca benzemiyor.

Babamın intiharını şüpheli bulmamın asıl nedenini anlamışsınızdır. Maalesef parası için yaşlı erkeklerle evlenen, hatta cinayet işleyen kadınlar olabiliyor. Babamın başına böyle bir hadise geldiyse en büyük temennim suçlunun yakalanmasıdır.

Bu arada ödemeyi telefonda konuştuğumuz gibi yaptım.

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

21 Şubat Çarşamba, 17.48

Jale Hanım merhaba,

Bugün soruşturmayı yürüten polis arkadaşımdan bilgi aldım. Maalesef bütün bulgular babanızın intihar ettiğini gösteriyor. Kendisini vurduğu tabanca ruhsatlı değil ama yakın bir arkadaşı tabancanın ona ait olduğunu doğrulamış. Olay yeri incelemesine göre silahı başkasının ateşlediğine dair delil yok. Üzerinde sadece kendi parmak izleri var. Babanızın sağ elinde ve vücudunun sağ tarafında barut izleri tespit edilmiş. Ayrıca kurşun şakağından girmiş ve bitişik mesafeden ateş edilmiş. Bütün bunlar intiharı destekleyen bulgular.

Cinayete intihar süsü verilmesi mümkün değil mi, diye aklınıza gelebilir.

Elbette mümkün. Mesela babanız sersem hâldeyken bitişik mesafeden şakağına ateş edilerek öldürülmüş olabilir. Ancak kanında yapılan incelemede onu sersemletecek bir maddeye rastlanmamış. Başka senaryolar da söz konusu. Ancak bunlara dair de herhangi bir delil yok.

Kısacası polisler babanızın hastalığı nedeniyle ümitsizliğe düşüp intihar ettiği senaryoyu daha muhtemel görüyorlar.

Bununla birlikte ölümünü kuşkulu hâle getiren bazı durumlar var; birincisi intihar mektubunun bulunmaması.

İkincisi; miras meselesi. Öğrendiğime göre babanızın hâli vakti yerindeymiş. Kayda değer miktarda nakit paranın yanı sıra kiraya verdiği birkaç ev ve dükkânı, arsa türünden taşınmaz malları varmış.

Üstelik bir vasiyetname söz konusu. Normalde babanızın mirasının dörtte üçü size, dörtte biriyse eşine kalacakken beş ay önce hazırlanan bir vasiyetnameyle durum tam tersine çevrilmiş.

Bütün bunlar polisin de dikkatini çekmiş elbette. Ama kanunsuz bir duruma rastlamamışlar. Vasiyetname hazırlanırken akıl sağlığı raporu alınmış. Melda Hanım vasiyetnamenin babanızın isteği üzerine hazırlandığını iddia ediyormuş.

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

21 Şubat Çarşamba, 20.24

Merhaba Hüseyin Bey,

Verdiğiniz haberler üzüntümü daha da katladı. Beni asıl yaralayan vasiyetnamenin içeriği değil, babamın beni bundan haberdar etmemesi. Acaba itiraz edeceğimi mi sandı? Oysa babamdan kalacak miras aklıma bile gelmez. Böyle bir hesap yapsam evlenmesini ister miydim?

Bir yandan da babam bu kararı gerçekten özgür iradesiyle mi verdi diye sorgulamadan edemiyorum. Acaba gerçekten akıl sağlığı yerinde miydi? Sağlık raporu var diyorsunuz ama Türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğünü bilmeyen yok. Böyle bir rapor almak zor olmasa gerek.

Bu durumda yapılacak bir şey yok mu? Her şey bitti mi?

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

21 Şubat Çarşamba, 21.50

Jale Hanım, merak etmeyin, yapacak bir şey kalmadığını söylemek için henüz erken.

Yarın Melda Hanım’la görüşmeyi düşünüyorum.

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

22 Şubat Perşembe, 16.34

Melda Tekin’le görüştüm. Beklediğimden daha genç bir kadın. Kendimi babanızın eski bir tanıdığı olarak tanıtıp başsağlığına gelmiş gibi davrandım. Ben gittiğimde evde birkaç akraba daha vardı. Onlar gidince uzun uzun konuşma imkânı buldum.

Melda Hanım’ın dediğine göre babanız pazartesi sabahı hastaneye doktoruyla görüşmek için gitmiş. Biyopsi sonucuna göre kanser olup olmadığı kesinleşecek, buna göre de tedavi planlanacakmış. O da kocasıyla gitmek istemiş ama babanız yalnız gitmekte ısrar etmiş. Bunun üzerine Melda Hanım çarşıdaki işlerini halletmek üzere on gibi evden çıkmış. İki saat sonra döndüğünde babanızı oturma odasındaki koltukta ölü bulmuş. Salon masasında duran raporda hastalığın yayıldığına dair ibareler varmış.

Babanızın en büyük korkusuymuş bu hastalığa yakalanmak. Çünkü annenizin tedavi sürecini unutamıyormuş. Yani Melda Hanım’a göre babanız aynı şeyleri yaşama ihtimalini kaldıramadığı için canına kıymış.

Melda Hanım sormadığım hâlde hayat hikâyesini de anlattı. Yetimmiş. Annesi büyütmüş onu. Başından kötü bir evlilik geçmiş. Annesi üç yıl önce ölmüş. Bir gün tesadüfen gittiği araba galerisinde babanızla tanışmışlar. Onun yardımseverliğinden ve şefkatinden etkilenmiş. Önceki evliliğinde yaşadıkları nedeniyle güvenebileceği, iyi kalpli bir adamla hayatını birleştirmek istiyormuş, babanızla da bu yüzden evlenmiş.

Bunlar bana anlattıkları tabii. İzlenimlerime gelince… Açıkçası hâlinde tavrında bir sahtelik fark etmedim. Üzüntüsü abartılı ya da yapmacık gelmedi bana. Buna rağmen kafamı kurcalayan bazı şeyler var.

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

22 Şubat Perşembe, 18.05

Hüseyin Bey,

Annemle ilgili mevzu doğru. Evet, tanı konduğunda hastalığı ilerlemişti. Tedavi süreci çok zorlu geçti, açıkçası öldüğünde ben de çektiği acılar bittiği için onun adına sevinmiştim.

Ama bir yandan da bütün bunlar Melda denen kadının itirafı sayılmaz mı?

Babam intihara zorlanmış olamaz mı? Belki de bu kadın babamın korkusunu kullandı? Hastaneye tek başına göndermesi, evde yalnız bırakması kasıtlı olamaz mı?

***

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

22 Şubat Perşembe, 18.43

Jale Hanım, kafamı kurcalayan şeyler var derken ben de bunları kastetmiştim.

Yarın bu hususta yapmayı düşündüğüm şeyler var.

Sizi haberdar ederim.

İKİNCİ BÖLÜM

Hastaneye giderken kafamda bir sürü soru dönüp duruyordu.

Diyelim ki Melda Tekin kocasının ümitsiz bir hastalığa yakalanma korkusundan yararlanarak onu intihara sürüklemek istiyordu… Kötü haberi tek başına öğrenmesi için de gerekli şartları sağladı… İyi de raporun kötü çıkacağından nasıl emin olabilirdi ki? Bütün bunları planladıysa işini şansa bırakması akla uygun muydu? Değilse sahte bir rapor ayarlayarak planını garantiye almak istemesi gerekmez miydi?

Gastroenteroloji uzmanı Neriman Akyar, tonton denebilecek yaş ve sevimlilikte bir kadındı, hastasının intihar ettiğini öğrendiğinde çok üzüldüğünü belirtti. Evet, Yusuf Tekin o sabah patoloji raporunu kendisine göstermiş, tedavi süreciyle ilgili verdiği bilgileri uysal bir tutumla dinlemişti.

Yusuf Tekin’in intiharı üzerindeki şaibeden bahsedip “Raporlar bir şekilde karışmış ya da karıştırılmış olabilir mi?” diye sordum.

“Nasıl yani?” dedi kaşlarını çatarak.

“Mesela görevlilerden biri ona gerçek raporu değil de başka bir raporu vermiş olabilir mi?”

Sorumu çok uçuk bulduğunu belli eden bir bakış atıp “Bütün raporlar hastanenin sisteminde kayıtlıdır, bir bakalım,” karşılığını verdi. Bir iki dakika sonra başını ekrandan çevirip “Yok,” diye devam etti. “Sistemdeki bana getirdiğiyle aynı.”

Bilgisayardakiyle Yusuf Tekin’in eline geçen rapor farklı olsaydı suçluyu rapor teslim biriminde aramak gerekecekti. Ama şu durumda kuşkularımda haklıysam dümenin arkasında patoloji biriminin sistemine ulaşabilen biri var demekti.

Bir sonraki adresim patoloji bölümündeki sekreterlikti. Masanın arkasındaki görevliye kendimi Komiser Hüseyin diye tanıtıp işlerin nasıl yürüdüğüne dair bazı sorular sordum. Bölümdeki tek patoloji uzmanı olan Levent Kaplan, hastalardan alınan parçaları mikroskop altında inceledikten sonra notlarını alıyor, bölümdeki sekreterlerden biri de bu notları yazıya döküyor, böylece nihai rapor ortaya çıkıyordu. Bu durumda sahte rapordan doktorun notlarını yazıya döken görevli sorumlu olabilirdi.

Levent Kaplan’la görüşebilmek için epeyce yalan üfürmem gerekti. Odasına girdiğimde gözlerini masasındaki mikroskoba dayamıştı. Elli yaşlarında, gözlüklü, top sakallı, saçları kırlaşmış bir adamdı. Cinayet Büro’dan geldiğimi söylediğimde ‘onca işin gücün arasında tam da sırasıydı’ diyen bir bakış attı. Yusuf Tekin’in şüpheli intiharından söz edip “Biyopsi raporuna sizden sonra müdahale edilmiş olabilir mi?” diye sordum.

Gastroenteroloji uzmanıyla aynı uçuk bakışı atarken sağ gözü seğirdi. Hastanın kimlik bilgilerini sorup yan masadaki bilgisayar ekranına birkaç dakika boyunca hımlayarak baktı. Ardından “Birazdan geliyorum,” deyip dışarı çıktı. Beş dakika sonra elinde kenarları numaralı, küçük dikdörtgen camlarla döndü. Her birini mikroskopta tek tek inceledikten sonra “Maalesef hata yok,” dedi. “Raporda yazanlar doğru.”

***

Hastaneden hayal kırıklığıyla çıktım, otoparktaki arabama binip Jale Hanım’dan gelen mesaj var mı diye kontrol ettim. Yoktu. Bir süre dağınık düşüncelerle oturmaya devam ettim. ‘Araştırmamın sonuna geldiğimi haber vermeliyim,’ dedim kendi kendime. Ortada sahte rapor yoktu, anlaşılan Yusuf Tekin gerçekten de amansız bir hastalığa yakalandığı haberini kaldıramayıp intihar etmişti. Karısı onu kasten mi yalnız bıraktı yoksa bu kasıtsız bir ihmal miydi bilmek, ispat etmek zordu.

Yine de nedenini çözemediğim bir huzursuzluk vardı içimde.

Derken onu gördüm. Hastanenin döner kapısından çıkmış telaşlı adımlarla yürüyordu. Personel otoparkına ilerleyip beyaz renkli bir Q7’e bindi. Araba kontrolsüz birkaç manevrayla park alanından ayrılıp anayola ilerledi. Fazla düşünmeden peşine düştüm. Yüz metre ötedeki kırmızı ışığa yakalanmadan yetişmek için gazı kökledim. EDS’lere ya da bilumum trafik kurallarına aldırmadan ilerleyen patoloğu takip etmeye çalışırken yiyeceğim cezaları müşterime yansıtmam gerekeceğini geçirdim aklımdan. On beş dakika sonra çarşı kalabalığından uzakta, yükte hafif pahada ağır hesaplarıyla meşhur iki katlı bir kafenin otoparkına girdi. Bense yüz metre kadar geride emniyet şeridinde dörtlüleri yakıp bekledim.

İçeride fazla müşteri yoktu. Adam camekânlı bölüme geçti. Durmadan sağa sola bakınışından sabırsızlandığı belliydi. Birileri girdi, çıktı. Arabalar geldi, gitti. On beş dakika sonra kafenin önünde bir taksi durdu. İçinden uzun boylu bir kadın indi. Açık kahverengi, bileklerine kadar inen bir palto giyiyordu. Omzunda küçük bir çanta vardı. Kısa saçları kulak hizasındaydı. Kapıdan girerken kocaman gözlüğünü kafasının üstüne yerleştirdi. Doğrudan adamın masasına geçti. Ben de otoparkta boşalan bir yere sürdüm arabamı. Şimdi onları yirmi otuz metre mesafeden, hafif çaprazdan görebiliyordum. Cep telefonumu çıkarıp zum yaptım.

Hararetli bir konuşma yaptıkları belliydi. Biraz sonra kadın ayağa kalktı, yavaş hareketlerle paltosunu çıkardı.  Parlak siyah renkli deri bir pantolonla, bir omzunu açıkta bırakan beyaz, dar bir kazak giymişti. Sigarası ağzında karşı sandalyeye geçti, oturup adama sokuldu. Yanağına birkaç öpücük kondurdu. Şimdi daha çok kadın konuşuyordu, erkekse sırtı durmadan okşanan bir kedi gibi uysal uysal dinliyordu.

Telefonumun ekranındaki yuvarlak düğmeye ardı ardına basmaya devam ettim.

***

Adam gideli on dakika kadar olmuştu. Kadın kollarını göğsünde birleştirmiş, elindeki sigarayı arada bir ağzına götürmek dışında kımıldamadan, bir başına oturuyordu. Nedense duruşunda insanın içini acıtan bir şeyler vardı.

Ne yapacağını merak ederek biraz daha bekledim. Kafamda kuyrukları birbirine değmeyen kırk tilki dolaştı durdu bir süre. Sonunda, doğru mu yanlış mı bilemediğim bir karara vardım. Bir dostum “Kararı sen değil şartlar vermeli,” derdi hep. “Eğer şartları doğru okursan doğru karar verirsin. Şartların rağmına bir yola girersen de bedelini ödersin.”

Melda Tekin’in numarasını aradım. Çantasından telefonunu çıkardığını görebiliyordum. Kendimi tanıttığımda şaşırdığını hem sesi hem de beden dili belli ediyordu. Kocası hakkında görüşmemiz gerektiğini söyledim. Meselenin ne olduğunu sordu. “Yüz yüzeyken konuşalım, önemli,” dedim. Bana şimdi oturduğu kafenin ismini söyledi.

Yeterince bekledikten sonra arabadan indim, derin nefesler alarak yürüdüm. İçeri girdiğimde kulaklarıma son zamanların popüler şarkılarından biri doldu. Sigara içmenin serbest olduğu camekânlı bölmedeki masalar birkaçı dışında boştu. Giderek hızlanan kalp atışlarımı umursamadan masasına yöneldim.

Beni uzaktan görünce toparlandı. Yanına geldiğimde selam verdim. Elimi uzattım, çarçabuk tokalaştık. Merakını sakınmayan bakışlarla karşısındaki sandalyeyi gösterdi.

Sandalyeyi çekip oturdum. Yapmacık gülümseyişlerle birbirimizi süzdük. Şimdi karşımda bir gün önce gördüğüm, kederli gözleri ağlamaktan kızarmış kadın yoktu. Bu defa abartıya kaçmayan bir makyajla yüzüne farklı bir ahenk vermişti; estetik ameliyatı kataloglarının gözdesi burnunu, kavisli kaşlarının altındaki şehla gözlerini, gülümsediğinde mısır taneleri gibi dümdüz dizilmiş beyaz dişlerini cömertçe sergileyen dudaklarını belirginleştirmişti.

Bir sigara yaktım. Çay söylemek için el edecek garson aradım ama göremedim.

“Buyurun,” dedi. “Ne konuşacaktınız benimle?”

Söze nasıl başlayacağımı bilemedim bir an. Sonra “Açık konuşayım,” dedim. “Dün size yalan söyledim. Eski polisim ben. Şimdi özel çalışıyorum. Beni Jale Hanım tuttu.”

Beklediğim kadar şaşırmadı sözlerime. “Ne yalan söyleyeyim, dün işkillenmiştim sizden,” karşılığını verdi.

‘Demek insanda empati uyandıran o hüzünlü hayat hikâyesi bu yüzdendi,’ diye geçirdim içimden.

Ben sessiz kalınca devam etti. “Bak sen şu Jale’ye… Utanmadan bir de dedektif tutmuş, öyle mi?”

“Sonuçta babası kuşkulu biçimde öldü… Siz olsanız ne yapardınız?”

“Babası şimdi mi aklına gelmiş? Yıllardır doğru dürüst ilgilendiği yoktu…”

“Küs değiller diye biliyorum.”

“Değillerdi. Ama ayda yılda bir görüşürlerdi. O da Jale Hanım’ın keyfi gelirse… Çekip gitmiş Amerika’ya. Yıllardır uğradığı yok. Rahmetli kocam karısının hastalığıyla bile tek başına mücadele etmiş…” Gözlerini kocaman açıp devam etti. “Cenazesine bile gelmedi kadın. Başka söze gerek var mı?” Sigarasından öfkeli bir nefes çekip dudağının kenarıyla üfürdü. Ardından kül tabağına bastırıp söndürdü.

“Haklısınızdır belki,” dedim. “Ama ya vasiyetname?”

Bıkkın bir öfleme çıktı dudaklarından. “Kocam, kızına zırnık bırakmayacaktı biliyor musunuz? Ben dedim, yapma etme, o da kızın sonuçta. Zar zor ikna ettim. Ama ne bekliyordum ki? Boşuna dememişler, iyilikten maraz doğar diye.”

Karşılık vermedim. Sonunda bir garson geldi. Ben çay söyledim, o da ismi alengirli bir kahve. Siparişler gelene dek sigaramla oyalandım.

Sonunda dayanamayıp “Melda Hanım, uzatmaya gerek yok, Patoloji doktoruyla görüştüğünüzü biliyorum,” dedim. Ağzına götürdüğü kahve bardağı havada asılı kaldı. “Bence şöyle oldu,” diye devam ettim. “Neydi adı, Levent değil mi? Sizin hatırınıza sahte bir rapor hazırladı. Raporda hastalığın ilerlediği yazıyordu. Kocanız bu haberi kaldıramadığı için intihar etti.”

Kaşlarını kaldırıp ‘yok artık’ diyen bir bakış attı. “Yanlış meslek seçmişsiniz,” dedi zoraki bir gülümsemeyle. “İyi senaryo yazıyorsunuz valla.”

“Öyle mi?” dedim imalı bir sesle.

“Levent Bey’le biyopsi alındıktan sonra görüştüm. Kocamın korkusunu bildiğim için sonuç kötü çıkarsa haberim olsun diye.”

‘Çünkü raporun sonucundan emin olmak istiyordun,’ diye geçirdim içimden. Kötü çıkarsa ne âlâydı, çıkmazsa da Patolog gerekeni yapacaktı.

“Ee,” dedim. “Haber vermedi mi size?”

“Verdi vermesine de kocam inat etti hastaneye yalnız gideceğim diye.”

“Bari evde bekleseydiniz adamı?”

“Bekleyecektim. Ama bana öğleden sonra döneceğini söylemişti. Nereden bileyim erken geleceğini?”

Gözleri belli belirsiz doldu. O kadar masum bir hâli vardı ki bir an kuşkuya düştüm. Telefonumu açıp fotoğrafları gösterdim. “Patologla görüştüğünüzü biliyorum derken bunu kast ediyordum.”

Bir bana bir telefondaki fotoğrafa bakarken kısık gözlerinde alevler çaktı.

“Hastaneye gidip raporu sorgulayınca paçaları tutuştu, hemen sizi aradı, görüşmek istedi, değil mi?”

“Yanılıyorsunuz, sahte rapor falan yok,” deyip arkasına yaslandı, bacak bacak üstüne attı. “Evet, biraz yakınlaştık Levent Bey’le. O kadar. Fotoğraflar başka bir anlama gelmez.” Yeni bir sigara yakıp içine çekti. Gene dudaklarının kenarıyla dumanı üfürdü. Elini masaya yasladı. Sigaranın ucundan hipnotize edici bir duman yayılıyordu. Nedense bir şeyler değişmişti. Şimdi daha farklı biri vardı karşımda. Kendinden, zekâsından, bilhassa da cazibesinin erkekler üzerindeki etkisinden emin biri.

İstemsiz bir heyecana kapıldım. Korkuyla karışık bir heyecan. Gözlerimi bakışlarından kaçırmak zorunda kalınca kendi kendime kızdım. “Bunları polise verirsem bir dolap çevirdiğinizi düşünürler. Şu Patologla görüşürler. O da pek sıkıya gelecek birine benzemiyor.”

Cevap vermek yerine kahve bardağına uzandı, bir yudum alıp masaya bıraktı. Bakışları boşlukta bir noktaya daldı. Hiçbir şey söylemedi.

“Ama…” deyip sustum.

Kafasını kaldırıp “Ama?” diye yineledi.

“Bunu yapsam mı emin değilim.”

“Yaa… Peki neden?”

“Bilmiyorum,” dedim dudak bükerek. “Sonuçta… Ne işe yarayacak?” Yüzüne baktım, tek bir mimik oynamıyordu ama gözleri söyleyeceklerimi merakla beklediğini belli ediyordu. “Açıkçası ceza almanız pek umurumda değil. İşin aslı…” Alaycı bir gülümsemeyle devam ettim “…sizi çok da suçlu görmüyorum. Belki yerinizde olsam ben de aynı şeyi yapardım. Hem kim suçlu, kim masum nereden biliyoruz? Hepimiz az çok alacaklıyız şu hayattan…” Daha devam edecektim ama lafımı kesti.

“Ne kadar?” dedi.

“Anlamadım?”

“Ne kadar istiyorsun?”

Çok kısa bir tereddütten sonra “Bir milyon,” dedim.

“Çok,” dedi.

“Lütfen,” dedim. “Pazarlık mı yapacağız şimdi?”

Sigarasını yarım ağız üfledi. “O kadar param yok.”

“Kocanın var. Yani vardı.”

Delici bakışlarını gözlerime dikti yine.

Tam gözlerimi kaçıracakken “Tamam,” dedi. “Nerede, ne zaman?”

Sağ elimle çenemi sıvazladım. “Akşam sekiz uygun mu?”

“Sekiz mi? Bu kadar kısa zamanda–”

Sözünü kestim. “Ne kadar çabuk halledersek o kadar iyi. Malum, fikir değiştirebiliyor insan.”

“Peki, fotoğrafları sildiğinden nasıl emin olacağım? Sonradan ortaya çıkmayacağından?”

“Bana güvenebilirsin,” dedim. “Sözümün eriyimdir.”

Bir süre baştan ayağa süzdü beni. “Haklısın,” dedi başını sallayarak. “Sana güveneceğim. Ee, nerde buluşuyoruz?”

“Evimde.”

Kaşlarını çattı. Kuşkularını büyütecek kadar sustum. Sonra da “Yanlış anlama,” dedim. “Sus payı alırken birilerinin fotoğrafımı çekmesini istemem.”

***

Kapı sekizi dört geçe çaldı. Delikten baktım, oydu. Yine korkuyla karışık bir heyecana kapıldım. Açtım. Üzerinde aynı uzun palto vardı. Kenara çekildim. Yanımdan geçerken iç bayıltıcı bir parfüm kokusu doldurdu burnumu.

Odanın ortasına gelince etrafına baktı. Gülümsedi. “Demek evin burası,” dedi. Bir şey daha diyecekmiş gibi ağzını açtı, sonra vazgeçti. Büyük kol çantasını yere bıraktı. Düğmelerini çözüp paltosunu çıkardı. Altında dizlerinde biten, özel davetlerde giyilmeye layık, askılı, kemerli siyah bir elbise vardı. Boynuna bir kolye, sol bileğine de ince bir bileklik takmıştı.

Paltosunu koltuklardan birine fırlattı. Eğilip çantasını aldı. İçinden çıkardığı şişeyi tezgâha bıraktı. Başını çevirdi, alnına düşen perçemlerinin arasından bana bakınca sıcak bir ürperti geçti üzerimden. Kapıyı elimle itekleyip kapattım. Birden hatırlamış gibi diğer elindeki çantayı açıp içinden çıkardığı paketi uzattı. Aldım. Poşeti yavaşça yırtıp açtım, içi yüzlük dolar desteleriyle doluydu.

“Daha az yer kaplar diye düşündüm,” dedi.

“İyi düşünmüşsün,” dedim. Ne yapacağımı bilemeyince paketi elimde evirip çevirdim. Ardından tezgâha şişenin yanına koydum.

“Saymayacak mısın?” diye sordu.

“Saydım bile.”

Takdir belirten bir dudak hareketi yaptı.

Sinek uçsa duyulacak bir sessizlikten sonra “Bu ne?” diye sordum şişeyi göstererek.

“Bir iki kadeh içeriz diye düşündüm.” Şaşkın bakışlarımı fark edince çekingen bir gülümsemeyle ekledi. “Bence bu anlaşmayı kutlamalıyız.”

“Teşekkür ederim ama içkiyle aram yoktur pek.”

“Eh, ben de kendim içerim o zaman,” dedi aldırmaz bir sesle.

Dolabı açarken, uzanıp bardak alırken sanki hareketlerini yavaş çekimde izliyordum. Şişenin kapağını çevirdi. Bardağı şırıltıyla doldurdu. Bana döndü. Kırmızı sıvıdan bir yudum alıp dudağını yaladı. Sonra tekrar etrafına baktı.

Kabalık etmiş gibi hissettim. “Otur istersen,” dedim koltukları göstererek.

Salınarak üçlü koltuğun bir ucuna geçti. Ben de diğer ucuna. Arka cebimden cep telefonumu çıkardım. “Ben de bana düşeni yapayım,” dedim.

“Evet,” dedi. “Önce iş.”

Fotoğrafları işaretleyip silme tuşuna bastım. Telefonu uzatıp “Kontrol edebilirsin,” dedim.

İsteksizce aldı. Şöyle bir bakıp geri verdi. Telefonu alıp koltuğun kenarına koydum.

“Ailen falan yok galiba?” diye konuştu birden.

“Yok,” dedim.

“Demek sen de yalnız güvercinlerdensin.”

“Benim bildiğim güvercinler yalnız olmaz.”

“Doğru. Sürü hâlinde yaşarlar. Son derece mazbut bir hayatları vardır.”

Güldüm bu lafa.

“Yalnız Güvercin diye bir dizi vardı eskiden,” diye devam etti. “TRT’de. Ben çocukken. Kovboy filmiydi. Pazarları çıkardı. Ben sevmezdim ama babam izlerdi. Hayal meyal hatırlıyorum. Bir adam vardı başrolde. Sadece onu severdim. Böyle senin gibi saçı sakalına karışmış, paspal görünüşlü…”

“Paspal mı?”

Hıçkırığa benzeyen neşeli bir kahkaha çıktı ağzından. “Evet, paspal.” Gözlerinde neredeyse çakırkeyif bir muziplik belirdi. Birden doğruldu. “Ben bir tane daha içeceğim. İster misin?”

“Olur,” dedim. “Ama su olsun lütfen.”

Müsamahalı bir sesle “Tamam,” deyip tezgâha gitti. Dolaptan bir bardak daha aldı. Musluk sesi, bir şırıltı daha… Ellerinde iki bardakla geldi. Bu defa daha yakınıma oturdu. Bacak bacak üstüne attı. Koltukta hafif kaykılıp başını arkaya yasladı.

Uzattığı bardağı aldım. Küçük yudumlarla içmeye başladım. Kısa bir süre ikimiz de konuşmadık. Sonunda dilimi tutamayıp “Senin için hayat zor olmalı,” dedim.

“Anlamadım?” dedi kaşlarını çatarak.

“Ne bileyim… Hep bir başına… Sürekli tetikte yaşamak… Senden başka herkesi ya düşman ya da geçici müttefik görmek…”

Tepkisini görmek için başımı çevirdim. Gözleri parlıyordu. Damarına bastığımı düşünürken içtenlikle gülümsedi. Bir şey demesini bekledim ama ağzını açmadı. Sonra ciddileşti. Koltukta doğrulup bardağı yere koydu. Yarım bir dönüşle usulca yanıma sokulunca göğüs boşluğumda bir kuş çırpınmaya başladı.

Başını yanağıma doğru uzatmıştı. Baş döndürücü bir koku sardı her yanımı. Nefesini kulağımda hissediyordum. “Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun,” diye fısıldadı.

Alnımdaki ter tomurcuklarını hissettim. Kalbim boynumda atıyordu.

Bir şeylerin karmaşıklaşıp basitleştiği, kararların değişip dönüştüğü, birbirine karışıp tekrar saflaştığı o anda, ‘Onu hafife almışım,’ diye düşündüm.

Nedense bakışım bulanmaya başladı. Bir an geri çekilip panikle yüzüne baktım. Gözlerinde gördüklerimden hem korktum hem de…

Derken her şey birden karardı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

‘Aptal herif,’ diye geçirdi içinden.

Bayıldığında kucağına doğru yığılmıştı. Omuzlarından itince koltuğa düştü. Yarı açık gözleri ürkütücü görünüyordu. Nabzını kontrol etti, atıyordu. Göğsü derin bir uykudaymış gibi düzenli aralıklarla inip kalkıyordu.

Getirdiği şişeye ilaç koyduğundan şüphelenip içmemişti herhâlde. Aslında şüphelenmekte haklıydı ama şişede değil, bilekliğindeki gizli bir bölmedeydi ilaç. Suyu doldurduğunda kaşla göz arasında bölmeyi açıp tozu bardağa döküvermişti. Etkisini bu kadar çabuk göstermesini beklemiyordu doğrusu.

‘Sedat sağ olsun,’ dedi kendi kendine.

Yıllar önce, Adli Tıp’ta çalışan bir kimyagerle kısa süren bir ilişki yaşamıştı. Sedat, nişanlısı talihsiz bir şekilde ölünce teselliyi onun kollarında arayan, biraz alık bir adamdı. Çakırkeyif olduğu zamanlarda çenesi iyice düşer, hava atmak için mesleğiyle ilgili sırları paylaşmaktan çekinmezdi. Bir ara çalıştığı laboratuvarda araştırılmayan bir kimyasaldan söz etmişti. “Bunu birine içirip sersem hâldeyken öldürsen intihar süsü verebilirsin, otopside de anlaşılmaz,” demişti.

Kocasıyla tanışması tesadüftü ya sonraki ziyaretleri o kadar da rastlantısal değildi. Çok zengin olduğu kulağına çalınmıştı önceden. Yetmişine merdiven dayamıştı Yusuf Tekin. Yaşayacağı kadar yaşamıştı aslında. Bir kalp sektesinden gitmesi beklenebilirdi her an. Ama domuz gibi sağlıklıydı adam. Yılda bir check-up yaptırıyor, yürüyüşüne beslenmesine dikkat ediyordu. Öleceği yoktu kısacası. Sedat’ın cinayete intihar süsü verme fikri hep aklındaydı ama fazla riskliydi bu. Çünkü polis intihar gerekçesi arayacak, bulamayacaktı. Bir de mirasa konacak genç bir kadın söz konusu olunca şüpheler iyice üzerinde toplanacaktı.

Şanslıydı ki aradığı intihar gerekçesi ayağına geldi. Mide şikâyetiyle gittikleri doktor, kanserden şüphelendi. Biyopsiyle tanı kesinleşecek, hastalığın evresi de kısmen belli olacaktı. Kocasının en büyük korkusuydu bu amansız hastalığa yakalanmak. O andan itibaren sürekli işledi adamı. İyimserlik haddini aşarsa ters bir etki yaratırdı muhatabında. O da durmadan abartılı bir iyimserlikle teşhiste gecikmiş olamayacaklarından söz edip adamın vehimlerini büyüttükçe büyüttü.

Ama işini şansa bırakamazdı. Rapor ya iyi çıkarsa ya da kötü çıksa bile hastalık ameliyatla tedavi edilebilecek düzeydeyse?

Patoloğu tavlaması zor olmadı. Karısıyla ayrılma raddesindeki adam, cazibesine kolayca kapılıverdi. Ona iyice ustalaştığı acıklı hikâyesini anlatmıştı. Şimdiki kocasıyla da mecburen evlenmişti, sevmiyordu adamı. Üstelik kötü biriydi, dövüyordu onu. “Ayrıl o zaman,” demişti Patolog. “Ben de boşanmak üzereyim, evleniriz.”

Açık konuşmuştu adama. “Ayrılırım ayrılmasına da ya miras? Amerika’daki şıllığa mı kalsın? Bunca zaman boşuna mı çektim bu adamın çilesini?”

Son derece rasyonel bir adam olan Patolog hak vermişti güzel sevgilisine. Fakat çok geçmeden kötü haberi vermişti. Yusuf Tekin kanserdi evet ama hastalık birinci evredeydi. Tedavi şansı bir hayli yüksekti.

Bir anlık hayal kırıklığının ardından adamın kulağına uzanıp “Peki,” demişti fısıltıyla. “Rapor değiştirilemez mi?”

Patalog, bir an geri çekilip kadının gözlerine bakmış, gördüklerinden hem ölesiye korkmuş hem de o cehennem ateşinde yanmak için karşı koyulmaz bir arzu duymuştu.

Her şeyi ayarlamıştı. Plan tıkır tıkır işliyordu. Büyük gün geldiğinde olur da Yusuf Tekin her şeye rağmen canına kıymazsa ilacı içeceğine karıştıracak, sersemlediğinde tabancayı eline yerleştirip kendi eliyle ateş ettirecekti. Ama gerek kalmamıştı buna. Yaşlı adam bu dünyadan göçmeye dünden razıydı demek ki.

Her şey yolunda giderken şu dedektif bozuntusu çıkmıştı karşısına. Başsağlığı için geldiğinde onda bir polis havası sezinlemişti ya Jale cadısının ta Amerikalardan üşenmeden peşine dedektif takacağı aklına gelmemişti doğrusu. Ama onun da icabına bakmıştı işte.

Salak Levent hemen panikleyip tutuşmasaydı bütün bunlara gerek kalmayacaktı belki. “Neyse,” diye düşündü. “Her şey sırayla, zamanı geldiğinde onun da biletini keseceğim elbet.”

Ayağa kalktı, gözlerini yumup derin nefesler çekti içine. Kafasını toplamaya çalıştı.

Çantasından çıkardığı boneyi saçlarına geçirdi, plastik eldivenlerini taktı. Koltuktaki cep telefonunu aldı. Şifreyi koltukta yatan herif telefonu açarken bakıp öğrenmişti. Önce cebinden çıkardığı mendille biraz önce çıplak elle tuttuğu yerleri sildi. Ardından ekranı açtı. Fotoğrafların silinip silinmediğini kontrol etti. Elbette başka bir yere kaydedilmesi mümkündü ama görünür bir yerde olmaması yeterliydi şimdilik.

Etrafına göz attı yeniden. Bardakları yerden alıp lavaboya boşalttı. Sonra şişeyle birlikte hepsini çantasına tıktı. Bir an durup düşündükten sonra sağdaki iki kapıya yöneldi. Biri muhtemelen kullanılmadığı için kilitliydi. Diğeri yatak odasına açılıyordu. Yatağın yanındaki elektrik süpürgesini alıp oturma odasına getirdi. Ortalıkta bırakmış olabileceği saç, kıl türünden tüm delilleri süpürecek, çöp torbasını çıkarken yanına alacaktı.

Birkaç saniye ayakta dikilip düşündü. Sonra baygın adamı televizyonun karşısındaki tekli koltuğa nefes nefese taşıdı. Kumandayı alıp televizyonu açtı. Korsan film sitelerinden birine girip yetişkin filmleri kategorisindeki bir filmi açtı. Ardından çantasından iki parça uzun naylon çamaşır ipi çıkardı.

Beyinlerini oksijensiz bırakıp seksüel hazzı artırmak isteyen bazı insanlar mastürbasyon esnasında boyunlarına doladıkları ipten veya başlarına geçirdikleri naylon torbadan kurtulamayıp ölebiliyorlardı. Otoerotik asfiksi deniyordu buna. Polisiye diziler, filmler sağ olsun, bu konuların meraklıları için bulunmaz hazinelerle doluydu.

Koltuktaki adama baktı. Cesedi çürümeye başlayıp koku dayanılmaz hâle gelince komşular şüphelenecek, polisler kapıyı kırıp girdiklerinde onu boynunda bir ip, koltukta çıplak hâlde bulacaklardı. Otopsi yapılacaktı elbette ama adamın kanında şüpheli bir madde bulunamayacak, ölümü talihsiz ve utanç verici bir kazaya bağlanacaktı.

Yalnız yaşayan, saçı sakalına karışmış, kılıksız eski bir polis… Tam bir looser… Profil, böyle bir ölüme uyuyordu. Kafede konuşurlarken nasıl biri olduğunu çözmüştü. En gelişmiş yanlarından biri insanları, özellikle de erkekleri beyinlerindeki kıvrımlarına kadar tanımasıydı. Parayı evde almak istemesinin arkasında yatan –belki adamın bile farkında olmadığı– asıl itkiyi şıp diye anlamıştı.

Her şeyi ince ince planlamıştı. Apartmanda kamera olması ya da birileriyle karşılaşma ihtimali nedeniyle gelirken çift taraflı paltosunun içini çevirmiş, kafasına yanında getirdiği peruğu takmış, zili çalmadan önce koridorda eski hâline bürünmüştü.   Çıkmadan önce tanınmamak için aynı tedbirleri yine alacaktı.

Adamın uyanmasına ihtimal vermiyordu ama gene de tedbirli olmakta yarar vardı; iplerden birini kollarını sabitleyecek şekilde koltuğun altında birleştirip bağladı. Sonra koltuğun arkasına geçti, diğer ipi boynundan çaprazlama geçirip koltuğun arkasından aşırdı. İşini bitirdikten sonra ipin uçlarını koltuğun arka ayaklarına bağlayacaktı. Ardından adamın kollarını sabitlemek için kullandığı ipi çözüp yanına alacaktı. Elbiselerini çıkarmayı en sona bırakması da kolunda iz kalmaması içindi.

Yere çömeldi. Ne heyecanlıydı ne de gergin. İlk cinayeti değildi bu. Ama bu defa garip bir his, handiyse bir haz duyumsuyordu.

İpleri sıkıca tuttu. Derin bir nefes alıp çekti.

Çekti. Çekti.

Derken hiç beklemediği bir şey oldu. Daha doğrusu iki şey.

Önce kilitli kapı gümbürtüyle açıldı. Sonra biri “Bırak onu!” diye bağırdı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

“E, daha iyi misin?” diye sordu Komiser Yüksel.

Yatakta doğrulmaya çalışırken başım döndü. “İyiyim,” dedim. “Bizimkilere haber vermedin, değil mi?”

“Yok, vermedim.”

“Ne oldu? Neden öyle sinirli bakıyorsun?”

“Nasıl sinirlenmeyeyim? Ölüyordun az daha.”

“Yok, canım, abartma.”

“Ne abartması, yoğun bakıma aldılar gelir gelmez…”

“Bir şey olmadı sonuçta. Akşama taburcu olabilirmişim.”

“Hani ‘Beni kendi tabancamla öldürüp intihar etmiş gibi gösterecek,’ diyordun? Bak evdeki hesap çarşıya uymadı.”

“O kadarcık yanılma payı olur.”

“Tam bir manyakmış bu kadın. Baksana ne planlıyormuş… Ya bir aksilik çıksaydı da zamanında müdahale edemeseydim?”

Olabilecekleri düşününce boğazım kurudu. Zorlukla yutkunup “Başlama gene,” dedim. “Konuştuk ya bunları. Başka çare yoktu. Fotoğraflarla falan olacak iş değildi. Suçüstü yakalanmadıkça hak ettiği cezayı almazdı.”

“Onu bunu bilmem. Bir daha benden böyle bir şey isteme.” Sesimi çıkarmadım. O da daha fazla gelmedi üstüme. Biraz sonra “Neyse gitmem lazım artık,” deyip ayağa kalktı. “Çok işim var. Doktoru almışlardır merkeze.”

Kapıya yürüdü. Odadan çıkmadan “Baksana,” dedim. “Ne yaptı?”

“Kim ne yaptı?”

“O işte. Siz içeri girince ne yaptı?”

Bakışları yerde birkaç saniye düşündü Yüksel. “Bir şey yapmasına fırsat kalmadı ki, hemen atladım üstüne. Kolunu öyle bir büktüm ki kıracaktım nerdeyse. Sonra sus pus oturdu ekipler gelene kadar. Seni sedyeye alırlarken de uzun uzun baktı.”

Başımı salladım. Tam çıkacakken durdu. “Ha, bir de şey dedi.”

“Ne dedi?”

“‘Hiç de aptal değilmiş,’” dedi.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Kimden: [email protected]

Alıcı: [email protected]

24 Şubat Cumartesi, 21.30

Jale Hanım merhaba,

Hastanedeydim, size yazamadım.

Önce müjde vereyim, Melda Tekin tutuklandı. Cinayete teşebbüsten yargılanacak.

Dünden beri epeyce hadise yaşandı. Biraz uzun olacak ama yine de anlatmak istiyorum.

Hastaneye giderken kafamda bir sürü soru dönüp duruyordu…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar