“Bir ayda bu altıncı cinayet Başkomiserim. Bir adım bile ilerleyemeden yeni bir kurbanla karşılaşıyoruz. Nasıl çıkacağız bu işin içinden?” dedim, Olay Yeri İnceleme ekibinin itinayla gerdiği sarı şeridin altından bir yılan gibi sıyrılırken. Sıkıntılı bir ses tonuyla yanıt verdi Başkomiserim.
“Bilmiyorum Ferit… Altı kadını öldürüyor ve ardında tek bir delil bırakmıyor. Nasıl çözeceğiz bu işi, onu nasıl bulacağız, inan ben de bilmiyorum.”
Son bir aydır gecemiz gündüzümüz Kurdeleli Katil’i aramakla geçiyordu. Tamamı yirmilerinin ortalarında ve bekâr olan beş kurbanın dış görünüşleri, sosyal statüleri, iş ve arkadaş çevreleri, aile hayatları birbirinden çok farklıydı fakat beşini adeta bir göbek bağıyla birbirine bağlayan ortak bir özellikleri vardı. Hepsi hayatlarının bir döneminde aynı yetiştirme yurdunda büyümüşlerdi.
Her cinayetten sonra yolların bu yetimhaneye çıkmasıyla orada günler süren detaylı bir soruşturma yürütmüştük. Soruşturmalarda kurbanların on beş, on altı yaşlarındayken çeşitli ailelere evlatlık verildiklerini öğrenmiştik. Genç kadınların evlatlık verildikleri ailelerden ve arkadaş çevrelerinden sorgulamadığımız kimse kalmamıştı. Elbette içlerinde şüphelendiğimiz kişiler olmuştu. Fakat ne yazık ki yapılan araştırmalar sonucu, kısa zamanda bütün şüpheliler aklanmıştı. Bizi katile götürecek en ufak bir delil dahi bulamamıştık. Parmak izi yoktu, kamera kaydı yoktu, görgü tanığı ve ne yazık ki katile dair hiçbir iz yoktu.
Katilin kurbanlarını aynı yetimhanede büyümüş olan kızlardan seçmesinin bir sebebi olmalıydı. Yetimhanenin eski müdürü bundan dört sene önce kalp krizi geçirerek ölmüştü ve yeni müdürün genç kızlar hakkında verebileceği bilgiler, arşivde eskimeye yüz tutmuş dosyalardan okuduklarıyla sınırlıydı.
Kurbanların hepsi kendi evlerinde, boğazları kırmızı bir kurdele ile sıkılarak öldürülmüşlerdi. Katil, kurbanlarını öldürdükten sonra aynı kurdele ile özenli bir fiyonk yapıp kadınların boyunlarına paha biçilmez bir gerdanlık gibi takmıştı.
Selma Özen, Gülay Serçe ve Defne Poyraz cinayetlerinin soruşturmaları neredeyse iç içe geçmişken cinayetler bir süreliğine durmuştu. Tam, katil öldürmekten vazgeçti, diye düşünürken aynı evin içinde iki cesetle birden karşılaşmamızla, bu mendeburdan kolay kolay kurtulamayacağımızı anlamıştık. Buse ile Şeyma Ferhat kardeştiler ve aynı diğerleri gibi yaşadıkları evde öldürülmüşlerdi.
Altıncı ve son kurbansa ne evinde ne de kurdele ile boğularak öldürülmüştü. Denizde boğulmuştu. Bu sabah kıyıya vuran cesedi balıkçılar bulmuştu. Bu cinayetin de aynı katilin işi olduğu, boynuna bağlanmış kırmızı kurdeleden belliydi. Diğer cinayetlerden bir farkı daha vardı; bu sefer genç kadının boynunda sıkılma izi yoktu.
Maktulün arka cebinde üniversite kartını bulduk. Adı Süheyla Derin’di. Yirmi iki yaşındaydı. Diğer kurbanlardan yaşça daha gençti ve onlarla aynı yetiştirme yurdunda kalmış olma ihtimali yüksekti.
Olay yerini çepeçevre sarmış olan kalabalıktan, cinayete ışık tutacak bir bilgi alamadık. Civardaki MOBESE’ler incelenecekti tabii fakat ceset bambaşka bir yerden bu kıyıya sürüklenmiş de olabilirdi. Bu kız denizde yüzerken boğulmuş olamazdı. Belli ki zorla veya isteyerek katille birlikte denize açılmışlardı. Balıkçılardan, İstanbul şehrinde kayık ve benzeri deniz araçları kiralayan birkaç kişinin adlarını ve adreslerini öğrendik.
Ceset otopsi için Adli Tıp’a götürülür götürülmez Emniyet’e döndük. Bizim Gülten beş dakika içinde kızın hayat hikâyesinin dökümünü çıkardı bize. Genç kız tam da tahmin ettiğimiz gibi kimsesizdi ve diğerleriyle aynı yurtta büyümüştü. “Katilin o yerle bir alıp veremediği olmalı Başkomiserim,” dedi Gülten. Orası belliydi de neydi şu kör olasıca katilin bu yetimhaneyle derdi?
İşe nereden başlayacağımıza karar veremedik bir süre. Ben önce üniversiteye gidip arkadaşlarıyla görüşelim dedim fakat Başkomiser Bahadır kızın büyüdüğü yetimhaneyle işe başlamak istedi. Bir aydır o yetimhanenin bütün duvarlarını ezberlemiştik oysa. Oradan pek bir şey çıkmaz gibi geliyordu bana.
***
Yetimhane müdürü kim bilir kaçıncı kez yine bir cinayet soruşturması yüzünden kapısına geldiğimiz için çok şaşkındı. Burada sorgulanmayan bir kişi bile kalmamıştı. Diğer maktulleri yetimhanenin emektarlarından Nurten Hanım’dan başka tanıyan yoktu fakat Süheyla’yı herkes tanıyordu. Yetimhaneden ayrıldığından beri haftada iki gün oraya gider ve kendisi gibi kimsesiz çocuklara ders verirdi. Süheyla çalışkanlığı ve yardımseverliğiyle hem Müdür Bey’in hem de çocukların gönüllerini kazanmayı başarmıştı. Müdürden Süheyla’nınkiyle beraber onunla aynı yıllarda yetimhanede kalmış olan kişilerin dosyalarını da alıp, soluğu yetimhanenin demirbaşı Nurten Hanım’ın yanında aldık.
Nurten Hanım, Süheyla’nın ölüm haberiyle adeta yıkıldı. Diğer kurbanları da tanıyordu fakat Süheyla’nın yeri gönlünde bambaşkaydı. Kendiliğinden akan gözyaşlarını elinin tersiyle silerken, “Ah Başkomiserim, içim yanıyor. Evladım gibiydi Süheyla benim. On üç yaşındaydı buraya getirildiğinde. Çok sessiz bir yavrucaktı. Geleni gideni de yoktu. Bir görseydiniz hâlini. Çok yalnız ve içine kapanıktı,” dedi.
Nurten Hanım’ın daha önceki sorgularda anlattığına göre öldürülen beş kadın o zamanlar birbirlerinden hiç ayrılmayan sıkı dostlardı. Başkomiserim Süheyla’nın bu gruba ait olup olmadığını sordu.
“Süheyla onlardan yaşça küçüktü Başkomiserim. Zaten o yetimhaneye geldikten kısa bir süre sonra diğerleri evlatlık verildiler. Çok fazla bir arada olamadılar yani. Tanırlardı birbirlerini muhakkak ama her çocuk kendi yaşıtlarıyla takılırdı. Hoş, Süheyla kendi yaşıtlarıyla oynamayı da sevmezdi ya… Etrafına ördüğü duvarı aşmak hiç kolay değildi. Yetimhanede tek konuştuğu kişi bendim desem yeridir. Belki de bu huyundan dolayı hiç kimse evlat edinmek istemedi onu.”
“Peki, eski müdür Hamdi Bey ile arası nasıldı?” diye sordu Başkomiserim.
“Süheyla’nın varlığıyla yokluğu birdi zaten Başkomiserim. Müdür Bey’le ne sorunu olacaktı yavrucağızın? Zaten Hamdi Müdürüm iyi insandı rahmetli. Çocukları severdi. Çocuklar da onu severlerdi. Baba derlerdi ona.”
Süheyla yetimhanede kaldığı süre boyunca hiçbir çocukla yakın arkadaşlık kurmamıştı. Nurten Hanım’ın da birçok kez tekrarladığı gibi içine kapanık bir çocuktu. On üç yaşından on sekiz yaşına kadar burada kalmıştı. Başkomiser Bahadır’dan önce davranıp “Yetimhaneden ayrılınca nereye gittiğini biliyor musun?” dedim. Başkomiserim, sözünü kesip ortaya atlamama pek takılmışa benzemiyordu. Zaten o, kendi başarılarıyla övünüp altındakileri ezen bir Başkomiser olmamıştı hiçbir zaman.
“Süheyla buradan ayrıldığında liseyi yeni bitirmişti ve üniversite sınavını kazanmıştı. Doğrudan, kazandığı üniversitenin kız öğrenci yurduna yerleşti. Devlet burs vermişti. Geçimini sağlamak için de öğrencilere ders veriyordu. O sıralar iki üç ay hiç uğramadı buraya. Yetimhaneden ayrıldıktan sonra ilk kez Hamdi Müdür’ün cenazesinde görmüştüm onu. Sitem etmiştim hatta ‘Unuttun bizi,’ diye. Yavrucuğum ellerime sarılıp af diledi. O günden sonra da haftada iki gün geldi buraya. Üniversite yaramıştı yavrucuğuma. O çekingen, içine kapanık kız gitmiş, yerine neşeli bir genç kız gelmişti.”
“Demek sık sık görüşüyordunuz?” dedim, soruşturmayı ele geçirmiş Komiser ses tonuyla. “En son ne zaman gördün Süheyla’yı?” Nurten Hanım, patronun kim olduğunu hatırlatmak ister gibi yanıtını Başkomiser Bahadır’a dönerek verdi.
“Son aylarda dersleri çok yoğunlaşmıştı. Finalleri mi ne varmış. Yetimhaneye gelemiyordu. Sık sık telefonla görüşüyorduk. Bir kere de ben gitmiştim kaldığı yurda. En son geçen ay geldi. Kuş gibi uçuyordu mutluluktan.”
Bu sefer ben sustum, Başkomiserim aldı sazı eline. “Belki de bu kadar mutlu olmasının sebebi bir gönül ilişkisi olabilir. Böyle konulardan bahsetmez miydi?” dedi.
“Bildiğim biri yoktu. Varsa da benim haberim yoktu,” dedi Nurten Hanım, ardından bir süre hatırlamak istediği bir ayrıntıyı düşünür gibi kaşlarını çatıp düşüncelere daldı. Uzun bekleyişin ardından, “Çok güzel, çok iyi yürekli bir genç kızdır Süheyla’m, vardır mutlaka bir sevdiği, bir seveni,” diye ekledi. “Vardır,” dedikten sonra Süheyla’nın ardından hâlâ yaşıyormuş gibi konuştuğunu fark edip hüzünlendi. Konuşmaya başladığı andan beri yanaklarından süzülen yaşlar, bluzunun yakalarını sırılsıklam etmişti.
“Tamam Nurten Hanım, sen şimdi bana Süheyla’nın kaldığı kız öğrenci yurdunun adresini ver. Sonradan aklına bir şey gelirse de telefonumu biliyorsun. Saat kaç olursa olsun ara beni.”
***
Süheyla Derin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiydi. Ben Süheyla’nın arkadaşlarını kampüsün kalabalık kafeteryasında bir araya toplarken Başkomiserim derslerine giren hocalarıyla görüştü. Süheyla, yetimhanede olduğu gibi üniversitede de çok sevilen bir öğrenciydi. Örnek bir öğrenci olmasının dışında yardımseverdi de. Kendinden küçük sınıflardaki öğrencilere gönüllü dersler veriyordu. En son dört gün önce derslere girmişti.
Kafeteryada ağlaşan, ayılıp bayılan, katile küfürler savuran gençleri sakinleştirmek kolay olmadı. Sonunda herkesi bir araya toplamayı başarabildim. Gençler şaşkın ve üzgündüler fakat arkadaşlarının katilini bulmamız için ellerinden geleni yapacağa benziyorlardı. Başkomiserimin göz hareketiyle ilk söze ben girdim.
“Süheyla ile en yakın hanginiz ise sorularımı ilk ona yöneltmek istiyorum gençler. Şimdi, sakinleştiğinize göre kime soru sormalıyım?”
Gençlerin arasından mavi gözlü, sarı, kıvırcık saçlı bir kız, burnunu çekerek elini kaldırdı. Adının Hülya olduğunu söyledi.
“Evet Hülya, anlat bakalım! Son günlerde Süheyla’nın hareketlerinde bir tuhaflık var mıydı? Birinden korktuğundan, tehdit edildiğinden bahsetmiş miydi?” dedim. O esnada Başkomiserim kollarını birleştirmiş, öğrencisini sözlüye kaldırmış öğretmen edasıyla bana bakıyordu. Ona çok şey borçluydum ve her geçen gün tam istediği gibi bir Komiser olabilmek için büyük çaba harcıyordum. Beni, ederse Başkomiser Bahadır adam edecekti, buna emindim.
“Hayır Komiserim. Gayet normaldi hareketleri. Aksine çok neşeliydi. Dört gün önce okul çıkışı birlikte alışverişe çıktık. Biraz kilo aldığı için kıyafetleri dar geliyormuş. Gün boyu o mağaza senin bu mağaza benim dolaştık. Yemek yedik beraber. Akşam olunca o yurda döndü, ben de evime. Ertesi gün okulda yoktu. Telefonlarıma da cevap vermedi. Bütün gün ulaşamayınca, yurttaki oda arkadaşını aradım. O gün benden ayrıldıktan sonra yurda dönmemiş. Yurt müdürünü aramış ve ona geceyi çok hasta olan bir arkadaşının yanında geçireceğini söylemiş. Bildiğim kadarıyla hasta olan bir arkadaşımız yoktu. Bu işte bir tuhaflık vardı. Yalan söylediği çok açıktı fakat onun gibi yalandan nefret eden bir kızın neden yurt müdürünü bu şekilde kandırdığını anlayamamıştım. Başına bir dert mi açıldı acaba diye düşündüm. Her gün defalarca telefon ettim. Telefonu kapalıydı. İyice endişelendim. Bugün de ondan bir ses çıkmazsa polise gitmeyi düşünüyordum,” dedi Hülya, ağlamaklı gözlerle etrafını süzerken.
“Daha önce böyle ortadan kayboluyor muydu? Dört gündür ondan haber alamadığın hâlde polise haber vermediğine göre alışık olduğun bir durum bu sanırım. Bizden sakladığın bir şey var gibi geldi bana,” dedim bir kaşımı kaldırarak. Sesimdeki imayı anında anladı. Belli zeki kızdı bu Hülya.
“Ne demek istiyorsunuz siz Komiserim? Elbette şimdiye kadar hiç ortadan kaybolmak gibi huyları yoktu. Ben polise haber verecektim fakat belki benimle görüşmek istemiyordur, belki birkaç gün kafasını dinlemek istemiştir diye bekledim.”
“Seninle neden görüşmek istemesin? Yakın arkadaş değil misiniz?”
“Öyleyiz Komiserim. Dört gün önce birlikteydik, demiştim ya. İşte o günün sonunda biraz tartışmıştık. Aslında tartışma denmez, ben bir konuda fikrimi söylemiştim, o benimle aynı fikirde değildi.”
“Neydi o aynı fikirde olmadığınız konu?”
“Ailesi… Kimsesiz olduğunu biliyorsunuzdur. Bir süredir ona ailesini bulması için baskı yapıyordum. Sürekli, ‘Koskoca dünyada yapayalnız mı kalacaksın? İzin ver yardım edeyim, aileni birlikte bulalım,’ diyordum. Ama o bunu asla kabul etmiyordu. Süheyla’ya göre onu istemeyen bir aile, hiç olmasın daha iyiydi. Daha on günlük bir bebekken çöp kutusunun yanında bulmuşlar Süheyla’yı. Bu yüzden kaldığı yetimhanelerde ailesi hakkında hiçbir bilgi yoktu. Fakat benim bir arkadaşım bu konularda uzmandır. İğnenin deliğinde olsalar, bulur çıkarır kayıp kişileri. İşte dört gün önceki konuşmamızda ondan yardım istemeyi önerdim. ‘Sana daha kaç kere söyleyeceğim? Ailemi falan bulmak istemiyorum ben, tamam mı? Bu ısrarından vazgeçmezsen bir daha seninle konuşmayacağım,’ diyerek kalkıp gitti. O yüzden telefonlarımı açmadığını sandım. Hatta yurt arkadaşına orada olmadığını söylemesini özellikle tembihlemiş olabileceğini düşündüm. Bu yüzden de üzerine gitmedim. İnanıyorsunuz bana, değil mi Komiserim?”
Hülya ürkek bakışlarını bir bana bir Başkomiser Bahadır’a döndürürken, Başkomiserim genç kızı daha fazla sıkboğaz etmeme izin vermedi. “Tamam kızım, tamam… İnanıyoruz sana,” dedi. Ardından delikanlılara dönüp, “İçinizde Süheyla ile sevgili olan var mı gençler?” diye sordu.
Kirpi gibi dikilmiş saçlarına bir kutu jöle boca ettiği her hâlinden belli olan genç, tam karşısındaki sandalyede oturan, Tarık Akan’ın gençliğini andıran, uzun boylu delikanlıya dikti gözlerini ve “Ahmet… Sana diyor!” dedi. Bunu duyan Ahmet gözlerini kısarak can alıcı bir bakış attı arkadaşına. Delikanlı, Ahmet’in delici bakışlarıyla sandalyesinde doğrulup hazır ol vaziyetine geçti. Uzun bir süre onun gözüne gözükmemesi gerektiğini düşünüyor olmalıydı.
“O, yıllar önceydi Başkomiserim. Üniversiteye yeni başlamıştık daha. Birkaç ay çıktık sadece, o kadar. Sonra anlaşamadık, ayrıldık. Benim şimdi başka bir kız arkadaşım var. Ayrıldıktan sonra çok iyi arkadaş olduk Süheyla’yla. Vallahi ben öldürmedim onu. Vallahi… Siz de bir şey söylesenize yahu.”
Ahmet konuşurken gözlerini kocaman açmış, tek tek arkadaşlarına bakıyordu. Zavallı genç, cinayet şüphelisi olarak görülmekten korkmuş görünüyordu.
Başkomiserim, “Tamam Ahmet, sana hiç kimse katil olduğunu söylemiyor. Sakin ol biraz…” derken kafeteryanın garsonlarından biri yanımızda bitti. “Bir şey içmek ister misiniz Başkomiserim?” dedi. O da masadaki öğrenciler gibi üzgün görünüyordu. Malum, üniversitede Süheyla’nın ölüm haberini almayan kalmamıştı. Bizden ses çıkmayınca, “Müessesemizin ikramıdır,” dedi genç garson.
“Yok oğlum, sağ ol… Görev başındayız şimdi. Bir şey içecek hâlimiz yok!”
Oysa bir çay iyi giderdi. Hatta bir tosta da hayır demezdim. Sabahın köründen beri boğazımdan tek bir kırıntı geçmemişti. Açlıktan bayılmak üzereydim. Yine de Başkomiserimin sözünün üzerine söz söylemedim. Zaten bu adam ne zaman yiyip içiyor, ne zaman uyuyordu, onu da bilmiyordum ya. Bütün gün ağzına bir damla su bile koyduğunu görmemiştim. Görev aşkı böyle bir şeydi galiba…
“Nasıl olmuş Başkomiserim?” diye sordu çekingen tavırlı garson. “Ne, nasıl olmuş oğlum?” diye tersledi Başkomiserim onu.
“Süheyla diyorum, nasıl öldürülmüş?”
Başkomiserim delikanlıya şöyle bir alıcı gözle baktıktan sonra sorusuna soruyla karşılık verdi.
“Sen Süheyla’yı tanıyor musun?”
“Ben bu okuldaki herkesi tanırım Başkomiserim. Hem Süheyla gibi bir kızı kim tanımaz? O, bu okulun en iyi yürekli kızıydı,” dedi adının Levent olduğunu öğrendiğimiz garson. Sonra da diğer öğrencilere dönüp devam etti konuşmaya. “İşte, hepsinin yüzü burada. Hangisi bir gün olsun bana hâlimi hatırımı sormuş? Hangisi bir derdim var mı diye ilgilenmiş? Ya da beni insan yerine koyup bir selam vermiş? Soruyorum, hangisi? Ben onlar için çay kahve taşıyan bir garsonum sadece. Ama Süheyla öyle mi? Selam vermeden yanımdan geçmez. İlle de ‘Nasılsın?’ diye sorar. ‘Bir ihtiyacın var mı?’ der. Adımla hitap eder bana. Bunlar gibi, ‘Hey, hişt!’ diye çağırmaz. Bu üniversitenin ne hademesine ne garsonuna ne temizlikçisine bir gün olsun aşağılar gözle baktığını görmedim. Böyle bir kızı kim tanımaz Başkomiserim?”
“Âşık mısın sen bu Süheyla’ya?”
Başkomiserimin sorusuyla cereyan çarpmış gibi geri çekildi garson Levent. “Estağfurullah Başkomiserim, ben haddimi bilirim. Hiç öyle şey olur mu? Her iyi yürekli insana âşık mı olacağız? Yok öyle bir şey. Ben sadece çok üzüldüm Süheyla’nın öldürülmesine. Zavallı kız, kimsesizliğin acısıyla büyümüş zaten. Kim, ne istemiş ondan, onu bilemedim. O yüzden ağzımın ayarı kaçtı biraz. Siz benim cüretimi hoş görün, üzüntüme verin,” dedi. Sonra Süheyla’nın arkadaşlarına dönüp “Siz de affedin arkadaşlar. Niyetim sizleri kırmak değildi,” dedi. Gençler bu güne kadar doğru dürüst yüzüne bakmadıkları garsondan yedikleri ayardan sonra ona daha iyi davranırlar mıydı bilmiyorum ama şimdilik pişman görünüyorlardı.
Başkomiserim, garson Levent’e de birkaç soru yöneltti. Her ne kadar Süheyla kendisine samimi ve sıcak davranışlarda bulunmuş olsa da Levent’le karşılıklı uzun uzun konuşmuşluğu yoktu. O yüzden bir düşmanı var mıydı, bir sevdiği var mıydı ya da son günlerde peşinde olan, onu rahatsız eden biri var mıydı bunu bilmiyordu doğal olarak. Başkomiser Bahadır, Levent’e de diğerlerine yaptığı gibi tahmini cinayet saatinde nerede olduğunu sorduğunda, kendisinden şüphe edildiğini anlayan delikanlı biraz tedirgin oldu gibi geldi bana. O vakitte, geceleri kapısında bekçilik ettiği kulüpte olduğunu söyledikten sonra şüphelerim dağıldı.
Garsonun ardından yine Süheyla’nın arkadaşlarına döndü Başkomiserim. “Peki, Süheyla’nın bir sevgilisi olup olmadığını bilen var mı? Üniversiteden başka bir genç olabilir, belki de dışarıdan biri…” dedi. Delikanlılar, Süheyla’nın gönül işleriyle ilgilenmiyor gibiydiler. Hülya, onun en yakın arkadaşı sıfatıyla başını sağa sola sallamakla yetindi. Ancak Hülya’nın yanında oturan genç kızın anlatacakları var gibiydi. “Ben Süheyla’yı bir gece sinemadan dönerken sahilde bir bankta biriyle otururken görmüştüm,” dedi tedirgin bir ses tonuyla.
Adının Hatice olduğunu söyleyen kızın sözleri Hülya’yı şaşkına çevirdi. Daha Başkomiserim ağzını açamadan, Hülya soruyu yapıştırıverdi. Belli ki en yakın arkadaşından böyle bir detayı saklayan Süheyla’ya içerlemişti.
“Ne zaman gördün?”
“Çok oluyor. Üç ay falan olmuştur. Siz hiç fark etmemiş olamazsınız arkadaşlar. Biriniz bile anlamadı mı son günlerde Süheyla’nın nasıl mutlu olduğunu? Güzelliğine de epey düşkün olmuştu. Sen de mi anlamadın Hülya?”
“Her zamanki Süheyla’ydı işte. Kafanda kuruyorsun bence sen. Hem gece görmüşsün. Yanılmışsındır… Benzetmişsindir… Süheyla’nın bir sevgilisi olacak da benim haberim olmayacak. O bir kere imkânsız.” İmkânsız kelimesini öyle bastırarak söylemişti ki, Hatice bile kendinden şüphe etmiş gibiydi.
Bu sefer ben atladım ortaya. Uzun süredir sessiz kalmanın ve de susuzluğun etkisiyle dilim damağıma yapışmıştı. “Tamam arkadaşlar, aranızda konuşmayın lütfen. Hatice, nasıl biriydi Süheyla’nın yanında gördüğün adam?” dedim.
“Yok Komiserim, yüzünü göremedim. Arkası dönüktü. Bir bankta oturuyorlardı. Kolunu Süheyla’nın omuzuna atmıştı,” dedi Hatice. Süheyla’nın yanındaki adamın onun sevgilisi olduğuna karar vermiş olmasına, omuza atılmış bir kol sebepti.
“Peki, Süheyla’ya sormadın mı işin iç yüzünü?”
“Sandığınız kadar samimi değilim ben Süheyla’yla. Ne ona ne de bir başkasına bu konudan bahsettim. Sevgilisi olup olmadığı beni ilgilendirmezdi zaten.”
Başkomiser Bahadır sevgili meselesine son noktayı koyarak, “Şimdi Süheyla’yı sevenleri bırakalım da sevmeyenlere geçelim isterseniz. Bir düşmanı var mıydı?” diye sordu. Soruyu üzerine alınan yok gibiydi. Birbirlerine bakışıp dudak bükmekten başka bir şey yapan yok sanıyordum ki kızıl saçlı, çilli bir kız sanki bir şeyler söylemek ister gibi sandalyesinde kıpırdandı. Bu ayrıntı benim gibi Başkomiser Bahadır’ın da gözünden kaçmamıştı. Bu sefer soruyu genç kıza doğru bakarak yineleyince, cevabımızı aldık.
“Okulda onu sevmeyen yoktur sanırım. Fakat dışarıda bir düşmanı olabilir.”
“Nasıl yani?” dedi Başkomiserim, “Ona düşmanlık besleyen birini mi tanıyorsun?”
“Elbette öyle birini tanımıyorum. Sadece iki hafta önce Süheyla’nın kaldığı yurdun sokağında, bir inşaatın içinde onu birine bağırırken gördüm. Ben de iki sokak ötedeki bir apartmanda oturuyorum. Okul çıkışı eve gidiyordum. O yolu pek kullanmam aslında. Yıllardır bir türlü tamamlanamayan o inşaatın önünden geçmekten pek hoşlanmam. İnşaatın ikinci katından bağrışmalar geliyordu. Süheyla’yı çerçevesiz pencere boşluğundan görebiliyordum ama bağırdığı kişiyi göremedim. Ne dediği duyulmuyordu ama Süheyla çok sinirli görünüyordu.”
***
Neredeyse akşam olmak üzereydi. Başkomiserim beni şaşırtarak bugünlük çok yorulduğunu ve Emniyet’e döneceğini söyledi. Süheyla’nın kaldığı Kız Öğrenci Yurdu’na gitme işi bana kalmıştı. Fakat önce bir lokantaya girip karnımı doyurmadan şuradan şuraya gitmeye niyetim yoktu. Öyle de yaptım. Karnımı doyurup üçüncü çayı da mideye yolladıktan sonra kafam çalışmaya başladı sanki. Şimdi soruşturmaya kaldığım yerden devam edebilirdim.
Kız Öğrenci Yurdu’nun müdüründen öğrendiğime göre Süheyla üç gün önce akşam saatlerinde telefonla aramış ve yurda gelemeyeceğini haber vermişti. Gerekçe olarak da üniversite arkadaşı Hülya’nın sözlerini tekrarlamıştı. Hasta bir arkadaşına destek olmak için izin istemişti. Aslında Müdür Bey, öğrencilerin geceyi dışarıda geçirmelerine asla izin vermezdi fakat Süheyla’yı çok sevdiği ve ona güvendiği için izni gözü kapalı vermişti. Güzel huylu, herkesle çok iyi geçinen, yardımsever bir kızdı Süheyla. Şimdiye kadar yalan söylediğine hiç şahit olmamıştı. Onun öldürülmüş olduğuna inanmak istemiyordu. Zavallı kız, kimsesiz büyüyerek zaten bu hayata bir-sıfır yenik başlamıştı. Tüm zorluklara rağmen okumuştu ve çok yakında mesleğini eline alacaktı. Pırıl pırıl bir genç kızdı.
Müdürün odasından çıktıktan sonra Süheyla’nın odasına girdim. Tüm yurttakiler gibi oda arkadaşı da Süheyla’nın öldürüldüğünü öğrenmiş, yatağının kenarına oturmuş, ağlıyordu. Süheyla ile hiçbir zaman çok yakın olmamışlardı fakat iyi anlaşıyorlardı. Ağlamaktan, sorduğum sorulara cevap vermekte zorlanan genç kızı, sesime otoriter bir hava katarak tekrar uyardım. Deminden beri sümük sesiyle hıçkırık sesinden başka bir ses çıkmıyordu kızdan.
“Bize yardım etmek istiyorsan, Süheyla hakkında bildiğin her şeyi anlatmalısın Merve. O yüzden lütfen kendine gel ve sorularıma cevap ver! Süheyla’nın bir düşmanı var mıydı?”
Sesim istediğim kadar otoriter çıkmamış olsa da Merve sonunda ağlamayı kesti ve cevap verdi.
“Yoktu Komiserim… O çok iyi yürekli biriydi. Ona kim, neden düşman olsun ki?”
“Çok yakın olmadığınızı söylemiştin. Belki senden gizlemiştir. Son zamanlarda hâlinde tavrında bir gariplik sezdin mi?”
“Çok yakın değildik, demedim Komiserim. Yakın arkadaş değildik, dedim. Aynı odada yaşıyorduk. Elbette odamızı olduğu gibi birçok şeyi de paylaşıyorduk. Yeri geldiğinde dertleşiyorduk, yeri geldiğinde gülüşüyor, eğleniyorduk. Yeri geldiğinde de birbirimizin sırlarını saklıyorduk.”
“Sır derken, neyi kastediyorsun?”
“Aynı odada yaşayınca iki insanın birbirinden bir şeyler saklaması imkânsızlaşıyor. İlk tanıştığımızda Süheyla az konuşan, samimiyetten hiç hazzetmeyen, sessiz sedasız bir kızdı. Yetimhanede büyümüş olmasındandı belki, bilmiyorum. Hepimizden güçlüydü. Güç deyince, bilek gücünü kast etmiyorum. Ruhen güçlüydü. Kaya gibi dimdikti. İlk gün bu hâlini çok yadırgamıştım. Burnu düşse yere eğilip almaz, diye geçirmiştim aklımdan. Sonra onu tanıdıkça, bu hâlinin kendisini korumak için oluşturduğu bir kalkan olduğunu anladım. Kabuğunu kırmayı başaranlar için o çok tatlı bir kızdı. Zamanla onu içine çekildiği kabuğundan çıkardım. Yine çok samimi değildik fakat artık arkadaştık. Ne kötü değil mi Komiserim? Daha bir hafta önce, ‘Biliyor musun Merve, dünya hiç de sandığım kadar kötü bir yer değilmiş,’ demişti. Hayatı boyunca kim bilir ne kötülüklerle karşılaşmıştı. Düşünmek bile istememiştim o an. ‘Son günlerde hâlinde bir tuhaflık sezdin mi?’ diye sordunuz. Evet, sezdim… Fakat bu kötü anlamda bir tuhaflık değildi. Çok neşeliydi. Onu ilk kez şarkı söylerken duyuyordum. Sevgi böceği gibi bir şey olmuştu. Yüzü hep gülüyordu. Zaten çok güzel bir kızdı ama son zamanlarda daha da bakımlıydı. Üstelik kimselerin kıramadığı prensiplerinden vazgeçmeye başlamıştı.”
“Nasıl yani?”
“Şöyle Komiserim… Süheyla kurallara uymaya daha çocuk yaşlarda alışmış biriydi. Yetimhane kurallarıyla başlayan bir hayata doğmuştu ne de olsa. Yurdun nizamları da harfiyen uyduğu, uymayanları sık sık uyardığı kuralların başında gelirdi. Asla yurda yabancı birini getirmezdi. Yurda son giriş saatini bir saniye dahi aşmazdı. Diğer genç kızlar gibi geceleri gizlice yurttan kaçıp sabaha karşı gizlice dönmezdi. Fakat son zamanlarda, asla, dediği bütün kuralları çiğnemeye başlamıştı. Hemen her gece yurttan gizlice çıkıyor, bazen iki saat sonra bazense sabaha karşı dönüyordu. Bunu anlayacağımın farkındaydı fakat suçunu ifşa etmeyeceğimden de emindi. Bir süre bu konu hakkında hiç konuşmadık. Sonunda dayanamayıp sormaya başladım. Her defasında eften püften bahanelerle beni geçiştirdi. O söylememekte direniyordu ancak ben ondaki bu büyük değişikliğin sebebinin bir erkek olduğunu tahmin ediyordum.”
“Ona bunu sormadın mı?”
“Elbette sordum fakat cevap alamadım…”
Merve’yle konuşmam bittikten sonra Süheyla’nın özel eşyalarını inceledim. İçlerinde ölümüne ışık tutacak bir kanıt yoktu. Merve de üniversitedeki arkadaşı gibi onun bir sevgilisi olduğundan şüpheleniyordu fakat eşyalarının arasında buna işaret eden hiçbir iz yoktu.
Tam Kız Öğrenci Yurdu’ndan elim boş olarak ayrılmaya hazırlanırken kapıda beni daha yarım saat önce sorguladığım temizlikçi kadın bekliyordu. Bana anlatacak bir şeyi daha varmış. Zaten on dakikada yedi sülalesini anlatmış fakat cinayete ışık tutacak bir cümle bile kurmamıştı. Daha anlatacak neyi olabilirdi? Kolumdan tutup beni yurttan dışarı çıkardı. Bahçedeki çınar ağacının altına atılmış birkaç sandalye ve masanın yanına geldik. “Otur evladım, otur,” dedi. “Eyvah,” dedim içimden. “Şimdi hangi akrabasının evden kaçan hayırsız kızını anlatacak acaba?” Söze başladığında sesi fısıltıdan biraz yüksek çıkıyordu. Aynı zamanda sesine, karşısındakine devlet sırrı verecekmiş gibi bir gizem katmıştı.
“Valla Komiser Bey evladım, işine yarar mı yaramaz mı bilmem ama Süheyla hakkında bir diyeceğim daha var sana. Ama bak, kimseleri de zan altında bırakmak istemem. Belki de sahiden tanımıyordur,” dedi. Sözlerinden hiçbir şey anlamamıştım. İş devlet sırrı olmaktan çıkmış, kainat sırrına dönmüştü sanki. “Anlat artık Hacer Hanım,” dedim. Kızdığımı anlamış gibiydi. Neredeyse omuzlarıyla aynı hizada duran başını yukarı doğru uzatıp gelen giden var mı diye tekrar kontrol etti. Kulaklarını dışarıda bırakıp ensesinden fiyonk yaptığı başörtüsünü sağa sola çekiştirdi. Artık sabrım taşmak üzereydi. Yine de sabrın sonu selâmettir, deyip bekledim. İyi ki de beklemişim.
“İki ay kadar önceydi Komiser Bey evladım. Aşağı yolun başında Süheyla’yı bir adamla konuşurken gördüm. Yurt için pazar alışverişine çıkmıştım. Elim kolum dolu geri dönerken bir köşede soluklanayım dedim. O sıra fark ettim Süheyla’yı. Karşısında bir adam dikiliyordu. Uzun uzun konuştular. Ne konuştuklarını duyamadım. Sonra baktım bunların sohbeti bitmeyecek, aldım başımı döndüm yurda. Ee, temizlik bende, yemek bende, ütü bende, bulaşık yalaşık, ne ararsan bende. Süheyla’yı beklersem iş güç kalacak. Ama meraktan da öldüm tabii. Bizim bi’ Şerife abla vardı, onun da kızı böyle sokak ortasında adamlarla konuşurdu. Sonra kızcağızın başına ne işler geldi, bir bilsen evladım.”
“Konuyu dağıtma yine Hacer Hanım, sonrasını anlat!”
“Tamam tamam, affet… Sonra yarım saat içinde Süheyla da geldi yurda. Hemen çektim kenara, ağzını aradım. Sonuçta bu kızların hepsi bize emanetler burada. Göz göre göre de akıllarının çelinmesini istemem. Şerife ablanın kızı gibi kötü yollara düşmesine izin veremem. Ay, affet evladım ya. Tamam, konuya dönüyorum… Dedim, böyleyken böyle… ‘Kim o herif?’ dedim. ‘Yok Hacer abla,’ dedi. ‘Ne sevgilisi? Eski bir tanıdığım sadece, sen yanlış anlamışsın,’ dedi. Ben yer miyim? Uzaktan bakınca hiç de eski tanıdığı gibi görünmüyordu. Bal gibi de sevgilisiydi.”
“Tarif edebilir misin bana şu sevgili mi tanıdık mı her kimse onu?”
“Valla işte uzun boyluydu sanki. İri yarıydı, esmerdi. Ama orta boylu da olabilir. Bizim Süheyla pek ufak tefek kızdır, onun yanında dikilen dev gibi görünür insana. Sakalı vardı ama öyle çok sakal değil, üç dört günlük gibi. Gözlüklüydü, üstü başı temiz paktı.”
***
Akşam olmakla kalmamış gece bile olmuştu fakat Başkomiser Bahadır’ın odasında gün henüz bitmemişti. Başka zaman olsa eve gitmek için sabırsızlanır, dırdır eder, Başkomiserimin sinirini bozardım fakat bu sefer ben bile başımı Adli Tıp’tan gelen rapora gömmüş, Süheyla’nın akıbetinin ayrıntılarını inceliyordum. Bu cinayetler böyle devam ederse biz evin yolunu unutacak gibiydik zaten. Polis memuru Gülten’in buna hiç itirazı yoktu galiba. O, gün boyunca sorguladığımız kişilerin alibilerini araştırma işine koyulmuştu bile. Malum, her ‘şuradaydım’ diyen o dediği yerde olmayabiliyordu. İşin en can sıkıcı yanı ise bir ay boyunca sorguladığımız kişilerin içlerinden, olay anında nerede olduğunu kanıtlayamayan bir kişi bile çıkmamış olmasıydı.
Adli Tıp raporuna göre genç kız, diğer maktullerde de olduğu gibi cinsel bir istismara maruz kalmamıştı. Vücudunda boğuşma ve darbe izi yoktu. Üç gün önce ölmüş olduğu tahmin ediliyordu. Ölüm sebebi malum, denizde boğulmaydı. Toksikoloji raporuna göre kanında herhangi bir uyuşturucuya rastlanmamıştı. Otopsinin en can alıcı bulgusu ise Süheyla’nın dört haftalık hamile olmasıydı. Zavallı genç kadına böyle bir ölümü reva gören katil, acaba bu detayı biliyor muydu? Gencecik bir kadın karnında bebeği ile ölümün kollarına atılmıştı. Sinirlerim bu duruma daha ne kadar dayanırdı, bilmiyordum.
Bilgisayarında on parmak bir şeyler tıkırdatan Gülten, Başkomiser Bahadır’a döndü. Sanki aklına o anda takılmış gibi saçlarını parmak uçlarıyla karıştırarak, “Sizce katil son kurbanı neden farklı bir şekilde öldürdü Başkomiserim? Acaba hamile olduğunu bildiği için mi? Belki de katil başka biridir. Kurdeleli Katil’i taklit ederek cinayeti onun üzerine yıkmak istemiş olabilir. Sonuçta sağ olsun medya, cinayetlerin bütün ayrıntılarını döktü ortaya.”
“Bilmiyorum Gülten. Diğer cinayetlerden farklı yönleri var tabii. Kim bilir belki de senin dediğin gibidir. Göreceğiz…”
Bense yetimhanede takılıp kalmıştım. Bu cinayetler orayla bağlantılı gibi geliyordu bana. Tamam, orada çalışan ve yaşayan herkes aklanmıştı. Zaten şüphe ettiğimiz iki temizlikçi kadın, bir aşçı, yetimhane müdürü ve emektar Nurten Hanım’dan başka kimse yoktu. Oradaki kimsesiz çocuklardan şüphe edecek hâlimiz de yoktu. Buna adım gibi emindim, bu kızlar sırf orada büyüdükleri için öldürülüyorlardı. En acısı da bu konuda alınabilecek hiçbir önlem yoktu. O yetimhanede büyüyen herkesi uyarabilmemiz de koruyabilmemiz de imkânsızdı.
“Eminim katil kurbanlarını eskiden tanıyor Başkomiserim. Maktullerin evlerinin kapılarında hiç zorlama yoktu. Kapıyı kurbanlar kendileri açmışlar belli ki. Onlara güven veren biri olmalı. Aklıma gelen bir şey daha var. Son maktulde cinayetin şekli değiştiğine göre belki de katil cinayetlerinin sonuna geldiğini anlatmak istiyordur? Olamaz mı?” diyerek başka bir çıkarım yaptı Gülten.
“Umarım sonuna gelmiştir Gülten, umarım… Neyse, şimdi bugün neler öğrendik, bir üzerinden geçelim. Okuldaki bir arkadaşının söylediğine göre Süheyla’nın sevgilisi varmış, ki Adli Tıp raporuna göre yüzde yüz bir sevgilisi var. Ferit de Kız Öğrenci Yurdu’ndan buna benzer şeyler öğrenmiş. Ayrıca bir de düşmanı olabilirmiş. Şu boş inşaatta tartıştığı kişi… Ortadan kaybolduğu akşam yurdu arayıp izin istemiş. Gülten, telefon kayıtlarını inceleme işi sende! Bak, bu işi verdim diye diğer işini savsaklama. O elindeki listede adı yazan herkesin alibilerini teyit ettireceksin. Bir de şu Süheyla ile aynı zamanda yetimhanede büyümüş kızların dosyalarını da incele ve mümkünse onlara ulaşmaya çalış. Ferit, sen şu Hacer Hanım’ı Emniyet’e çağır da bir robot resim çizdirsin. Tabii iki ay önce, sadece bir kez gördüğü bir adamı tarif edebilecek mi, bilmiyorum. Göreceğiz… Maktulün hamile olduğundan hiç kimsenin haberi yok belli ki. Bunu ima eden kimse çıkmadı. Siz şimdilik sorguladığınız kişilere hamilelik meselesinden bahsetmeyin. Özellikle de basına karşı ağzınızı sıkı tutun. Hadi bakalım, şimdi herkes evine. Ferit, sabahleyin erkenden seni evinden alırım, kayıkçıları bir dolaşalım. Vakit kalırsa diğer kurbanların aileleri ile de görüşürüz. Küçük bir ihtimal ama belki içlerinde Süheyla’yı tanıyan çıkar.”
***
Başkomiser Bahadır, İstanbul’un gürültülü sabah trafiğinde aracını ağır adımlarla sürmeye çalışırken benim yan koltukta esnemekten ağzım yarılacak gibiydi. Başkomiserimin gülmemek için kendini zor tuttuğunu görebiliyordum.
“Ne o Ferit? Gece beşik mi salladın? Yoksa yine sözümü dinlemeyip gece kulüplerinde mi sabahladın? Valla bu sefer seni annenin hışmından ben bile kurtaramam. Aklını başına topla. Koca adam oldun artık. Baban rahmetli olduğundan beri evin erkeği sensin. Böyle sorumsuz davranırsan anneciğine de yazık edersin.”
“Yok valla Başkomiserim, Emniyet’ten doğruca eve gittim. Anneme sorun inanmazsanız,” dedim hâlâ esnemekten açık duran ağzımın ucuyla.
“Yeter oğlum, esneme artık. Direksiyonda uyuyup kalacağım senin yüzünden,” diyecekken “Ya Başkomiserim,” diye sözünü kestim. “Neden sabahın köründe gidiyoruz biz bu kayıkçılara?”
“Feriiit!” demesiyle koltuğuma gömülüp aradığımız istikamete varana kadar sesimi çıkarmadım. Hatta bir ara uykuya bile dalmış olabilirim.
Balıkçılardan aldığımız dört adresin ilk üçünden elimiz boş ayrıldık. Sonuncu adrese vardığımızda vakit öğlene dayanmıştı. Aracı kıyıya park ettik. Daha arabadan inmemiştik ki yanımıza koşarak bir delikanlı geldi. Günün bu saatinde gelen müşteriden memnun olmuşa benziyordu. Açık duran pencereden başını uzattı.
“Buy’run abi! Tekne mi lazım?”
“Sen mi bakıyorsun buraya? Patronun yok mu?” dedi Başkomiserim.
“Yok abi, akşama doğru gelir o. Bu saatte müşteri olmaz pek zaten.”
Sırıtınca sararmış dişleri ortaya çıkan genç, meraklı gözlerle bir bana bir Başkomiserime bakıyordu. Belki de siftah yapacak olmanın sevinciyle, “Buy’run abim, teknelerimiz şehrin en sağlam tekneleridir,” dedi. Sevinci kısa sürdü ne yazık ki.
“Biz tekne kiralamaya gelmedik oğlum.”
Delikanlının peşimizi bırakmaya niyeti yok gibiydi. “Sandal vereyim abi?” diye ısrar etti.
Başkomiserimle aynı anda araçtan inerken “Biz Cinayet Büro’dan geliyoruz kardeş,” dedim. Cinayet Büro sözünü duyan gencin yüzünü endişe bulutları kapladı. İki elini iki yana açıp, “Cinayet mi? Ne diyonuz abi siz?” dedi. Nasırlı elleri, çocuk yaşından beri çalıştığının ispatı gibiydi. “Aman diyeyim polis abi! Bizim ne işimiz olur cinayetle falan?” diye ekledikten sonra sanki başından aşağı bir kazan kaynar su dökülmüş gibi “Hiii!” dedi. “Yoksa Güldane yenge patronu mu doğradı? Anlamış mı o sarışın karıya gittiğini?”
Başkomiserim, “Ne diyorsun oğlum sen?” der demez, delikanlı pot kırmış gibi iki eliyle ağzını kapattı. Allah’tan çabuk toparlandı ve “Ne bileyim Başkomiserim, ben ne dediğimi biliyor muyum?” deyip konuyu alelacele kapattı. Belli ki Güldane diye bir kadın kocasını doğrama planları yapıyordu. Henüz ortada bir cinayet olmadığına göre Güldane Hanım’ın kıskançlık cinayeti planlarına fazla takılmadık.
Başkomiser Bahadır, “Adın ne senin?” diyerek asıl konuya doğru bir adım attı.
“Mustafa, Başkomiserim.”
“Tamam Mustafa, söyle bakalım, buradan kiralanan deniz araçlarının kayıtlarını tutuyor musunuz?”
“Tutmaz mıyız? Patron canıma okur, tutmazsam.”
“Güvenlik kameranız var mı peki?”
“Var Başkomiserim, var da…”
“Eee?”
“Biz onu tamir ettirmeye bıktık, o bozulmaya bıkmadı. Bir haftadır bozuk yine. Patron sağ olsun, hiç hazzetmez fuzuli masraftan.”
“Güvenlik kamerası fuzuli masraf mı yani?”
“Ne bileyim ben, Başkomiser Bey abim? Kamera çalışmıyor ama defterde kayıtlar var.”
Mustafa soluklanmadan Başkomiserimin sorularını yanıtlarken ben Süheyla’nın yurttaki odasından aldığım fotoğrafını Mustafa’ya uzattım. “Şu fotoğrafa bir bak bakalım Mustafa,” dedim. “Bu kızı tanıyor musun?”
“Birkaç gün önce bir adamla beraber geldi buraya. Bir kayık kiraladılar Başkomiserim. Sarmaş dolaştılar. Ayıptır söylemesi, dudak dudağa öpüştüler bile.”
“Nasıl bir adamdı bu? Tarif et bakalım!”
“Valla Başkomiserim, bir kere eli yüzü düzgün bir adamdı. Uzun boyluydu. Kolları Arnot Şıvazinger’in kolları gibiydi. Böyle, kaslı kaslıydı… Esmerdi sanki… Ya da kumral da olabilir, tam hatırlamıyorum o kadarını.”
“Gözlüğü var mıydı?”
“Valla… Yoktu sanki… Bilemedim şimdi…”
“Sakalı var mıydı?”
“Ha yok, sakallı değildi. Sahi, niye arıyonuz siz bu adamla kadını Başkomiserim? Cinayet Büro’dan geliyorsanız kesin bu işin içinde bir cinayet vardır. Kim kimi öldürmüş? Kadın mı adamı haklamış? Yoksa adam mı kıymış kızcağıza?”
Mustafa yine konuyu dağıtmak üzereydi. Başkomiserim ona aldırmadan başka bir soru sordu.
“Peki, kayığı geri getiren oldu mu?”
Mustafa’nın yüzü, filmin en heyecanlı yerinde reklam çıkmış gibi hayal kırıklığına uğramış bir hâl aldı. Koskoca Cinayet Büro Başkomiserinin kendisine hesap vermeyeceğini anlamış gibiydi.
“Yok Başkomiserim, kayık geri gelmedi. Adamın adı Fatih Gür’dü. Kaydederken o adı vermişti yani… Ehliyetini de rehin bırakmıştı. Telefon numarası ve adres de vermişti. Kayık gelmeyince aradık tabii hemen. Kullanılmıyor, diyordu telefondaki ses. Verdiği adrese gittik, kapı duvar. Adreste bir Fatih Gür oturuyormuş ama bundan iki yıl önce sizlere ömür, dediler. Bir araştırdık ki ehliyet de sahte.”
“Polise gitmediniz mi?”
“Yok, gitmedik abi.”
“Neden, polisten bir çekinceniz mi var?”
“Yok abi, ne çekincemiz olacak polisten? Patronun çekindiği tek kişi vardır, o da Güldane yenge. ‘Boş ver, kırık dökük bir kayık için polisle uğraşamam,’ dedi. Acısını da benden çıkardı tabii. Haftalığımdan kesti p*zevenk. Affedersin Başkomiser Bey abi.”
***
“Sizce şu Güldane Hanım kocasını sahiden doğrar mı Başkomiserim?”
“Başlatma Güldane’ne Ferit! Sen hâlâ orada mısın? Boş konuşmayı bırak da git bak bakalım bitmiş mi MOBESE kayıtlarının incelenmesi.”
“Emredersiniz Başkomiserim.”
Bütün sabah o kayıkçı senin bu kayıkçı benim dolaşmıştık ama sonunda en azından Süheyla’nın sevgilisi olacak adama yaklaşmayı başarmıştık. Mustafa’nın tarif ettiği adamın eşkâli, Kız Öğrenci Yurdu’ndaki Hacer Hanım’ın verdiği eşkâle uyuyordu. Bu adam Süheyla’nın katili miydi yoksa gizemli sevgilisi mi, bunu ancak adamı bulunca öğrenecektik. Mustafa ve Hacer Hanım bugün Emniyet’e gelip robot resimleri çizdirdiklerinde, nasıl birini aradığımız ortaya çıkacaktı nasılsa.
Kayıkçılardan sonra gittiğimiz diğer maktullerin aileleri ile görüşmelerimiz çok kısa sürmüştü. İlk kurban Selma Özen’in annesi hariç içlerinde Süheyla’yı tanıyan çıkmamıştı. Üvey kızı öldürülmeden birkaç hafta önce onu kızının evinde görmüştü. Daha önce hiç görmediği bu genç kızın Selma’yla bir süre aynı yetimhanede kaldığını da o gün öğrenmişti. Kızlar tesadüfen karşılaşmışlardı. O sırada Süheyla ufak bir baygınlık geçirince Selma onu kendi evine getirmişti. Sonradan annesine söylediğine göre aslında Süheyla’yı hiç hatırlayamamış fakat onu kırmamak için bunu belli etmemişti. Daha fazla da söyleyecek sözü yoktu. Diğer maktullerin aileleriyle boşu boşuna vakit harcamıştık anlayacağınız.
Başkomiserimin emriyle bir koşu Bilişim’e gidip Süheyla’nın cesedinin bulunduğu güzergâhın MOBESE raporunu aldım. Cinayet Büro’ya döndüğümde Gülten, Başkomiserime bir şeyler anlatıyordu. Anlatırken çok ciddi görünmesine rağmen gözlerinin içi gülüyordu. Yine kendisine verilen görevi en hızlı biçimde yerine getirmiş olmalıydı. Zira bu bakışı çok iyi tanıyordum.
“Kız Öğrenci Yurdu’nun telefon kayıtlarının incelenmesi bitti Başkomiserim. Süheyla o gece yurt müdürünü bir cep telefonundan aramış. Telefon, Fatih Gür adında birinin üzerine kayıtlı. Fakat böyle biri yok. Adam iki yıl önce ölmüş. Aramanın yapıldığı güzergâhı belirlemek, tahmin edersiniz ki uzun sürecek. Süheyla’nın cep telefonu numarasını üniversite arkadaşlarından almıştınız. Onu da araştırdık. En son kaybolduğu gece sinyal alınmış telefonundan. Sinyalin alındığı güzergâhı da henüz bilmiyoruz. Arama kayıtlarının son altı aylık dökümü elimizde. Ancak aradığı ya da onu arayan yabancı bir numara yok. Yakın arkadaşları, yetimhanedeki Nurten Hanım, yurttaki oda arkadaşı… Ha, bir iki sefer de üniversitedeki kafeteryayı aramış. Fakat sevgiliye dair hiçbir iz yok.”
“Sevgili işi hallolmak üzere,” dedim Gülten’in sözü biter bitmez. “Bilişim’den dönerken giriş katta Mustafa’yla Hacer Hanım’ı gördüm. Şu anda robot resimler çiziliyor olmalı.”
Gülten, kendisinden rol çalıyor olmama aldırmamış gibi görünse de bana laf sokmayı ihmal etmedi, sağ olsun.
“Ressamımız kaç saattir onları bekliyor. Daha yeni mi geldiler?”
Başkomiserim, aramızdaki görünmez çekişmeyi sezmiş gibi acilen konuyu değiştirdi.
“Neyse neyse, sen devam et Gülten! Yetimhanede Süheyla’yla aynı zamanda büyümüş kızlar ne oldu?”
“Kızların hepsine ulaştım Başkomiserim. İçlerinden biri çok önemli bir bilgi verdi. Süheyla ile aynı yaşlarda bir genç kız. Hemen hemen aynı zamanda yetimhaneden ayrılmışlar. Nadiren de olsa görüşüyorlarmış. İki hafta önce bir alışveriş merkezinde tesadüfen karşılaşmışlar. Süheyla’nın yanında bir delikanlı varmış. Kızı görünce koşarak ayrılmış oradan. Kız, Süheyla’ya adamın kim olduğunu sorunca, tanımadığını sadece saati sorduğunu söylemiş. Bahsettiğim alışveriş merkezinin o güne ait güvenlik kamerası kayıtları yarın sabah elimize ulaşırmış. O zaman robot resimle falan da uğraşmak zorunda kalmayız.”
“Ne mutlu sana!” dememek için zor tuttum kendimi. Bu kız ne diye ikide bir bana kendimi eksik hissettirmeye çalışıyordu acaba? Polis memurluğundan terfi etmek niyetinde olduğunu anlıyordum ama hiç insan bunun için mesai arkadaşını gömer mi? Ben yan tarafta arpacı kumrusu gibi Gülten’in sergilediği bu kindar davranışların sebebini düşünürken Başkomiserim beni gömmesine yardım edercesine, sorguladığımız tanıkların alibilerinin teyit edilip edilmediğini sordu. O işi daha bitirememişti Allah’tan.
“Yarın sabaha o da hazır olacak Başkomiserim. Sadece iki tanık kaldı, onların da tahmini cinayet saatinde nerede olduklarını teyit ettirdiğimde liste tamamlanacak.”
“İyi… Ferit! Sen ne yaptın? Aldın mı Bilişim’den MOBESE kayıtlarının raporunu?”
“Aldım Başkomiserim, işte burada… Fakat baştan söyleyeyim, kayıtlar fos çıktı. Bilişim uzmanları sadece cesedin bulunduğu güzergâhı değil, Kız Öğrenci Yurdu’nun, üniversitenin ve yetimhanenin civarında bulunan görüntüleri de incelemişler. Süheyla, öldürülmeden önceki sabah yurttan tek başına çıkarken görülüyor, üniversiteye girerken tekrar görüntüleniyor fakat çıkarken bir görüntüsüne rastlanmıyor. Ondan sonra da hiçbir kayıtta Süheyla’ya dair bir iz bulunamıyor. MOBESE’ler yine bize düşman kesilmiş Başkomiserim. Hiç ayrıntı vermemişler.”
Daha sözümü yeni bitirmiştim ki polis memuru Hasan girdi içeriye. Elinde Hacer Hanım’la Mustafa’nın çizdirdiği robot resimler vardı. Masaya bırakırken resimlerdeki şahsın Emniyet’in sisteminde kayıtlı olmadığını söyledi. Geldiği gibi hızla çıktı gitti odadan. Başkomiser Bahadır resimleri alıp panoya iliştirdi. Karşısına geçtik ve seyretmeye başladık. Bu adam bana bir yerlerden tanıdık geliyordu ama bir türlü çıkaramamıştım. Başkomiserim de aynı durumdaydı. “Anlaşıldı çocuklar, bugünlük pilimiz bitti. Kafam çalışmıyor resmen. Hadi dağılalım. Sabah ola hayrola,” dedi. Bir ay olmuştu ve biz hiçbir sabaha hayırla uyanmamıştık. Belki ertesi sabah sahiden de Başkomiserimin dediği gibi olurdu.
***
Bütün gece sabaha kadar ve yolda Emniyet’e gelene dek robot resimdeki adamı nereden tanıdığımı düşündüm durdum. Bulamadım tabii… Belki de tanımıyordum ve beynim bana bir oyun oynuyordu. O resimleri düşünerek boşa zaman harcadığımı biliyordum üstelik. Nasıl olsa Gülten’in bahsettiği şu alışveriş merkezinden gelecek olan görüntülerde adamı ayan beyan görecektik. Öyleyse neden takmıştım bu robot resimlere bu kadar? Sanırım tek derdim, Gülten’den önce şahsı teşhis etmekti.
Cinayet Büro’ya ilk giren ben oldum. Arkamdan Gülten ve en son da Başkomiserim geldiler. Gülten’in kucağı doluydu. Yememiş içmemiş, uyumamış gezmemiş, tanık listesinin alibilerini teyit etme işini bitirmişti. Başkomiserimin önüne bir dosya koydu ve “Bir kişi hariç herkes nerede olduğu konusunda doğruyu söylemiş Başkomiserim,” dedi.
“Hastiiir, baş şüphelimizi bulduk o zaman!” dedim, gayriihtiyari. Olay saatinde nerede olduğunu kanıtlayamayan tanıktan şüphe etmek, polisliğin şanındandı. Gülten de Başkomiserim de tuhaf tuhaf yüzüme baktılar. O an karar verdim; bazen angutun teki gibi davranıyordum. Genç kızların beni beğenmemesinin ilk ve tek sebebi de bu angutluğumdu kesin. Neyse, hicran yaralarımı açmayayım şimdi.
“Kimmiş peki bu tanık?” diye sordu Başkomiserim, angutluğuma hiç aldırış etmeden.
“Levent Sergen, Başkomiserim!”
“Levent mi? Kimdi ya bu Levent?” diye sormuş bulundum. Sormaz olaydım. Panter gibi atladı Gülten. Eline beni aşağılayacak bir fırsat geçmişti ya, kaçırsa şaşardım zaten.
“Şu kafeteryadaki garson delikanlı, Ferit Komiserim. Sorguladığın adamı hatırlamıyor olamazsın herhâlde?”
“İki gündür kaç kişiyi sorguladık biz, haberin var mı senin? Öyle senin gibi bilgisayarın önünde otururken almıyoruz biz maaşımızı cicim,” dedim. Der demez de pişman oldum ettiğim söze. Kızcağız fena bozuldu ama çaktırmadı. O ara elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmıştım ki Başkomiserim yetişti imdadıma.
“Tamam, bırakın şimdi didişmeyi! Ferit, neredeyim demişti bu delikanlı olay gününde?”
“Geceleri çalıştığı bir gece kulübü varmış. Adı neydi?”
“Karbar,” dedi Gülten, biraz kırgın bir ses tonuyla. “Hah,” dedim, “çok yaşa Gülten! Karbar, Başkomiserim.”
“İyi ya, çağırın bakalım şu Levent’i de ona soralım işin aslını. Ee, alışveriş merkezinden görüntüler gelecekti…”
“Geldi Başkomiserim. Bilişim biriminde… Öğlene kalmaz aradığımızı bulurlar.”
Ne öğleni, bir saat geçmemişti ki görüntülerin Süheylalı bölümleri elimize ulaşmıştı. Bizim Bilişim uzmanları işlerinin ehlidirler, sağ olsunlar. Daha şu Levent denen delikanlıyı almaya bile gidememiştim. Bizim çaycı Kemalettin abinin karısı sabah sabah bize poğaça yapıp yollamış. O poğaçalardan yemeden şuradan şuraya gitmeyeceğimi bilen Başkomiserim de “Hadi hadi, otur önce karnını doyur, kaçmıyor ya Levent,” demişti. Canıma minnet, deyip çökmüştüm poğaçaların başına. Son lokmamı çiğnerken geldi görüntüler. Gülten bir çırpıda yerleştiriverdi CD’yi bilgisayara. Sonunda şu meçhul adamla tanışma şerefine nail olacaktık.
Görüntüler, alışveriş merkezinin çeşitli bölümlerinde, Süheyla’nın bulunduğu anların derlemesinden oluşuyordu. Süheyla birçok karede yanında bir adamla el ele görünüyordu fakat kamera açıları adamın yüzünün tam olarak seçilmesine olanak vermiyordu. Bir bölümde yüzünü yandan görebilmiş olsak da bu, eşkâl belirlemede pek işimize yarayacak gibi değildi. En son giriş çıkış kapısını kaydeden kameranın görüntülerinde Süheyla arkadaşıyla karşılaşıyordu. Adam da tam o esnada Süheyla’nın yanından sıvışıyordu. Oradan hızla kaçıyordu ama bu sefer kameranın açısından kaçamamıştı. Kim olduğu ayan beyan görülüyordu. Biraz şaşkın fakat hiç olmazsa bir adım bari ilerleyebilmiş olmaktan memnun bir hâlde ekrana bakakaldık. Adamı bulmamız hiç vaktimizi almayacaktı zira bir taşla iki kuş vurmuş sayılırdık.
Her şey aklıma gelirdi de üniversite kafeteryasının garsonu Levent’le Süheyla’nın sevgili olacakları hiç aklıma gelmezdi. Arkadaşlarının bu aşkı bilmemelerinin nedeni de böylece açıklanmış oluyordu. Sınıf ve statü farkının aşklarına engel olacağını düşünmüş olmalıydılar. Levent’in gizemli sevgili olduğu kesindi, bilmediğimiz neden cinayet saatinde nerede olduğu konusunda yalan söylediğiydi. Bunu da kendisi açıklayacaktı.
Apar topar Emniyet’e getirilen genç garson başına gelene pek de şaşırmışa benzemiyordu. Suskunluğunun neyin ispatı olduğu belli değildi. Ne Süheyla’nın sevgilisi olduğunu itiraf etmişti ne de katili olduğunu. Karşımızda öylece, sessiz sedasız oturuyordu. Başkomiser Bahadır’ın da benim de sabrımız taşmak üzereydi.
“Konuşsana oğlum,” dedi Başkomiserim, kim bilir kaçıncı kez. “Süheyla Derin’i sen mi öldürdün?”
Sessizlik… Sessizlik… Ve yine sessizlik. Kafayı yemek üzereydim. “Niye konuşmuyorsun be adam!” diye böğürdüm. Başkomiserim bile yerinden sıçrarken o kılını dahi kıpırdatmadı. “Konuş yoksa ben seni konuşturmasını iyi bilirim!” diye devam ettim böğürmeye. Bir şey yapacağımdan değildi ya, maksat zanlıyı yola getirmek. Yok, bu böyle avazım çıktığı kadar bağırmakla olmayacaktı. Bu adamın konuşması ve altı genç kadını neden öldürdüğünü anlatması gerekti. Taktik değiştirdim. En muhlis sesimle, “Süheyla dört haftalık hamileymiş, bunu biliyor muydun?” dedim.
Levent’in yüzü adeta çarpıldı. Bu acı gerçeği bilmediği her hâlinden belliydi.
Uzun bir sessizliğin ardından, “Ben öldürdüm…” dedi.
“Hah şöyle!” diyerek iki elini semaya kaldırdı Başkomiserim. “Peki, ya diğer kızları? Selma Özen, Gülay Serçe, Defne Poyraz, Buse ve Şeyma Ferhat… Onları da sen öldürdün, değil mi? Neden kıydın o gencecik kızlara? Onları da sevgi sözleriyle mi kandırdın? Onlarla da sevgili oldun, sana güvenmelerini sağladın ve sonra rahatça öldürdün, öyle değil mi?”
“Ben onları tanımıyordum bile. Ben sadece Süheyla’yı öldürdüm. Bir tek Süheyla’yı sevdim. Nefesim gibi sevdim onu, gözüm gibi sevdim, acı çekerek sevdim.”
“Çok sevdiğin için mi öldürdün?”
“Çok sevmek mi? Süheyla benim dünyamdı. Ben ona taptım…”
Aklım almıyordu. Bu nasıl sevmekti? İnsan bu kadar çok sevdiği birini neden öldürürdü? Kendimi kaybetmeme ramak kalmıştı. Belki de Süheyla ondan ayrılmak istemişti ve bu cani herif bu ülkenin erkeklerinin yarısı gibi “Ya benimsin ya kara toprağın,” deyip kızcağızı öldürmüştü. Suçunu örtbas etmek için de Kurdeleli Katil’i taklit etmişti. Ya da hepsini o öldürmüştü… Kafam kazan gibiydi. “Madem o kadar çok seviyordun, neden öldürdün o zaman be adam, neden?” diye bağırdım.
“Onu durdurmam gerekti…”
“Ne demek şimdi bu? Süheyla gidecekti ve sen onu durdurmak istedin, doğru mu anladım?” dedi Başkomiserim.
“Hayır Başkomiserim, Süheyla’nın cinayetlerini durdurmak için öldürdüm onu…”
Daha fazla dayanamadım. “Hah, bir bu eksikti. Şimdi de kıçını kurtarmak için öldürdüğün kıza iftira at. Nasılsa kalkıp kendini savunamaz. İyi taktik be Levent.” dedim sessizce. Bu sefer bağıracak hâlim kalmamıştı.
“Yemin ederim onu durdurmak için öldürdüm. Taptığım kadının daha fazla elini kana bulamasına seyirci kalamazdım. Beni dinlemiyordu. Durmadı, durmayacaktı! Ona hayatı zindan edenlerden intikamını alana kadar durmayacaktı. Ölmeliydi…”
“Başkomiserim, Allah canımı alsın ki ben bu işten hiçbir şey anlamadım,” dedim. Sahiden de anlamamıştım. İşaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı Başkomiserim. “Şu işi baştan anlat Levent! Yoksa altı cinayetten yargılanmanı kimseler engelleyemez,” dedi. O anda Levent’in gözlerindeki acıyı daha iyi görebildim. Kaç cinayetten yargılanacağı umurunda değildi.
“Her şey iki ay önce üniversitenin kafeteryasında Süheyla’yla çarpışmamla başladı. İlk görüşte aşka hiç inanmazdım o güne kadar. Aslında aşka inanmazdım. O günden sonra gecem gündüzüm Süheyla oldu. İnanmadığım aşkın pençesine düşmüştüm. Üstelik karşılıksız bir aşktı benimki. Aşkların en acısı… Benim onu sevmeye hakkım olmadığını düşünüyordum. Sonuçta o, üniversitede hukuk okuyan dünyalar güzeli bir kızdı, bense o üniversitenin kafeteryasında çalışan, orta ikiden terk bir garson… Davul bile dengi dengine çalar derler ya, işte o misal. Nereden bilebilirdim ki Süheyla’nın da bana tutulduğunu? Tamam, bana çok iyi davranıyordu, beni arkadaşlarına karşı koruyup kolluyordu, selam veriyor, hatırımı soruyordu ama bunları bana acıdığı için de yapıyor olabilirdi. Ya da belki de filmlerdeki gibi arkadaşlarıyla girdiği bir iddianın parçasıydım sadece. Aklıma bin türlü olasılık gelmişti de bana âşık olacağı gelmemişti. Rüya sanmıştım önceleri ama gerçekti, Süheyla da bana âşık olmuştu. O günden sonra Süheyla’yla dolu geçmeye başladı günlerim. Her geçen gün daha da bağlanıyorduk birbirimize. O herkesten farklıydı. Gözlerinde hep bir hüzün vardı. Büyük bir acının pençesinde kıvrandığını, yaralı olduğunu seziyordum fakat cesaret edip soramıyordum. Bir gece ben sormadan kendisi anlattı başına gelenleri. Kaderi daha doğmadan önce kötü yazılmıştı Süheyla’mın. Hayatı çocuk yuvalarında, yetiştirme yurtlarında geçmişti. Kimsesizliği daha küçücük yaşında acı çekmeyi öğretmişti ona. On üç yaşındayken getirildiği yetimhanedeyse daha büyük acılarla boğuşmak zorunda kalmıştı. Kendisine şefkatle, sevgiyle yaklaşan yurt müdürünün ona yaptıklarından sonra sevdiğimin ruhu bir gecede yaşlanmıştı. Defalarca, defalarca tecavüz etmişti Süheyla’ma o adi herif.”
Levent cüssesinden beklenmeyecek şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Nasıl yapar Başkomiserim? Küçücük bir çocuğa nasıl bu acıyı çektirir? Aklım almıyor,” dedi, boğuk bir sesle. Başkomiserim bakışlarındaki çaresizliği saklamak için Levent’le göz göze gelmemeye çalışıyordu. Benim de aklım almıyordu. Böyle bir vahşeti aklı alacak tek kişi olmamalıydı, şu tekerine tükürdüğüm dünyasında.
“Alışamadığı, anlayamadığı bir şey daha vardı. Baba dediği müdürün ona yaptıklarından çok, abla dediği kızların onu her gece allayıp pullayıp, saçlarına kırmızı kurdeleler bağlayıp, gelin gibi hazırlayıp kendi elleriyle müdüre götürmeleri yakmıştı Süheyla’mın canını. ‘Bunu neden yapıyorlardı hâlâ bilmiyorum. Belki müdür baba onlara dokunmasın diyeydi, belki rahat bir uyku uyuyabilmek için beni kurban etmeleri gerekiyordu, belki korkuyorlardı, belki haklıydılar, belki de sadece kötüydüler, bilmiyorum,’ demişti kollarımda ağlarken. Büyük sırrını da o gece anlatmıştı. O savunmasız ve çaresiz çocuk sonunda büyümüş ve hayatını cehenneme çeviren o heriften intikamını almıştı. Herkes, kendisine utanmadan ‘baba’ dedirten o şerefsiz müdürün kalp krizinden öldüğünü sanıyordu. Fakat o, son nefesini Süheyla’mın kollarında vermişti. Hiç yadırgamadım, biliyor musun Başkomiserim. Benim Süheyla’m o pisliğin katili değildi çünkü o sapık benim Süheyla’mın çocukluğunun katiliydi. Bundan böyle ben vardım. Onu her türlü kötülükten koruyacaktım. Sevgimle yaralı sevdiğimi iyileştirecektim. Ama olmadı, onun yaraları benim sevgimle sarılamayacak kadar büyüktü. Keşke o kadınla hiç karşılaşmasaydı. Ne olduysa ondan sonra oldu. Yetimhaneden tanıyormuş o kadını. Adı Selma’ymış. ‘Beni de, bana çektirdiği acıları da hatırlamadı,’ derken gözleri öfke saçıyordu. Kafaya koymuştu, tıpkı müdüre yaptığı gibi ona acı çektiren herkesten intikamını alacaktı. ‘Nefes alamıyorum, görmüyor musun?’ diyordu. ‘Genç kızlığımı cehenneme çeviren şeytanları yok etmeden nefes alamayacağım!’ Döktüğüm dilin haddi hesabı yoktu. Dinletemedim… Sonunda, yeter ki mutlu olsun, dedim. Yeter ki nefes alsın, dedim. Yeter ki yanımda kalsın, beni terk etmesin, dedim ve sustum… Sustum fakat günden güne Süheyla’mı kaybettiğimin farkındaydım. Durmuyordu çünkü… Bir türlü içindeki yangın sönmüyordu. O artık benim Süheyla’m değildi. Yüzü eskisinden daha çok gülüyordu, gözlerinin içi güneş gibi parlıyordu, mutluydu fakat o artık benim tanıdığım Süheyla gibi bakmıyordu. Önümde iki yol vardı: Ya sevdiğim kadını polise ihbar edecek ve ömrünün geri kalanını demir parmaklıklar ardında geçirmesine göz yumacaktım ya da onu öldürecektim. Başka çarem yoktu. Onu öldürmeseydim, durmayacaktı…”
İçim şişmişti adeta. Bu nasıl bir işti böyle? Bu adam doğruyu mu anlatıyordu? Yoksa kendisini kurtarmak için suçunu Süheyla’yı mı yüklemek derdindeydi? Bu perişan hâli rol olabilir miydi? Gözlerindeki acı yalan olabilir miydi? Daha fazla dayanamadım. “Doğru söylediğine inanmıyorum Levent!” dedim. Üstelik inanıp inanmadığımı bile bilmiyordum. “Üniversitenin kafeteryasında bize neler söylediğini hatırlıyor musun?” dedim, daha çok kendimi ikna etmeye çalışarak. “Aşkından yanıp tutuştuğu kadını öldürmek zorunda kalmış birinden çok, kıçını kurtarmaya çalışan adi bir katil gibi yalanlarını art arda sıralamıştın. Onun sevgilisi olduğunu bizden saklamak için elinden geleni yapmıştın. Mertçe söylesen ilk senden şüpheleneceğimizi çok iyi biliyordun. Bir de kalkmış aşktan bahsediyorsun. Ona olan aşkını kanundan kaçarak mı ispat edecektin? Seri cinayetlerinle bağlantısı olduğunu düşündürmek için boynuna kırmızı kurdele bağlamak da aşkının göstergesi miydi? Hiç sanmıyorum. Eğer anlattıkların doğru olsaydı ve sen söylediğin gibi Süheyla’ya deliler gibi âşık olsaydın, onu adalete teslim etmeye bile razı gelirdin fakat onu öldüremezdin. Bu anlattıklarına kimse inanmaz. Sen utanmadan, işlediğin cinayetleri ölmüş bir kadının üzerine yükleyecek kadar adi bir katilsin çünkü…”
“Önemi yok Komiserim,” dedi. “Süheyla’m yok artık. Hiçbir zaman da olmayacak. Ilık nefesi yok, yanağındaki gamzesi yok, saçlarından yayılan yasemin kokusu yok. En önemlisi de daha doğmadan katili olduğum evlâdım yok. Sen ya da bir başkası bana inanmış, inanmamış ne fark eder? On cinayetten de yargılansam, bundan böyle benim için hayatın hiçbir önemi yok.”