Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

TEKİNSİZ MALİKÂNE

Diğer Yazılar

ENSE

Beykoz’un güneyinde çevre yolundan İstanbul’a otuz altı kilometre mesafedeki kırsal bir bölgede, dedesinden kalma malikânesinde yaşayan Zernişan, komşularıyla görüşmeyen, onlarla en küçük bir iletişimde bile bulunmaktan kaçınan biriydi. Hafta içi her gün Range Rover cipiyle Taksim’deki ofisine gitmek için yaklaşık elli dakika harcar, dokuz buçuk sularında ulaşır, orada akşama kadar çalışırdı.

Bir ay sonra kırk yaşına girecekti. Akıllı, bilgili, bakımlı, titiz, iyi eğitim almış, olgun, gürültüye pabuç bırakmayacak zeki bir kadındı. Yazılım mühendisliği okurken hackerliğe ilgi duymuş, mezuniyet sonrası birkaç şirkette çalışmıştı. Otuz yaşında kendi işini kurmuş, kurumlara yazılım hizmeti sunmaya başlamıştı. Üç yıl önce de Blockchain geliştiriciliği işine girmişti.

O bir Blockchain geliştiricisiydi ama aynı zamanda da Klasik Batı Müziği virtiözüydü. Davet edildiğinde, hobi olarak orkestralara şeflik de yapardı. Yazılım bilgisayarlığı okuduğu üniversitenin kompozisyon ve orkestra şefliği bölümünü bitirmiş, kendisini her iki dalda da geliştirmişti. 

Saat yedi civarında evine geri döndüğünde, geleceği saati bilen köpeği Aşiyan’ı pencere önünde kendisini bekler halde bulurdu. Önce yemeğini yer, ardından Aşiyan’la oynar, sonra konserlerinden birinin videosunu açıp şefliğini yaptığı orkestra karşısındaymış gibi bir saate yakın kendisinden geçercesine elindeki ahşap çubuğu sallardı.

Onu sıkılmadan, zevkle seyreden Aşiyan, bir Alman çoban köpeğiydi. Zernişan onunla 2016 yılında tanışmıştı.

O yılın iki haziran günü, öğlen vakti garip bir telefon gelmişti sekreterine. Arayan kişi amansız bir hastalığa yakalandığını ve Zernişan Hanım’la görüşmek istediğini, söylüyordu. Borçlarını ödeyebilmek için cipini satılığa çıkarmıştı. Ama bir koşulu vardı. Cipi satın alan kişi köpeğini de sahiplenecekti. Sekreteri bunu haber verdiğinde biraz şaşıran Zernişan, telefonun kendisine bağlanmasını istedi. Ahize kulağında, adamı dikkatle, sözünü kesmeden dinledikten sonra herhangi bir pazarlığa gerek duymadan isteklerini kabul ettiğini açıkladı.

Adamın verdiği cevap “ O halde uygun olduğunuzda gelin, sizi Mösyö ile tanıştırayım,”  oldu. Mösyö, köpeğinin adıydı.

Zernişan taksiyle gittiği çiftlikten satın aldığı ciple malikânesine geri döndü.  Tabii Mösyö de yanındaydı. Arabadan inince ön dönümlük bahçesinin bütün işlerini yapan bahçıvanıyla birlikte köpeğin karşısına geçip “Sahibin ölüyor Mösyö,” dedi. “Bundan böyle sahibin benim. Adın artık Aşiyan. Eski sahibin adın konusunda bir şart koşmadı. Şimdi seni sabahları yürüyüşe çıkartacak Hüseyin Efendi’yle baş başa bırakıyorum.”

O günden sonra Aşiyan, Zernişan’ın can dostu, yoldaşı oldu.

Özene bezene inşa edilmiş malikane, pahalı, gösterişli eşyalarla donatılmıştı. Zernişan, çoğu dedesinden kalma eski eşyaları zamanla başından atmış, onların yerine yurt dışından getirdiklerini koymuştu. Hafta sonlarında bütün hizmetkârlarını evlerine yollar, bir mecburiyet ya da bir konser programı olmadıkça dışarı çıkmaz, vaktinin çoğunu konser provaları yaparak ve Aşiyan’la ilgilenerek geçirirdi.

Malikane 1930-1935 yılları arasında. İtalyan ünlü bir mimar tarafından yapılmıştı. Önden bir kiliseyi andıran bina, yosun yeşili taşları, kırmızı çatısı, girişinin üzerinde iki küçük kubbesi ile çevresindeki tek tük, kimi iki, kimi tek katlı, bazıları kerpiç bazıları da betonarme olan evlerin arasında oldukça heybetli görünüyor, adeta ‘buranın kıralı benim’ diyordu. Dolmabahçe Sarayının kapılarını andıran ana kapının üstünde Arapça Bismillahirrahmanirrahim yazısı, bahçe girişinden rahatça okunacak kadar iri harflerle yazılmıştı. Ayrıca, kapıdan çatıya kadar uzanan üçgen biçiminde, buzlu cam takılı bir penceresi vardı. Üçgene benzeyen bu pencerenin tam ortasına sonradan seramikten yapılmış siyah örtülü bir Kâbe motifi oturtulmuştu.

***

Aytunç iki kasım günü ofise telefon açıp Zernişan Hanım’dan randevu istedi. Sekreteri randevuyu üç hafta sonraya verince bu aşırı yoğunluk onu şaşırttı.

Üç hafta sonra şık bir kıyafetle Zernişan’ın odasına girdiğinde bir an kendisini tarihi bir filmin setinde zannetti. Karşısındaki kadın başındaki tüylü şapkası ve yüzündeki azametli ifadesiyle o tür filmlerdeki İngiliz düşeslerine benziyordu.

Sekreteri Zernişan’a, adamın kültür bakanlığına bağlı bir birimden geldiğini söylemişti. Çıkan bir söylentiye göre saray o yıl çeşitli dallardaki sanatçılara vereceği ödüllere orkestra şefliğini de eklemişti. Zernişan o ödüle kendisinin layık görüleceği düşüncesiyle pek hevesli bir görüntü vermemek için deri koltuklardan birine oturan adamın yüzüne bakmadan hizmetkârına seslenir tonda konuştu.

“Süreniz on dakika, ne istemiştiniz?”

“Malikâneyi bir ay içerisinde boşaltmanızı.”

Aralık ayında yılın sanatçılarına verilecek ödül törenine davet edildiğini umarken, adamdan böyle şok bir söz işitmek, Zernişan’ı yedi şiddetinde bir depreme yakalanmış gibi titretti. Elindeki kalemi bırakıp çalışma masasını iki yanından sertçe kavradı.

“Bu ne cüret, nasıl böyle bir şey söylemeye cesaret edersiniz?”

Hiddetle bağırmıştı ama adam istifini bile bozmadı. Aksine, küstahça bir tavırla bacak bacak üstüne atıp gülümsedi.

“Buna mecbursunuz!”

Zernişan sol yanında duran yeşil renkli, yirminci yüzyıldan kalma, dedesinin hatırasına hürmeten kullandığı antika telefonun ahizesini kaldırıp üç kere çevirdi. Sinirden eli titriyordu. Tüm hıncını sekreterinden çıkaracağı belliydi.

“Sizi yüz kere uyardım, konusunu öğrenmeden kimselere randevu vermeyin diye…”

Sekreter  durumu açıklamaya çalıştı ama Zernişan buna izin vermedi.

“Hemen güvenliğe haber ver, bu münasebetsiz adamı derhal dışarı atsınlar!” dedikten sonra telefonu sertçe kapadı.

Oturduğu koltuğa iyice yayılan adam, “Yerinizde olsam,” dedi. “O külüstür telefonu yeniden açar ve yaşlı sekretere güvenliği çağırmamasını söylerim.”

Zernişan iyice sinirlendi. Tam ayağa kalkacaktı ki adamın ceketinin iç cebinden kimlik kartını çıkarıp masanın üzerine koyması ve parmağıyla ileriye doğru itmesi üzerine birden duraksadı. Kimliği eline alıp önünü arkasını gözden geçirdi. Yeniden telefonun ahizesini kaldırdı. Sekreterine güvenliği çağırmaktan vazgeçtiğini bildirdi.

Adam, kadının elinde tuttuğu kimliğinin gücüyle iyice küstahlaşarak bir bomba daha patlattı.

“Etraftaki insanların yaşadığınız eve, Tekinsiz Malikâne demeleri hakkında bir fikriniz var mı Virtüöz Hanım?”

Zernişan, ebeveynlerini bir trafik kazasında kaybetmesinden bu yana, hayatındaki her şey normal seyrinde ilerlerken, kendisine şok yaşatan adamın kimliğine daha bir dikkatle baktı.

 ‘Demek hakkımda araştırma yaparak gelmiş,’ diye düşünüp alt dudağını hafiften ısırdı.

“Ne münasebet, neden tekinsizmiş malikânem? Seksen yedi yıldır dimdik ayaktadır.”

“Doğru, ama yapıldığı yıldan itibaren farklı tarihlerde içinde boğularak öldürülmüş üç ceset bulunan malikâneye başka ne denir? Kaldı ki ceset sayısı daha fazla da olabilir. En doğrusu savcılığa bildirilip bodrumunuzda kazı yapılması izninin alınması…” 

Zernişan şaşkınlık ötesi bir haldeydi. Başını önüne eğip çocukluğunu hatırladı.

O yıllarda en büyük eğlencesi mutfaktaki dolaba saklanarak hizmetkârların alçak sesle kendi aralarında yaptıkları dedikoduları dinlemekti. Bu gizli dinlemeleri sırasında hizmetkârların sık sık bir hayalet tarafından öldürülen insanlardan bahsettiklerini duymuştu. Eğer bu söylentiler doğruysa onların burada olmamaları gerekirdi. Herkes hayaletlerden korkardı çünkü. Ama onlar hayalet hikayelerini birbirlerine gülerek anlatıyorlardı.

Geniş mutfakta, alçak sesle yapılan bu sohbetlerden Zernişan’ın duyduğuna göre, hayalet kırklı yıllarda evin aşçısını, altmışlı yılların başında da hizmetçi kızı boğarak öldürmüştü. Dedesinin ilk karısı Mürüvvet Hanım da hayaletin saldırısına uğramıştı. Bodruma inerken hayaletin itmesi sonucu merdivenden yuvarlanarak düşmüş ve kafasını beton zemine çarparak hayatını kaybetmişti. İkinci eşi Refika Hanım ise -ki o babaannesi oluyordu- çalışanlardan birinin ölüsünü bodrumda görünce kıyametleri koparmış, hayalet tarafından öldürülmüş olduğuna inanmayıp polise bildirmek istemiş ama kocası tarafından engellenmişti. Büyük bir korkuya kapılan kadın, selameti malikaneden kaçmakta bulmuştu. O olaydan sonra çalışanlar da malikaneyi terk etmişlerdi.

Zernişan, duyduklarının gerçek olup olmadığını  anne ve babasına sormuş, aldığı cevap ise, “Bunların hepsi uydurma, sen onlara inanma kızım,” şeklinde olmuştu. Bunun üzerine dedesine gidip aynı soruyu ona da yöneltmiş, ancak yaşlı adam torununa bir açıklama yapmak yerine hizmetkârların hepsinin işine derhal son vermeyi tercih etmişti. Zernişan, hizmetkârların birbirlerine gülerek anlattıkları bu ürkütücü hikâyelere bir anlam verememiş ama onların tekinsiz dedikleri malikaneden de hiç ayrılmamıştı.

Görüntüsü ile alaturka yaptığı iş bakımından da modern bir kadın olan Zernişan, kimlik bilgilerini edindiği kişilerin iki dakikada inciğini cıncığını ortaya dökecek bir donanıma sahipti.     

“Bakın denetçi bey,” dedi. “Masalı bırakın. Benden iyi bilirsiniz ki bir yeri boşaltmanın, terk etmenin kuralı, kaidesi, mevzuatı olur… Benim malikânem Dingo’nun ahırı değil.”

Denetçinin kılı bile kıpırdamadı.

“Biliyorum, tebligat almadınız, avukatınız aramadı, ilgili mercilerce uyarılmadınız. Hukuki işlemler başlatılmadı. Kurallar işletilmeden geldim. Şimdi, doğup büyüdüğünüz, yıllardır içinde yaşadığınız, size göre malikâne, bakanlık kayıtlarında adı konak olarak geçen yapının büyükçe bir höyüğün üzerine inşa edildiğinden, o yıllarda belediyenin binanın inşaatına ses çıkarmayıp üstelik ruhsat verdiğinden haberdar olmadığınızı söyleyemezsiniz.”

Zernişan Hanım masanın kenarında duran sürahiden bir bardak su alıp içti. Keskin gözleriyle virtüözlük yaptığı akşamlarda orkestra elemanlarına baktığı gibi dik dik bakıyordu karşısındaki adama.    

“Bir müfettişin üçüncü derecedeki sit alanlarına inşaat izni verildiğini bilmemesi ilginç!”

“İlginç tabii, birinci derece sit alanı olan bir araziye, bilirkişinin üçüncü derece rapor vermesi ilginç olmaz mı? Bu sayede höyük imara açılmış.”

“Yani, o bölgedeki tüm yapıların yıkılacağını söylüyorsunuz, doğru mu?”

“Doğru. Farkında değilsiniz galiba. Haydi görmediniz diyelim, bu konuda sizi uyaran da mı olmadı? O çevrede yapılan sondaj çalışmalarını yer altı suyu araması mı sandınız?”

Konuşmasını kesen adam, cebinden bir zarf çıkarıp masanın üstüne bıraktı, parmağıyla kadına doğru itti.

Zernişan bu işte bir bit yeniği olduğunu düşünüyordu. Birden beyninde bir şimşek çaktı.  

“Aytunç Bey, siz neden kurallar başlatılmadan geldiniz? Henüz ortada fol yok, yumurta yok.”    

Adam kurnazca gülümsedi.

“Anlaşırsak işlem başlatılmaz, elinizdeki kâğıdın ve diğer belgelerin aslı bende…”

 “Hımm, derdiniz rüşvet alıp bu işten nemalanmak. Ne kopartırsam kâr hesabıyla, çalıştığınız kurumu kullanıp… Sahi, kurumunuz ne benim ne de çevredeki insanların görüşünü sormuş…”

“Eğer beş milyon dolara anlaşırsak o görüş hiçbir zaman sorulmaz.”

Ağzından “Oha!” kelimesi çıkan Zernişan birden durdu. Malikaneyi satışa çıkarsa o kadar para eder miydi acaba? Pazarlıkla fiyatı düşürüp ödeme yapmak bahanesiyle adamı malikâneye mi davet etseydi? Ya da diğer iki yolu mu deneseydi? Birincisi, masanın sol tarafındaki çekmecesinden, bulundurma ruhsatlı tabancasını alıp nefsi müdafaa gerekçesiyle adamı alnının çatından vurmak. Fakat Aşiyan kimsesiz kalırdı. İlk sahibine söz vermişti, köpek ölünceye dek ona yarenlik edecekti. Diğer yol… Ama o riskliydi. Riskli olana karar verip cep telefonunun kamera simgesine bastı.

“Kimlik kartınızın fotoğrafını çekebilir miyim?”

Adam önce tedirgin oldu, hayır diyecekken vazgeçti. Doğru olmazdı, çünkü üzerinde denetim görevlisi yazan kimlik, bakanlığın resmi görev kartıydı.

Zernişan kartın arkalı önlü fotoğrafını net çıkmıyor bahanesiyle birkaç kez çekerken, çaktırmadan WhatsApp vasıtasıyla sekreterine gönderdi.

Görüntüsü ile alaturka, yaptığı iş bakımından da modern bir kadın olan Zernişan, kimlik bilgilerini edindiği kişilerin iki dakikada ıcığını cıcığını ortaya çıkaracak bir donanıma sahipti.     

“Bunca yıldan sonra nereden çıktı yıkım işi?”    

İki usta satranç oyuncusu gibiydiler artık. Hamlelerini ustaca oynamaları gerekiyordu.

“Baptistleri bilir misin Zernişan Hanım?”

Dedesinin din değiştirdiğini biliyordu ancak o Baptistlik denen mezhebiyle ilgili en ufak bir bilgisi yoktu.

“Gene ne saçmalıyorsunuz müfettiş bey?”

“Bakın, ödemeyi yaparsanız, konak yıkılmaz, anılarınız yaşamaya devam eder. Aynı zamanda dedenizin kendisini millete yıllarca Müslüman bir tarikatın ehli olarak yutturduğu da  duyulmamış olur, bir Baptist olduğu gerçeği gizliliğini sürdürür. En önemlisi katil olduğu bilinmez. Fakat hayır derseniz konaktan polis nezaretinde çıkmak zorunda kalırsınız.”

“Bir şekilde elde ettiğiniz devletin koltuğuna denetçi forsuyla oturup, hırsızlık yapmaktan utanmıyor musunuz?”

“Acil paraya ihtiyacı olan müşkül bir adamdan cipini satın alırken köpeğine de sahip oldunuz. Aşiyan olarak adını değiştirdiniz. Leonidas Aşiyan, dedenizin gerçek adıydı…”

Şok üstüne şok geçiren Zernişan, soldaki çekmeceyi aralayıp göz ucuyla küçük silahına baktı.

“Size iki bin dolar veririm, fazla olmaz, ama hafta sonu malikâneye tüm resmi belgelerin asıllarıyla gelir, paranızı alıp defolup gidersiniz. Anlaştık mı?”

Adam bunu kabul etmedi.

“Beni hayaletlere mi boğduracaksınız? Yemezler. Hayır, para banka hesabıma aktarılıncaya kadar burada bekleyeceğim, yok bunu yapamam derseniz, internetten bütün dünyaya yrk bir tuia dokunarak tüm bu gerçekler yayılır…”

Zernişan, pes etmiş bir halde içini çekti.

“O zaman yarım saat müsaade edin, bankamla görüşeyim; malum öğlen tatilindeyiz.”

***

Aytunç, öğlen vakti Gümüşsuyu’ndaki evine geldi. Başı ağrıyordu, koordinatöre iki saat uyuyup öyle gelirim demişti. Avcuna iki ağrı kesici hap koyup yutacağı sırada cep telefonundan bildirim uyarısı geldi

“Ah ulan Zehra hani bir daha aramayacaktın? Yapacak bir şey yok, kızın huyu bu,” diye söylene söylene cebinden telefonunu çıkardı.

İki gün önce Zehra sebepsizce sinirlenip darılmıştı. Ama mesaj Zehra’dan değildi, bilinmeyen bir numaradan gönderilmişti. Bir anlığına hayal kırıklığı yaşadı. Acaba Zehra numarasını mı değiştirmişti?

Mesajı açtı. Kurum kimlik kartıyla karşılaşınca şaşırdı. Ne oluyordu, dolandırıcılar şimdi de bu tür dümenler çevirmeye mi başlamışlardı? Kimlikteki fotoğraf kendisine ait değildi. Mesajın altında “Acele ofise gel, ben Zernişan,” yazıyordu.

Çıkardığı pantolonunu aceleyle giydi, üzerine boğazlı kazak ile kaban geçirip aşağıya indi. Taksi kısa mesafeye müşteri almazdı, koşturursa iki dakikada orada olurdu.

Ofisin bulunduğu binanın önüne geldiğinde kaldırımdaki iki kadından şapkalı olanın Zernişan, diğerinin de emekliliği yaklaşmış sekreteri olduğunu tahmin etti. Kadınlar, iki polis eşliğinde polis minibüsüne götürülen elleri kelepçeli Mesut’u seyrediyorlardı.

Brutus’un şimdiki sürümü Mesut mu oluyordu? 

Zernişan nefes nefese yanlarına gelen kişinin gerçek Aytunç olduğunu anladı. Onu ofisine kahve içmeye davet etti.

“Görüyorsunuz,” diye başladı sözlerini kahvesini yudumlarken. “Dünya ne acayip oldu, kime güveneceğiz? Aynı evi paylaştığınız arkadaşınız kimliğinizi çalıyor, üzerine kendi fotoğrafını yapıştırıp size ve bana kazık atmaya çalışıyor Ama beceremedi. Bende kül yutacak göz var mı? Yaptığım işe biraz kafa yorsaydı o cesareti kendisinde bulamazdı.”

Az önce Mesut’un yayıldığı koltukta düzgün bir biçimde oturan Aytunç “Her şey geçtiğimiz ağustos ayında anneannemin ölüm döşeğindeyken bana bir sırrını açıklamasıyla başladı,” dedi. “Sizin babaanneniz Refika Hanım, hani dedenizden korkup köşkten kaçan kadın benim anneannemdi. İlginç şeyler anlattı bana. Araştırdım. Sekreterinizden randevu aldım. Fakat ikilemde kaldım. Akraba sayılırız. Büyükannemiz aynı kişi. Ev sahibim kirayı üç kat artırınca, kuruma yeni tayin edilen iş arkadaşım Mesut’u eve almıştım, dün gece onunla Beyoğlu’nda bir meyhaneye gittik. Güya ona Zehra’yı anlatacaktım, fakat kafayı çekince ailenizin hikâyesini anlattım. Randevuya gitmeye hazır olmadığımı söyledim. Yapacağım şey doğru olur muydu olmaz mıydı kararsızdım. Vicdanım rahat değildi. Her neyse gece zom olmuş, bir patates çuvalına dönüşmüşüm. Mesut beni yatağıma yatırıp… Gerisini biliyorsunuz.”      

“Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz?”   

Aytunç fincanın kulpundan tuttu, orta şekerli kahvesinden bir yudum içti. Sonra, Mesut’unkine benzeyen kurnazca bir gülümsemeyle kadının yüzüne baktı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU