Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Adı Cemre Olacak | Tuğba Turan ile Röportaj

Diğer Yazılar

Özlem Solak
Özlem Solak
Özlem Solak ile Kusursuz Polisiye Yoktur! Bu köşede incelenen, yorumlanan tüm polisiye kitaplar bizzat tarafımca okunmuş olup, sizler için özene bezene kaleme alınmıştır. ”Polisiye edebiyat seviyor ama başlayamıyorum, şimdi hangi polisiye romanı okusam, polisiye kitap önerisi istiyorum” diyen herkesi dedektif dergideki yazılarıma bekliyorum. Samimiyet ve içtenlikle yazdığım yorumlar eşliğinde, birbirinden kıymetli yazarların kitaplarını incelemek, polisiye romanlar hakkında bir fikir edinmek isterseniz ben burada olacağım. Sizlerden gelecek değerli görüşlerin her hakkı ayrıca saklıdır. Dedektif dergiyi ve beni izlemeye devam ediniz. Keyifli okumalarda buluşmak dileğiyle.

1972 Ankara doğumlu Tuğba Turan, 2008’den beridir Karabük ilinin Eflani ilçesinde serbest eczacılık yapmaktadır. Bir erkek evladı olan yazar, Safranbolu’da yaşamaktadır.

 

Zalifre Yazıları isimli basılı dergide yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. Gölge Dergi’de editörlük yapmakta olan yazarın, Dedektif Dergi’de büyük hayran kitlesine sahip Tilda ve Diğerleri isimli hikâyeleri yayınlanmaktadır. 

 

  1. sayımıza hoş geldiniz Tuğba Hanım. Sizden yukarıda sınırlı şekilde bahsettik ama bunlara ek olarak kedi ve köpekleri de çok sevdiğinizi, zaman zaman onlara da annelik yaptığınızı okumuştum bir yerlerde. Her şeyden önce bir anne olmanız, yüreğinizde koşulsuz şartsız her cana aynı sevgi ve şefkatle baktığınızı getiriyor akla. Bu kadar yoğun uğraş içinde kendinize de zaman ayırabiliyor musunuz peki?

 

Selamlar, hoş bulduk. 20. sayımıza hoş geldiniz demişsiniz ama ben zaten 20 sayıdır buradayım efendim ?. Öncelikle Gölge Dergi’deki editörlük işini haddim olmadan, dergiyi 10. yılına eriştirebilmek adına yüklendiğimi söylemek isterim. Ben editörlük yaptım dersem, editör arkadaşlara ayıp etmiş olurum. Çizgi roman hayranı bir grup arkadaşın çıkardığı ve zirvede olduğu zamanlar epey bir okuyucu kitlesine sahip olmuş bu e-dergide hikayeler, çizgi romanlar, kitap/sinema eleştirileri vesaire vardı. Ben de dergiyle aynı adı taşıyan bir kadın kahraman yaratmıştım: Gölge kız. Bir de Stieg Larsson’un Milenyum serisinin ilk kitabı olan Ejderha Dövmeli Kız romanını kahramanı Lisbeth Salander’i (okurken çok beğendiğim için) tabiri caizse ödünç almıştım. Gölge ve Lisbeth’in hikayeleri 20 maceradan sonra bir gala gecesi hikayesiyle sona ermişti.

 

Kedi ve köpeklere ya da hayvanlara gelirsek, ben onları değil onlar beni buluyorlar sanki. Eczanemin bulunduğu ilçe olan Eflani’den pek çok kedi-köpek evlat edinmiş ve sahiplendirmişimdir. Bir kış günü kapıya gelip miyavlarlar veya öyle melul melul bakarlar içeri. Sanki birileri “Git git, eczanenin kapısının önünde miyavla, o eczacı kadın bakar sana.” demiş gibi bulurlar beni. Bazen kürklerindeki minik bir cepte kedi-köpek boyutuna uygun bir kart-vizitimi bulacağımdan şüphelenirim. Kurtulmuş olanların zor durumda olanlara dağıttıkları bir kart-vizit…

 

Hal böyle olunca onlarla geçirdiğim vakit zaten kendime zaman ayırmak gibi oluyor. Evde sadece bir tanesi (9 yaşındaki dişi Golden Retriever Şanslı) hariç diğer hepsi sokaktan evlat edinme 4 köpek ve 10 civarı kedim var. Onlar benim mültecilerim ama ben ne bakamayacağım kadar çok yaratığa kapılarımı açıyorum ne de komşularla aram kötü olunca hemen bahçe kapısını açıp mültecilerimi onların üzerine salıyorum.

Sizi Dedektif Dergi’deki ‘’Tilda ve Diğerleri’’ öykülerinizden biliyor okurlarımız. Dergi çıktığından bu yana bizimle birlikte Tilda. Bilmeyen ya da ilk tanışacak okurlarımız için Tilda’dan bahseder misiniz? Tilda ismi nereden geldi, ilk nasıl oluştu bu fikir?

 

Tilda, bir aile büyüğümün çok yakın arkadaşı olan İzmirli bir hanımefendinin adıdır. Kendisi ve eşi vefat ettiler. Çocukluğumdan beri hikayesini dinlemişimdir. Örneğin Tilda’nın kocasının (Tilda gibi) gayrimüslim olmasına rağmen cuma namazına gitmesi ve giderken de “O da Allah’ın evi değil mi, orada da dua edebilirim.” demesi beni derinden etkilemiştir. Ve Müslümanların gayrimüslim birinin cuma namazı için camide olmasını yadırgamadıkları zamanlarda doğmamış olmama çok hayıflanmışımdır. Bu anlatılanları çok sevdiğim için Tilda’yı bu hikayede yaşatmak istedim. Kahramanımın neden kadın olduğu malum. Bu erkek egemen dünyada polisiye edebiyatın kadın kahramanları bir elin parmakları kadar az. Agatha Christie’nin Miss Marple’ı, Yaprak Öz’ün Yıldız Alatan’ı, Çağan Dikenelli’nin Melek Teyze’si, Ayşe Erbulak’ın Hafiye Karılar üçlemesindeki Meral ve Zeynep’i ilk aklıma gelenler.

 

Peki, polisiye edebiyat üzerine yazmak fikri nasıl doğdu?

 

Polisiye severek okuduğum ve izlediğim bir tür. Diğer türlerin de bir merak ettirici yanları olabiliyor ama özellikle polisiyede iyi bir hikaye, iyi bir kurgu ve ilgi çekici bir dedektif/polis/müfettiş ya da hırsız/katil tiplemesi varsa insanın o kişinin yerine kendini koyarak hikayenin sayfalarında sürüklenmesi çok keyif verici olabiliyor. Yazması, kurgulaması zor ama okuması heyecanlı bir tür polisiye.

 

Gölge Dergi’deki maceralarda Gölge kız gölgelerden, kitap sayfalarının aralarından geçerek (gücünü güçsüzlükten alan anti-kahraman) geçmiş yıllara ve yüzyıllara gitti ve bazı olayları çözmeye ya da engellemeye çalıştı. Hatta 2. macerada Safranbolu’da bir bağevinde yanarak ölmüş hamile bir kadın ve onlarca kedi-köpekle ilgili gizemi çözerken yardım aldığı kişiler sıralaması şöyleydi: Devrim Kunter’in çizgi dedektifi Seyfettin Efendi, Sherlock Holmes ve Dr. Watson, Mösyö Poirot ile Phineas ve Ferb çizgi filminden Binbaşı Monogram ve bir ornitorenk olan Ajan Perry.

 

Gölge Dergi’yi 10. yılında 120. sayıyla taçlandırarak bitirmeden 6 ay önce karşıma çıkan Dedektif Dergi’nin yayın hayatına başlayacağı ilanına “Her şey bir ilan ile başladı” diyerek Tilda ve Diğerleri’ni yazmaya başladım. Gerçekten her şey bir ilan ile başladı!

 

 

Siz hayvanları da çok seviyorsunuz ve kuşların bana fısıldadığına göre, sahipsiz sokak dostlarımızı korumak için epeyi faaliyetleriniz de var. Bize biraz bunlardan bahsedebilir misiniz, neler yapıyorsunuz?

 

“Erkeklerini alalım, dişilerini sokağa atalım nasıl olsa bir bakan olur!” mantığıyla sokağa atılmış hayvanları önce ekmekle beslemeye çalıştım. Zaten küçük olan Eflani ilçemize insanlar mayıstan itibaren İstanbul’dan gelmeye başlarlar. Bu tatilcilerin havalar soğuyup okullar açılınca tekrar İstanbul’a dönmeleri sonucu, kışın sokaklar, yazın bakılmış ya da çoğalan insanlar sayesinde çoğalan artıklarla beslenebilmiş ama kış gelince aç kalmış hayvanlarla dolar. Her gelen “İnsandan çok köpek var burada yahu!” der ama hiç kimse elini taşın altına sokmaz. Ya da sokmazdı.

 

Önce ekmekle sonra hayırseverlerle ortaklaşa aldığımız köpek mamalarıyla bakmaya çalıştığım hayvanların, karınları tok olduğu zaman insanlara zarar verme eğiliminde olmadıklarını gördü herkes. 2020 Ocak ayından beridir Eflani ilçemizde barınak faaliyete geçti. Yaralı, hasta, kızanda veya hamile olanlar toplandı, şimdi keyifleri yerinde. Tabii ki sokakta hala köpek var, diğerleri ıslah edilince onlar salınıp bunlar içeri alınacak. “Aaaa barınak açıldı hala sokaklarda köpek var!” diyorlar. “Orası hastane, hapishane değil, münavebeli kalacaklar.” diyorum insanlara şakayla karışık.

 

 

Hayvan hakları konusunda sizce en büyük eksiğimiz nedir? Mesela tüm yetki sizde olsa, bu konuda ilk çıkaracağınız yasa ne olurdu?

 

Hayvan hakları konusunda en büyük eksiğimiz insan hakları konusundaki ayıplarımız… Bir insanın başına kötü bir şey geldiği zaman din-dil-ırk-renk-milliyet ve cinsiyet ayırmadan ‘ama’sız üzülebildiğimiz gün hayvan haklarından da konuşmaya başlayabiliriz. Ben şimdilik ömrüm yettiğince deniz yıldızlarını tek tek denize atmaya devam edeceğim.

 

Tüm yetki bende olsa en küçük yerleşim birimi olan köylerden başlayarak tüm evcil hayvanlara, sığırların kulaklarına takılan küpeler gibi kayıt sistemi ve kısırlaştırma zorunluluğu getirirdim. Böylece öncelikle “Köpeğim/kedim doğurdu, erkekleri verdik ama dişileri sokağa bıraktık.” diyenlerden kurtulurduk. “Satın alma-sahiplen” olayını yaygınlaştırırdım. Özellikle cins dedikleri hayvanları birbirleriyle çiftleştirerek fahiş fiyatlara satanlara özel bir vergilendirme ve takip sistemi getirirdim ki sevgilisinden kazağının renginde kedi/köpek isteyen ve sonra sevgilisinden ayrılınca o, sokakta hayatta kalma şansı çok az olan zavallı hayvanı sokağa terk eden insanlardan da kurtulalım. Ama dediğim gibi tüm bunlardan fersah fersah gerideyiz maalesef.

 

Tilda ve Diğerleri’nde sevimli kedi Basti de önemli bir karakter. Hayvanlarla yaşadığınız sizi üzen ya da mutlu eden kimi olaylara hikâyelerinizde de yer veriyor musunuz?

Tabii ki. Örneğin Tilda ve Diğerleri’nin 11. bölümünün adı “Kedi Basti Kanser, Tilda ise Aşık Oldu”dur. O sıralar benim mavi gözlü Sibirya kurdu kırması dişi köpeğim Çakır’ın ağzında tümör çıktı. Üç kez ameliyat edildi. Her seferinde o namert tümör hızını artırarak büyüdü ve en sonunda hayvancağız öldü. Ben bu üzüntümü dile getirebilmek için Basti’yi hastalandırdım hikayede. Tilda aslında aşık olmamıştı. Ne yapacağını bilemediğinden kendini Jo Nesbo kitaplarıyla büroya kapatmış ve yazarın kahramanı dedektif Harry Hole ile kendini hayal ederek bir hikaye yazmıştı. Herkesin acıyla baş edebilme yöntemi farklıdır. Benimki yazmak galiba…

İçinde Basti’nin de yer alacağı, çocuklar için bir öykü kitabı çıkarmak ister miydiniz mesela?

Ah bu fikri şimdi sizden duydum ama belki bir gün neden olmasın? Bir zamanlar gerçekten Suadiye Hamiyet Yüceses sokağın köşesindeki bir ahbabımızın evinde yaşamış olan siyah-beyaz tombul kedi Basti neşeli hikayelerde başrol oynayabilir.

 

Esprili bir kişiliğiniz de var gördüğüm kadarıyla. Hikâyeleriniz için polisiyenin eğlenceli yüzü deniliyor. Sizce de öyle mi peki? Tuğba Turan için polisiyenin eğlenceli yazarı diyebilir miyiz?

 

Polisiyenin eğlenceli yüzü mü deniyormuş? Gurur duydum şu an. Her şeyi mükemmel yapabilen değil de yapamayan ama yapamadığı için pes etmeyen ve kendi ile dalga geçebilen roman/sinema kahramanları bana daha ilginç geliyor galiba. Örneğin Pink Panther serilerinde önce Peter Sellers sonra Steve Martin tarafından canlandırılan Müfettiş Clouseau çok eğlencelidir. Sonra Sherlock Holmes’ün kendine göre bir espri anlayışı vardır, karşısındakini zekasıyla döver. Les Aventures de Tintin/Tenten’in Maceraları’ndaki birbirine ikiz gibi benzeyen ama akraba dahi olmayan Dupond ve Dupont soyadlı dedektifler kendi başlarına komiktirler. Inspector Gadget/Müfettiş Gadget isimli çizgi filmi hatırlayanınız var mı? Kolları, bacakları, boynu uzayan, trençkotunun içinde bin türlü marifeti saklayan mekanik dedektifi? Çok eğlenceliydi. Biz küçükken Columbo/Komiser Columbo vardı. Bence Peter Falk bu rolde bir efsaneydi. Biz Mike Hammer’a özenip Bay Kamber diye, Monk dizisine özenip Galip Derviş diye diziler çekmişiz. Kendimiz komiğiz.

 

Mesela, İngiltere başbakanın konutunda yaşayan Larry isimli bir kedinin varlığını ve Twitter hesabı olduğunu öğreniyorum. Kahramanlarımı İngiltere’ye gönderdikten sonra bizim yaramaz kedi Basti’nin başbakanlık konutuna kaçması ve bu kedi Larry ile arkadaşlık edebilme ihtimalini düşünüyorum. Eh bunları yazarken okuyucudan önce kendim eğleniyorum zaten.

 

Yazarken çok eğlendiğim iki tipleme de Çakarlı Nuriye ve kızı 8 Oktan Necla. Gözümün önüne kanlı canlı geliyorlar bazen. “Bilirim ayrılık koyar insana. (…) Çünkü on dakika sürer bizim sevmelerimiz.” diyor Çakarlı Nuriye. 8 Oktan Necla ise Tilda’yı Düsseldorf’a kaçırdıktan sonra “İnanmadıktan sonra bütün dinler, kardeş olmadıktan sonra bütün ırklar aynı benim için!” diyerek kahkaha atıyor.

 

Ben yine Tilda’ya dönmek istiyorum. Tilda çok sevildi, epeyi bir de hayran kitlesi var. Peki, Tilda karakteri bizimle olmaya devam edecek mi yoksa bizimle tanıştıracağınız başka karakterler de var mı sırada?

Tilda derginin bu sayısı ile 20. bölümüne kavuştu. Başka bir hikayede başka karakterlerle tanışabiliriz ama okuyucu yeter artık Tilda’dan bıktık derse bitebilir tabii ki. Ben de onlara bir soru sorayım madem. Ne dersiniz Tilda ve Diğerleri bitsin mi?

Aynı kahramanlarla hikâye yazmanın zorluğu ya da kolaylığı hakkında ne diyeceksiniz? Yani okuyucunun bir süre sonra sıkılma ihtimali de var. Dile kolay 20 Tilda öyküsü… Bu biraz kendini tekrarlama tehlikesi olarak görülebilir mi, ne dersiniz? Bir okuyucu, her ne kadar yazarına sadık kalır gibi görünse de bir zaman sonra yeni ve değişik şeyler beklentisine girecektir.

Bir önceki sorunun cevabında vermişim bu sorunun cevabını sanırım. Aynı kahramanlarla hikaye yazmak hem kolay hem zor. Kolay çünkü tiplemeler kafanızda oturuyor artık ve hangi olayda nasıl tepki verdireceğinizi biliyorsunuz. Ya da aslında hep yapabildiği bir şeyi yaptırmayıp ters köşeye yatırabilirsiniz okuyucuyu. Zor tarafı ise sıkmadan ve kendini tekrarlamadan devam edebilmek.

 

Dedektif Dergi dışında hikâyelerinizin yayınlandığı başka mecralar da var mı?

Şu anda yok.

 

Yazarken nelerden ilham alıyorsunuz? Ya da ilham aldığınız şeyler var mı yoksa öyle içinizden geldiği gibi mi çıkıyor cümleler?

Kedi Basti’nin İngiltere başbakanlık konutuna girme hikayesinde de anlattığım gibi hayvanlarla beraber yaşadığım için Basti’nin yaramazlıklarını kurgulamak hiç de zor olmuyor. Çünkü kucağıma çıkacağım diye laptop’ın 7 tuşunu koparmış bir kedim vardı (7 adet değil üzerinde 7 yazan tuş). Kabloları yiyen yavru köpeklerden hiç bahsetmeyelim. Cümlelere gelince, kahramanlarımı kafamda konuşturduğum için önce hikayenin nereye gidecekler ve ne yapacaklar kısmını düşünüp not alıyorum. Bu düşünmelerin çoğu, evimden işime gitmek için kat ettiğim köknar, çam ve meşe manzaralı 40 kilometrelik Safranbolu-Eflani yolunda gerçekleşiyor. Gerisi notları birleştirmek, saatler süren klavye işçiliği yani.

 

Bu yıl Herdem Kitap’tan yeni romanınız yayınlandı. ‘’Adı Cemre Olacak.’’ Bize kitabınızdan bahseder misiniz? Dedektif Dergi’de yayınlanan hikâyeleriniz dışında ilk roman denemeniz sanırım.

 

Evet, ilk roman denemem. Şöyle bir tivit atmıştım:

Polisiye olmayan ilk romanım için soruyorlar “Ne anlattın?” diye. “Bir kadının başından geçebilecek her şeyi.” diyorum. “Aşk da var mı?” diyorlar. Kadın olur da aşk olmaz mı? Ne de olsa aşk da bir cinayettir.

 

Diyeceksiniz ki üzerine destanlar yazılmış aşk gibi bir duyguyu, cinayetle aynı cümle içinde nasıl kullanabildim? Bizim kadar ataerkil toplumlarda aşk algısı şudur maalesef: Ya benimsin ya kara toprağın! Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk (ki orijinali çok sevdiğim bir Haris Alexiou şarkısıdır)! Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim!

 

Siz oldukça güzel polisiye öyküler yazıyorsunuz ama ilk kitabınızın konusu polisiye değil. Peki, sizi öykülerinizden tanıyan okurların beklentisini biraz ters köşe yapmak gibi olmadı mı? Yani ilk kitap için riske edilmiş gibi geliyor kulağa.

 

Ters köşeler bizim işimiz! Şaka bir yana bu roman Ankara’da yaşarken yazılmaya başlanmıştı. 2003’te oğlumu doğurduğum zaman evde bebek bakarken bir şeyler kurgulayacak bol bol vaktim oldu. Son noktasını 2012 yılında Eflani’de koyduğum romanı son 6-7 yıldır yıllanmaya bırakmıştım. Bir gün word dosyası bana seslendi “Beni tekrar oku!” diye.  Ben de okudum, son düzeltmelerimi yaptım ve gönderdim.

 

Risk derseniz, hiç öyle bir şeyi aklıma getirmedim çünkü bu hikaye yıllardır benimle beraber yaşadığı için ilk göz ağrım o benim. (Bu saatten sonra zor ama) bir kızım olsa adı Cemre olacak o kadar yani.

 

 

‘’Adı Cemre Olacak’’ kitabınızın yazma sürecini merak ettim. Neler yaşadınız bu süreçte, sizi derinden etkileyen bir şeyler oldu mu?

 

Tabii ki oldu. Ailemde yaşanan doğumlar, ölümler. Haberlerde seyrettiğimiz gencecik kadınların intiharları. “Düğünsüz ev olur ölümsüz ev olmaz” diye bir atasözü var romanda mesela. Özellikle kendi eziyet çektikten sonra kendinden sonra gelenlere eziyet çektirmek üzere yüreği nasırlaşmış kadınlar… Kız çocuklarını okula gitmesine izin vermeyen babaanneler, anneanneler… Boşandığı karısını sokakta bir yabancıyla görünce benden sonra orospu mu oldun diye bıçaklayabilen erkekler… Tecavüze uğrayıp da o saatte orada ne işi vardı diye suçlanan genç kızlar… Daha ilkokula gitmeden evdeki dede, dayı, amca, kuzen namahrem sayıldığı için başı örttürülen minnacık kız çocukları… Çocuk doğuramadın diye üzerine kuma getirilen kadınlar… Erkek doğuramadın diye boşanılan kadınlar… Kızoğlankız çıkmadı diye gerdek gecesinde öldürülen gelinler… Daha sayayım mı?

 

 

Romanınızda son derece gerçekçi karakterler ve olaylar var. Bunların ne kadarı hayal ürünü ne kadarı gerçek?

Kitaptaki teşekkür sayfasında da belirttiğim gibi rahmetli büyük dayım olan Orhan dayı kitapta başlı başına bir karakter. Belki de romanın yazılmaya başlanmasına sebep diyebilirim. O kadar ilginç bir hayat hikayesi vardı ki romandaki bazı karakterler bizzat ondan dinlediğin hikayelerden çıkmıştır.  Acıklı bir Türk filminin olmazsa olmazı Aliye Rona karakteri kılıklı Büyük Hala mesela, bir komşumun eli sopalı kayınvalidesinden doğmuştur: “Gözeli gözeller yiycek, çirkini çirkinler! Hadi dağılın ayağımın altından, yumurtaları gırdıracaksınız gapı öylerinde galasıcalar!” diyerek kümesten getirdiği yumurtaları kız torunlarına değil de erkek torunlarına yediren bir kadın!

Özellikle Ankara’dan Eflani’ye yerleştikten sonra romana köy hayatına dair pek çok öge eklendi. Çünkü küçük yerlerde sadece eczacı değiliz biz; gelin, kız kardeş, abla, yenge, teyzeyiz aynı zamanda. Herkes hikayesiyle geliyor. Bana da kurgulayıp yazmak düşüyor.

Romanınızın basım sürecinde ilk kez kitabı yayınlanan bir yazar olarak ne gibi deneyimler elde ettiniz? Mesela yayın dünyası tahmin ettiğiniz gibi miydi, sizi şaşırtan bir şeyler oldu mu?

Öncelikle 6-7 yıl önce roman dosyamı yayınevlerine gönderdiğim ve ‘biz sizi ararız’larla karşılaştığım dönemden bahsetmem lazım. İsmi lazım değil bir yayınevi “İlgileniriz ama siz bizi 6 ay sonra arayın, kitabınızla filanca editör ilgilenecek.” demişti. 6 ay sonra aradığım zaman o editörün işten çıkarıldığını söylediler. Benim dosya da çöpe gitmişti tabii ki.

Sonra ben dağa küstüm. Dağın haberi olmadı. Az önce de dediğim gibi romanı yıllanmaya bırakmıştım ama yazmaya devam ettim. Kucağımda kundağa belenmiş roman dosyam ile ürkek adımlarla 7 uyurlar mağarasından dışarı çıkmamı sağlayanın, Dedektif Dergi’deki müthiş sinerjik ortam olduğunu itiraf etmem lazım. Özellikle beni cesaretlendirdiği için Gencoy Sümer’e buradan teşekkürlerimi iletmeliyim. Hangi kameraya bakıyorum acaba? ?

O kundağa belenmiş roman dosyası, Herdem Kitap’ın doğumhanesinde doğdu. Kitabın düzeltilme ve mizanpaja girme sürecinin gerçekleştiği doğumhanede, doğuran da bendim, dışarıda koridorda volta atarken “ya sabır” çekerek bekleyen de. Bu ilginç bir deneyimdi işte.

“Adı Cemre Olacak” romanınızın daha ilk sayfası kedi ile başlıyor. Roman boyunca da kedinin önemli bir metafor olarak kullanıldığını görüyoruz. Bunu bize biraz açar mısınız? Neden kedi?

İçindeki kedi, kaplan ve insandan bahsediyor Cemre. Kimi zaman kedi gibi mırıldıyor, kimi zaman kaplan gibi pençelerini savuruyor, arada sırada da normal bir insan gibi diğer insanlarla ilişki kurmaya çalışıyor. Çünkü başka bir hayatta ilkbahar olarak nitelendirilebilecek on beşinde baharı-yazı-kışı-ve- tekrar-baharı bir kadehte içmiş bir genç kız Cemre. Nasıl diye sorarsanız kalanı roman sayfalarında gizli.

 

Evet neden kedi? Önce, tüm hayvanları, korkutucu olduğunu düşündüklerimizi bile sevdiğimi ve dünyanın sadece bize ait olmadığını, her yaratığın en az insanlar kadar yaşam hakkı olduğunu söylemek isterim. Ama kedi en uzun süredir birlikte yaşadığım yaratık (insanlardan sonra). Kedi başına buyruktur. Kedi kimseye müdana etmez. Bir gün açık bir pencereden evinize girebilir. Doğurup çoğalabilir. Sonra ansızın gidebilir. Kedilerin de köpeklerin de özellikle dişilerine hayranım zaten. Biz insanlar güya çok güçlüyüz ya! Bir çocuk doğuruyoruz anası, anneannesi, babaannesi, halası, teyzesi başına birikiyor. Doktor hemşire ve hasta bakıcıları saymıyorum bile. Ama bir hayvan kar kış demeden sessizce doğurur, yanlarından kalkmaz bir süre, aç kalır ama yavrularını emzirir. Üstelik onları kendi türlerinden ve diğer yırtıcılardan korumayı da başarır. Çoğalma doğada bir mucizedir, hastane kapıları pembe veya mavi tüllerden kocaman fiyonklarla süslendiği zaman değil.

 

Romanınızın ana teması ‘kadın’. Kadınları, kadınlarımızı anlatan bir roman yazmayı tercih etmenizin bir sebebi var mı?

Ah, bu soru bana 265 sayfalık bir roman daha daha yazdırır ama buraya sığmaz! O zaman şarkılarla cevap vereyim:

Ölürüm yoluna ölürüm ama boyun eğmem (bakın yine aşk ve ölüm)! Yakarım dünyayı uğruna ama sana eğilmem (şimdi de toplu cinayet)! Git… Git… gitme kal ne olursun… Gitme kal yalan söyledim…

Korkma aşktan ölmez insan… Korkma ölmez aşktan insan. Soruyor musun bakalım nasılsın diye? Ne biliyorsun belki iyi değilim bu gece…

 

Sezen Aksu ve Nazan Öncel. İki güçlü ses. Belki de nağmeleri kendilerinden daha güçlü iki kadın. Kime sesleniyorlar şarkılarında? Tabii ki erkeklere! Bir romanda sadece kadınları anlattım demek zeytinyağsız limonsuz salata yapmaya benzer, salçasız soğansız yemek yapmaya benzer. Üç harfli ismi olan bir kitabın kapağını pembe ve kalpli bastıktan sonra erkekler okumuyor diye aynısının gri baskısını yapmaya benzer ?!

 

Evet, kadınları anlattım ama erkeklerden ayırmadan. Sadece başrole kadını, en iyi yardımcı rollere de erkekleri koydum.

 

Bazı mesleklerin yazma işinde avantaj sağladığı düşünülüyor. Örneğin Tess Gerritsen bir doktor ve doktor kimliği, romanlarındaki cinayetleri kurgularken bir hayli işine yaramış görünüyor. Tamamen gerçekçi ve okurken elinizde neşter varmış gibi hissettiriyor. Siz de eczacısınız ve polisiye roman yazmak isteseniz, öldürücü zehirler ve kimyasallar üzerine cinayetler mi olurdu?

 

Şöyle cevap vereyim, katile zehirler veya kimyasallar kullandıracak olsam bile uygulama şeklinden dozuna kadar titizlikle araştırma yapmam gerekir.

 

En çok hangi türde kitapları okumayı seviyorsunuz? Tuğba Turan en çok kimleri beğeniyor?

Marquez ve Allende hayranıyım. Onun dışında tarihi romanları, biyografi ya da otobiyografilerle yabancı polisiye romanlarını ve doludizgin hızla ilerleyen yerli polisiye yazarlarımızı takip etmeye çalışıyorum. Şu anda elimde Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un The Harafish isimli kitabı var.

 

Türk Polisiye edebiyatı hakkında genel olarak düşünceleriniz neler? Sizce nasıl gidiyor, eleştirdiğiniz yönleri varsa duymak isteriz.

Türk polisiye yazarları olarak doludizgin bir hızla ilerlediğimiz söyledim. Hepimiz aynı kulvarda geleceğe doğru ilerlerken, kocaman bir bayrağın bir ucundan tutuyormuşuz gibi koşmamız lazım. Neden? Birimizin diğerinden daha yavaş ilerlemesi tuttuğumuz bayrağın ta uzaklardan okunmasına engel olur da ondan. Bayrakta ne yazıyor? TÜRKİYE POLİSİYE YAZARLARI BİRLİĞİ… Bence bu büyük bir sorumluluk. Malum siyasal partiler gibi aslında hepimiz aynı yöne gitmek isterken, hızlı trenle mi gidelim yoksa otobüsle mi daha hızlı gideriz diyerek gereksiz tartışmalara girmeden ilerlememiz lazım diye düşünüyorum. 20. yüzyılın okuma-yazma bilen insanlarının “Ben daha çok bilirim!”ciliğine kapılmadan edebiyat dünyasına eserler bırakmak, 21.yüzyıl insanları olarak boynumuzun borcudur.

 

Peki, polisiye bir roman yazma projeniz var mı sırada? Yani Tilda ve Diğerleri o kadar sevildi ki, size illa ki bir polisiye roman yazdıracağız neredeyse!

 

İkinci bir roman için şu an gördüklerimi duyduklarımı işlemekle, karakterlerimi bulmakla, kurgusunu hayal etmekle meşgulüm diyebilirim. Daha çok başındayım. Bu sefer, içinde aşk da cinayet de olan bir hikaye ortaya çıkarsa hiç şaşırmayın derim.

 

 

İlk kitap, ilk heyecan… Kitabınızı raflarda gördüğünüzde ilk ne hissettiniz? Ben olsam müthiş heyecanlanır, yerimde duramazdım.

 

Sayfalar dolu cümlelerinizin iki kapak arasına girmiş olması çok heyecan verici tabii ki. Üstelik bu kapak bir meslektaşım olan Raziye Köksal Kartal’a ait bir fotoğraf. Ama henüz kitabımı raflarda görmedim çünkü Karabük’te kırtasiyeciler hariç kitap satan tek kitabevi D&R. Oraya da kitabımı sipariş ettiğim zaman “Depoda yok getirtemiyoruz.” dendi. “Ama internet sitenizde satışta!” dedim. “Genel müdürlüğü arayın hanımefendi!” dediler. Var mı aranızda D&R genel müdürünü tanıyan?

 

Kitabınızla ilgili etkinlik günleriniz varsa, okurlarımızla şimdiden paylaşırsanız çok seviniriz.

Şimdilik yok maalesef…

 

Sevgili Tuğba Turan… Bu güzel, keyifli söyleşimize konuk olduğunuz için, Dedektif Dergi ve okurlarımız adına tekrar teşekkür ederiz. Yeni romanınızın yolu açık, okuyanı bol olsun.

Buraya bir söz bırakmanızı istesek, bu ne olurdu diyerek selam ve sevgilerimizi paylaşıyoruz.

 

Ben teşekkür ederim efendim. Tekrar görüşene kadar hoşça kalın…

 

Son söz…

 

“İlk yazım intiharımdı, sonra gerisi geldi.”

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU