Kapının zili çaldığında annem ile birlikte eve gelen polislerle konuşmaya çabalıyorduk. Daha doğrusu annem, uzandığı büyük koltuğun üzerinde kendine gelmeye çalışıyordu. İki memur, baygınlık geçiren annemin başında sabırla sordukları sorulara bir cevap verilmesini bekliyordu. Evde komşulardan Ünzüle Teyze, bir de yan komşumuz Neşe vardı. Ünzüle Teyze annemin bileklerini kolonya ile ovuyor, bir taraftan da ağıtları hatırlatan bir iç çekişle yalnız annemde değil, hepimizde annemin durumuna karşı empati yaratıyordu.
“Ah Esra ah, zaman ne kadar değişti. Şimdi çocukları sokağa salmaya korkuyor insan. Allah korusun arkadaşım…”
Annem bu sözleri duyunca abartılı bir of çekti. Koltuğun başında çaresizce duran iki polis memuru yüzünü ekşitip birbirlerine baktılar. Kapı zili bir kere daha çalınca onları bırakıp hızla kapıya yöneldim.
Kapıyı açtığımda karşımda çok uzun olmayan, orta boylu ama benden kısa bir hanımla karşılaştım.
“Buyurun,” dedim. Kadın elinde yere doğru eğilmiş bir mikrofon tutuyordu. Mikrofonun üzerinde çok bilindik bir televizyon kanalının logosu vardı. Genç kadınla göz göze birkaç saniye kıpırtısız birbirimize baktık.
“Geçmiş olsun hanımefendi. Olayı sosyal medyadan duyduk. Yakınlardaydık…”
“Yok, şu anda açıklama falan yapacak durumda değiliz, lütfen rahatsız etmeyin,” dedim duygusuz ve şaşırmış bir halde.
“Lütfen yanlış anlamayın, belki sıcağı sıcağına haber yapmamız çocuğun bulunmasını kolaylaştırır.”
Kapadığım kapının şaşkınlığı ile nutkum tutuldu. Kapımızda televizyoncular vardı, kendi kendime olayın bizim düşündüğümüzden daha büyük olup olmadığını düşündüm. Dehşete kapılmış bir halde salona döndüm. Annem polislere dili döndüğünce olanları anlatmaya çalışıyordu. Salonda kesif tedirgin bir hava vardı. Hiç kimse kapıda kim vardı diye sormadı. Herkes öylesine şok halindeydi ki kimsenin aklından kapıya bir televizyon ekibinin gelmiş olabileceği geçmezdi.
“…yemeğini yedi işte, arkadaşlarıyla oynamak için sokağa çıktı. Arkasından cama çıkıp baktım. Mahallenin çocuklarıyla bir araya gelip bir şeyler konuştular, ardından saklambaç oynamaya karar verdiler. Hatta önce bizim Uğur ebe oldu. Çocukların kaçışıp saklandığını gördüm. Banyodan çamaşır makinasının alarmını duyunca bıraktım içeri gittim.”
Son cümlesini son nefesini verir gibi tıkanmışçasına söylemişti annem. Annemin, o evi titreten kadının çaresizliğini ve pişmanlığını görüyordum karşımda. Biricik oğlu, evinin uğuru kayıptı. Benim olduğum yerde içim daralıyordu. Annemin gözlerinde niye bıraktım ki pencereyi, niye içeri gittim ki pişmanlığında bir ifade vardı.
“Hanımefendi kaç saat oldu kaybolalı?” dedi uzun boylu olan polis memuru.
Annemin konuşmaya gayret ederek daha çok üzülmesini istemediğimden ben konuşmaya başladım.
“İki saati biraz geçiyor. İki buçuk saat falan yani.”
“Siz neredeydiniz Uğur sokağa çıktığında?” dedi diğer polis memuru.
“Odamdaydım. Telefonuma bakıyordum.”
Yine bir sessizlik oldu. Temmuz ayı tüm sıcaklığı ile sokakları, sundurmaları, evlerin içlerini bunaltmaya başlamıştı. Sıcak ve sessizlik dayanılmaz bir baskı yaratıyordu.
Tekrar kapı çaldığında, öfkelendim. Doğruca kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda karşımda yine o televizyoncu kızı göreceğimi sandım. Kapıyı açtığımda karşımda babam duruyordu.
“Ne oldu? Uğur’a bir şey mi oldu?” dedi babam. Kızgınlığını bastırmaya çalışıyordu. Bu halini biliyordum. Öfkesi patlamadan az evvel böyle kendisini soğutmaya çalışır, kontrolü bir an kaybedince öfkeden deliye dönerdi. Ayakkabılarını çıkartıp içeri geçtiğinde polisi gördü. Sonra annemi gördü yattığı yerde. Annem koltuktan kalkamadı, başını kalkmak ister gibi uzattı ama nafile. Ne kuvveti vardı ne mecali…
“Ne oldu Esra? Uğur nerede?” dedi babam, bu defa olanca sakinliğini korumaya çalıştığı titreyen sesinden belli oluyordu.
Yine annemin cevap vermesine izin vermeden ben konuştum.
“Baba, Uğur öğle yemeğini yedikten sonra arkadaşlarıyla oynamak için aşağıya indi. Saklambaç oynuyorlarmış. Uğur saklanmış ve iki buçuk saattir bir daha gören olmamış. Arkadaşlarına sorduk, mahalledeki herkese sorduk. Ne gören olmuş ne de rastlayan.”
Babam gözlerini annemin gözlerinden alıp polislerin gözlerine dikti. Soru dolu bakışlarla bir cevap bekler gibi dimdik durdu karşılarında.
“Beyefendi, ekiplerimiz çevrede çocuğu arıyorlar. Henüz bir haber yok. Hanımefendiye sorduk, şüpheli kişi ya da durum var mıdır, diye. Kendisinin böyle bir beyanı olmadı. Sizin şüpheli kişi veya durumla ilgili diyeceğiniz var mıdır?”
Babam bembeyaz oldu. Polis kendisine soru sorunca olayın gerçekliğini ancak kavramıştı. Tüm bedenine sirayet eden bir müşküllük, olduğu yerde kendisini boş bir çuval gibi hissetmesine neden oldu. Az önce dağ gibi duran babam olduğu yerde sanki sönmüştü.
“Yok,” dedi. Kimse yoktu, ne husumetimizin olduğu, ne de şüphe edebileceğimiz biri yoktu. Ama İstanbul’daydık işte. İstanbul’da kim kimdir belli miydi? Binlercesi gelip binlercesi gidiyordu. Babamın aklından kim bilir neler geçiyordu. Başını çevirip bana baktığında bir şey soracağını düşündüm. Birkaç saniye bana baktı.
“Dışardaki televizyon arabası nedir? Kim haber verdi televizyonculara?” dedi.
“Bilmiyorum baba. Sen gelmeden az önce kapıyı çaldı biri. Elinde mikrofon, bana olayı soruyordu. Hiçbir şey söylemedim. Nereden duydular, onu da bilmiyorum.”
Babam bu defa polislere çevirdi başını. Tam o anda Neşe Abla’nın annemin üzerine eğildiğini gördüm.
“Esra Abla, Esra Abla, kendine gel Esra Abla,” diyerek annemi sarsmaya başladı. Annem baygınlık geçirir gibiydi. İki komşusu iki bileğini ovup annemi kendisinde tutmaya çalışıyorlardı. Herkes anneme odaklanmışken, bu boşluğu fırsat bilip pencereye yaklaştım, dışarı baktım. Gözlerime inanamadım. Bir değil, iki televizyon minibüsü vardı! İki ayrı kızcağız ellerinde mikrofon, konuyu haberleştirmeye çalışıyorlardı. Sokakta kalabalık birikmeye başlamıştı. Pencereden en az on beş kişi sayabiliyordum. Nutkum tutulmuştu.
Telefonum neşeli neşeli çalmaya başladı. Tüm kafalar bana döndü. Hızla masanın üzerindeki telefona yöneldim. Telefonda Banu’nun ismini gördüm. Daha fazla çalmasına izin vermeden açtım.
“Banu?”
“Hah Seda, ne oldu? Bir gelişme var mı?”
“Yok canım. Bir gelişme yok. Babam geldi. Polisler geldi. Herkes Uğur’u arıyor.”
“Ya ben de onun için aradım seni. Sen bana Uğur kayıp deyince, ben de sosyal medyadan Uğur’umuz kayıp diye bildirimde bulunmuştum.”
“Ne yaptın!” dedim şaşkınlıkla. Sesim biraz yüksek çıkmış olmalıydı ki, tüm kafalar yine bana döndü. Elimle yok bir şey der gibi işarette bulundum.
“Seda, sosyal medyadan bir paylaşım yaptım ama bak dur, dinle. Beni takip edenler de bunu post atmış. Konu dalga dalga yayılmış.”
“Eeee?”
“E’si, iki kanal şimdi konuyu televizyondan canlı yayınla veriyor.”
“Aaa!”
“Esra, ben gerçekten böyle olacağını düşünmemiştim… Haberin olsun dedim. Şimdi kapınıza bir sürü gazeteci falan gelir, şaşırmayın.”
“Offf Banu ne yaptın yaa… Offf. Tamam, canım tamam. Babamlara söyleyeyim şimdi.”
Telefonu kızın suratına kapatmak istercesine, çarçabuk kapattım. Nasıl olsa öyle delice bir dalga yaratmamıştır diye aklımdan geçirip kendimi rahatlatmaya çalıştım. Telefonu kapadığımda ekranda beni takibe alan yeni takipçilerin bildirimleri gelmeye devam ediyordu. Gözlerime inanamadım, neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Aman Tanrım, neredeyse 10.000 yeni takipçim olmuştu. Babama döndüğümde onun beni izlediğini gördüm. Olanları birer birer anlattım. Yalnız babam değil, polisler bile şaşırdılar. Hepsi sabırsızca telefonumun ekranına baktı. Hâlâ takip bildirimleri gelmeye devam ediyordu. Ardından, dışarıdan gelen seslere kulak kabarttık. Annemi koltukta bırakıp herkes cama yanaştı, aşağıya baktı. Şimdi üçüncü bir televizyon kanalının arabası da park edecek bir yer arıyordu. Aşağıdaki kalabalık otuz-kırk kişi olmuştu. Hepsi dışarı bakarken, polis memuru yüzünü hiç birimize doğru dönmeden ortaya bir soru attı, “Uğur’da anormal bir davranış gözlemlediniz mi hiç?”
Annemin iç çekişini duyup olduğumuz yerde geri döndük. Annem kısık bir sesle konuşuyordu. Sesi ağlamaklıydı.
“Hiç anormal bir durumu görmedik. Yaz tatilinde zaten. Topu topu sekiz yaşında. Sabah kalkıp kahvaltısını eder, kitap okur, öğle yemeğini yer. Sonra arkadaşlarının yanına sokağa iner. Akşam babası gelmeden evde olur. Tatil diye geç saate kadar şu oyun kutusunda oyun oynar. Biz yatınca oynar ki biz televizyon seyrederken bizi bekler.”
“Hah, o oyun kutusundan birileri ile konuşuyor olmasın? Buluşmak için falan sözleşmiş olmasın?” dedi uzun boylu polis.
“Hangi oyunları oynuyor?” diye sordu diğeri.
Babam polisleri duymuyormuş gibi bana döndü.
“Kızım aşağıya in. Aşağıdaki iş kontrolden çıkmasın,” dedi. “Bak bakalım neler oluyor aşağıda. Onların bizden fazla bildiği bir şey var mı, öğren bakalım.”
“Peki baba. Ama ya bana soru sorarlarsa?”
“Kısa konuşun. Fazla bir şey söylemeyin. Çok kısa bir süre geçtiğini, bulunacağınızdan emin olduğunuzu söyleyin,” dedi kısa olan polis memuru. Sanki sıkı sıkı tembihliyor gibiydi.
Dışarı çıkmak için iki kat inmiş ve apartmanın kapısına gelmiştim ki, aklıma üstüm başım geldi. Dışarıda televizyon kanalları vardı. Canlı yayında bir kakalak gibi görünmesem iyi olurdu. Apartmanın içine geri dönüp kendime bir baktım. Üstümdeki tshirt derli topluydu. Ayağımdaki şort kısa sayılmazdı. Saçlarımın bir kısmı başımdaki tokadan sıyrılmıştı. El çabukluğu ile derleyip topladım. Sade, duru, temiz gözüküyordum. On dokuz yaşında biri gibi görünüyordum. Yaşımdan ne fazla ne eksik gösteriyordum. Yalnız ayağımdaki plaj terlikleri biraz ofsayttı ama hepsi o kadar. Bunun için de şimdi iki kat yukarı çıkamazdım. Aklımda beni takibe alan on binler, kaybolan kardeşim ve dışarıdaki kalabalık vardı.
Apartmanın kapısından dışarı çıktığımda neredeyse on beş metre olan sokağın genişliği televizyon araçlarından dolayı sanki daracık bir aralık gibi kalmıştı. Adımımı dışarı atar atmaz, beni gösterip “ablası” dediler sanki. Tüm kameralar bana döndü. Dahası, gazeteciler fotoğraf makinelerinin deklanşörlerine durmadan basıyorlardı. Bir an Uğur’u unuttum, doğrusunu isterseniz. Bir koşu yanıma geldiler.
“Küçük Uğur hakkında bilgi var mı? Kaçırılmış mı? Şüphe ettiğiniz bir olasılık var mı?” şeklinde bir sürü soru duyuyordum. Öylesine çok soruyu öylesine üst üste soruyorlardı ki, birini diğerlerinden ayırıp cevap vermek imkânsızdı. Kalabalığın kendiliğinden sessizleşmesini bekledim. Herkes yavaş yavaş sustu. Derin bir nefes alıp başladım.
“Kardeşim Uğur, bugün arkadaşlarıyla saklambaç oynarken kaybolmuştur. Yaklaşık üç saatlik bir süre geçmesine rağmen, henüz kendisinden haber alınamamıştır. Emniyetten polis arkadaşlar konuyu araştırıyorlar. Hiç kimseyle husumetimiz yok. Hiçbir şüpheli olay yok. Yalnızca Uğur yok. Arkadaşları gibi o da saklanmış ve bir daha kendisini gören olmamış. Televizyon araçlarının olduğu yönde koşarak uzaklaşmış. Onun gittiği yöne giden bir arkadaşı olmamış. O yöndeki tüm binaları, parkları, aralıkları, her yeri arıyor polis… Bizim için Uğur’suz bir gün geçiyor. Başka da bir şey sormayın, söyleyeceklerimin hepsi bu kadar.”
Bir uğultu yükseldi kalabalıktan. Kendimi tuhaf hissettim. O ana kadar korku duyduğumu hissetmemiştim. O an uğultulu kalabalığa bakarken, doğrusu ya, korktum. Sonra yüzünü görmediğim birinin konuşmasını, daha doğrusu sorusunu duydum!
“Sosyal medyayı siz mi harekete geçirdiniz?”
Omzuma dokunan el ile irkildim olduğum yerde. Babamın eliydi omzuma dokunan. Yanında iki polis memuru ile aşağıya inmişlerdi. Babamın güven veren sesi imdadıma yetişmişti.
“Arkadaşlar, cevaplanacak başka soru yok. Kızım size her şeyi anlattı. Başka bir şey söylenmeyecek, lütfen binanın önünü boşaltın.”
Derin bir oh çekmiştim. Ardından polis memurunun çatlak sesiyle bağırması duyuldu. “Hadi arkadaşlar, hadi boşaltın binanın önünü.”
Herkes isteksizce geri adım attı. Onlar geniş bir yay çizerek açılırken babam kulağıma eğilip “Bu kadar insan Uğur’un kaybolduğunu nasıl öğrendi?” dedi.
Elimi ağızıma götürüp kulağına yaklaştım. “Okuldan arkadaşım Banu var ya, hani bize gelmişti ders çalışmıştık…” Durdum. Göz göze geldik babamla. Hadi devam et dercesine bakıyordu gözlerime. “İşte o sosyal medyadan yayınlamış. Sonra kontrolden çıkmış, herkes paylaşmaya başlamış. Gazeteciler duymuş, onlar geldikçe insanlar da gelmiş. Sonunda böyle ana-baba günü olmuş ortalık.” Başka ne diyeceğimi, bu kalabalığı nasıl yönlendireceğimi bilmiyordum.
Televizyoncular yine kamera karşısına geçmiş, benden duydukları iki satır açıklamayı ballandıra ballandıra karşılarında duran donuk objektife duraksamadan anlatıyorlardı. Polis gidecek oldu ama babam bırakmadı. “Bu kalabalıkla bizi yalnız bırakmayın,” diye onları teşvik etti. Çaresiz kaldılar.
Sokağımız bahsettiğim gibi on beş metre kadar genişlikte, elli metreden uzun düz bir sokaktı. Gündüz vakti birçok komşumuz arabasını alıp işine gittiği için, tek tük aracın park edildiği, boş ve ıssız bir sokak görünümündeydi. Şimdi apartman kapısının tam karşısında bir TV aracı vardı. Onun arkasında bir tane daha vardı. İkinci televizyon naklen yayın aracının ardında, sokağın köşesini oluşturan başka bir apartmanın duvarı net olarak görünüyordu. Diğer televizyon aracı ise bizim binanın tarafında kaldırımın kenarına park etmişti. Bizim apartmanın tarafındaki aracın etrafında yirmi kişi kadar vardı. Ellerinde telefonları ile belki de sosyal medyadan yeni yeni çağrılar yapıyorlardı.
Babam kolunu omzuma atmış, ilk göz ağrısını, yani beni kendisine çekmişti. Ben de başımı onun omuzuna yaslamış, bu kadar çaresizliğin içinde güvenli bir an bulmanın tadını çıkartıyordum.
Binlerce insan harıl harıl bir şeyler yazıp duruyordu sosyal medyada. Onlar yazdıkça telefonum titriyor, endişem bir kat daha artıyordu. Uğur’a kötü bir şey olursa ben ne yapardım… Afacandı benim kardeşim. Evin neşe kaynağıydı. Biliyorum, annem de babam da ikimiz arasında fark gözetmeksizin ikimizi de severdi ama Uğur işte, erkek çocuğuydu. Babam soyadımı sen sürdüreceksin dediğinde babamın da, Uğur’un da gözü parlardı. Babam Uğur’suz ne yapardı? Dokunsalar paramparça olacak bir köpük balonu gibi şişmiştim.
Sokağa bir bomba atılmışçasına, önce büyük bir uğultu yükseldiğini duyduğumda başımı babamın omuzundan kaldırıp sesin geldiği yöne doğru baktım. Uğultu çığlıklara, nidalara ve neşeli bağrışlara dönüştüğünde ben de herkesin dönüp baktığı yöne doğru baktım. Televizyon aracının arkasındaki apartmanın köşe yaptığı sokağa doğru bakarken, köşeden Uğur’un geldiğini gördüm. Uğur’un görünmesiyle ıslıklar, alkışlar, bir gürültü tufanı duyuldu.
Babamın koltuğunun altından kurtulup kardeşime doğru koşmaya başladım. Uğur her şeyden habersiz, gürültüden şaşkın ayaklarını sürterek bana doğru geliyordu. Bir hazineye sarılır gibi sarıldım ona. Kucağıma aldım, ayaklarını yerden kesip bağrıma bastırdım. O anda annemin sesini duyar gibi oldum. Uğur’un adını haykırıyordu sanki. Kardeşimin, benim için ne kadar değerli olduğunu ona sımsıkı sarılırken anladım. Gözlerimden akan yaşlar kontrolümde değildi. “Uğursuz bir gün bitmişti.”
Merak ediyorsanız söyleyeyim; Uğur saklambaç oynarken arka sokakta inşaatı süren binanın girişindeki büyük su varillerinden birinin içine girip saklanmış. Gece geç saate kadar oyun konsolunun başında kaldığı için uykusunu alamamış. Varilin içine girdiğinde daha fazla dayanamamış, uyuyup kalmış. Varil yan yatar halde ve ağzı duvara dönükmüş. Yanına da bir köpek yavrusu gelip kıvrılmış. İkisi mışıl mışıl uyumuşlar. Polisler inşaatı aradığı sırada, yerde yan yatan arkası dönük varilin içinde bir köpeğin uyuduğunu görünce içine bakmamışlar.
Kısacası biz burada kıvranıp dururken, Uğur en güzel rüyalarını görüyormuş…