Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

VAPURDAKİ CESET

Diğer Yazılar

ENSE

Nurhan Işkın
Nurhan Işkın
Nurhan Işkın, Almanya doğumludur. Eğitim hayatını Almanya'da tamamlamıştır. Daha sonra Türkiye'ye dönen yazar İzmir'de yaşamaktadır. Evli ve iki çocuk annesi olan polisiye yazarının Geçmişten Gelen Cellat ve Katilin Özrü adlı iki polisiye kitabı bulunmaktadır. Nurhan Işkın'ın polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

Kaptan Mümtaz sabah seferini yapmak için kör karanlıkta Karşıyaka sahilindeki vapura adım attığında ne ile karşılaşacağından habersizdi. Yolcular heyecanla onu bekliyorlardı. Kimi işe geç kalmamak için acele ediyor, kimi de hâlâ uykulu gözlerle etrafı inceliyordu. Mümtaz, Kaptan Köşküne geçip motorları çalıştırdı. Aşağıda yolcuların binmesi için kendisinden talimat bekleyen delikanlıya başı ile işaret verdi. Yolcuların vapura binişini izlemeye koyuldu. İlkbaharın bu son günlerine rağmen hava soğuk ve rüzgârlıydı ama deniz tam aksine oldukça sakin görünüyordu. Hiç dalga yoktu. Mümtaz kapının vurulması ile başını çevirip kendisine çay getiren vapurun kantincisi Fikret’e teşekkür edecekti ki ortalığı yıkan bir kadın çığlığı ile neye uğradığını şaşırdı. Gayriihtiyari biraz önce yolcuların bindiği iskeleye başını çevirdi. İnsanların koşar adım vapuru terk ettiklerini görünce şaşkınlığı daha da arttı. Birkaç saniyelik paniğin ardından hem kantinci Fikret hem de kendisi koşar adım aşağıya indiler. Vapur henüz tamamen boşalmamıştı. İskelede görev yapan delikanlının da kendilerine doğru geldiğini gördüler.

Kaptan Mümtaz yanından geçen yolculardan birinin kolunu tutarak “Neler oluyor burada?” diye sordu. Lise öğrencisi olan genç çocuk korku dolu gözleriyle “Abi en arkada tekerlekli sandalyede ölü bir kadın var!” der demez o tarafa doğru yürümeye başladı.

Arka koltukta uyuyor gibi görünen genç kadını görmesi uzun sürmedi. Adımlarını hızlandırdı. Kadın en son koltuğun yanında duran tekerlekli sandalyede, elleri göğüs hizasında birleştirilmiş, uzun sarı bukleleri ellerinin üzerini örtecek şekilde bırakılmıştı. Üzerinde kot pantolon ve beyaz bir anorak olan kadının yaşını tahmin etmek zor değildi. Yirmili yaşların ortasında görünen kadının yüzü, gökten yere inerken yorulup uykuya dalmış bir meleği andırıyordu. Kaptan Mümtaz kadına yaklaştı ve onu incitmekten korkarak sağ bileğini tutup nabzına baktı. Ölü olduğu yüzünün solgunluğundan belliydi fakat refleks olarak her insanın yapacağını yapmıştı. Panik ve şok duygusu geçmeye başlıyordu. Kendisini izleyenlere dönerek “Biri hemen polisi arasın!” diye bağırdı. Okuduğu polisiye kitaplardan olay yerinin bozulmaması gerektiğini hatırlayınca vapurun “koridor” diye tabir edilen boşluğuna geçerek kadının olduğu yeri eliyle gösterdi:

“Polis gelene kadar hiç kimse bu tarafa geçmesin,” diye seslendi. Hemen arkasından gelen bir inleme sesi duyunca başını çevirip o tarafa doğru baktı. Yaşlı bir kadın gözlerini kapatmış, bir elini sol göğsünün üzerine koymuş, dua okuyor, gözyaşları duasına eşlik ediyordu. Kaptan Mümtaz, Fikret’e kadına hemen bir bardak su getirmesini söyledi.

“Teyzeciğim iyi misiniz?”

Kadın gözlerini aralayıp, “Ölmüş mü yavrucak?” diye fısıldadı. Mümtaz bir an ne söylemesi gerektiğini bilemese de kendini çabucak toparladı:

“Bilmiyorum. Birazdan polis ve sağlık ekipleri burada olur. Siz düşünmeyin bunları. Siz iyi misiniz? Kalbinizi tutuyorsunuz, kullandığınız bir ilacınız var mı?” Yaşlı kadın ona inanmayan gözlerle baktı:

“Siz beni boş verin, kızcağızın yan koltuğunda oturan üzgün adama bakın,” dedikten sonra gözlerini tekrar kapatıp dudaklarını kıpırdatmaya başladı. Kaptan Mümtaz ve orada olan herkes bu altmışlı yaşların sonundaki kadının söylediğini idrak etmeye çalışıyordu. Zira ölü kadının yanında kimseler yoktu. Boş koltukta sadece siyah bir kol çantası vardı…

***

Cinayet Masası Başkomiseri Ekrem ve yardımcısı Sina gelmeden Çarşı Karakol memurları vapurun girişine Olay Yeri şeritlerini çekmişlerdi.  Savcı Yalçın Yanar ve Olay Yeri İnceleme ekibi ilk incelemeleri yapıyordu.  Karşıyaka Vapur İskelesi ana baba gününe dönmüştü. İnsanların meraklı bakışları altında Cinayet Masası ekibi vapura girdi. Başkomiser Ekrem cinayet mahalline geldiğinde kalabalıkla karşılaşırsa hep aynı şeyi düşünürdü: İnsanların birçoğu ölümden korkarken neden ölmüş birini bu kadar merak ediyorlardı? Zihninden bunları geçirirken kurbana doğru ilerledi. Savcı ona ilk bilgileri verdikten sonra oradan ayrıldı. Ekrem ve Sina muhtemelen bir hayli zarar görmüş olan olay yerini daha fazla bozmamak için ayaklarına galoş, ellerine eldiven takarak kurbana yaklaştılar. Olay Yeri İnceleme ekibi bir ipucu bulmak için tüm vapuru araştırmaya başlamıştı. Başkomiser Ekrem karakoldan gelen memurlara döndü:

“Buraya ilk hanginiz geldiniz?” 

Genç bir memur yanıtladı. “Ben geldim Başkomiserim.”

“Kurban ile herhangi bir temasın oldu mu?”

“Olmadı. Olay yerini güvenli hâle getirdim, burada bulunan herkesi iskeleye aldım ve arkadaşlarımın ilgilenmesi için bıraktım. Kaptan da bana bu konuda yardımcı oldu,” diyerek başı ile Mümtaz’ı işaret etti. Başkomiser Ekrem devam etti:

“Herhangi bir şüpheli durum gözüne çarptı mı?”

“Hayır, çarpmadı Başkomiserim.”

Kaptan Mümtaz, yanında duran biri orta yaşlı diğeri genç iki kişiye, “Sizler buradan ayrılmayın. Birazdan sizlerle görüşeceğim,” dedikten sonra kurbanı incelemeye yöneldi. Genç kadın öldürüleli çok zaman geçmemişti. En fazla üç veya dört saat olmalıydı, zira ölüm katılığı henüz çok belirgin değildi. Başkomiser Ekrem kadının saçlarını kenara çekip önce ellerine, sonra da anorağının fermuarını açıp boynuna baktı. Yanılmamıştı. Kadının boynunda belirgin el izleri vardı. El bileklerinde de lezyonlar göze çarpıyordu. Kurban muhtemelen boğularak öldürülmüştü. Tabii en doğru sonucu Adli Tıp verecekti. Başkomiser kurbanın çantasını alıp açtı. Çantada cep telefonu haricinde birkaç makyaj malzemesi, küçük bir not defteri, gözlük kabı, sakız ve iki adet çikolata vardı. Cüzdanı ise neredeyse boştu. Ne para ne ehliyet ne de kimlik vardı. Sadece özel bir üniversiteye ait kimlik kartı göze çarpıyordu. Kurban Yeliz Kaynar, yirmi dokuz yaşında bir psikologdu. Başkomiser not defterinin sayfalarını karıştırmaya başladı. Gireceği derslerin tarihleri, danışan randevuları ve asistanlığını yaptığı profesörün verdiği bilgiler düzgün bir yazı ile not edilmişti. Sayfalar ilerledikçe bir kaç yerde “KORKUYORUM” kelimesi büyük harflerle yazılıp altları kalın çizgi ile çizilmişti. Sayfalarda neden ve kimden korktuğu ile ilgili bir bilgi yoktu. Dikkat çekici olan ise bir gün önce kardeşi ile görüşmesinin sonuçlarını yazdığı sayfaydı:

Fatih Kaynar

Sen kimsin? Bana bunları neden yapıyorsun?  Sana nasıl yardım edeceğimi artık ben bile bilmiyorum. Yazık, çok yazık. Bana savurduğun tehditlerin arkasında yatan gerçeği biliyorum. Bunu anlıyorum. Yaşadığın öfke, kızgınlık, inkâr, Tanrı’ya duyduğun kin… Bunların hepsinin seni ne hâle getirdiğini görmüyorsun. Değersizlik ve güvensizlik hislerinin, intihara eğiliminin depresyondan kaynaklandığını ne zaman kabul edeceksin? Destek almaya, tedavi olmaya seni ikna etmemin yolu bugünden sonra tamamen kapandı. Artık sen kendi yoluna, ben kendi yoluma. Sana yıllardır verdiğim uğraş boşunaymış. Her birey tercih ettiği hayatı yaşar. Hoşça kal! Sen benim yüreğimde hep çocuk hâlinle kalacaksın kardeşim.

Cümleleri okuyan Başkomiser Ekrem yardımcısı Sina’ya döndü:

“Hemen Fatih Kaynar’ın GBT’sini ve adres bilgilerini araştır,” dedikten sonra vapurdan dışarı çıktı. Olay Yeri İnceleme ekibi çalışmalarını sürdürüyordu. Başkomiser, polis arkadaşlarının yanına giderek diğer görgü tanıkları ile görüşmeye başladı. Vapurda bulunan yolcular olayı fark etmediklerini söylediler. Başkomiser Ekrem, Kaptan Mümtaz’ın yanına gidip, kendini tanıttı:

“Sizinle sakin bir yerde konuşalım,” dedikten sonra Kaptan’ın yanında bulunanlara bir yere ayrılmamalarını tembih etti. Kaptan Mümtaz onu Kaptan Köşküne yönlendirdi. İçeri girdiklerinde devam etti: “Size birkaç sorum olacak. Sabah vapura ilk geldiğinizde dikkatinizi çeken bir şey oldu mu? Bana tüm gördüklerinizi anlatın.”

“Her sabahki gibi gelip Kaptan Köşküne girdim. Yolcuların vapura binişini izledim. Kantini arayıp bir çay istedim. Farklı veya dikkatimi çeken bir şey olmadı, ta ki bir kadın çığlığı duyana kadar. Ben ne olduğunu anlayamadım bile. Fikret, yani kantincimiz yanımdaydı. Birlikte aşağıya indik. Yolcular vapurdan inmek için koşuyorlardı. Bir anlam veremedim. Vapurun arkasına doğru ilerleyince kadını gördüm. Sonra sizler geldiniz.” Sustu. Ellerini başına götürdü. “Aklım almıyor. Bu nasıl olabilir?” Gözleri hâlâ şokun etkisiyle boş bakıyordu.

“Aşağıya indiğinizde kurbanın yanında kimse var mıydı?”

“Vardıysa bile yolcuların vapurdan koşarak kaçmaları dolayısıyla dikkatimi çekmedi. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Zaten ne olduğunu tam kavrayamamıştım. Hızla vapurun arka tarafına doğru ilerledim ve kadını gördüm,” dedikten sonra sustu. Kaptan Köşkünün küçücük alanında volta atmaya başladı. Kendi kendine konuşur bir hâli vardı.

“Mümtaz Bey, sakinleşin biraz. Aşağıya indiğiniz ana tekrar dönüp iyice düşünün. Ufacık bir bilgi bile bizim için çok önemli. Şimdi, aşağıya indiniz ve yolcuların kaçarak çıkışa yöneldiğini gördünüz. Peki, bu karmaşada gözünüze çarpan ve çok sakin olan kimse dikkatinizi çekti mi?”

“Hayır, çekmedi. Dediğim gibi ben kurbana odaklanmıştım.”

Başkomiser Ekrem vapurun kamera kayıtlarını Emniyet’ten bir görevli memura aldıracağını söylediğinde Kaptan ona kameraların belki bir aya yakındır arızalı olduğunu söyledi. Üstünde durmayışlarının sebebi ise on beş yıldır görev yaptığı vapurlarda herhangi bir olayın olmamasıydı. Başkomiser tekrar görüşebileceklerini söyleyerek oradan ayrıldı. İskeleye inip kantinci Fikret ve yolcu giriş çıkışları ile ilgilenen görevli Zafer ile de konuştu. Onlar da bir şey görmemişlerdi. Sabahın ilk seferi her zaman kalabalık oluyordu. Başkomiser Ekrem özellikle Zafer’e odaklanmıştı. Yolcuların içeri girmesi için kapıyı açan delikanlı kurbanı tanımadığını söyledi. Bazı yolculara aşinaydı. Sürekli aynı saatte vapura binerlerdi fakat kurban onlardan biri değildi. Tekerlekli sandalyede oturması onun için dikkate değer değildi. Gün içinde birçok engelli insan vapura biniyordu. Başkomiser Ekrem bu kendini beğenmiş delikanlı ile tekrar görüşeceğine dair zihninin bir köşesine notunu aldı. Fikret ise hâlâ panik halindeydi. O, kantinde çay demleyip soğuk içecekleri hazırlamakla meşgul olduğunu anlatıp durdu. Kurbanı daha önce hiç görmemişti. Bundan adı kadar emindi. Bu iki görevlinin anlattıkları Kaptan Mümtaz’ın söylediklerinden farklı değildi. Görüştüğü yolcular olayın şoku ile kimseyi görmemişti. Başkomiser Ekrem yanına gelen yardımcısı Sina ile kurbanın Adli Tıbba götürülüşünü izledi. Olay Yeri ekibi çalışmalarını sürdürüyordu. Buradan herhangi bir delilin çıkmayacağına neredeyse eminlerdi.

“Sina, Fatih Kaynar’ın bilgileri geldi mi?” diye sordu Başkomiser.

“Henüz gelmedi.”

“Biz o bilgi gelene kadar çalıştığı üniversiteye gidelim,” dedikten sonra Olay Yeri ekibine herhangi bir delile rastlarlarsa kendisini aramalarını söyleyerek oradan ayrıldılar.

***

Bornova’da bulunan üniversiteye geldiklerinde kurbanın asistanlığını yaptığı profesörün derste olduğunu öğrendiler. Ders çıkışına on beş dakika vardı. Başkomiser Ekrem zaman geçsin diye uzun koridorda bir ileri bir geri yürümeye başladı. Sina ise sırtını duvara yaslamış onu izliyordu. Başkomiser Ekrem bir olay hakkında ne zaman düşüncelere dalsa ileri geri yürür, her adımı bir öncekinden daha sert ve hızlı olurdu. Sina, o durmadan konuşmaması gerektiğini öğreneli yıllar olmuştu. Sabırla bekledi. Henüz fikir alışverişi yapmamışlardı. Komiser Ekrem olduğu yerde döndü.

“Sina, katil bu kurbanı vapura öldürüp getirdi. İyi de onu nasıl kimse fark etmedi?”

“Biz toplu taşıma araçlarına bir an önce binebilmek için sağımıza solumuza bakmıyoruz ki. Hem katil sıradan bir yolcu olarak bindiyse kimsenin dikkatini çekmemiştir. Düşünsene, kim tekerlekli sandalye süren bir yolcuya dikkat eder ki? Etmesi için şüpheli bir durum olması gerekiyor. Eminim yolcular kurbanı hasta, yanındakini de hasta sahibi sanmışlardır.”

“İyi de kadın ölmüş. Kıpırtısız duruyor. İnsan hiç değilse yanından geçerken bakmaz mı?”

“Bakmaz amirim. Hele sabah işe gitmek için zamanla yarışıyorsa hiç bakmaz. Belki inen yolculardan bir şeyler gören olmuştur. Onları da bulmak samanlıkta iğne aramak demek. Olay yeri bozulmuş, kamera kaydı yok. Adli tabip bir şeyler bulursa belki elimizde bir ipucu olur, yoksa işimiz zor.”

“Zor diye bir şey yok Sina. Biz soruşturmayı her yönden ele alacağız. Bunu kurbana borçluyuz,” dediği an, bekledikleri sınıfın kapısı açıldı ve öğrenciler çıkmaya başladı. Onlar ise sınıfa yöneldi. Kürsüde evraklarını toplayan orta yaşlı adama doğru yaklaşıp kendilerini tanıttılar. Başkomiser, “Naci Bey, size Yeliz Kaynar hakkında birkaç sorumuz olacak,” dediği an Profesör elindeki kitabı kürsüye bırakıp telaşla sordu:

“Yeliz’e bir şey mi oldu? Bu sabahki derse katılmadı. Defalarca aradım. O böyle şeyler yapmazdı. Allah’ım, yoksa hastalığı mı nüksetti?” diyerek sorularını sıraladı.

“Çok üzgünüm. Başınız sağ olsun Naci Bey. Yeliz Hanım’ı bu sabah ölü bulduk,” dedi Başkomiser.

“Aman Allah’ım! Bu gerçek olamaz,” diyerek en öndeki sıraya panikle oturdu Profesör. Kravatını gevşetip gömleğinin düğmesini açtı. Başını ellerinin arasına aldı. Acının şoku içindeydi. Başkomiser Ekrem ve Sina ona biraz zaman tanıdılar. Bu, her zaman karşılaştıkları bir tepkiydi. Önce durum reddedilir, sonrasında ise derin bir kabulleniş başlardı.

Naci Bey kendini toparlamaya çalışarak “Olay nasıl olmuş?” diyebildi.

“Bu sabah vapurda cesedi bulundu. Size sormak istediklerimiz var. Yeliz Hanım’ın bildiğiniz bir düşmanı veya onu tehdit eden biri var mıydı?” diye sordu Başkomiser.

“Kim, niye tehdit etsin ki? O kendi hâlinde, kimseye zararı olmayan bir kızcağızdı. Okulumuzda sevilir ve sayılırdı. Öğrencilerle iletişimi güçlüydü. Sakin ve biraz içine kapanık bir yapıya sahipti.”

“Size hiç birilerinden korktuğundan bahsetti mi?”

“Hayır, bahsetmedi. O güçlü bir kızdı. Benim asistanlığımı yapıyor, bir yandan da tez projesini hazırlıyordu.”

“Danışan kabul ediyor muydu?”

“Elbette ediyordu. O iyi bir psikologdu. Terapi alan danışanları kendisini çok severdi.”

“Size hiç danışanlarından veya akrabalarından bahseder miydi?”

“Elbette bahsederdi, birlikte istişareler yapardık. Tez konusu olan ‘Dissosiyatif (Çoklu) Kişilik Bozukluğu’ hakkında görüş alışverişi yaptığımız için neredeyse her gün birkaç saatimizi beraber geçiriyorduk. Konu mutlaka danışanlarımıza da geliyordu.”

“Sizce Yeliz Hanım’ın ruhsal durumu son zamanlarda farklılık gösterdi mi?”

“Anlayamadım?”

“Yani Yeliz Hanım’da son zamanlarda bir farklılık gördünüz mü? Davranışları doğal mıydı?”

“Düşünmeme izin verin,” diyerek oturduğu yerden ayağa kalktı. Kürsüdeki çantasını açıp içinden bir dosya çıkardı. Birkaç sayfasını çevirdikten sonra, “Bakın, bu dosya onun tez dosyası. İki gün önce yazdığı bir makalede bir cümlesi dikkatimi çekmişti: ‘Ölümden korkuyorum. Doğal yoldan değil, bir başkasının hayatımı sonlandırmasından korkuyorum, diyen bir hastanın bu korku ile kendi hayatını sonlandıracağının bilimsel bir kaydı olmasa da ben bunu bilimsel olarak ispat edeceğim,’ diye yazmış. Bu konu hakkında dün tartışma yaşadık. Hatta o kadar sinirlendi ki bulunduğumuz ortamı terk edip gitti. Defalarca aramama rağmen cevap vermedi. Aman Allah’ım yoksa intihar mı etmiş?”

“Naci Bey, Yeliz Hanım’ın sık görüştüğü kimseler var mıydı? Örneğin bir erkek arkadaşı?”

“Bildiğim kadarıyla yoktu. Bu aralar bütün hayatı tez ödeviydi. Gece geç saatlere kadar okulda kalır, hem danışan dosyalarını inceler hem de ödevi için araştırmalar yapardı.”

“Rica etsem bizi odasına götürür müsünüz?”

“Elbette. Bir dakika çantamı toparlayayım,” diyerek kürsüye geçti. Adamın elleri titriyordu. İşini bitirir bitirmez kapıya yöneldi. Arkasından gelenleri umursamadan telaşlı telaşlı yürümeye başladı. Onu görenler bir yere geç kaldığını düşünebilirlerdi. Koridorda sola dönüp son kapının önünde durdu. Cebinden çıkardığı anahtar ile kapıyı açıp kenara çekildi. Başkomiser Ekrem ve Sina odaya girince kapıyı kapatıp sağdaki duvara sırtını dayadı. Oda fazlasıyla derli topluydu. Oturulan üç siyah koltuk dışında her şey beyazdı.

“Siz bu odaya istediğiniz zaman girebiliyor musunuz?” diye sordu Başkomiser.

“Evet, anahtarı bizzat Yeliz vermişti. Bir araya gelemediğimiz zamanlarda çalışma notlarımı odasına bırakabiliyordum. Benim odamın anahtarı da onda vardı.”

“Anladım,” dedikten sonra masada duran dosyaları ve ajandayı incelemeye başladı Başkomiser. Sina ise çalışma masasının çekmecelerini araştırıyordu. Masaüstü bilgisayar kapalıydı. Onu Adli Bilişim’e aldıracaklardı. Araştırmaları bittiğinde elle tutulur bir bilgiye ulaşamamışlardı. Sadece bir danışanın dosyası ilgilerini çekmişti. Yeliz Hanım’ın aldığı notlara bakılırsa bu danışan bir psikiyatra gitmesi gerektiğini kabul etmemiş, kendisine gelmeye devam etmişti. Başkomiser Ekrem dosyayı delil poşetine koydu. Bu kişiye daha önce konulan iki tanı ve ilaçlarını bırakmaması gerektiği kırmızı kalem ile daire içine almıştı. Danışanın dosyada iki farklı ismi vardı. Yeliz Hanım’ın son cümlesi ise yarım kalmıştı. Büyük harflerle, “Yeni bir kişilik daha ortaya çıktı. Bu sefer erkek ve adı …” yazıyordu. Araştırmaya değer bir ipucuydu bu. Başkomiser Ekrem ve Sina daha fazla bilgi edinemeyeceklerini anlayınca Naci Bey ile vedalaşıp üniversiteden ayrıldılar.

İzmir Bölge Emniyet Müdürlüğü’ne geldiklerinde kurbanın kardeşi hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamamışlardı. Zira Fatih Kaynar diye bir kişi asla var olmamıştı. Kurban tek çocuktu ve ebeveynini bir kaza sonucu kaybetmiş, babaannesinin yanında büyümüş, onu da geçen yıl kaybetmişti. Bu bilgileri edinen Başkomiser Ekrem şaşırdı:

“Allah allah! Bu kadın ne halt etmeye bir kardeşi olduğunu yazmış ki? Not defterindeki ve dosyadaki yazı karakterleri aynı. Biz yine de bu iki yazının karşılaştırılması için Adli Tıp Grafoloji incelemesi isteyelim,” dedikten sonra dosyada yazan danışanın adres bilgilerini bir kâğıda not aldı. Sina bu iki delili Adli Tıbba göndermek için bir polis memuruna teslim ettikten sonra beyaz tahtanın önüne geçip kurban hakkında öğrendiklerini yazdı. Komiser Ekrem ise Adli Patolog Doktor Ümran’ı arayarak bilgi aldı. Otopsi henüz bitmemiş olmasına rağmen kurbanın boğularak öldürüldüğü kesinleşmişti. Adli Tabibe göre kurban direnmemişti. Bileklerindeki lezyonlara kalın bir ip sebep olmuştu. Tırnak içleri temizdi. Cinsel istismara uğramamıştı. Toksikoloji raporu henüz gelmemişti fakat Patolog Doktor Ümran kanında uyuşturucu bir maddeye rastlayacaklarından emindi. Çünkü kurban boğulurken hiç tepki vermemiş görünüyordu. Kurbanın boynu ince olduğu için boğulurken atardamarda oluşan baskı kan akışını kesmişti. Kurbanın boynunda bulunan sinirler zedelenmiş, boyun omurlarından C1 ile C7 arasındaki ikisi kırılmış, kurban felç geçirerek iki ila dört dakika arası yaşam savaşı vermiş ve ölüm gerçekleşmişti. Kurbanın tüm bu olaylar esnasında tepkisiz olduğu düşünülüyordu. Aksini kanıtlayan hiçbir veriye rastlanmamıştı. Ölüm saati ise akşam 20.00 ile 22.00 arası olarak kayıtlara geçmişti. Tüm bu bilgileri tahtaya not aldıktan sonra kurbanın danışanını ziyaret etmek üzere yola koyuldular.

Bostanlı Mahallesi’ne geldiklerinde güneş denizin üzerinde batmaya başlamıştı. Adrese çok kolay ulaştılar. Kapıyı açan genç kıza kendilerini tanıttıklarında, anneannesinin içeride olduğunu söyledi. Tedirgin olmuştu. Bakışlarını yere indirerek konuşmasını sürdürdü.

“Anneannem biraz rahatsız. Sizinle konuşmak istemeyebilir. Ben önce haber vereyim,” diyerek açık kapıdan uzaklaştı. Başkomiser Ekrem ve Sina onun gelmesini beklemeden içeri girdiler. Genç kızın anneannesine bağrışları dışarıdan duyuluyordu. Üniversite çağlarında olan kız tekrar onlara doğru geldiğinde yüzünden öfke okunuyordu. Sesinin titremesine engel olamadı:

“Anneannem kimseyi görmek istemiyor. Polis olduğunuzu söyledim ama kabul etmedi. Gitseniz iyi olacak,” derken bakışlarını kaçırdı. Sağ eliyle sol el başparmağının etini yolmaya başladı.

“Biz de seninle konuşalım o zaman olur mu kızım,” dedi Başkomiser babacan bir tavırla. Kız bakışlarını anlamsızca ona çevirdi. Yüzünden ufak bir tebessüm geçti. Başını aşağı yukarı salladı.

“Ama dışarıda konuşalım. Anneannem bizi duymasın. Psikoloğunun vapurda öldüğünü duydu. Kriz geçirdi. İlaçlarını almaya onu ikna edemedim. Ben de anne ve babamı aradım. Birazdan gelirler,” diyerek cevabı beklemeden kapıyı çekti. Apartmanın içindeki beş basamak merdiveni koşar adım indi. Dış kapıyı açıp onların geçmesine müsaade ettikten sonra apartman bahçesinin taş duvarına oturup, bacaklarını sallamaya başladı. Gözlerini Başkomiser Ekrem’e kilitleyerek onun konuşmasına fırsat vermeden konuya girdi:

“Bu çok heyecanlı bir durum. Sabah arkadaşım Bora geldi. Vapurda bir kadın cesedi bulunmuş. Hem de kimin biliyor musunuz? Anneannemin psikoloğu Yeliz Hanım’ın! İnanabiliyor musunuz? Koca dünyada katil git, anneannemin psikoloğunu öldür! Gerçi kadın normal değildi ama yine de yazık olmuş. Benimle görüşmek istememişti. ‘Bir evden bir danışan yeter,’ demişti. Tabii anneannem bu habere çok üzüldü. Ona kızım diyor…”

“Kızım bir nefes al!” diyerek Başkomiser Ekrem onu susturdu. “Adın ne senin?”

Kız bu soru üzerine şaşkın gözlerle onlara baktı. “Nazan.”

“Nazan, şimdi sorduğumuz sorulara sakin sakin cevap ver. Sen Yeliz Hanım’ı tanıyor muydun?”

“Tabii tanıyordum. Anneannemi seanslarına ben götürüyordum.”

“Anneanneni tedavi ediyormuş. Bu konuda bize bilgi verebilir misin?”

“Veririm tabii. O biraz kibirliydi. Tedavi edemeyeceği kişiyi kabul etmiyordu. Beni de kabul etmemişti. Gerçi ben laf olsun diye gidecektim,” dedikten sonra kanayan parmağını ağzına alıp kanını emdi. Bacaklarını sallamaya devam ederken “Bu psikologları anlamak mümkün değil. Kimileri zorla gidiyor, kimisi de beni tedavi et diyor, ama onlar ne yapıyor? Gönüllü olanları başlarından atıyorlar.”

“Nazan, onu en son ne zaman gördün?”

“Dün sabah. Anneannemi götürdüm ama o bizi kabul etmedi. Anneannemin hastalığı için yeterince tecrübesi yokmuş. O psikologmuş ama anneannemin psikiyatride tedavi olması gerekiyormuş, muş, muş diye birçok şey sıraladı. Tabii anneannem bu duruma çok kızdı ve ona önce kendisinin psikiyatriste gitmesini söyledi. Kadın sürekli Fatih mi Fetih mi diye birinden söz etti. Yeliz Hanım eğer tedavisine devam etmezse onu hocasına şikâyet edeceğini söylüyordu. Yatılı destek almak zorundaymış, yine mış, mış’lı kelimeler kurdu. Bir şeyler söylemeye çalıştı. Başaramayınca bizi odasından dışarı atıp kapıyı kilitledi. İşin en garip yanı ise anneannem hiçbir şey olmamış gibi taksiye binip eve gitmemizi önerdi. Allah’ım dün ben iki akıl hastasının arasında kalmıştım. İnanabiliyor musunuz? Biri kapıyı kilitledi, diğeri ise eve gitmeyi istedi. Ben ne yaptım dersiniz? Hiçbir şey! Anneanneme eve kendisinin gitmesini söyleyip, hastaneden çıktım. Küçük Park’a gidip Bora’yı aradım. Kahve içip oturduk.”

“Anneannenin nesi var?”

“Of o tam bir deli. Sesler duyduğunu söylüyor. Ara ara bana da dinletiyor. Ben onun kadar çok duymasam da fısıltılarını duyuyorum. Tabii anne ve babam bana inanmıyorlar. Anneannenle kala kala kafayı yedin, diyorlar. Allah’ım biz ailecek çıldırmışız,” diyerek sesli bir kahkaha attı. Elinin etini tekrar yolmaya başladı.

“Nazan, şimdi yukarı çıkıp anneannenle görüşmemiz gerekiyor.”

“Onu boş ver polis abi. Ben sana her şeyi anlatırım. Hem anneannemin bir söylediği ile diğeri birbirini tutmuyor. Yoksa anneannemden mi şüpheleniyorsunuz? Yok artık! O tek başına şuradan şuraya gidemez. Hem bütün sabah evdeydi. Biz aynı odada kalıyoruz. Gece horultusundan uyuyamıyorum. Bazen şeytan dürtüyor. Al yastığı bas ağzına diye ama… Tabii bu şakaydı,” diyerek bakışlarını kanayan eline çevirdi.

“Nazan, hadi yukarı çıkalım. Anneannenle konuşmam lazım. Sen de bize yardım edersin. Hem Bora’nın adresi de lazım. Belki seni de yanımızda götürürüz ne dersin?” diye ısrar etti Başkomiser.

“Tamam. Hadi çıkalım ama anneannem kızarsa ben karışmam ona göre,” diyerek oturduğu taş duvardan yere atladı genç kız. Tıpkı indiği gibi hızlı adımlarla eve koşturdu. Kapıyı açtıklarında anneannesi ona sesleniyordu.

“Bakın, bizimki çıldırmış yine,” diyerek kadının bulunduğu odaya doğru ilerledi. Kadının üzerine kapıyı kilitlemişti. Açıp içeri girdi. Anneannesine sarıldı. “Anneanne, bak o kadar söyledim ama polis abi beni dinlemedi. Sana sorulacak soruları varmış,” diyerek odada bulunan koltuklardan birine geçirip oturdu. İleri geri sallanmaya başladı. Sanki odada değilmiş gibiydi. Kendi dünyasına dalıp gitmişti. Sina birkaç kez ona seslenince anneannesi lafa girdi:

“Boşuna kendinizi yormayın kızım. O burada değil. Kim bilir hangi diyarlarda dolanıyor. Torunum çok rahatsız. Siz gelmeden biraz önce ilaçlarını verdim fakat yuttuğundan çok emin değilim. Hastalığı gün geçtikçe ilerliyor, emin olun orada saatlerce gözü bir noktaya takılı oturabilir.  Sizler geçip şöyle oturun. Bu arada ismim Gülizar,” diyerek onlara yer gösterdi. Başkomiser Ekrem kadını dikkatlice incelemeye başladı. Davranışları çok normaldi. Kadın derin bir iç çektikten sonra devam etti:

“Elim olayı bu sabah duydum ve çok üzüldüm. İnanın hissettiğim acının tarifi yok. Size hikâyeyi baştan anlatayım. Ona göre sorularınızı sorarsınız. Torunum Nazan, paranoyak ve çoklu kişilik bozukluğu hastası. Anne ve babası Ağrı Dağı’na tırmanırken kayboldular ve bundan on iki sene önce cesetleri bulundu. Nazan o günden sonra değişmeye başladı. Ben ona tüm sevgimi verdim ama yeterli olmadı. Gün geçtikçe içine kapandı. Liseyi bitirdiğinde etrafında sadece bir arkadaşı kalmıştı; o da çocukluk arkadaşı Bora. Nazan rahatsızlığından dolayı üniversite eğitimi alamadı ama ona sorarsanız okula gidiyor. Kaç kişiliği var artık ben bile bilmiyorum. Sesler duyup kendi kendine konuşuyor. Bazı geceler uyumuyorum. Elinde bir bıçak, bir yastık ile başımı bekliyor, onun beni öldüreceğini söylüyor. Kendince tedbir alıyormuş. Bu sorunu aramızda çözüme kavuşturduk. Bazı zamanlar sesi bir erkek kadar gür ve kalın çıkıyor. Sürekli bir yerlerini kesiyor. Kan görmeyi sevdiğini söylüyor. Bazen de küçük bir kız çocuğu oluyor. Ben en çok o hâlini seviyorum. Onu kaç doktora götürdüm, sayısını unuttum. En son Yeliz Hanım ile temasa geçtik. Ben de kendisinden destek alıyordum. Çok yazık oldu kızcağıza çok. Nazan’ın terapisi bir yıla yakın çok iyi gitti fakat son zamanlarda Yeliz Hanım bizden kaçmaya başladı. Sebebini birkaç kez sordum. Bana Nazan’a yetemediğini söyledi. Psikiyatriden destek almasını öğütledi ama bunun için Nazan’ı ikna edemedim. Bizim hikâyemiz bu. Siz neler öğrenmek istiyorsunuz?”

“Gülizar Hanım, dün Yeliz Hanım’ı ziyarete gitmişsiniz ve sizi kabul etmemiş. Nazan anlattı. Sizi dışarı atıp kapıyı kilitlemiş. Yeliz Hanım neden böyle bir şey yaptı?”

“Başkomiser oğlum, Yeliz Hanım Nazan’ın tehditlerinden korkuyordu. Dün gitme sebebim ondan iyi bir psikiyatrist tavsiyesi alıp, Nazan’ı biran önce yatılı tedaviye başlamaları için ikna etmesini rica etmekti. Ben Yeliz Hanım ile görüşürken dışarıda bekleyen Nazan içeri girip ona tehditler savurmaya başladı. Kapının dışından söylediklerimizi duymuştu. Ben Nazan’ı zapt etmekte güçlük yaşadım. Bunu size nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama Nazan o an Nazan değildi,” diyerek odanın bir köşesinde oturan torununa baktı. Derin bir iç çekti. Fısıltı halinde.

“Nazan, Yeliz Hanım’a kendisinin onun kardeşi Fatih olduğunu söyledi. Onu öldüreceğini hakkı olan mirası vermediği için ona dünyayı dar edeceğini bir erkek sesi ile söyleyince ben kolundan tutup dışarı çıkardım. Yeliz Hanım korkmuş ve güvenliği aramak için telefonu eline almıştı. Biz çıkar çıkmaz kapıyı kilitledi. Ben de Nazan daha fazla sorun açmasın diye eve getirmek istedim ama o benimle gelmedi. Bora ile görüşeceğini söyleyip yanımdan ayrıldı.”

“Neden onu hastanenin psikiyatri bölümüne götürmediniz?”

“Oradaki doktor ile bir-iki kez görüşmüş ve sevmemişti. Aslında hata benim. Biz büyüklere çocuklarının veya torunlarının hasta olduğunu kabul etmek zor geliyor. Ne deseniz haklısınız Başkomiser oğlum.”

“Nazan dün gece evden ayrıldı mı?”

“Ayrılmadı. Neden sordunuz?”

“Siz uyuduktan sonra ayrılmış olabilir mi?”

“Olamaz. Çünkü gece yatarken kendisini yatağına bağlamamı istiyor. Bana zarar vereceğinden korkuyor. Bu çözümü kendisi buldu. Ben ilk başta kabul etmedim ama başka çarem yoktu,” diyerek gözünden akan yaşı sildi.

“Gülizar Hanım, siz Nazan’ı bir an önce hastaneye yatırın, yoksa ya kendisine ya da size zarar verecek.”

“Evladımın tek yadigârını hastaneye kapatmak benim için çok zor ama artık baş edemiyorum. Umarım tedavi için geç kalmamışımdır.”

“Peki, siz tedavi aldığınız süre zarfında hiç Yeliz Hanım’ı tehdit eden veya farklı bir davranışta bulunan birine denk geldiniz mi?”

“Gelmedim. Eğer öyle bir şey olmuşsa bile ben Nazan ile meşgul olduğumdan dikkatimden kaçmıştır.”

Başkomiser Ekrem ve Sina, torununun hastalığını kabullenmekte gecikerek ona en büyük zararı veren Gülizar Hanım’dan Bora’nın adresini alıp oradan ayrıldılar.

Kapıyı açan Bora, Başkomiser Ekrem kendilerini tanıtınca hiç şaşırmadan onları beklediğini söyledi. İçeri davet ettiği misafirlerini mutfağa aldı. Kendisine hazırladığı kahveden onlara da ikram etti. Sağ eli sargılıydı. Fincanları masaya koyarken zorlandı. Nazan’ın rahatsızlığının ilerlemesine sebep olarak Gülizar Hanım’ı suçlayarak konuşmaya başladı. Nazan’dan ara ara kendisinin de korktuğunu dile getirdi. Başkomiser, “Bora, sabah vapurda gördüğün ölü kadını tanıyor muydun?” diye sordu.

“Tanıyordum abi. Nazan ile birkaç kez yanına gitmiştim. İyi bir kadındı. Öldüğüne üzüldüm.”

“Vapurda dikkatini çeken bir şey oldu mu? Kadının yanında biri var mıydı?”

“Hiç dikkat etmedim. Vapur çok kalabalıktı. Ben ön taraftaydım. Daha yeni içeri alınmıştık.”

“Sıra beklerken tekerlekli sandalyeyi gördün mü?”

“Görmedim. Hem tekerlekli sandalye ile yolculuk yapanlara vapura binmelerinde görevliler yardım ediyor. Siz onlara sorun.”

“Bora, iyice düşün. Yolcular vapura binerken çıkmak isteyen biri gözüne çarptı mı?”

“Düşünüyorum abi, ama o hengâmede dikkat etmedim. Zaten bir kadın bağırınca neredeyse tüm vapur bir anda boşaldı. Ben arka tarafta ona yakındım zaten. Yeliz Hanım’ı görünce o şokla hemen dışarıya koştum. Sonra kendimi Nazanlara attım. Gerçi Nazan kadının öldüğüne sevindi ya…”

Bu sefer Sina devam etti. “Bora, senden olayın olduğu ana odaklanmanı istiyorum. En ufak şeyi bile hatırlamaya çalış. Zihnini tekrar olay anına çevir ve düşün. En ufak bir detayın bile bize çok faydası olur.”

“Dedim ya abla, çok kalabalıktı. Hiçbir şey dikkatimi çekmedi.”

“Yeliz Hanım’la daha önce vapurda karşılaştın mı hiç?” diye sordu Başkomiser.

“Yok abi, onu ilk kez bugün gördüm.”

“Bora, sen vapurun neresindeydin?”

“Ön tarafındaydım abi.”

“Sen vapura ilk binenlerden miydin?”

“Ben hatırlamıyorum. Çok kalabalıktı.”

“Sen üniversitede hangi bölümde okuyorsun Bora?”

“Anlamadım abi?”

“Sorum çok basit. Hangi bölümde okuyorsun?”

“Eczacılık okuyorum abi. Bu sene son senem.”

“Eline ne oldu?” Bora sorulan sorular karşısında terlemeye başlamıştı. Üzerindeki kapüşonlu kazağının kollarını yukarı sıyırdı. Sol bileğinde hafif bir morluk vardı. Soruyu anlamamış gibi misafirlerinin yüzlerine boş boş baktı. Başkomiser Ekrem’in telefonu çaldı. Konuşması kısa sürdü. Adli patolog Ümran kurbanın kanında yüklü miktarda morfine rastlandığı bilgisini verip konuşmayı sonlandırdı.

“Eline ve bileğine ne oldu?”

“Spor yaparken yaraladım,” derken sesinin titremesine engel olamadı. Alnında biriken terleri sargılı eliyle sildi.

“Bora sen sabah vapura ilk binenlerden miydin? Oğlum doğruyu söyle. Beni yorma. Yoksa seni Emniyet’e alırım. Şimdi olayı baştan anlat.”

“Ben hatırlamıyorum abi.”

“Sina kelepçeleri çıkar. Bora’yı Emniyet’e alıyoruz,” dedikten sonra Bora’ya döndü. “Oğlum, madem yalan söylüyorsun bari ne söylediğine dikkat et. Bana iki kez vapurun ön tarafında olduğunu, sonra ise arkasında hatta Yeliz Hanım’a yakın olduğunu söyledin. Şimdi doğruları söyle yoksa seni konuşturmayı bilirim ben. Ha, bir de aklıma takıldı. Koridorun duvarında asılı olan fotoğrafta, tekerlekli sandalyede oturan kadın kim?”

“Annem. Bir ay kadar ön-ce öl-dü…”diyebildi kekeleyerek. Başkomiser, Sina’ya başı ile işaret verdi. Sina, Bora’nın oturduğu sandalyenin yanına gidip, elini omzuna koydu. Tekerlekli sandalye Adli Tıbba delil olarak gitmişti. Parmak izi araştırmasında Bora’ya ait izler bulunacağından neredeyse adı kadar emindi Başkomiser Ekrem.

“Şimdi bize neler olduğunu anlatacak mısın? Delillerin senin aleyhine çıkması an meselesi. Adli Tıp eminim tekerlekli sandalyede parmak izlerine rastlayacaktır, bununla da kalmayıp fotoğraftaki model ile eşleşmesini sağlayacaktır,” diyerek gözlerini Bora’nın gözlerine dikti. Bora huzursuzca kıpırdandı. Başını önüne eğdi.

“O, benim arkadaşımı deli hastanesine kapatacaktı. Nazan çok acı çekti. Ben sadece ona yardım ettim. Siz arkadaşınıza yardım etmez misiniz? Dün Nazan ile Küçük Park’ta otururken plan yaptık. Yeliz Hanım’ı akşam dışarıda bir kafeye kahve içmeye davet ettik. Gelmez ise Nazan olay çıkaracağını söyledi. Ben Nazan’ı kafeye bırakıp arabamla eve geldim. Annem kanser hastasıydı. Ona verilen ampul morfinden kalmıştı. Alıp gerisin geri Nazan’ın yanına döndüm. Hava kararmış, akşam olmuştu. Yeliz Hanım beni görünce sevindi. Nazan ile yalnız kalmak istemiyordu. Bana Nazan’ı ikna etmem için yalvardı. Nazan itiraz edince fazla üstelemedi. Nazan yürümek istediğini söyleyince onlar kafeden kalktılar. Ben ise onlara karton bardakta kahve alıp yetişeceğimi söyledim. Kafe ara sokaktaydı. Kış olduğu için sokakta kimseler yoktu. Onlar önümde yürürken ben bir bahçe duvarının üzerine elimdeki kahveleri koyup Yeliz Hanım’ın isminin yazdığı bardağa morfini boşalttım,” dedikten sonra sustu. Vicdan azabı çekiyordu. Olayın gerçekliğini, itiraf ettikçe daha iyi anlamaya başlamıştı. Gözlerini masanın üzerinde duran fincana sabitleyip konuşmasını sürdürdü.

“Biz sadece onu korkutacaktık. Nazan ile öyle anlaşmıştık. Yeliz Hanım kahvesini içince kendini kötü hissettiğini söyledi. Onu evine bırakacaktık fakat Nazan eve gidince bambaşka biri oldu. Kadın baygın olmasına rağmen Nazan onu hırpalıyordu. Evi birinci kat olduğu için bizi kimse görmemişti. Nazan onun boğazını sıkmaya başladı. Ben engel olmaya çalıştım. Bileğimi tutup büktü. Canımın acısı ile ona engel olamadım. Kadın zaten baygındı. Son nefesini verdiğini anlamadım bile. Yazık oldu, hem de çok yazık. Nazan hiçbir şey olmamış gibi kendisini eve bırakmamı istedi. Ben de bıraktım. İnanın böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim,” derken gözyaşlarını tutamadı. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti:

“Anneannesi namaza kalkınca kendisi de kalkmış, beni aradı. Buluştuk. Nazan vapurun kamerası hakkında bilgi sahibiydi. Yolcu girişleri ile ilgilenen Zafer onların apartmanında oturuyormuş. Anneannesine kameranın bozuk olduğunu söylerken duymuş. Ben bodrumdan tekerlekli sandalyeyi çıkardım. Daha sonra Yeliz Hanım’ı sandalyeye oturtarak Karşıyaka Vapur İskelesi’ne geldik. Nazan arabada kaldı. Ben kapüşonumu iyice yüzüme çekerek ikinci kişi olarak vapura bindim. En arkaya yürüdüm. Yeliz Hanım’ı son koltuğun yanına bırakıp hemen bir önceki koltuğa geçtim. Sabah mahmurluğu ile binen yolcular beni fark etmemişti. Oturur oturmaz kapüşonumu başımdan indirdim. Arkama bakmamak için kendimle savaşıyordum. O telaş ile çantasını kucağına değil koltuğa bırakmışım. Bir kadın çığlık atınca fark ettim. Oturduğum yerden kalktım. Yeliz Hanım’ın yanındaki koltuğa geçtim. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Ondan beni affetmesini istedim. Sonra koşar adım arabaya döndüm. Nazan ile evlerine gittik. Anneannesi deliye dönmüştü. Nazan ona Yeliz Hanım’ı öldürdüğünü söyleyince bize bu olaydan kimseye bahsetmememizi söyledi. Ben çok üzgünüm… Ben sadece arkadaşıma yardım etmek istedim abi. Şimdi bana ne olacak? Onu ben öldürmedim. Beni tutuklamazsınız değil mi?” diye saflıkla sordu. Aldığı cevap ise bileklerine geçirilen kelepçeler oldu.

En Son Yazılar