Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

VASİYET

Diğer Yazılar

Dinçer Batırbek
Dinçer Batırbek
1974 yılında Konya'da doğdu. Ankara Fen Lisesi ve ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Halen Ankara’da bir kamu kurumunda görev yapıyor. 2018 yılında Cemil Kavukçu ve Fadime Uslu ile Uygulamalı Öykü Atölyesi’ne katıldı. Öykü ve şiirleri, çeşitli edebiyat dergilerinde ve yarışma seçkilerinde yayınlandı. Fantazya ve Bilim Kurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) tarafından düzenlenen 2017 ve 2018 GİO Ödülleri’nde, öykü dalında iki kez başarı ödülüne değer görüldü. 2019 yılından bu yana Dedektif Dergi’nin yazarları arasında yer alıyor. Polisiye gizem edebiyatına ilgi duyuyor.

VASİYET

Ey oğul, otur hele karşıma!

Dinle beni can kulağıyla ve izin ver son bir defa,

Bu yaşlı kadının, sırlarla dolu kalbini sana açmasına.

Gözlerime iyi bak ki göresin, geçmişteki o büyük günah ile

Şu zavallı ruhumun nasıl kanadığını

Sözümü iyi dinle ki duyasın, bile bile

Bu ağır yükü neden yıllar boyu taşıdığımı

Ve düşün ki anlayasın, sihirli değneğiyle masum bir perinin

Nasıl temize çektiğini kapkara alınyazımı.

Otur oğul, otur ve dinle beni iyice!

Suskun kalmaktan yorgun düşen şu ağzım,

Kara toprakla dolup da sonsuza dek mühürlenmeden önce.

***

Ben, Ubeyde. Yemenli köle.

Tam yarım asır evvel bundan,

Kopartılıp ailesinden, yurdundan

Bağdat sarayına satılan, zavallı ürkek kız.

On birinde oturmayı-kalkmayı, fal bakmayı öğrenen

On üçünde edebiyatla musikiyi çözen,

On beşine gelince gergef işleyen, halı dokuyan,

Acemce şakıyıp Yunanca okuyan,

Hanım sultanların incisi, kethüdanın yancısı.

Ve on yedisinde, sadık hizmetkârı olma şerefi onun,

Bağdat Emiri Miran Şah’ın kuzeni,

Güzeller güzeli Perîzad Hatun’un…

Ben, Ubeyde. Yemenli köle.

İşte bu, hiç anlatılmamış hikâyemdir benim…

***

Bir zamanlar bilir misin ki evlat;

Doğu’nun en nadide mücevheriydi Bağdat.

Sarı sıcağın altında alev alev yanardı kubbeleri,

Hünerli ellerin inşa ettiği mermer tapınakların.

Yetmiş yedi millet yaşardı orada; bin bir çeşit diller, lehçeler,

Nehir boyunca uzanırdı, yeşilin kırk tonunda bahçeler.

Geceleri, ateşböcekleri gibi parlardı meşalelerin ateşi.

Derlerdi ki; “Bu şehir cennetin yeryüzündeki eşi…”

Miran Şah dersen; Bağdat’ın hâmisi, Bağdatlının babası,

Kurnazlığıyla nam salmış, zalimliği de cabası.

Kızılca bakardı zümrüt gözlü Dicle,

Bastırılan her isyandan sonra günlerce.

Bir hiddetlendi mi Şah, korumak için başlarını

Kaçacak delik ararlardı en yiğitler, en cengâverler.

“Çölde bir yerlerde, tepeler boyu yığılmış,” derler,

“İhanetinden kuşkulanıp vurdurduğu kelleler…”

Gel gör ki ne devlet işi mazhar olurdu Perîzad’ın ilgisine,

Ne bir kez çıkıp bakmışlığı vardı sarayın çevresine,

Kurt gibi cevval Miran Şah’ın tersine.

Kâh süs balıklarını besleyerek, kâh civan bir şehzâdeyi düşleyerek,

Beyaz bir kuğu misali tembelce salınırdı has bahçede.

Kudretli kuzeni yedi düvelle cenk edip ganimet eklerken hazinesine, 

Paraları hoyratça harcamaktı Perîzad’ın tek derdi,

Ne yapsın genç sultancık, pahalı şeyleri severdi.

Sırmalı fistanı Hint’ten gelirdi, porselen tabakları ta Halep’ten,

Yeşim gerdanlığı Esterâbad’dan, sorarsan eğer,

Sedefli koltuğuna Şirazlı ustanın eli değer.

O utangaç gülüşünü -bir kerecik- görmek için uzaktan,

Yaşı geçkin, adı seçkin tacirler bekleşirdi kapıda günlerce,

Yağız delikanlılar -yürek hoplatan- şiirler yazarlardı dizelerce.

İlân-ı aşklarını duyuran nâmeler ulaşsın ona diye,

Küçük servetler dökerlerdi ulaklara -yanında da bir hediye.

Lâkin ne okumayı severdi bizim Perîzad, ne de yazmayı;

Tüylü kalemi tutunca o narin eli hemen yorulurdu,

Ve cümle cevaplar -sanki o yazmış gibi- benden sorulurdu.

En çok, bahçedeki çardağı severdi bizim sultan.

İlkyaz gelip de körpe goncalar açıldıkça pembe güllere,

Hele bir de inceden şakıyan bülbüller konarsa dallara,

Sanki Firdevs cennetinden bir köşe olurdu o eski çardak.

Biz taşkın şarkılar söyleyip raks ederken saatlerce,

Ahşap divana uzanırdı Perîzad, elinde gümüş bardak,

Nümayişimizi seyre dalardı, ballı şarabını yudumlayarak.

Mırıldanırdı tatlı tatlı, “Oh, ne güzel hayat…”

Zamanla kızgın güneş meyledip de duvarların ardına,

Huzurlu bir serinlik çökerdi çardağın altına.

Şarabın ve gül kokusunun esaretinde mest olurdu sultanımız,

Bırakırdı kendini uykunun şefkatli kollarına.

O nihayet rüyalara dalıp da geçince kendinden,

Ayakucuna uzanırdık bitkince, biraz dinleniriz diye belki

Sahibini bırakmayan kedi yavrularıydık sanki…

İşte o anlarda hiç uyku tutmazdı beni, sultanı düşünmekten

Bu cahil, bu aptal kız keyfini sürerken varsıl ve özgür bir yaşamın

Heyhat, bütün ömrümü altın bir kafeste tüketecektim ben,

Karın tokluğuna uşaklığını yaparak, ya bir sultanın ya paşanın.

Yaşlarımız belki yakındı onunla fakat

Yazgılarımız Dicle’nin iki kıyısı kadar uzak.

Bu gerçekle yüzleştiğimde canım öyle yanardı ki benim,

Istırapla sıkışırdı sefil ruhum, zihnim, bedenim.

Beni böylesi bir hayata mahkûm eden

Kahrolası bahtıma ilenir dururdum ve bilmem neden,

Her şeyin sorumlusu olarak Perîzad’ı görürdüm.

Tüm benliğimle nefret ederdim ondan,

Ölesiye, öldüresiye nefret ederdim…

***

Ey, hayatımın ışığı oğul!

İşte bu kör nefretti, gözlerimin önüne kapkara bir perde gibi iniveren.

Adalet ve intikam uğruna ruhumu şeytana sattıran.

Körpecik kalbimin kapılarını ardına dek açtırıp

Kötülüğü içeriye buyur ettiren.

Bunun için ne yargıla beni canım oğlum, ne de lanetle,

Sadece dinle; biraz sabır biraz metanetle.

Dinle ki, çaresizliğin tutsaklığına yenik düşen

Şu kederli yüreğimin haykırışlarını işitesin…

Bilir misin ki evlat, o zamanlar Miran Şah’ın sarayı

Dünyanın gördüğü en muhteşem taht odasına sahipti.

Derlerdi ki, “Sadece Kudüs’teki Süleyman Tapınağı

Onunla boy ölçüşebilecek kadar acayipti.”

Bıyıklarının ucu omuzlarına değen,

Beli palalı muhafızların -görevleri gereği-

Nöbet tuttuğu kemerli kapıdan girip de

Şah’ın huzuruna çıkan herkesin

Titrerdi yüreği.

Miran Şah tahtına kurulup öfkeyle okurken o mektupları

– Bizans Kralına, Selçuklu Sultanına, Hicaz Emirine –

İşte ben o muhteşem odadaydım oğlum.

Feracemin ardında gözlerimi yere dikip beklerken sessiz,

“Sadâkatin,” diye gürledi birden Şah,

“Azâdının anahtarı şüphesiz…”

O ikindi vakti gül bahçesindeki çardakta

Eğlenmek istedi yine Perîzad, kayıtsızca uzanıp sedire,

Ballı şarabını kendi ellerimle verdim bardakta

Şarkılarımıza alkış tuttu, rakslarımıza güldü ha bire.

Kadehi boşaldıkça gözbebekleri ufaldı,

Başı yastığa düştü, derin uykuya daldı.

Her şeyden habersiz halayıklar şöyle bir gerindiler,

Hasır minderlere, yastıklara yayılıp serindiler.

Gelip bu kez başucuna çöktüm Perîzad’ın

Gözlerim kapalı idi, zihnim sakin.

Nefesinin yavaşladığını hissettim ilkin,

Sonra büsbütün kesildi, lâkin

Kalkmadım yerden, bekledim lahzaları sayarak tek tek,

Bekledim, ölüm gelip onu iyice sarana dek.

Sonra gözlerimi açıp son kez baktım çehresine,

Teni çiğ damlasına denkti, gözleri zeytin tanesine,

Kadife saçları değiyordu ensesine.

Şaşırdım, inanamadım gördüklerime;

Ay’dan arıydı önümde yatan kız, sudan duru,

Neden fark etmemiştim yüzündeki bu nuru?

Gerçekte tanımamış mıydım yoksa ben onu,

Hiç görmemiş miydim bunca zaman Perîzad Hatunu?

***

Ey soyumun devamı oğul!

Artık hesap verme günüm yaklaştı, biliyorum.

Azrail uzatınca ecel şerbetini bana,

Hiç çekinmeden alıp içeceğim kana kana

– tıpkı Perîzad’ın zehirli şarabı ellerimden içtiği gibi –

Ve amel defterlerim açıldığında dökülecek tek tek,

Tüm günahlarım, nasıl yazdıysa sol omzumdaki melek

– tıpkı Perîzad’ın adıyla o ihanet mektuplarını yazdığım gibi –

Ey evlat! Neden bunları anlattığımı sorarsan eğer,

Diyesin; “Hür doğup hür yaşayayım diye,

Anacığım ne ağır bir bedel ödemiş meğer…”

O ki, bize canı pahasına verdi büyük bir armağan,

Vasiyetimdir oğlum;

Güzeller güzeli Perîzad’ı unutmayasın hiçbir zaman…

En Son Yazılar