“Tarih kokmak” deyiminin gerçek olduğunu Tünel’deki eski hana girince anladı Profesör Murat Ünlütürk. Bu şehirde doğmuş, büyümüş, buralardan belki yüz kere geçmiş, her seferinde hayranlıkla seyretmiş ama içeri girmeyi hiç düşünmemişti. Altmış bir yıllık hayatında böylesine düşünmeden, kayıtsızca es geçtiği o kadar çok yeri vardı ki gizemli kentin. Hoş zaten İstanbul’un böyle tarih kokabilen kaç semti kalmıştı? Üçüncü kat yazıyordu elindeki not kağıdında. Tahmin ettiği gibi asansör çalışmıyordu. Zaten çalışsa da daracık şeye binmeye cesaret edebileceğinden emin değildi. Altı ay öncesine kadar hayli fit sayılırdı ama şimdi nereden bakılsa en az yedi, sekiz kilo almıştı. Her katta durup dinlenerek otuz sekiz numaralı kapıya ulaştığında nefes nefeseydi. Kapıyıçalmadan önce kısa bir mola verdi. Oğuz Mahir Karsan-Özel Dedektif yazıyordu kapıda. Okuyana kadar, yoo kız kardeşi Ceylan bahsedene kadar özel dedektiflik müessesesini sadece polisiye romanlarda olduğunu düşünmüştü. Ahşap, küf, metal ve sigara kokusu iç içe geçmiş, bütün hanı sarmış, tarih kokusuna eşlik ediyordu. Etrafta zil aradı, bulamadı. Kapının tokmağını hafifçe çevirdi, araladı, içeri baktı. Birisini görebilse “pardon” diyecekti ama göremedi. Yerlere yığılmış kitaplar, eski gazeteler, irili ufaklı birkaç koli karşıladı onu girişteki küçük alanda. İçeriden gelen sesi soldaki kapıyı fark edince duydu.
“Buyurun?”
Muhtemelen Oğuz Mahir Karsan’dı. Kafasını bu kez diğer kapıya uzattı.
“Pardon, zil yoktu da…” dedi.
Kendinden en az on yaş küçük, on kilo zayıf ve on santim uzundu karşısındaki adam.
“Hoş geldiniz. Siz Profesör Murat Ünlütürk olmalısınız.”
Bu kez Nefis bir çay kokusu vardı odada. Köşedeki alçak komodinin üzerinde çalışan çay makinasından geliyordu belli ki. El sıkıştılar. Mahir, çevik bir hareketle ince belli bardağa çay doldurup uzattı ve Murat’ın karşısındaki derisi yıpranmış koltuğa geçti.
“Size nasıl yardım edebilirim?”
Dananın kuyruğu üç hafta önce kopmuştu Profesör Murat Ünlütürk için. İstanbul’da özel bir üniversitenin rektörüydü. İhtisasını maden mühendisliği, doktorasını ise iş güvenliği ve sosyoloji üzerine yapmış olmasına rağmen bilime, özellikle de yapay zekanın gelişimine ilgi duymuş, üniversitede rektörlük görevine atandığında mütevelli heyetle görüşüp okulun bu konuya ilgi göstermesini sağlamıştı. Çoktandır yapay zekâ konusunda kıt imkanlarla araştırma yaptıklarını duyduğu iki bilim insanı, Profesör Erdem Tunalı ve yardımcısı Doçent Arif Uysal’a üniversitenin kapılarını ve ekonomik olanaklarını açarak üniversite bünyesinde çalışmalarına önayak olmuştu. Bir süre her şey sorunsuz ilerlemiş, iki bilim insanı yapay zekanın insan beynine entegrasyonu konusunda yaptıkları çalışmanın insanlı deney aşamasına gelmişti. Ama üç hafta önce evine gelen bir telefonla kâbus başlamıştı. Profesör Erdem Tunalı, aracıyla Polonezköy’deki evine giderken direksiyon hakimiyetini kaybetmiş, bir ağaca çarparak ölmüştü. Rektör bu kazanın acısını yaşarken, olaydan sadece altı gün sonra bu kez Doçent Arif Uysal, sekiz katlı bir binanın çatısından atlayarak intihar etmişti. Murat Ünlütürk’e göre bu iki vakadan biri fazlaydı. Normalde paranoyaları olan biri değildi. Aksine ne şekilde gelirse gelsin kadere inanırdı ancak burada kadere müdahale edildiğini düşünüyordu. Aklını ve çevresini kullanarak, yaşanan iki olayın üzerine gitmeye çalıştıysa da her seferinde görünmez bir duvara çarptı. Anlaşılan o ki; birileri bu iki olayın tesadüf olarak kalmasında ısrarcıydı.
***
“Burada çalışıyorlardı,” dedi rektör.
Üniversiteye pek de gönüllü gitmemişti Mahir. Profesörün titri, saygısı ve kişiliğine istinaden “Bir bakalım bari.” diye düşünmüş, iki olayın fazlasıyla doğal göründüğüne, rektörün kuruntu yaptığına inanarak binmişti arabasına. Dev boyutlu kampüs üniversitelerinden biriydi gittikleri. Geniş bir odada karşılıklı iki masa, üzerlerinde dev ekranlı iki bilgisayar, garip formüllerin yazılı olduğu bir beyaz tahta, birkaç çelik dolap ve çoğunluğu yabancı yayınlardan oluşan mini bir raf dizini dışında pek bir şey yoktu.
“Çalışmalarından dolayı mı öldürüldüklerini düşünüyorsunuz?” diye sordu Mahir.
“Günümüz dünyasında teknoloji savaşlarının içerdiği vahşeti bir bilseniz,” diye cevap verdi Murat.
Belli ki kendini cinayetlere inandırabilmek için bu yolu seçmişti.
“Cahilliğime verin…” diye giriş yaptı Mahir, “…tamam, profesörle doçentin öldürüldüklerini düşünüyorsunuz. Peki sonra, yani teknolojik cinayetlerin ardından ne geliyor, cinayeti işleyenler ne yapar yani, bilgi mi çalarlar, amaçları projeyi sonlandırmak mı? Biraz daha aydınlatır mısınız beni?”
Oğuz Mahir Karsan, geçtiğimiz yıla kadar İstanbul Cinayet Büroda başarılı bir cinayetçiydi. Onun kaderi de 22 Mart’ta yön değiştirmişti. Bir şüphelinin evine yapılan baskında midesine yediği bir kurşunla elli iki yaşında malulen emekli olmuş, hayatının en büyük boşluğuna düşmüştü. Halen Emniyet Müdürü olan İhsan Tasasız olmasa belki de o boşlukta kaybolup gidecekti. İhsan Müdür önce eğitmen kadrosuna aldı Mahir’i, ardından da bir dedektiflik bürosu kurmaya teşvik etti. Bir yandan genç meslektaşlarını eğitirken diğer yandan faili meçhul dosyalara bakıp bir nevi danışmanlık yaparak hayata döndü.
“Kahvemiz güzeldir,” dedi Rektör.
Oldukça tertipli bir kafeteryada oturuyorlardı. Diğer masalarda tek tük öğrenciler vardı. Mahir’in kahveyle ilgili yorumunu beklemeden devam etti;
“Bilim insanlarımızın yaptıkları çalışma dünyada çığır açacak cinstendi. Ne kadar ilgileniyorsunuz bilemem ama yapay zekâ dünyanın geleceği. Birçok teknoloji şirketi bu konuya milyonlarca dolar kaynak ayırıyor. Düşünün, para verip senelerce sonuç almayı beklemek mi, yoksa neredeyse sonuca yaklaşmış bir projeyi ele geçirmek mi, hangisi cazip?”
“İyi de…” diyerek şaşkınlıkla sordu Mahir, “…ya etik?”
Güldü Rektör.
“Etik mi?” dedi, “Fazla iyi niyetlisiniz dedektif. Dünyaya bir bakın Allah aşkına. Etik falan palavra. Artık sadece iki taraf kaldı. Üretmek için çalışanlar ve üretilene kısa yoldan sahip olanlar.”
Haklıydı Profesör. Son dönemde kendisi de dünyanın iyice çığırından çıktığına inananlardandı.
“Peki,” dedi, “sizi cinayet düşüncesine yönlendiren ne, ne oldu yani?”
“Baskından sonra uyandım bazı şeylere.”
“Baskın mı?” diye sordu Mahir şaşırarak, “Ne baskını?”
“Polis,” dedi Rektör, “Arif beyin intiharının ertesi günü geldiler. Sözde intiharı soruşturuyorlarmış. Az önce baktığımız odayı allak bullak ettiler. Çalışma kağıtları, notlar, raporlar, ne varsa topladılar, hard diskleri kopyaladılar. Sanırsınız kaçakçı ofisi. Birine kaza, diğerine intihar deyip kestirip attınız, peki ya bu muamele neden değil mi ama?”
“Arama emri var mıydı?” diye sordu Mahir, meraklanmıştı. Rektörün söylediğine göre hem sorularına yanıt alamamış hem de gereksiz bir aramaya tâbi tutulmuşlardı.
“Vardı,” diyerek cebinden dörde katlanmış bir kâğıt çıkarttı Rektör.
“Sebebinin araştırılması maksadıyla arama ve delil toplanması” yazmaktaydı arama emrinde.
“Peki evrakları geri istediniz mi?”
“Soruşturma devam ediyor, kopyalayamadık falan filan dediler. Geçiştiriyorlar yani.”
Mahir’in kafası karışmıştı. Rektör WC’ye doğru hareketlendiğinde sabahtan beri bir şey yememiş olduğunu hatırlayıp vitrininde karışık sandviçlerin durduğu bankoya yürüdü. Peynirli ve zeytin ezmeli üç sandviç bu saatte iyi giderdi.
“Siz polis misiniz?” diye sordu tabağını hazırlayan genç adam.
“Sayılır,” dedi Mahir.
“Erdem hocayla, Arif hoca için mi buradasınız?”
“Evet, tanıyor muydun?”
Genç etrafı kolaçan etti, belki de rektörün gelip gelmediğini kontrol ediyordu.
“Kazadan dört, beş gün önce Erdem hoca bir telefon görüşmesi yaptı, çok sinirliydi.”
“Nasıl bir görüşme bu?”
“kahvesini hep ben yaparım. Onu ilk defa öyle gördüm, suratı kıpkırmızıydı, ‘Ben yediğim kaba sıçmam, defol git!’ diye bağırıp telefonu kapattı.”
“Dört, beş gün önce dedin değil mi, yani 2 Ekim mi, 3 Ekim mi?
“Bilmiyorum, herhalde, pazartesiydi, pazartesi kafeteryanın dağıtım günüdür, fırın, meşrubat, ıvır zıvır. Doğru, cuma sabahı da“kaza yapmış, ölmüş,” dediler.
Telefonunun takvimine baktı Mahir. Gerçekten de 2 Ekim pazartesiydi. Erdem Tunalı 5 Ekim akşamı kaza yapmış, Arif Uysal da 11 Ekim’de intihar etmişti.
“Polise anlattın mı bunu?”
“Polis mi, kimse sormadı ki, kime anlatayım?”
“Adın neydi senin?”
“Emir, Emir Yüksekova.”
Masasına döndü Mahir. Sandviçinden ilk ısırığını alırken kendine kızmayı ihmal etmedi. Bilimsel hem de çok önemli bir araştırmanın içinde olan iki bilim insanı birkaç gün arayla ölmüş ya da öldürülmüş ama onun haberi bile olmamıştı. Sosyal medyada her sabah her türlü haberi okurdu oysa. Ya atlamıştı ya da birileri duyulmasını istememiş, haberi engellemişti.
***
“Müdürüm toplantı yapıyor, bitince haber vereyim,” dedi genç komiser yardımcısı.
Vatan Emniyetin en sakin katıydı burası. İki kanatlı, üzerinde “İhsan Tasasız-Emniyet Müdürü” tabelası bulunan dev kapının hemen karşısındaki bekleme koltuğuna yerleşti Mahir. Neredeyse bütün gece uyumamıştı. Rektörden kısa bir araştırma için izin istemiş, üniversiteden doğruca ofise geçmişti. Bu ofis onun rahatlama alanıydı. Cinayet büroya veda etmesine sebep olan o rezil vurulma olayından sonra sekiz hafta hastanede ölüm kalım savaşı verince eşi Suna iyice üzerine titrer olmuştu. İhsan Müdür’ün bir arkadaşına aitti Tünel’deki küçücük mekân. Suna iyiydi, hassastı, sevgi doluydu ama hayatı katillerin arasında geçmiş, başına buyruk bir komiser emeklisi için bu kadar ilgi fazlaydı. Günlerini, hatta bazen, dün gece olduğu gibi gecelerini de burada geçirir olmuştu. Google’da Profesör ve Doçent için pek fazla haber yoktu. Kayda değer tek bilgi Profesör Erdem Tunalı’nın iki yıl önce Lozan’da aldığı Bilim Hizmet Ödülü’ydü. Uzun bir aramadan sonra kazaya dair alakasız bir sitede birkaç satır habere rastlamış, onda da detay görmek şöyle dursun, Profesör’ün soyadı bile yanlış yazılmıştı.
“İyi mi sağlığın?” diye sordu İhsan Tasasız. Asık suratlıydı, korkutucuydu ama kalbi temiz adamdı.
“İyiyim ağabey,” diye cevap verdi Mahir.
Çekmecesinden iki dosya çıkartıp uzattı İhsan.
“Bunları hallediver,” dedi.
Faili meçhulleri Mahir’in desteğiyle çözüyor, bu sayede de Mahir’e iş çıkartıyordu. Dosyaları alırken Mahir,
“Başka bir şey daha var,” diye mahcup fısıldadı.
“Neymiş?”
Özetledi dedektif. Rektörün adını vermeden durumu anlattı. Tüm konuşmayı sessizce, masasının üzerindeki sümenin kenarını didikleyerek dinledi İhsan.
“Bitti mi?” diye sordu kısa sessizliğin ardından.
“İzin verirsen…”
“Vermem.”
“Anlamadım.”
“Anladın.”
“Vermez misin, veremez misin?”
“Mahir!” diye yükseldi sesi müdürün ve sonra eski haline döndü.
“Başka bir şey var mı?”
“Anladım,” dedi kalktı Mahir.
Bu tarz bir konuşma aralarında ilk kez yaşanıyordu ama ikisinin yaşamaması, daha önce yaşanmadığı anlamına gelmiyordu. Rektör’ün bahsettiği duvarın ta kendisiydi karşılaştığı. Belli ki konuşulmaması gerekiyordu ve belli ki Profesör Murat Ünlütürk paranoya yapmıyordu. Aklına Suna’nın hastanede kurduğu cümle geldi; “Yasak, arzu doğurur.”
***
“Niye burada buluştuk?” derken meraklı gözlerle Mahir’e bakıyordu genç polis. Bu dakikadan sonra Emniyette kendisine ekmek yoktu. Muhtemelen Gayrettepe bile tembihliydi. Cinayete yakın ama polis tayfasının takılmadığı bir kafeteryada buluştu Turgay’la. Cinayete katılalı en fazla iki yıl olmuştu genç komiser yardımcısının. Sadece birkaç ay çalışmışlardı ama Turgay, Mahir ağabeyini idolü olarak benimsemişti. Soru karşısında Müdür’e yaptığı gibi kısa bir özet geçti ve polisin Rektör’e, Müdür’ün de kendisine açıklama yapmaktan kaçındıklarını anlattı Mahir.
“İnanın ben de duymadım komiserim,” diye şaşkınlığını belirtti Turgay, “Dediğiniz gibi bizden bile sakladıklarına göre var bir sıkıntı.”
“Vakayı alıp almayacağıma senin yardımınla karar vereceğim,” dedi Mahir, “Ama önce, Profesör Erdem Tunalı’nın kaza yerinde ve Doçent Arif Uysal’ın intihar ettiği terasta inceleme yapan ekibin raporlarına ulaşmam lazım”
“Eğer gizli tutulduysa raporları da değiştirmişlerdir.”
“Rapor değişse de görülenler unutulmaz, inceleme yapan ekibin başında kim varmış, öğrenebilir misin bana?”
“Ondan kolayı yok komiserim. Ben öğrenirim öğrenmesine ama konuşurlar mı onu bilemem.”
“Suçlu ürkektir Turgay. Konuşmazlarsa zaten bir şeyler döndüğünü anlarız. Vicdanı rahat olanın korkusu olmaz.”
“Gittiniz ama hala sizden öğreneceklerim bitmemiş be komiserim.”
“Dua et benden öğreniyorsun. Hayat benim kadar iyi davranmaz insana. Bak bana. Acılı Adana’yı özledim oğlum,” derken yüzünde acı bir tebessüm belirdi Mahir’in.
Özlemişti gerçekten. Acılı kebap, turşu hatta bol rakı. Midesini delen kurşunun açtığı yara zaman zaman kendini hatırlatıyor, ‘yediğine içtiğine dikkat et,’ diyordu.
***
Akşam üzerine kadar evde olmayı tercih etti Mahir. İki gündür Suna’yı da Ezgi’yi de ihmal etmişti. Gerçi Ezgi için ihmal edilmek problem değildi. Psikoloji okuyordu biricik kızı. Kurşun midesini deldiğinde en çok Ezgi’yi babasız bırakacağı için üzülmüştü. Pek görüşemeseler de kahramanıydı kızının. Öyle ki, polis olmasını zorlukla engellemişti Mahir. Suna’nın evde bir polise daha hiç tahammül edemeyeceğini, evi terk edip gideceğini düşünmüştü. Turgay’ın telefonu, Suna’nın hazırladığı peynirli böreği iştahla yerken geldi. Tahmin ettikleri gibi olay yeri raporunda kayda değer hiçbir nokta yoktu. Kaza kaza, intihar da intihardı. İki olayın başındaki komiser de aynıydı. Turgay bununla yetinmemiş, daha da ileri gitmişti.
“Size başka bir kıyak komiserim,” diye başladı anlatmaya, “Profesör’ün aracını buldum. Bizim Kağıthane’deki otoparka çekmişler. Araştırdım, hala orada. Akşam Erdinç nöbetçi. Hatırlarsınız babası cinayetin orada büfeciydi, sosisli yerdik. Dokuz gibi bizi bekliyor. ‘Komiserime canım feda,’ dedi.”
İşte bu güzel haberdi. Ne arayacağını bilmiyordu ama içinden bir ses ilginç şeyler bulabileceğini fısıldıyordu.
Dokuza on kala otopark girişinde Turgay’la buluştu Mahir. Erdinç’in yeni demleyip adeta zorla içirdiği ikişer bardak çaydan sonra otoparkın üzeri kapalı dip bölümünde siyah cipi buldular. Aracın ön tarafı neredeyse yok olmuştu. O yolu iyi biliyordu dedektif. Dar ve virajlarla dolu Polonezköy yolunda bir aracın bu denli hasar görebilmesi için kullananın ya aşırı alkollü -ki profesör alkol kullanmıyordu- ya da birilerinden kaçıyor olması gerekirdi. Oysa Turgay’ın bir kopyasını getirdiği olay yeri raporunda ne kaçıştan ne de aracın muhtemel hızından bahsedilmiyordu. Turgay, “Komiserim!” diye seslenince düşüncelerinden sıyrıldı. Genç komiser yardımcısı şoför mahallini işaret ediyordu. Önce anlamadı Mahir.
“Hava yastıkları,” dedi Turgay.
Aracın sürücü ve yolcu tarafındaki hava yastıkları açılmamıştı. Arka bölümde her iki taraftaki yastıklar açık olduğuna göre muhtemelen ön taraftakilere müdahale edilmişti. Tabii raporda bu da yoktu, sadece hava yastıklarının durumu bile başlı başına bir cinayet göstergesiydi. O sırada kaportanın sürücü tarafındaki bölümü dikkatini çekti Mahir’in. Üçü de telefon fenerlerinin ışığında daha dikkatli baktılar. Ön ve arka kapıda derin tampon izleri vardı. Hatta bazı bölgeler içe göçmüştü. Sadece kovalama değil sıkıştırma ve çarpma da söz konusuydu. Bu kısacık araştırmada bile, Profesör Erdem Tunalı’nın aracının önce kovalandığı, hızlanmasının sağlandığı, ardından sıkıştırılarak yol dışına itildiği, ölümü garantiye almak için de hava yastıklarının mekanizmalarının önceden bozulduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Muhtemelen aracın, vârislere teslim edilmeme nedeni de bunca delilin varlığıydı. Bu işlerden hiç anlamayan dikkatli biri bile vakanın kaza değil cinayet olduğuna kolaylıkla kanaat getirebilirdi. Mahir kararını vermişti. Profesör Murat Ünlütürk’e işi kabul ettiğini ve onunla aynı fikirde olduğunu söyleyecekti. Anlaşılan bu cinayetin birden fazla faili vardı. Birincisi katil ve onu yönlendirenler, ikincisiyse maalesef bu olayı örtbas etmeye çalışan Emniyet.
***
“Hoş geldiniz, buyurun,” diyerek Mahir’i içeri aldı genç kadın.
Muhtemelen otuzlu yaşların başındaydı. Telefonda konuştukları için ikisi de birbirlerinin kim olduğunu biliyordu. Şule Fersah, Profesör Erdem Tunalı’nın kızıydı. İzmir’de yaşıyordu. Babasının ölümünden beri kocasını ve oğlunu bırakmış, annesine destek olmaya çalışıyordu. “Gelmem, Erdem gelirse beni bulamaz, üzülür.” demişti annesi. Bir türlü ikna edememişlerdi İzmir’e, yanlarına gelmeye. Dayanıklı kadındı Şule’ye göre ama demek ki herkesin bir dayanma sınırıvardı. Nermin Tunalı da bu noktada şalterleri indirmiş, onlara göre ‘kötü kaza’nın bir gün öncesinden öteye gitmeyi reddetmişti. Şimdi de habire uyuyor, gerçek hayata dönmeyi kabullenmiyordu.
“Sorgulamadık bile,” dedi Şule, “zaten babamın ölümü, annemin hali derken nasıl olduğunun ne önemi vardı ki?”
“Polis ne dedi?” diye sordu Mahir.
“Saçmaladı,” diye cevap verdi Şule, “morgdan yeni çıkmıştık, ‘babanızın alkol problemi var mıydı?’ diye sorulunca farkında bile olmadan küfür etmişim. İsmet, yani kocam zor tuttu. İki gün sonra da buraya gelip özür dilediler. Yok efendim alkollü değilmiş, fren tutmamış da.”
“Aracı niye vermediler?”
“Kimin umurunda araç? Vermesinler de zaten. Biz evdeki hatıralarla baş edemiyoruz araçla nasıl edelim?”
“Babanızın araştırmalarından haberiniz var mıydı?”
“Siz bütün bunları niye soruyorsunuz?” diye kaşlarını çattı Şule.
Belli ki onun da ruh hali perişandı. İçinde yaşadığı gel-gitle baş etmeye çalışıyordu. Bu durumdaki birine “Babanız kaza geçirmedi, aslında cinayete kurban gitti” denmezdi.
“Benimki merak işte!” dedi Mahir, “Araştırmalarıyla ilgili bazı notları eksikmiş, üniversite beni görevlendirdi. Acaba evinde tuttuğu birtakım belgeler, notlar var mıdır?”
Birlikte çatı katına çıktılar. Aralık kapı açılınca eşya ve kolilerle neredeyse tıka basa dolu bir oda göründü. Şule zorlukla içeri girip küçük bir koli çıkarttı.
“Sanırım burada bir şeyler bulabilirsiniz. Çalışma odası yapmak istiyordu burayı. Sonra, nedense birdenbire vaz geçmiş. “Zaten başımda bin türlü dert var, şimdi seni de zor durumda bırakmayayım,” demiş anneme.
“Ne gibi dertlermiş bunlar?”
“Sormaz annem. Meraklı değildir. ‘Sen bilirsin,’ deyip üzerinde durmamıştır.”
“Ne zaman olmuş bu konuşma?”
“Yılbaşından önce olsa gerek. Çam ağacını arıyorlarmış.”
“Bunlar bir süre bende kalabilir mi, kopyalarını alıp iade ederim.” dedi Mahir, elindeki koliyi göstererek.
“İadeye gerek yok,” diye cevap verdi Şule, “artık bizim işimize yaramaz.”
Polonezköy’de, orman içinde sekiz villalı siteden çıkarken insanların çaresizliğini ve umursamazlığını düşündü Mahir. “Olan olmuş, ölen ölmüş,” demeye getirmişti Şule. Bu kaderci anlayış inanılır gibi değildi. Yas tutmak, sorgulamaktan daha mühimdi sanki. Giden gittikten sonra ha kaza ha cinayet fark etmiyordu. O zaman cinayetçiler neden uğraşıyordu ki canla başla? Aklına Yahya Kemal’in Sessiz Gemi şiiri geldi,
“Biçare gönüller, ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.”
***
“Mahir Karsan!” diye küçük bir çığlık atıp boynuna sarıldı kadın.
“Nil?” dedi Mahir. Şaşırmıştı. Beklemiyordu.
Polonezköy’den çıktıktan sonra Doçent Arif Uysal’ın eşi Nil Uysal’la buluşmasına daha bir süre vardı. Direksiyonu Sıraselviler’e kırmıştı. Arif’in intihar ettiği söylenen yere bakmak istiyordu. Çerçöp dolu çatı, sekiz katlı bir binanın üzerindeydi. Hemen altında henüz temizlik yapılan bir bar vardı. Bir gün önce yağan şiddetli yağmur zemini pırıl pırıl etmişti. Aşağıda dar bir sokak vardı. Bir tarafı kopuk, rüzgârda savrulan “0lay yeri şeridi” sayesinde buldu maktulün atladığı söylenen yeri. “Bir insan, intihar etmek için Ulus’daki evinden çıkıp buraya niye gelirdi?” Anlık bir dürtü değil miydi intihar? Tıpkı cinnet geçirip birini öldürmek gibi olmaz mıydı? Hayatı boyunca köprüden atlamaya kalkışan insanların samimiyetine inanmamıştı. Zaten büyük çoğunluğu da intihar etmekten vaz geçiyorlardı. Alt kata inmiş, temizlik yapan komiye Arif Uysal’ın fotoğrafını göstermişti.
“Tanımıyorum abi,” demişti genç komi, “ama bardaki arkadaşlar belki bilir, onlar da 4’den önce gelmezler.”
Gazeteciydi Nil Uysal. Bilindik bir uyuşturucu kaçakçısının öldürülmesi nedeniyle tanışmışlardı. Mahir katil ya da katilleri, Nil ise cinayetin perde arkasındaki organizasyonu araştırıyordu. Gazeteciliği bitirdikten bir süre sonra “Araştırmacı Gazetecilik” eğitimini başarıyla tamamlamış, kendini suç şebekelerinin derinliklerine atmıştı genç kadın. Mahir kırk beş, o henüz yirmi sekiz yaşındaydı. Bir süre birlikte çalışmışlardı. Aralarında minik de olsa bir elektriklenme başlayınca Mahir uzaklaşmıştı. Suna’yı seviyordu. Daha sonra Nil’in evlendiğini duymuş, bir daha da ilgilenmemişti.
“Dört yıl oldu,” dedi Nil.
Kolilerle dolu bir salonda, ikili kanepelere oturmuş karşılıklı kahve içiyorlardı.
“Durağan, kendi halinde, sessiz bir adamdı Arif. Hiç benim mizacıma uygun değildi. Belki de sana inat evlendim, ne dersin?” deyip kahkahayı patlattı.
Bostancı’da, annesiyle babasının evine taşınmak üzereydi.
“Gazeteci maaşıyla buranın kirasını ödemek mümkün değil.” dedi.
Kafası karmakarışıktı Mahir’in. Beyninde, normalde maktullerin öldürülme sebeplerinin olması gereken yerde Nil’le yaşadıkları cirit atıyordu. Bir türlü aklını veremiyordu konuşmalara.
“İntihar etmesi için bir sebep var mıydı?” diye güçlükle sordu.
Nil’in yüzündeki keyifli ifade hüzne dönüştü.
“Şu benim salak işlerim,” dedi, “durup dururken zengin olan tosuncukları kovalıyordum. Halbuki yapay zekâ araştırması çok dikkatimi çekmişti. Bir aydır uzaktım yaptıklarına. Ama düşününce… Niye aldık biz o zaman Kaz Dağları’ndaki köy evini? Güya para biriktirip restore edecektik. Bunu düşünen adam intihar eder mi?”
“Merak etmedin mi peki? Ne oldu, nasıl geldi bu duruma?”
“Deli gibi hem de. Bostancı’ya geçer geçmez kendi araştırmamı yapacağım tabii. Öyle bırakacağımı düşünmüyorsun herhalde.”
Kısa bir süre sustu Mahir. Birlikte çalışmalarının iyi olup olamayacağını tarttı kafasında. Polis kapısı muhtemelen ona kapanmıştı ama Nil’in hatırlı tanıdıkları ve haber kaynakları olabilirdi. Ardından Erdem Tunalı’nın aracıyla ilgili bulgularını, rektörün söylediklerini, Emniyet Müdürünün tavrını ve kafeteryadaki gencin ifadesini anlattı. Artan bir şaşkınlıkla dinledi Nil.
“Sence?” diye sordu tek kelimeyle.
“Bence her ikisi de cinayet,” diye cevap verdi Mahir.
***
“Bizimkisi bembeyaz karın içindeki kızıl bir kardelendi,” yazıyordu şerit biçimli not kağıdında. “Korkma ömrümüz kısa,” demek istiyordu belli ki ama karın ömrü de bahara kadardı en fazla. Altı yıl önce Nil’den Mahir’e son mesajdı bu kağıt. Eve gidememişti Mahir. Heyecanlanınca yüzü kızarır, sol gözü istemsizce seğirirdi. Adamın detaycı bir karısı varsa ruh halini saklamak mümkün olmazdı. İyisi mi yalnız kalmalı, kardelenin içinde meydana getirdiği değişimi kazasız belasız atlatmalıydı. Profesör Erdem Tunalı’nın kolisini iki kez taramış, kayda değer bir şey bulmamıştı. Sabaha karşı 02:21’de çaldı cep telefonu. “Nil” yazıyordu ekranda. Hayır uyumamıştı. Uyumadığını itiraf etmek nispeten daha kolaydı. Onu düşündüğü için uyuyamadığını söyleyemedi. Ciddiydi Nil’in sesi. Belli ki söyleyecekleri şen kahkaha atmasına engeldi.
“Uğur Benli,” dedi önce.
“Bilmem gerekiyor mu?” diye sordu Mahir.
“Avukat,” dedi Nil, “Şu kafeteryadaki çocuğun söylediği telefon görüşmesi. Profesörü o gün o saatte arayan kişi.”
“Avukat mı?” diye şaşkın tepki gösterdi Mahir.
“O yüzden bu saatte aradım. Adamın en önemli müvekkili Turgut Çapanoğlu. Muhtemelen duymadın. PharmaÇa adlı bir şirketin sahibi. İlaç ve tıbbi malzeme ithal ediyorlar.”
Durdu Mahir. Aradaki bağlantıyı kurmaya çalıştı bir süre.
“Nerede buluruz bu herifi?” diye sordu.
“Bendeki bilgileri ve adresi yolluyorum. Sen kurcala, sabah kamyon gelecek, ben birkaç gün ortalarda olmayacağım, ihtiyacın olursa ararsın.”
Bu tavrı çok iyi hatırlıyordu Mahir. Duruma göre anında şekil değiştirirdi Nil. Bukalemun gibiydi. Bilgisayar başında başka, dosya okurken başka, yemekte bambaşka biri oluverirdi. Ona ilgi duyan insan, hani şu reklam spotunda söylendiği gibi, kızgın kumlardan serin sulara atlayabilmeliydi.
***
Şişli’de dev bir iş merkezinin 25. katındaydı Benli Avukatlık Bürosu. Asansörden inince hemen sol taraftaki camdan, İstanbul’un kötü yapılaşması açık seçik görülüyordu.
“Uğur Bey’in özel asistanıyım,” diyen genç, çıtı pıtı bir kız çocuğu karşıladı Mahir’i. Sağlı sollu camekanlı ofislerde hummalı bir çalışma göze çarpıyordu. Sağda, ortadaki bölmenin camında PharmaÇa logosu dikkatini çekti. Nil’in bahsettiği firmaydı bu. “Avukatla konuştuktan sonra bunları da araştırmak lazım,” diye düşündü. Modern döşenmiş alanı geçip geniş bir koridordan farklı bir bölüme ulaştılar. Çift kanatlı ahşap kapının üzerinde ‘Uğur Benli’ yazıyordu.
“Kim dediniz?” diye sordu Uğur Benli.
Beyaz top sakallı, beyaz, uzun, at kuyruğu yapılmış saçı, insana tepeden bakan tavrıyla sinir bozucu bir adamdı. En çok da konuşurken bir yandan telefonunu kurcalamasını sevmedi Mahir.
“Erdem Tunalı dedim beyefendi, Profesör Erdem Tunalı,” diye tekrarladı.
Vakit kazanmak için tekrarlattığına emindi.
“Tanıyamadım. Ne maksatla soruyorsunuz acaba?”
Sinir bozma savaşı diyorlardı bunun adına. Kendini zeki zanneden üst tabakadan şüphelilerin sık başvurduğu bir yöntemdi. Sakin kaldı Mahir.
“2 Ekim Pazartesi, saat 15:18’de, bir dakika otuz beş saniyelik gergin bir görüşme yapmışsınız kendisiyle.”
Yüzü düşünceli bir hal aldı avukatın ama yılmadan oyuna devam etti.
“Bizler avukat olarak her gün onlarca görüşme yaparız, mesleğimiz icabı bunların en az yarısı gergindir. Bana birkaç gün verirseniz gereken araştırmayı yapar size mail vasıtasıyla bilgi veririm. Şimdi merak ettiğiniz başka bir husus yoksa çok yoğunum. Sizi yolcu…”
“Var!” dedi birdenbire Mahir.
İrkildi avukat.
“Profesör, yaptığınız teklifi hiç de kibar olmayan bir şekilde reddetti ve suratınıza telefon kapattı. Üniversite için yürüttüğü yapay zekâ araştırmasıyla ilgili teklif vermenizi kim istedi?”
Suratı iyiden iyiye buruştu Uğur Benli’nin. Sinir bozma oyununu o başlatmış ama ilk siniri bozulan yine kendisi olmuştu.
“Adınız ne demiştiniz?” diye aşağılayan bir tavırla sordu.
“Önünüzdeki kâğıtta yazıyor,” diye sakin cevap verdi Mahir.
Bakar gibi yaptı ama zaten biliyordu avukat.
“Mahir Karsan…” diye başladı, “…ne söylediğinizi anlamıyorum. Anladığım tek şey resmi bir sıfatınızın olmadığı. Sizi, ‘bir avukat müvekkil görüşmesi,’ dedikleri için kabul ettim. Polis ya da yetkili biri olmadığınız belli yoksa buraya gelip saçma sapan ithamlarda bulunmazdınız. Şimdi derhal gitmenizi rica ediyorum.”
Gülümsedi Mahir.
“Çok güzel bir laftır,vicdanı olanın korkusu olmaz. İyi günler avukat.”
Döndü, kapıya yürüdü. Uğur Benli’nin arkasından sinirle baktığına emindi. Zaten cevap almayı beklemiyordu gelirken. Çok kez yaptığı gibi arı kovanına çomak sokmak istemişti. “Herkesi susturamazsınız,”demekti amacı ama, kovanlarına çomak sokulan arıların kendi cephesinden olacağını hesaba katmamıştı.
***
“Neredesin?” diye sordu sinirli ses.
Telefon ekranında “Müdür” yazıyordu.
“Cumhuriyet,” diye cevap verdi.
Müzeyyen Senar eşliğinde rakı çekmişti canı. Suna’yla Ezgi, Feride Sultan’a gitmişlerdi. Birkaç gündür, üçer ayda bir nükseden “öleceğim galiba” seansları başlamıştı kayınvalidesinin. Başkalarına karşı şen şakrak, onlara ve kocası Haluk Bey’e karşı uçurumun kenarındaydı her zaman. Yine karsız ama kar havası kaplamıştı İstanbul’u. Sanki bir musluk vardı gökyüzünde, kapalı kalmıştı ama kimse fark etmiyordu. Biri açsa, İstanbul da, onlar da rahat edeceklerdi. Asabi tavırlarla yaklaştı, paltosunu, atkısını bekleyen garsona rağmen sandalyesinin arkasına astı, “Bir sade soda ver bana oğlum,” diyerek garsonu yolladı ve oturdu İhsan Tasasız. Meyhaneye değil girmek kapısından bile geçmezdi normal zamanda ama üşümüştü besbelli. Tiksinen gözlerle etrafına baktı, garsonun getirdiği sodadan boğazı yanana kadar koca bir yudum içti ve gözlerini Mahir’e dikip bir yılan gibi tısladı.
“Sen bu işi çocuk oyuncağı zannediyorsun galiba.”
Sustu Mahir. Avukat yememiş içmemiş sahiplerine haber uçurmuştu belli ki.
“Bak koçum beni iyi dinle, bunun adı sıradan bir teknoloji savaşı değil, perde arkasında, yer altında, gözün göremeyeceği derinliklerde yaşanan, kanlı bir 3. Dünya Savaşı bu. Ne seni ne beni ne de en tepedekileri dinlemez. Bizi öyle aşar ki, yükselip kafamıza düştüğünde etlerimizi yerden kazımak için aylarca uğraşırlar. Kendini bir bok sanma, otur oturduğun yerde. Çayını yap, bu zıkkımı iç, verdiğim sikindirik faili meçhul dosyalarını çöz, en mühimi de yaşa. Ölmen beni üzer ama onların sikinde olmaz inan bana.”
Aniden kalktı, sodasının son yudumunu dikti, paltosunu ve atkısını kapıya yürürken giydi ve geldiği gibi çıktı Emniyet Müdürü İhsan Tasasız.
***
“Abi!” dedi genç güvenlikçi.
Aslında güvenlikçi falan değildi. 6. kattaki terzi Mahmut’un akrabasıydı. Handa gece bekçisi gibi kullanıyor, maaşını ortak veriyorlardı. Suratı allak bullaktı.
“Ne oldu Kerem?” diye sordu Mahir.
“Sana üç kişi geldi.”
“Üç kişi mi, neredeler?”
“İki saat oluyor abi. Seni sordular, ‘Çıktı,’ dedim. Yukarı çıkmaya kalktılar. Biri kafama tabanca dayadı, ikisi çıktı. Yarım saat sonra inip gittiler.”
***
“Yılanı uyandırdın,” dedi Nil.
Sabah ilk iş Nil’i aramış, Bostancı’da, annesiyle babasının evine yakın bir pastanede buluşmuşlardı.
“Korktun mu sen?” diye takıldı.
Daha çok endişeydi Mahir’in içindeki. Gece yarısı handaki odasına girdiğinden beri midesi cayır cayır yanıyordu. Vurulma olayından sonra sık yaşadığı bir durumdu. “Bu yara kolay iyileşmez,” diyen doktorun verdiği haptan kaç tane yuttuğunu hatırlamıyordu.
“Ne almışlar?” diye sordu Nil.
“Bir defterim vardı…” dedi Mahir, “…olaylarla ilgili not tutardım, o gitmiş ama vahim olan, sanki özellikle darmadağın etmişler odayı.”
“Gözdağı veriyorlar.”
“Bok yemişler.”
“İnatçısındır bilirim ama biz öğreneceğimizi öğrendik. Hem söyler misin, katili bulsak kime gideceğiz? Seni tehdit eden, bizzat Emniyet Müdürü’nün kendisi. Üstelik artık biliyoruz ki bunlarda acıma denen insani duygudan eser yok.”
“Ben değil de sen korktun galiba.”
“Senin için endişeleniyorum desem inanacak mısın?”
“Beni bu kokuşmuşluk mahvediyor Nil. Kime güveneceğiz biz? Sen mesela, yıllardır tehlikenin göbeğinde çalışıyorsun, sen bile bırakmamı istiyorsun.”
“Ağır ol şampiyon, bırak demedim. Anlatmak istediğim tam da bu. Dünya ne hale geldi baksana. Güçlü olan kendi oyununu oynuyor, sindiriyor, öldürüyor. Biz, senin gibilere “ortada kalmışlar” diyoruz. Sadece bu ülkede her yıl kaç ortada kalmış ölüyor biliyor musun?”
“Bilsinler ki, dediğin o orta boş değil. Asıl felaket, ayaklarına dolaşan kimse kalmayınca gelecek. Ben kendi adıma ortada olmaktan memnunum. Bu işin peşini bırakmaya da hiç niyetim yok. Buraya ağlamaya değil çözüm bulmaya geldim. Bana yardım et.”
***
“Dur!” dedi Mahir, “Azıcık geri sar, hah burası, bu adam, yüzü belli, biraz daha büyüt, hah! Bu adamı istiyorum Turgay.”
Evdelerdi. Sabah Nil’le konuşurken aynı anda aynı soruyu sormuşlardı birbirlerine; güvenlik kamera görüntüleri nerede? Polis, olayın üzerini hızlıca kapattığına göre, doğal olarak Polonezköy yolundaki herhangi bir mekâna ait kamera görüntüsü araştırılmamıştı. Pastaneden çıkar çıkmaz yola koyulmuş, kazanın olduğu yerden yaklaşık bir kilometre gerideki ahşap restoranı görmüştü Mahir. Tombul, tatlı bir adamdı sahibi. Profesörü hemen hatırlamış, haberinin olmadığı vefattan fazlasıyla acı duymuştu. “Sık gelirdi eşiyle beraber,” demiş, öndeki yolu ve restoran girişini gören kamera görüntülerini vermekte hiç zorluk çıkarmamıştı. Flash-disk kendi evinde, Turgay’ın beraberinde getirdiği bilgisayarda takılıydı. Genç polis en ufak bir soru dahi sormadan yardımına gelmişti idolünün. Kısa bir süre düşünüp cevapladı,
“Bir yolunu bulacağım komiserim ama anlattıklarınız, sizin için endişelenmeli miyim?”
“Neye yarar Turgay’cığım?” diye babacan bir tavırla cevap verdi Mahir, “Benden önce bu düzen için endişelensen daha iyi olmaz mı?”
Kafası karışmıştı Turgay’ın. Ne menem bir sistemin içinde debelendiğini çözmeye çalışıyordu besbelli.
“Haklısınız,ben en iyisi vakit kaybetmeden yola koyulayım.”
“Sessiz,” dedi Mahir, “Lütfen gizliliğe önem ver, yaptığın duyulursa mesleğinin sonu olabilir, herkese güvenme olur mu?”
“Anladım.” dedi, kalktı Turgay.
Anlamadığı ama anlamaya çalıştığı o kadar açıktı ki. Bir an tereddütte kaldı Mahir. Turgay’ı riske atmak ne kadar doğruydu bilemedi. İnadı, birilerinin başına pekâlâ da iş açabilirdi. Kendisi dışında birileriyse Nil ve Turgay’dı. “İki ucu boklu değnek” özdeyişinin tam olarak karşılığı bu olsa gerekti.
***
“Durmuş Görgeç,” dedi koltukta oturan, kara mı kara, zayıf mı zayıf adam.
Tam Turgay ve Nil’i peşpeşe aramaya karar verdiğinde gelmişti Turgay’ın telefonu. Uyuyamadığı, çok düşündüğü ve verdiği kararı uygulamak için sabahı zor ettiği gecelerden biriydi. Turgay aramasaydı o arayacak ve “Burada bırakalım,” diyecekti.
Turgay “Şöförü buldum,” deyince vaz geçti kararını açıklamaktan.
Küçükçekmece’de daha çok eğreti binaların olduğu bir sokaktaydı adamın evi. Hiç nazlanmamış, hatta anlatmaya hazır karşılamıştı Mahir’i.
“Bitirdiler beni,” diye başladı söze, “Şoför olarak çalışıyordum şirkette.
“Hangi şirket bu?”
“PharmaÇa. Olaydan sonra buraya getirdiler bizi. Bu evi de onlar tuttu. Bir hafta öncesine kadar ne benim ne de ailemin evden çıkmasına bile izin vermediler. Kapıda garip herifler nöbet tutuyorlardı. Bellerindeki silahları gösteriyorlardı sürekli. ‘Konuşursan ölürsünüz,’ demeye getiriyorlardı. Geçen hafta birden kayboldular. Dilber, benim kadın, çocuğu da alıp terk etti beni. Para vadetmişlerdi, üç beş torba erzaktan başka bir şey vermediler. Ne ailem ne meteliğim var. Bitirdiler beni orospu çocukları.”
“Sen mi öldürdün Profesör’ü?”
“İnan istemedim. Korkutup gidecektim. Tamponu dokundurunca panik yaptı sağa kırdı.”
“Niye polise gitmedin?”
Ağzını açıp ön dişlerini gösterdi Durmuş.
“Gittim,” dedi, “dövdüler beni. Ortalıkta dolanma, gebertir bir köşeye bırakırım dedi komiser mi ne. Bir haftadır kan tükürüp dışarı bile çıkamıyorum.”
“İşi kim verdi sana?”
“Uğur. Turgut Bey’in köpeği. Avukat diye geçinir ama Turgut Bey’in bütün pis işlerini o yapar.”
“Nasıl pis işler bunlar?”
“Bana yaptırdığı gibi işte. Bir kere de maaş alamadıydık. Bizim Selahattin vardı. Dayılandı bunlara. Greve gideriz falan. Bu iti iki kişiyle gördük. Ertesinde Selahattin hastanelik oldu, ölümden döndü.”
“Uğur mu yaptırdı?”
“Kim yaptıracak başka? Ben cezamı çekmek istiyorum. Hapisse hapis. Böyle olacaksa yatarım daha iyi. Yardım et bana.”
“Edeceğim,” dedi Mahir, “ama önce söyle, diğer akademisyen, intihar eden, onu da sen mi yaptın?”
“Diğer ne, neyi ben mi yaptım?” diye şaşkın sordu Durmuş.
“Profesör’ün yardımcısı. Birkaç gün sonra intihar etti. Onu da sen mi ittin?”
“Hayır. Yemin ederim hayır. Olsa söylerim zaten. O adam, arabasına çarptığım. Dedim sana. Öldürmek istemedim. Ne olur kurtar beni. Yalvarırım kurtar.”
“Akraban falan yok mu, onlara git, burada kalma, seni arayacağım.”
“Yardım edecek misin, kurtaracak mısın beni?” diye sordu Durmuş.
“Anladığım kadarıyla cezaevi bile senin için kurtuluş. Evet kurtulacaksın.”
Mahir’in ellerine sarıldı kara adam. Öpmeye kalktı, izin vermedi Mahir. Katildi karşısındaki adam. Ortada bırakılanlardan biriydi. Ölmemişti ama ölmekten beter etmişlerdi. Sıra ne zaman bana gelecek acaba, diye düşünmeden edemedi. Çok beklemesine gerek kalmadığını bilmiyordu.
***
“Mahir!”
“Komiserim!”
“Mahir uyan lütfen!”
“Komiserim kolunuz kanıyor, ambulans çağıracağım ben.”
“Mahir lütfen. Mahir!”
Uyandı Mahir. Etrafındaki kalabalığın önünde Nil ve Turgay’ı zorlukla seçebildi. Arabasının hemen solunda olması gereken kapısı yoktu.
“Ne oldu?” diye fısıldadı.
“Kamyonet diyorlar,” dedi Nil, “epey bir sıyırmış, kapıyı da parçalamış, çok hızlıymış.”
Etrafına bakmaya çalıştı Mahir. Boynu inceden sızladı. Kolu, kopmuş gibi acıyordu.
“Nerede?” diye sordu, “Durdu mu?”
“Kaçmış,“ dedi Turgay.
Derin bir nefes aldı. Kaburgaları sağlam gibiydi. Batma falan yoktu.
“Plaka?” dedi, “Almışlar mı?”
“Plakası yokmuş, konuştuğum üç görgü tanığı da aynı şeyi söyledi,” dedi Nil.
“Plaka” ve “yokmuş” sözcükleri beyninde yankılandı Mahir’in. Nil’le göz göze geldi. Daha dün, sıranın ne zaman kendisine geleceğini düşünmüştü. Bu muhtemelen ikinci uyarıydı. Önce ofisine girmişler, etrafı bilerek dağıtmışlar, şimdi de aracını, hem de o içindeyken parçalamışlardı. “Kurcalama, otur oturduğun yerde,” diyorlardı.
“İsteseler öldürürlerdi,” diye fısıldadı tekrar.
***
Polis aracı ve ambulans aynı anda geldiler.
“Görmedim,” dedi Mahir.
Gördüm deseydi ne olacaktı ki.
Eğreti bir ifade, kola yapılan sargı ve birkaç saatin ardından Nil ve Turgay’la birlikte evindeydi.
“Yalnız bırakmam seni,” demişti Nil. Yükselmek istediği mesleğine veda etme noktasına gelmişti Turgay. Allahtan Suna, hala Feride Sultan’daydı ve olup bitenden haberi yoktu.
“Marko Habciç.” dedi birdenbire Nil.
Mahir ve Turgay, şaşkın baktılar suratına.
“Hırvat,” diye devam etti, “Dünyanın her yerindeki yolsuzlukları detaylarıyla yayınladığı bir haber sitesi var. Yüz milyona yakın takipçisi var. Elimizdeki her şeyi ona verelim yayınlasın. İlla ki ortalık karışacak. Ben hala bu işlere bulaşmamış yöneticilerin kaldığına inanıyorum. Hiç olmazsa bu “ölü toprağı” hissi kaybolur, ne dersin?”
* * *
Mezarlıktan çıkıp arabaya bindi. Siyah gözlüğünü yandaki koltuğa koydu. Siperliği indirip aynanın kapağını çekti. Ağlamaktan gözleri şişmiş, mosmor olmuştu. Yoo makyaj yapmadığı için akan kokan bir şey yoktu. Uzun zamandır böyle üzüldüğünü hatırlamıyordu Nil Uysal. Oysa tedirgin de olsa mutlu bir dönemdi son birkaç gün. Yıllar sonra, özlediği biriyle karşılaşmak, içinin ısındığını, kalbinin hızlandığını hissetmek iyi gelmişti. Hele bu doksan altı saat tam bir maceraydı. Mahir ve Turgay’la birlikte çılgın gibi delil toplamışlardı. İlaç şirketinin ıcığını cıcığını çıkartmışlar, şirket ve sahibi Turgut Çapanoğlu hakkında tonla, hem de türlü türlü pisliğe ait bilgi toplamışlardı. Avukat tam bir modern tetikçiydi. Gariban kurban Durmuş Görgeç’den, dayak yiyen arkadaşı Selahattin Postal’dan yazılı ifade almışlar dosyaya eklemişlerdi. Ortada en kanlısından uluslararası bir teknoloji hırsızlığı mevcuttu. İşin içine polis karıştırılmış, delilleri örtbas etme görevi de onlara verilmişti. Profesör Erdem Tunalı, büyük keşfinin sonuçlarını göremeden öldürülmüştü ama ya Doçent Arif Uysal, yani kocası. Onun cevabını da evde bulmuştu Nil. Arif’in giysilerini topluyordu. ‘Darülaceze’ye verin,’ demişti bir arkadaşı. Pek giymediği ceketinin iç cebinden çıkmıştı veda mektubu.
“Karım, canım,” yazıyordu başında. “Büyük umutlarla, hayallerle giriştiğimiz bu araştırma, senden sonra bu hayatta en çok değer verdiğim kişinin, hocamın ölümüne sebep oldu. Emin değilim ama cesaretli birileri üzerine giderse diye yazıyorum, kaza falan değil, cinayete kurban gitti Erdem Hoca. Suçlu mu, evet ilk suçlu benim. İtiraf ediyorum. Mütemadiyen, Uğur Benli adında bir avukat arıyordu Erdem Hoca’yı. PharmaÇa adlı bir ilaç şirketinin avukatıydı. Araştırmalarına büyük meblağda para teklif ediyordu. Bunu kendileri adına değil, merkezi Fransa’da olan çok uluslu bir teknoloji şirketi adına istiyorlardı. Şirketin adı LouvernX. Bütün dünyanın kurtuluşu bu projedeydi onlara göre. Erdem Hoca’nın üniversiteye bir vefa borcu vardı. Zor zamanında yanında olmuşlar, ona çalışma alanı açıp masraflarını karşılamışlardı. Tüm çalışmasını üniversiteye adamaya kararlıydı hoca. Ama ben, kocan olacak bu şerefsiz, bana teklif edilen meblağa dayanamadım. Hayatımız baştan aşağı değişebilirdi. Tüm borçlarımızı kapatıp yenilediğimiz köy evinde hayatımızı devam ettirebilirdik. O boktan 5 Ekim akşamüzeri kabul ettim tekliflerini. Hemen hesabıma yatırdılar avansımı. 6 Ekim sabahı üniversiteye gelmeden bütün evrakları, raporları, belgeleri yolladım. Aklıma gelmişken, para ortak hesabımızda. Üniversiteye geldiğimdeyse acı haberi aldım. Şu an kalan vicdanımla en doğru kararı verdiğimi biliyorum. Dünyanın en rezil insanıyım ben. Seni de yaşamayı da hak etmiyorum. Elveda. Arif.” yazıyordu mektupta.
Marko Habciç’e önceki sabah yollamışlardı bütün delilleri. Üzgündü Nil ama rahmetli kocasının mektubunu da koymuştu o delillerin arasına. Bomba aynı akşam patlamıştı. Skandal sadece ülkede değil bütün dünyada ilgi ve şaşkınlıkla karşılanmış, dalga dalga büyümüş, kısa zamanda üç yüz milyondan fazla izlenmiş, Emniyet Müdürü de dahil can yakmaya başlamıştı. O gece Cumhuriyet Meyhanesi’nde kutlamışlardı zaferlerini.
Kafasını az önce çıktığı mezarlığa çevirdi Nil Uysal. Suna ve Ezgi, birkaç kadının arasında mezarlıktan çıkıyorlardı. Suna kendisinden daha perişandı. Ezgi metin olmaya çalışıyordu. Onlar için her şey çok ani gelişmişti çünkü. Belki henüz bir sebep bile bulamamışlardı. Oğuz Mahir Karsan’ı, kafasına yediği tek kurşunla Tünel’deki handa, odasında ilk bulan Nil’di.
Öyle ya hayat, pisliğiyle devam ediyordu. Düzen bozulmuyor, kurbanlara rağmen tıkır tıkır işliyordu. Ne demişti şair;
“Biçare gönüller, ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.”