Dedektif Dergi’nin gülen yüzü Yeşim Yörük, öncelikle bu sohbetin benim için güzel ve kıymetli bir anı olarak kalacağını bilmeni isterim. Kabul ettiğin için ayrıca teşekkür ediyorum. Dedektif Dergi’ye çok emek veren ve iki şahane öykü kitabına imza atmış ödüllü bir yazar olduğunu biliyoruz. Bizlere kendinden kısacık bahseder misin?
Sevgili Derin, övgü dolu sözlerin için asıl ben teşekkür ederim. Bana, benim için yeri, önemi, değeri paha biçilmez olan bir dergide tekrar söyleşi şansı veren Gencoy Sümer ve Turgut Şişman’a da ayrıca teşekkür etmek isterim.
“Kısacık kendinden bahseder misin?” demişsin lakin bilirsin ki ben kısa kesemeyenlerdenim. Kısa öykü türünün yüz karası bile olabilirim. Yine de elimden geldiğince kısa keseceğim.
Ben Yeşim Yörük. 1977 senesinin bir bahar ayında, Almanya’nın Berlin şehrinde doğmuşum. On üç yaşıma kadar Türkiye’de, büyükannemle büyükbabamın yanında yaşadım. Ardından apar topar Almanya’ya, ailemin yanına geldim. Eğitimime Almanya’da devam ettim. Evliyim ve yirmi beş ve on dokuz yaşlarında iki evladım var. Çok uzun yıllardır tekstil dokuma sektöründe çalışıyorum. Pek boş vaktim kaldığını söyleyemem yine de aralardan cımbızla çekip çıkarabildiğim tüm boş vakitlerimde bol bol okumaya ve elden geldiğince yazmaya çabalıyorum. Yaz insanıyım. Güneşin parlaklığı, denizin mavisi, doğanın yeşili ruhuma ne kadar iyi gelirse, kışın soğuğu, sisi, pusu, yağmuru da o kadar karartır içimi. İşin garibiyse, yazarken en verimli olduğumu düşündüğüm anlar hep kış ayları olmuştur. Kim bilir, polisiye yazabilmek için bir nebze içimizin kararması gerekiyordur belki de. Her zaman değil belki ama genellikle mücadeleci biriyimdir. Kolay pes etmem. Hatta “Pes ettim,” dediğim anlarda bile beynimin derinliklerinde bir yerlerde o konu hâlâ dönüyordur. Pek dışa dönük biri olduğumu söyleyemem. Kendime ait dünyamın güvenli sınırları içinde olmak bana daha iyi hissettirir. Evet, benim Yeşim Yörük hakkında anlatacaklarım bu kadar. Ne demişler, “Beni bana değil, beni sana sor.” Demişler mi sahiden böyle bir söz bilmem ama benim diyesim geldi.
Yeşim Yörük güzel yazıyor, iyi ki de yazıyor; peki Yeşim Yörük neden yazıyor?
Her biri birbirinden güzel yazan yazarlarla dolu bir dergide naçizane ben de bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Hepinizden çok şey öğreniyorum ve öğrenmeye de devam edeceğim. Sizler, her biriniz, bilerek ya da bilmeyerek, bana yazarken ilham veriyor, destek oluyorsunuz ve olmaya devam edeceksiniz.
Neden mi yazıyorum? Doğrusu, artık Yeşim Yörük’ün yazma sebepleri, yazmaya ilk başladığı zamanlardaki sebeplerle aynı değil. Artık daha tutkuluyum. Yazmanın bir tutku olması gerek, eğer olmazsa yazdıklarınız sadece bir zorlamadan ibaret olur ve bu da eninde sonunda tükenir gider demiştim ya bir hikayemde. O sözü kendime bir uyarı olarak söylemiştim aslında. Yazmak zamanla tutkuya dönüşüyormuş, ben yazdıkça bunu öğrendim. Bağımlılık yapıyormuş. Yıllar önce hiç aklımda yokken beni yazmaya yönlendiren tüm tesadüflere şükürler olsun. O tesadüflerin karşıma çıkardığı tüm insanlara minnettarım.

En başta bir yarışma için başladım yazmaya. Hiç aklımda yokken, daha önce yazmayı hiç denememişken bir anda o yarışmaya katılmak hedefim oldu. Sonrası hakkında ufacık bir plan dahi yapmadan yazdım. O yarışma sayesinde Funda Menekşe ile tanıştım, şükürler olsun, Funda Menekşe sayesinde de Dedektif Dergi’yle. Zincirleme mutluluk… İlk zamanlar sadece dergiye hikâye yetiştirmek için yazdım. Tutkuyla değilse bile istekle yazıyordum. Baktım ki yazmak beni sakinleştiriyor, bana keyif veriyor, beni mutlu ediyor, yazmaya devam ettim.
Tutkulu bir polisiye okuru olduğunu biliyorum. Almanya’da yaşamana rağmen Türk polisiye edebiyatını yakından takip ediyorsun ve POYABİR üyesisin. Neden polisiye?
Polisiye film ve diziler aslında çocukluk yıllarımdan beri ilgi duyduğum bir tür olmuştur. Fakat polisiye edebiyatla tanışmam daha geç vakitlere denk geliyor. Oldum olası okumayı seven biriyim, bu türü geç keşfetmiş olduğuma kendim bile inanamıyorum. Bundan yirmi yıl önce biri bana “Polisiye eserlerden vazgeçemeyeceksin üstelik sen de polisiye yazacaksın,” dese, güler geçerdim herhalde. Oysa şimdi okurken ve yazarken en sevdiğim tür oldu polisiye.
Neden mi polisiye? Tek cevabı var… Çünkü gizemli… Gizemli olan her şey hep ilgimi çekmiştir. Bir gizemi çözmek, bulmaca çözmek gibi hep heyecanlandırmıştır beni. Araştırmayı severim. Yeni şeyler öğrenmeyi, özellikle de sırları açığa çıkarmayı. Görünmez olanı görmek için her şeyi sorgulamayı, soruşturmayı çok severim. Hani, “Bundan önceki hayatımda,” diye başlayan cümleler vardır ya, eğer bundan önce bir hayatım vardıysa, ben o hayatta büyük ihtimalle bir dedektiftim.
Yeni tanınan bir yazar için POYABİR üyesi olmanın sağladığı artılar var mı? Nelerdir?
POYABİR üyesi olmak elbette benim için bir gurur. Fakat… Evet fakat… POYABİR’in bu konuda çaba gösterdiğini fakat yazarlarına hedeflediği desteği verebilmekte yetersiz kaldığını, aynı şekilde yazarların da POYABİR’e gereken desteği veremediklerini düşünüyorum. Orası bir birlik yani hepimizden oluşuyor. Elbette kurucuları belli fakat POYABİR’i büyütecek olan sadece kurucuları değil, hepimiziz. Toplantılarına, yardım taleplerine, yarışmalarına katılmadığımız bir birliğin sadece üyesiyim deyip bize sunacağı artıları bekleyemeyiz. Adını az çok duyurmuş hatta ünleri ülkemiz sınırlarını aşmış polisiye yazarlarımız var. POYABİR’in düzenlediği Kristal Kelepçe Yarışması’na katılmaya tenezzül bile etmiyorlar. Kara Hafta’da boy gösteren yazarlar, söz konusu POYABİR olunca görmezden, duymazdan geliyorlar. Hiçbir mecrada birliğe destek olmuyorlar. Aslında üyeler arasındalar fakat varla yok gibiler. Oysa sadece birliğe değil o birliğin çatısı altında toplanmış yüzlerce yazara da destek olmuş olacaklar.
POYABİR de aynı şekilde, sadece kitabı çıkan bir polisiye yazarını üyesi yapmakla o yazara destek olmuş sayılmaz. Elbette birliğin yazarlarına destek olma konusunda elinin kolunun bağlı olduğunu biliyorum. En başta maddi açıdan. Bilindiği gibi POYABİR henüz bir dernek olamadı. Bunun için benim aklımın eremediği bir sürü prosedüre ve çok paraya ihtiyaç olmalı. Yine de birlik, örneğin sadece senede bir yaptığı bir edebiyat yarışmasıyla değil daha farklı şekillerde de yazarlarının adlarını duyurabilir, onlara bu camiada yalnız olmadıklarını gösterebilir. Web sitesinde yeni yazarlarla röportajlar yapabilir. Onlara yazım hayatlarında yol gösterebilir aynı zamanda da çareler sunabilir. Bunu yaparken akıl gücü olarak yine kendi yazarlarını kullanabilir. Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de yazarlığı meslek olarak yapan ve bu işten para kazanan yazar sayısı yüzde biri geçmiyor. Demek istediğim, zaten hepimiz başka meslekleri icra ediyoruz. Yazım ve yayın aşamasında sorusu, sorunu olan kişilere, tecrübeleri ve eğitim dereceleriyle yardım edebilecek bir sürü yazarla aynı birliğin üyesiyiz. Bir forum sitesi kurulabilir. Orada fikir alışverişleri yapılabilir, sorular sorulabilir, sorun çözümlemeleri için öneriler sunulabilir. Duyuru ve tanıtım konusunda sosyal mecralar ve internet ortamının bilinçli kullanılması hem POYABİR’in hem de yazarlarının adlarını duyurmada oldukça etkili olabilir. Yayıncılardan, polisiyeseverlerden, iş insanlarından ve basından çeşitli sponsorlar bulunarak maddi eksiklikler giderilebilir. Ve tabii bizler de birliğin yazarları olarak, elimizden gelen desteği yaparsak her şey çok daha güzel olabilir. Elbette ben bir birlik nasıl yönetilir, iki yüze yakın yazara destek olabilmek için nasıl bir güç gereklidir, bunu bilemem. Naçizane fikrimi söylemek istedim. “Birlik kurdum, gel katıl,” demek yetmeyeceği gibi “Katıldım, hadi şimdi her derdime deva ol,” demek de yetmez.

İlk hikâye kitabın olan Kelimelerin Efendisi’nde Komiser Feride’nin kahramanı olduğu dramatik hikâyeler okumuştuk. Bize ikinci kitabın Birtakım Cinayetler’den ve beni hep gülümseten Başkomiser Enver’den söz eder misin?
Dram ve komedi, aynı madalyonun iki yüzü gibidir. İlk kitabımın dramatik hikâyelerden oluştuğu doğru, fakat dikkatli bakıldığında bazı bölümlerinde ortaya çıkmamak için çok zorlanmış, hikâyelerin ana fikrine ters düşmemek için bilerek saklanmış bir mizah olduğu da görülebilir. Kelimelerin Efendisi’nde daha çok polisiye hikayelerin arasına sosyal mesajlar bırakarak, okuru dünyanın gerçekleriyle yüzleştirmeyi hedeflemiştim. Birtakım Cinayetler’deki hikâyelerimin çoğunda ise okuru elimden geldiğince gülümsetmeye, gülerken de düşündürmeye çalıştım. Umarım başarılı olabilmişimdir.
Mizah, oldum olası hayatımın bir parçasıydı. Gülmeyi severim ama en çok güldürmeyi severim. Hayat gülünce güzel, güldürünce daha güzel. Fakat dram da hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri. İster istemez ciddi konular hikayelere yansıyor. Yansımak zorunda. Keşke tüm insanların acılarını neşeli bir hikâyeye dönüştürüp herkesi gülümsetebilsem.
Öncelikle Birtakım Cinayetler kitabının adı hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Ona çok uzun süre hangi adı vereceğimi bilemedim. İçindeki hikayelerin bazıları fazlaca mizah içerirken, bazıları çok ciddi sorunları konu edinmiş hikayelerdi. Onlardan birinin adını kitaba verseydim, içeriğini doğru yansıtmış olmayacaktım. Çaresiz kaldığım bir anda Funda Menekşe yetişti imdadıma. İlk kitabımın isim babası Turgut Şişman olmuştu, ikinci kitabıma ise Funda Menekşe annelik etti. İkisine de sonsuz teşekkürler.
Birtakım Cinayetler sekiz farklı suç hikâyesinden oluşuyor. Hikâyelerin yedi tanesi daha önce Dedektif Dergi’de yayınlanmıştı. İlk kitabımdaki gibi çoğunluğu soruşturma polisiyesi türünde. Bazılarıysa ya katilin ya kurbanın ağzından yazılmış, suçun işlenişi ya da işlenen suçun doğurduğu sonuçların anlatıldığı hikayeler. Daha önce de belirttiğim gibi hikayelerin çoğu absürtlük sınırını zorlayacak derecede mizah içeriyor.
Gelelim namı diğer Enver Başkomiser’e. Ah Enver, benim yaramaz çocuğum. Enver yüksek derecede itici bir karakter. Aslında onu bu şekilde yazarak risk almış oldum. Evlat olsa sevilmeyecek biri o çünkü. Enver bir anti kahraman. Okuyan ondan nefret edebilir. Saygısız, sevgisiz, bencil, iki yüzlü, sadakatsiz, cinsiyetçi, duygu yoksunu, hödük adamın biri. Başta yardımcısı Tarık’ı ve tüm teşkilatı canından bezdiren Enver’in hakkından gelebilen tek kişiyse karısı Müncibe. Enver karakteri diğer hikayelerimdeki karakterler gibi zamanla gelişen biri olmadı. Bir Garip Cinayet Soruşturması’nı yazmaya başladığım ilk andan itibaren onu bir anti kahraman olarak yazmaya kararlıydım. Kimden esinlendiğimi ise bir sonraki soruda öğreneceksin.
Birtakım Cinayetler, birbirinden bağımsız sekiz öyküden oluşuyor. Bu öykülerden Niyazi ise kendi başına bir fenomen olmuş gibi. Okur yorumları hep, ‘Ah Niyazi’ diyor. Niyazi’yi ya da başka bir karakterini ‘keşke öldürmeseydim’ dediğin oldu mu?
Niyazi… Akıllı geçinen aptal bir mafya babası. Bana sorarsan o hikâyeyi öne çıkaran Niyazi değil. Bence asıl hayranlık duyulan, Niyazi’ye ağzının payını veren kişi. O kişinin haksızlıklara baş kaldırışı. Yine de Niyazi’yi ‘keşke öldürmeseydim’ dedim ve bu yüzden de ortaya Enver’i çıkardım. En az Niyazi kadar pisliğin biri oldu o da. Elbette tarafları farklıydı. Biri suçlu diğeri suçlunun peşindeki kolluk kuvveti fakat ikisi de aynı hamurdan. Hatta Niyazi, Enver’den bir adım önde. Enver bile onun kadar şeref yoksunu olamaz.
Bir karakterim daha var ki onu öldürmediğim halde hikayelerimin dışında bıraktım. Başkomiser Ahmet… ‘Keşke Başkomiser Ahmet ekibinin başında durmaya devam etseydi,’ demediğim gün yok gibi. Başkomisersiz kalan Komiser Feride ve yardımcısı Selim’i yeniden soruşturmadan soruşturmaya koşturmak bir daha içimden gelmedi. Ara sıra, Feride ve Selim’den oluşan fakat Ahmet Başkomiserin de ucundan kıyısından olaylara dahil olduğu bir romanla onları geri getirmeyi düşünmüyor değilim. Bakalım, ömür vefa ederse…
Almanya gibi soğuk bir memlekette büyüdüğün halde bizlerin çoktan unuttuğu mahalle sıcaklığında hikâyeler yazıyorsun. Başka bir fenomen olan Başkomiser Enver’in hikâyeleri de hep bu curcuna, sıcaklık ve içtenlikle dolu. Yeşim Yörük bu sıcaklıkta kalmayı nasıl başarıyor?
On üç yaşıma kadar Türkiye’de yaşadığımdan bahsetmiştim. Mahalle sıcaklığında hikayeler yazmamın sadece bir sebebi var. Ben tam da o mahalleler gibi bir ortamda, tam da o insanlar gibi insanların arasında büyüdüm. Her seferinde keşke o yıllarda asılı kalsaydık diyerek, otuz üç sene evvel bıraktığım o mahalleyi ve sakinlerini yazıyorum aslında. Maalesef artık ne o sokak aynı sokak ne insanları aynı sıcaklıkta. Hiç olmazsa hikayelerde yaşasınlar istiyorum.
Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nın başladığı sene Çikolatalı Kurabiye isimli hikayen mansiyon aldı. (Benim kalbimin birincisi) Çikolatalı Kurabiye öyküsünü okurken sıcakkanlı bir kaleme sahip olduğunu düşündüğümüz Yeşim Yörük’ün bambaşka bir yüzüyle tanıştık. Bu hikâyedeki acı, okurun yakasını kolay kolay bırakacak türden değil. Ve sonra Birtakım Cinayetler kitabının sonlarına doğru yine benzer bir acı, Mahzen isimli hikâyeyle çıkıyor karşımıza. Bir anne olan Yeşim Yörük kendi yazdığı kelimelerin etkisinde kalıyor mu?
Birkaç yıl önce, bir canlı yayında bana bir soru sormuştun. “Yazarken ağladığın bir hikâye oldu mu,” demiştin. Biliyorum, aslında “Çikolatalı Kurabiye” dememi bekliyordun. Demedim… Çünkü ben o hikâyeyi yazarken bir damla bile göz yaşı dökmedim. Hissettiğim sadece tek bir duygu vardı o da öfkeydi. O öyküde yazılanlar sadece bir kurgudan ibaret değil, ne yazık ki değil, yeryüzünde kim bilir kaç çocuk hatta şu anda, şu dakikada aynı acıyla kıvranmakta. Bu dünya yetişkinler için bile yeterince zorken, çocuklar için bir cehennem olabiliyor. Onların haline ağlamanın onlara hiçbir yararı yok. Mağdurlara acıyarak değil, kötülere öfkemizi göstererek, kötülüklerine dur diyerek yardım edebiliriz onlara. Mahzen adlı hikayemi de aynı duygularla yazmıştım. Kadına yönelik şiddete, baskıya, aşağılamaya, yok saymaya iliklerime kadar öfkelenerek.
Elbette yazdıklarımdan etkileniyorum. Ne yazarsam yazayım, genellikle hikâyenin yansıttığı duyguyu beynimde, kalbimde, bedenen ve ruhen hissediyorum. Eminim bu hepimiz için aynıdır. Yazarken yaşamak… kötülüğü yazmak için hayal gücüne de ihtiyaç yok, dünya yeterince kötü çünkü. Ortaya çıkan belki alelade bir öykü fakat yansıttığı acı yüreklere korku salacak kadar gerçek ve bu gerçeği yazarken endişelenmemek mümkün değil. Ya benim çocuğumun ya benim sevdiklerimin, benim başıma böyle bir kötülük gelirse diye korkuyorsun. Keşke kötülük sadece roman sayfalarından okunsa, film karelerinde izlense. Ne yazık ki fazla saf bir dilek benimki.
Dedektif Dergi Yayın Kurulu Üyesi, Dedektif Dergi yazarı, Dedektif Dergi Sosyal Medya Sorumlusu Yeşim Yörük bugünlerde başka neler yapıyor? Uzun hikâyelerin yazarı olan bu kalemin bir romanını da okuyacak mıyız?
Ne demişler, “Ömür biter, iş bitmez.” Yeşim Yörük’ün de işi bitmiyor bir türlü. Gündelik koşturmacalar, sağlık sorunları ve çeşitli uğraşlardan fırsat kaldıkça okumaya ve yazmaya çalışıyorum. Yarım kalmış bir sürü hikâyeyi tamamlamayı hedefliyorum. Son zamanlarda fellik fellik aradığım ilhamı yolda belde gören olursa, benim eve doğru yönlendirirse pek sevinirim. Biriken hikayelerimi bir kitapta toplamak istiyorum. Kararsız kaldığım birkaç ayrıntıya açıklık getirir getirmez, yeni kitap yolculuğuna başlayacak. Roman yazmak şimdilik sadece tasarlama aşamasında kalmaktan öte gidemiyor. Aklımda bir fikir var ama gerekli cesareti bulamıyorum kendimde. Hikayelerimin olması gerektiğinden daha uzun hatta çok uzun olduğunu biliyorum. Belki de onlardan birini biraz daha uzatıp bir romana çevirmeli ve bu roman yazma işine bir yerlerden başlamalıyım. Daha planladığım çok şey var da şimdi durup dururken kaderi güldürmeyelim.
Bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim sevgili Yeşim Yörük. Dedektif Dergi ve kendin için çok güzel işlere imza atacağına inanıyorum. Sağlıklı ve başarılı bir hayat dilerim.
Derinciğim, benim için de çok kıymetli, çok keyifli bir söyleşi oldu. Asıl ben teşekkür ederim. Ben de hepinize, herkese önce sağlıklı ve ardından huzurlu, mutlu, başarılı bir hayat dilerim. Kucak dolusu sevgiler.