Üç sezondur Netflix ekranlarında izleyici ile buluşan Maestro in Blue’nun senarist, yönetmen ve başrol koltuğunda Christopher Papakaliatis var. IMDb puanı: 8,1

Bazı filmleri ya da dizileri izlerken keşke ben de hikâyelerimi anlatırken kelimeleri değil görüntüleri kullanabilseydim diyorum. Çünkü bazen bir görsel, bir adım, bir el, bir gölge bin kelimeden daha etkili olabiliyor. Bu dizide de böyle. İpuçları, dizinin her bölümünün başında, ormanda yolunuzu bulabilesiniz diye bir yabancı el tarafından saçılmış ekmek kırıntılarıymış gibi veriliyor. Her bölümde bir kırıntı daha bularak yani bir görsel daha görerek adım adım gerçeğe yaklaşıyorsunuz.

Yunanistan’ın muhteşem güzellikteki Paxos adasında çekilen basit bir whodunnit-kim yaptı hikâyesi, birbirine girmiş kadın erkek ilişkileri, aile içi şiddet, ırkçılık, toplum ve aileleri tarafından dışlanmış iki LGBT delikanlının yasak aşkı, henüz on sekizine girmiş bir genç kızın yetişkin bir erkekle olan aşk ve meşk ilişkisiyle toplumsal yaralarımıza da parmak basarak merakla izlenebilir hâle getirilmiş. Bu konuda yazar-yönetmen ve başroldeki orkestra şefi Orestis karakterine can veren Christopher Papakaliatis’i alkışlamamak elde değil. Papakaliatis, Yunanistan’ın başarılı yönetmenlerinden biri. 2015 yapımı World’s Apart filminden dolayı adaylıkları ve bir ödülü mevcut.
Dizide müzikseverlerin tanıyacağı bir ismi de görmek mümkün. Yunanistan’ın Sezen Aksu’su diyebileceğimiz Haris Alexiou. Aslında Sezen için Türkiye’nin Alexiou’su diyebiliriz. Çünkü Minik Serçe’nin ortalığı kasıp kavuran şarkılarından Her şeyi yak şarkısının orijinali olan Mia pista apo fosforo şarkısı Alexiou’ya aittir. Bunun yanında Yeni Türkü grubunun Olmasa Mektubun şarkısının orijinali Ola Se Thimizoun, Gripin grubunun Durma Yağmur Durma şarkısının orijinali Fevgo da Alexiou’ya ait muhteşem şarkılardır. Alexiou, müzik kariyerinde olduğu gibi bu yapımda da gayet başarılı.

Şarkılar ve şarkıcılardan bahsetmişken, hikâye zaten dizi yönetmeninin müziğe olan sevgisiyle başlıyor, ilerliyor ve güzelleşiyor. Küçük bir adaya müzik festivali düzenlemek üzere bir orkestra şefi davet edilir. Zaten çoğu hikâye ‘Şehre bir yabancı gelir’le başlamaz mı diyorum ve şöyle düzeltiyorum: Bir şehre bir yabancı gelince kadraja bir kadın girer ve bütün kartlar yeniden dağıtılır. Elbette işin içinde bir de cinayet var.
Yunanistan’ın cennet adalarından birinde yaşayan bu insanlar, Türkiye’nin kadın erkek ilişkileri açısından biraz daha rahatlarmış gibi görünseler de LGBTİ bireylere bakış açıları maalesef Ortadoğu coğrafyası katılığında. Yaşadıkları yerin cennet güzelliğinde olması insanların hayatını ve fikirlerini de cennet güzelliğinde yapmıyor ne yazık ki. Çünkü insan nerede yaşarsa yaşasın elde edebildiğinden daha fazlasını isteyip kendini olduğundan daha fazla göstermeyi tercih ediyor.

Bazı şarkılar için şöyle derim, “Eğer içine yaylı sazlar ekleseniz, şarkıcı da biraz ağdalı bir tonla söylese tam arabesk olurdu.” İşte bu dizi de içine acıklı sahneler, hüngür şakır ağlamalar eklense tam izlemeyi istemeyeceğiz bir yerli diziye dönebilirdi. Ama yapım acının, ağlamanın kendini yerden yere atmanın tonunu kısmış, kadın erkek ilişkilerinde kadını suçlamak, yerden yere vurmak, sürekli ‘vurun kahpeye’ demek yerine, ilişkilerin doğallığını ve her iki insanın da rızasıyla yapılanların normal olduğunu göstererek berbat bir yerli dizi olmaktan kurtulmuş. İzlerken bütün bunlar suyun öte yakasında yani Türkiye’de yaşansaydı neler olurdu acaba, hangi babalar kızlarını saçlarından sürükleyerek köy meydanında öldürür, hangi anneler kızlarını veya oğullarını döve döve evden kovarlardı diye merak etmedim değil. Memleketimiz Avrupa’ya bir o kadar yakın ama ışık yılı kadar da uzak maalesef.
Ben diziyi izlerken keyif aldım, size de iyi seyirler.

