“İyi geceler Komiserim,” dedi Mert. Elinde tuttuğu karton bardaktan mis gibi çay kokusu geliyordu.
“Sana da,” diye cevap verdi, sıcaklığına aldırmadan koca bir yudum içti Filiz Komiser. Gece işlenen cinayetleri sevmiyor ama sırf çayın yüzü suyu hürmetine katlanıyordu. “Anlat,” dedi.
“Ben anlatmayayım, siz kendi gözlerinizle görün,” dedi genç Komiser Yardımcısı.
Genellikle “maktul” diye başlar ve kabataslak bir özet çıkartırdı ama bu kez öyle yapmadı. Dudağının kenarındaki garip tebessümden de pek bir şey çıkartamadı Filiz. Sokak gecenin bu saatine rağmen ana baba günüydü. Kurtuluş’un dar merdivenli eski apartmanlarından birinin ikinci katına çıktılar.
“Bari nerede olduğunu söyle.”
“Sağda Komiserim, koridorun sonu, yatak odası,” diye cevap verdi Mert.
Odaya girdiğinde durumu önce algılayamadı. Tam Mert’e dönecekken bir çift boyalı makosen ayakkabı gördü. Yatağın diğer tarafında yerde duruyorlardı. Ağlamaktan mosmor olmuş gözleri, jilet gibi ütülü, yelekli takım elbisesiyle bir adam ve kucağında zarif geceliği, yapılı saçları ve hafif makyajıyla sağ gözünden vurulmuş kanlar içinde bir kadın.
“Ne bu şimdi?” diye sordu fısıldayarak.
“Kalkmıyor,” diye cevap verdi arkasından bir ses.
Döndü, Esat’la burun buruna geldiler. Adli tabipti Esat. Matrak adamdı ama işinde ciddiydi.
“Her denememizde daha beter ağladı. Kıyamadık, gelmeni bekledik.”
“Maktul Bahar Yolaçan,” dedi Mert, Esat gibi fısıldayarak. “Elli üç yaşında. Adam da Fahri Yolaçan, kocası, yani muhtemelen kocası. Yeni kimliklerde resim belli olmuyor. Sorduruyorum.”
“Kim haber vermiş?”
Başıyla adamı işaret etti Mert. “Ağlıyormuş. ‘Cinayet, karımı öldürdüler,’ demiş kapatmış. Telefon sinyalinden bulduk.”
“Kaçta aramış?”
“23.42.”
Saate baktı Filiz. Bire geliyordu. Yatağın kenarına ilişti. “Merhaba,” dedi.
Giyimi, duruşu, sinek kaydı tıraşı, seyrek ama jöleli saçlarıyla bana saygı gösterin der gibiydi Fahri Yolaçan. Korku ve endişeyle gözlerini kaldırdı. “Lütfen,” diye fısıldadı.
Filiz adamın gözlerindeki acıyı bugüne kadar başka hiçbir yerde görmemişti. Ekibin niye kıyamadığını o an anladı. Bu, ölüm değil içinden kopan kocaman bir parçaydı sanki.
“Yo, kalkın demeyeceğim,” dedi. “Mümkünse ne olduğunu anlatır mısınız?”
***
Sıcak bir gündü. Gayrettepe’nin aptal trafiği ve kirli havası hayatı daha da çekilmez kılıyordu. Ekip her zamanki gibi Filiz’in karşısına yarım daire düzeninde oturmuştu.
“Tuna Yolaçan,” diye başladı Filiz anlatmaya. “Adamın oğluymuş. Onun yaptığını söylüyor. Mert, sen Tuna’yı bulmak için çalışmalara başla hemen. Fahri Yolaçan emekli dışişleri müsteşarıymış. Çalıştığı dönemdeki arkadaşlarıyla Bostancı’da, Erdim Restoran’da aylık yemekli toplantılarını yapmışlar. Yemeğe giderken karısının, yani maktulün, oğluyla beraber evde olduklarını söyledi. Gece 23.30 gibi dönmüş ve Bahar Hanım’ı yerde bu şekilde bulmuş. Oğlu da ortalarda yokmuş. Söylediğine göre Tuna, Ser Kuyumculuk adlı bir şirkette güvenlik müdürü olarak çalışıyormuş. Onlardan ayrı oturuyormuş ama o akşam yemeğe gelmiş. Annesiyle pek geçinemezlermiş. Hatta adam çıkarken ‘Birbirinize iyi davranın,’ diye de nasihat etmiş oğluna.”
Durdu Filiz, çayından bir yudum aldı ve Melis’e döndü. Ekibin en genç üyesiydi Melis. Henüz altı ay olmuştu aralarına katılalı. Stajyerdi. Mert’in genç kıza asıldığını biliyor ama şimdilik ses çıkartmıyordu. Alan razı veren razı olduktan sonra gönül işlerine karışmazdı.
“Alt katta oturan yaşlı kadın silah sesine benzer bir ses duyduğunu söyledi,” diye lafa girdi Melis. “Dokuz gibi diyor ama tam saati hatırlamıyor. Apartmanda zaten altı daire var ve üçü boş. Kentsel dönüşüm nedeniyle kiracılar tek tek terk etmiş binayı. Üst katta oturanlar bir şey duymamış. Binaya girip çıkan kimse görülmemiş. Sokak o saatlerde tenha olurmuş.”
Bu kez Olay Yeri İnceleme’den Oğuz’a döndü Filiz. Adam genç ama titizdi. Son iki yıldır ekipten biri olmuş, Coşkun Amir de Filiz’in her vakasına onun gönderilmesini istemişti.
“Kadın yatıyormuş,” dedi Oğuz, “Örtünün şekline bakılırsa kapıdan giren katilini görmüş, yatağın diğer tarafına, yere atlayıp kurtulmaya çalışmış, sonrası tek kurşun. Boğuşma yok. Parmak izlerine bakıyorlar.”
“Peki, balistik?” diye sordu Filiz.
“Esat ağabey kurşunu henüz göndermemiş ama bana kalırsa 22 kalibre, yanık izi yok. En fazla iki metreden ateş edilmiş,” diye cevapladı Oğuz. “Çıkışı yok.”
“Karısını seven biri için feci manzara,” dedi Mert.
Melis’in Mert’e kaçamak bakışını, gözlerini ürpermişçesine kıstığını fark etti Filiz.
“22 pek güvenlik müdürü tabancası gibi gelmedi bana,” dedi ve ekledi. “Ben bir Esat’ı arayayım.”
***
Biri gece cinayetlerine çay yüzünden katlanıyor, diğeri ıhlamur içmeden otopsi yapamıyordu. “Bu meslek rahatlatıcı yan unsurlar olmadan çekilmez,” demişti bir zamanlar Eray Gürhan adlı bir Başkomiser.
Esat’a göre ıhlamur sıcağın da sıcağı olacak, minicik yudumlar hâlinde içilecekti. Buhara karışan kokusu ceset kokusunu bastıracak, otopsi odasını saracak kadar keskin olacaktı.
“Hastaymış,” diye başladı Adli Tabip hemen maktulün yanındaki metal tepside duran minik kurşunu göstererek. “Kanser mideyi tüketmiş ama ölüm nedeni ateşli silah. Birazdan balistiğe gönderirim ama 22 kalibre olduğunu anlamak için uzman olmaya gerek yok. Sağ orbital boşluktan 45 derece açıyla girmiş. Kadın yerde yatıyormuş ya da kendini atmış. Katil ayaktaymış. Beynin sol lobunu delip sol paryetal kemik iç yüzeyine saplanmış.”
“Kadın gülümsüyor mu, bana mı öyle geliyor?”
“Haklısın yüzünde korku yok. Bu da katilini tanıdığını, belki de bir umutla gülümsediğini gösteriyor.”
“Ne boktan iş yahu! Gülümseyerek ölmek. Fahri Bey oğlundan şüphelenmekte haklı galiba. İnsan, anca canından bir parçaya bu kadar güzel gülümser.”
Eldivenlerini tıbbi atık kutusuna atarken, “Akşam ne yapıyorsun?” diye sordu Esat.
“Fikrini alayım,” dedi Filiz.
“Zeliha’nın doğum günü. Tarık’a gideceğiz, sen de gelsene.”
“Hâlâ korkuyor musun?”
“Ukalalık etme, gelecek misin gelmeyecek misin?
“Haydi, bugün de geldim diyelim ya sonra? Hep ben mi olacağım aranızda?”
“Geçen gece sen yoktun mesela. Oğuz’u çağırdım ben de.”
“Yüzleşsen mi artık?”
“Özür dilerim karıcığım, seni aldattım, demek kolay mı zannediyorsun sen? Ne yüzleşmesi yahu. On üç gündür, uyusun da eve öyle gideyim diye fazla mesai yapmaktan kurt adama döndüm.”
“Tamam, gelirim ama sen de hazırlıklı ol.”
“Neye?”
Cevap vermedi, yürüyüp çıktı Filiz. İnsanları, özel hayatlarından dolayı eleştirmeyi bırakalı yıllar olmuştu. Hele aldatmak, aldatılmak işlerine Ferit’ten beri hiç bulaşmıyordu. Esat’ın karısı Zeliha’nın hissettiklerini on yıl önce üzerinden dozer geçmişçesine hissetmiş, nefret ya da acı gibi duyguların o dozerin kepçesiyle havaya karışıp yok olduğunu anlamıştı. Oysa âşık olduğu ilk ve son adamdı Ferit Zelner. Sekreteriyle kendini aldattığını, karnındaki bebek dokuz haftalıkken öğrenmişti. O günden bugüne yalnız bir kaçaktı Filiz.
***
“İyi misiniz Komiserim, gözlerinizin altı mosmor,” dedi Mert.
Başı ağrıyordu Filiz’in. Gece zor geçmiş, Esat ve Zeliha tam üç kez ayrılma noktasına gelip üç kez barışmış, sonra da sarmaş dolaş gitmişlerdi evlerine.
“Uzat şu çayını,” dedi, çekmecesinden iki disk pamuk çıkartıp çaya batırarak göz kapaklarına koydu. “Anlat bakalım.”
“Haberlerim kötü ama,” dedi Mert.
“Uzatma,” diye çıkıştı Filiz.
Tuna Yolaçan beş yıldır İtalya’da, Floransa’da yaşıyormuş. Evet, önce Ser Kuyumculuk’un güvenlik müdürü olarak çalışmış ama sonra bir iş fırsatını değerlendirip İtalya’ya gitmiş. Ailesinin bu gidişi sadece bir gün önce öğrenmesi tıpkı Fahri Bey’in anlattığı gibi annesi ile arasında sıkı bir tartışmaya, hatta kavgaya yol açmış. Bu beş yıllık süreçte Türkiye’ye hiç gelmemiş Tuna Yolaçan. Babasıyla en fazla dört, beş kez konuşmuş, annesi bütün çabalarına rağmen onunla konuşmayı reddetmiş. “Annem çok kindardır,” demiş Tuna. Sağlık sorunları olduğunu bilmiyormuş.
“Restoranla konuştun mu?” diye sordu gözlerindeki pamukları kaldırmadan ve istifini hiç bozmadan Filiz.
“Konuştum,” dedi Mert, “Ama Erdim Restoran’la değil. Orası üç yıl kadar önce kebapçı olmuş. Öyle bir toplantıdan da haberleri yok.”
“Peki, bu Tuna cenazeye gelecek mi?”
“Gelecekmiş. Ben aradığımda havaalanına gidiyordu zaten. Belki de gelmiştir.”
***
Bergamot çayından oldum olası nefret etmişti Filiz. Ona göre çay dediğin mis gibi çay yaprağı kokmalıydı ama Melek Hanım’ın kutu gibi evinde başka seçeneği yoktu.
“Ne zamandır tanıyorsunuz Yolaçan ailesini?” diye sordu.
Bergamot kokması dışında başka bir falsosu yoktu evin. Giriş katı olduğu için üsttekinden daha küçük ama derli toplu, duvarları bol fotoğraflı, eşyaları eski salonda oturuyorlardı.
“Fahri Beyler ve biz bina yapıldığından beri buradayız. Durun bakayım, neredeyse yirmi beş yıl. Onlar gibi biz de yeni evliydik.”
“Sizin eşiniz?”
Büfedeki rengi solmuş fotoğrafı gösterdi kadın. “İsmail, o zamanlar meşhur Ankara gemisinde ikinci kaptandı. Bir seferden naaşını getirdiler. Barselona’da kavga eden iki grubun arasında kalmış. Kafasına sopa darbesi almış. Kurtaramamışlar.”
“Nur içinde yatsın,” dedi Filiz. “Merak ettim, Fahri Bey’in sağlık sorunu var mıydı?”
Önce anlamadı Melek Hanım. Hayır, demans ya da Alzheimer olasılığıyla ilgili bir bilgisi yoktu. Zaten neredeyse bir yıldır eskisi gibi sık görüşmüyorlardı. Bunda maktul Bahar Hanım’ın etkisi olduğuna inanıyordu. Yo, kıskançlık değildi anlatmak istediği. Bahar Hanım mide kanserinin son evresindeydi. Ağrıları gitgide artmış, bu da kriz ve hastane ziyaretlerini yoğunlaştırmıştı. “Tuna elimizde büyüdü,” dedi sohbetin ilerleyen dakikalarında. “İtalya’dan sık sık arardı. Annesine kırgındı ama hastalığından haberi yoktu. Hakikatli evlattır, bilse hemen gelirdi.”
***
Aklı hâlâ Bahar Yolaçan’ın yüzündeki tebessümdeydi Filiz’in. Tuna olasılığının ortadan kalkması Fahri Bey şüphesini arttırmıştı ancak karısının cesedi kucağındayken adamın yüzünde gördüğü acıdan dolayı içindeki ses, onun yapmadığını tekrarlayıp duruyordu.
Balistik raporu gelmiş, silahın Oğuz’un da tahmin ettiği gibi 22LR olduğu ve 1,5-2 metre mesafeden ateş edildiği kesinleşmişti.
“Elimizde kayıp bir 22 Long Rifle, âşık bir koca ve eşini kaybetmiş, yalnız yaşayan bir kadın var. Söyleyin bakalım ne diyorsunuz?” diye sordu Filiz.
Mert ve Melis için bu dakikalar hem en güzel hem de en zor süreçti.
“Fahri Bey’i sorguya alalım,” dedi Mert.
“Ben şu komşuya takıldım,” dedi Melis.
“Yok artık!” diye itiraz etti Mert. “Kadının hastalığını bilen bir o var, zaten ölecekmiş, niye öldürsün ki?”
Melis haksız sayılmazdı. Evinde konuştukları sırada sürekli aralarında kıskançlık olmadığını vurgulaması, ortada bir kıskançlık olduğunu düşündürebilirdi. Bu durumda Melek Hanım’ın evinde cinayet silahı aramak hiç de yanlış bir girişim olmayacaktı. Zaten konuştuğu andan itibaren Mert de hayran hayran kızı dinlediğine göre sorun yok demekti.
***
“Hastamız dördüncü evre mide kanseri tanısıyla tedavi altındaydı,” diye başladı doktor. O kadar sık görüyordu ki Bahar Hanım’ı, dosyasına bakma gereği bile duymadı. “Kanser, hem mide duvarını tamamen sarmıştı hem de karaciğer başta olmak üzere birkaç uzak organa metastaz yapmıştı. Son haftalarda oral alımı ciddi şekilde azalmış, kilo kaybı ve cachexia, yani hastalık nedeniyle aşırı kilo kaybı belirginleşmişti. Karın ağrıları, bulantı, kusma ve genel güçsüzlük şikâyetleri sıklaşmıştı. Ayrıca yapılan son tetkiklerde hemoglobin düzeyi oldukça düşüktü; bu da anemiye bağlı halsizlik ve nefes darlığını artırıyordu. Ağrıları nedeniyle opiat türevi güçlü ağrı kesiciler kullanıyordu. Genel durumu son derece kötüydü. Kısa bir yaşam beklentisi vardı; bizce haftaları, belki de günleri kalmıştı,” diyerek bitirdi.
Bir kelebek kadar ömrü kalmış kadıncağızı kim, neden öldürmüştü? Kimdi bu sabırsız? Onu birkaç gün daha sabredemeyecek ölçülere ne ya da hangi motivasyon getirmişti?
***
“Hoş geldiniz, ben Tuna Yolaçan,” dedi kapıdaki adam.
Tuna’nın eve vardığını öğrenen Filiz, Mert’i de alıp apartmana gelmişti ki giriş katındaki kapı açılmış ve Tuna belirivermişti. Melek Hanım’ın evindelerdi, hem de maaile. Fahri Yolaçan küçük yemek masasının bir tarafında kitap okuyordu. Filiz’i görünce birden gözleri ışıldamış, “Bahar!” diye fısıldamıştı ancak gerçeği fark edince hızla sönüvermişti o ışık.
“Hâlâ annemi bekliyor,” dedi Tuna sessizce. “Evde yalnız kalmasın diye buraya getirdik.” Sonra dönüp Melek Hanım’la yan yana oturan esmer güzeli kadını tanıttı. “Elsa, karım.”
Yurt dışına gittikten bir sene sonra tanışmış, geçen yıl da evlenmişlerdi. Hayır, henüz çocukları yoktu. Elsa bilişim alanında doktora yapıyordu, yakında doçent olacaktı. Ondan çok Tuna’nın bitkin hâline takıldı Filiz, nedenini sordu.
“Bir anda ailesiz kaldım, nasıl olmamı bekliyorsunuz ki?” dedi genç adam.
Annesinin ölümcül hastalığını vefatından sonra öğrenmiş, babasına ise oğlu olduğunu kabul ettirememişti. Fahri Yolaçan’ın zihni geri gitmeye devam ediyordu. Bahar Hanım’la evlendiği günleri anlatıyor, doğal olarak da Tuna’yı doğmamış farz ediyordu.
“Sizce annenize bunu kim yaptı?” diye sordu Filiz, Tuna’ya.
Aldığı cevap buz gibiydi. “Kim yaptıysa iyi yapmış. Ben yapabilseydim keşke. Nasıl acı çektiğini doktorundan öğrendim.”
Filiz’in bir yanı Tuna’ya hak verirken diğer yanı katili bulması gerektiğini haykırıyordu. Melis’in mesajı Tuna’yla konuşurlarken geldi. Arabadan iniyorlardı. Savcıdan komşu Melek Hanım’ın evi için arama emri çıkartmasını istemişti Filiz. Bir müddet sonra beyaz tulumlu Olay Yeri ekibi eve doluştu. Melek Hanım şaşkındı. “Hemen üst katında işlenmiş cinayetin rutin işlemlerinden biri,” masalına inanmamış, tedirgin gözlerle evinin karıştırılmasını seyrediyordu.
Melek Hanım’ın suratı asıktı. Belli ki kırılmıştı. Çay bile teklif etmedi. “Ne aradığınızı söyleseniz de yorulmasanız,” dedi Filiz’e. Zaten bütün ev yarım saatte arandı bitti. Tahmin ettikleri gibi silah bulunamadı ama Fahri Bey ile Melek Hanım’ın birlikte çektirdikleri beş fotoğraf, saklandıkları komodin çekmecesinde gün yüzüne çıktı. Kızardı Melek Hanım. Ayıbı ortaya çıkmış gibi birkaç saniye dudakları titrediği hâlde sesi çıkmadı.
En sonunda, “O bizim sırrımızdı,” diye fısıldadı.
Fotoğraflar 2023’ün iki farklı döneminde çekilmişti.
“Kucağıma kafasını koyup dakikalarca ağlardı,” dedi Fahri Bey için. “Karısını deliler gibi seviyordu, ne olduğunu ikimiz de anlamadık ama yaptık işte bir hata. Bunun için suçlamayacaksınız beni, değil mi?”
Duygusal ilişki tarafı elbette suç değildi ama bu vakada kafa karıştırıyordu. Melek Hanım’ın üzerine basa basa kıskançlık yok vurgusu da muhtemelen buna dayanıyordu. Filiz’in değil belki ama Mert ile Melis’in akıllarında soru işaretleri fink atmaya başlamıştı. Mert’e göre komşu kadın, Bahar Yolaçan’ın gidişini hızlandırmak istemiş olabilirdi pekâlâ. Ama belli ki Fahri Bey’in bu gidişten böylesine olumsuz etkileneceğini hesaba katmamıştı.
“Bugünlerde bir yere, mesela ailenizden birilerine gitmeyi düşünüyorsanız vazgeçin,” dedi Filiz, Melek Hanım’a. “Sizinle daha işimiz olabilir.”
Kadının suratı kıpkırmızı oldu. Polisleri yolcu ederken kapının kenarına tutunma ihtiyacı hissetti.
***
“Konuştum.” dedi Esat. “Yaşananlar normalmiş.”
Gayrettepe’de daha çok emniyet ahalisinin takıldığı bir kafede oturmuşlardı Filiz ve Esat. “Keşke sen gelseydin, ben buraların trafiğinden iğreniyorum.” diye epey bir söylenmişti.
“Alzheimer başlangıcında yaşanan şoklar hastalığın hızlı ilerlemesine sebep olabilirmiş,” diye devam etti.
Nörolog bir arkadaşıyla konuşmuş, Fahri Bey’in durumunu anlatmıştı. “Aslında sıkıntı da burada başlıyor,” demişti Nörolog. “Beynin henüz çözemediğimiz tepkileri, sağlıksız düşünen insanlara cinayet bile işletebilir, üstelik sevdiklerini korumak için yaptıkları bahanesinin arkasına saklanarak vicdanlarını rahatlatabilirler.”
Şaşkındı Filiz. “Nasıl yani, Fahri Bey’in karısını öldürme ihtimali var mıymış?”
“Öldürdüyse bile görünüşe bakılırsa bunu hatırlamayacaktır.”
“Silahı bulmak şart oldu.”
“Haydi buldun diyelim. Üzerinde adamın parmak izi de çıktı. Cezai ehliyeti yok ki! Devlete ait bir yaşlı bakım evinde hayatının kalanını geçirip ölüp gidecek.”
“Yani?”
“Durum bu.”
***
“Bildiklerimizi masaya yatıralım,” dedi Filiz Komiser.
Eşinin acılarını dindirmek için hayatına son veren erkek imajı onun da kafasına yatmıştı ama cinayet silahının bulunamamasının yanı sıra baş şüphelinin cinayeti itiraf edecek durumda olmaması sonuca gitmesini engelliyordu. Bu durumda savcıya sadece kanaatler sunulabilirdi ki hiçbir savcı bunu kabullenmezdi.
“22 LR,” diye başladı Mert. “Gece 22.00-23.00 saatleri arasında yakın mesafeden vurulmuş. Kurşun sağ gözden girip beynin sol tarafını parçalayarak kafatasına saplanmış.
“Maktulü kocası bulmuş. 23.30’da eve gelmesinin dışında hatırladıkları doğrulanamadı,” diye devam etti Melis. “Adamın evden hiç çıkmamış olması bile muhtemel.”
“Yani…” dedi Filiz. “Bu durumda acıları son bulsun diye karısını öldürdü ama cinayetin hemen ardından pişman oldu, bu esnada kafası beş yıl geriye, oğluyla annesinin tartıştığı geceye gitti ve restorandayken oğlunun annesini öldürdüğüne kanaat getirdi öyle mi?”
Derin bir sessizlik oldu. Aslında makul ve mantıklı bir çözüm yolu gibiydi düşündükleri ama diğer yandan da sanki zorla bir araya getirilmiş cümlelerden oluşan bir hikâyeye benziyordu. İşin kötüsü, eğer hikâye doğruysa zaten ölmekte olan bir kadın birkaç gün evvelinden öldürülmüş, katili de fiziken olmasa bile beyin olarak aynı gece ölmüştü.
“Şu Tuna,” dedi Komiser. “Bir bakın bakalım, cinayet günü Türkiye’de olma ihtimali var mı, ayrıca alt komşunun endişeli hâlleri beni rahatsız etti. Apartman boşluğu da dâhil olmak üzere sıkı bir arama yaptırın. Boş dairelere de girin .”
***
Filiz, telefonu çaldığında son zamanlarda sık sık gördüğü bir kâbusla titriyordu. Bembeyaz bir duvara yaslanmıştı. Üzerindeki Şile bezi gecelik terden sırılsıklam olmuştu. Tam karşısında neredeyse kendisi kadar büyük bir tabancayı ona doğrultmuş bir bebek vardı. Filiz sadece, “Ben yapmadım,” diye fısıldayabiliyor, gerisini getiremiyordu. Poff diye söndü kâbus. Telefonunun saati 03.48’i, ekranı ise Mert’in aradığını gösteriyordu.
Açar açmaz, “Tuna cinayet günü İstanbul’daymış,” diye tahminde bulundu Filiz. Ona göre bu saatte aranmanın başka bir sebebi olamazdı.
“Tuna değil,” dedi Mert. “Müsaitseniz gelir misiniz?”
***
Bu kez Filiz Emniyet’e değil, Mert Filiz’e gelmişti. “Çayın yüzü suyu hürmetine bile bu saatte gelmem,” demişti Filiz. “Sen gel.”
Luigi Ricotti, Antalya’da 2021’de açılan İtalyan Fahri Konsolosluğu’nun ilk konsolosuydu. Ricotti ailesi o tarihten bu yana Antalya’da yaşıyor, Elsa Ricotti Yolaçan yılda üç dört kez Tuna’yla ya da Tuna’sız, ailesini ziyarete gidiyordu.
“Çok değil mi bu?” diye düşüncesini açıkladı Filiz ve ekledi. “Sen nereden öğrendin bütün bunları?”
“Bulmam zor olmadı,” dedi Komiser Yardımcısı. “Havayolu veri tabanına Yolaçan yazdım, Elsa çıktı, buyurun bakın.”
Elindeki küçük not defterinde tarihler ve istikametler yazılıydı. Elsa Ricotti Yolaçan son altı ayda dört kez İtalya’dan önce Antalya’ya, bunların üçünde de Antalya’dan İstanbul’a uçmuş, bu haftalık seyahatleri sonunda geri dönmüştü. Onları ilgilendiren tarih listenin sonundaydı. Maktul Bahar Yolaçan’ın öldürüldüğü gün Elsa, İstanbul’daydı.
Midesinin hafif hafif bulanmaya başladığını hissetti Filiz. Yo, herhangi bir öngörüden değil açlıktandı bulantısı. Başı ağrıdığı için akşam yemeği yiyememişti. Bir dilim zeytin ezmeli kızarmış tost ekmeği ve çaya ihtiyacı vardı. Belki bu geceki kâbusun nedeni de açlıktı. Kalktı, “Gel peşimden,” dedi ve mutfağa yürüdü.
***
“Tahmin etmiştim ama insan konduramıyor işte,” dedi Tuna.
Filiz, “Önce Tuna’yla konuşmak istiyorum,” dediği için buradaydı genç Yolaçan. İlk günkü kendinden emin ama üzgün tavrından geriye pişmanlık dolu bir canlı cenaze kalmıştı âdeta.
“Bunu annemin yatak bazasına koyduğu elbiselerinden birinin cebinde buldum,” diyerek bir mektup uzattı.
Bahar Hanım’ın mektubu “Oğlum,” diye başlıyordu. Ortasına kadar Elsa’ya olan güvensizliğinden, aniden çekip gitmesiyle yaşadığı burukluk ve kızgınlıktan bahsediyor, arayıp bir hâl hatır dahi sormamasına sitem ediyor, bu iletişimsizliğin kendince sebeplerini açıklıyordu. Filiz’i asıl ilgilendiren kısım mektubun ikinci yarısındaydı.
“Elsa seni aldatıyor oğlum,” diye başlıyordu ikinci kısım, “Bilirsin ben çok dolaşan biri değilimdir. Babanın ısrarıyla geçen gün yakınımızdaki, yeni açılan alışveriş merkezine gittik. Baban acıkınca en üst kattaki yemek bölümüne çıktık. İki lüks restoranın birinde onları gördüm. İyice dipte oturdukları için önce benzetiyorum zannettim, biraz yaklaştım. Elsa ve tanımadığım bir genç adam dudak dudağa öpüşüyorlardı. Hatta öyle dalmışlardı ki, garson yemeklerini getirince ayrılsınlar diye boğazını temizler gibi yapmak zorunda kaldı. Elsa o şaşkınlıkla kafasını kaldırınca fark etti beni. Bembeyaz teni birden kıpkırmızı kesildi. Allah’tan baban bu manzarayı görmedi yoksa yeri göğü birbirine katardı. Burası çok pahalıymış, diye bir bahane uydurarak babanı uzaklaştırdım oradan,” diye sonlanıyordu.
“Sizce onu Elsa mı öldürdü?” diye sordu Filiz genç adama.
Bir insanın karısını cinayetle suçlamasını beklemek belki saçmalıktı. Başta söylediğini söyledi Tuna. “Konduramıyorum.”
“Şu genç adam kim?” dedi Filiz.
“Bunu ona sormalısınız,” diyerek omuz silkti Tuna. Canlı cenaze hâlinin yerini tekrar o ilk günkü kendinden emin ama üzgün tavrı almıştı. Tuna’nın itirafları içinin elverdiği kadardı. Aldatılmış bir insanın içindeki kıyameti onun kadar iyi biliyordu Komiser. Reddetmekle kabullenmek arasında amansız bir savaştı hissedilen. Hep üçüncü yol tercih edilirdi; kaçmak. Şimdi Tuna’nın, bir zamanlar da kendisinin yaptığı gibi geçmişe ait ne kadar iz varsa silmek, söküp atmak ve kaçmak.
***
“Hanımefendi avukat istemiyor,” dedi yeminli tercüman.
22 kalibre tabanca evdeki bavulun dibinde, büyük bir makyaj çantasında bulundu. Tuna, Elsa’yı Emniyet’e davet ettiklerinde ve özel eşyalarının aranması sırasında evde olmamayı tercih etmiş, yakındaki bir kafeteryada beklemişti. Elsa reddetse bile artık cinayet aleti ellerindeydi ve çoktan balistiğe gönderilmişti. Genç kadın suçunu reddetmedi ve her şeyi olanca açıklığıyla anlattı. Bu rahatlığının sebebi daha sonra ortaya çıkacaktı.
“Elsa Ricotti,” diye cevap verdi kimliğiyle ilgili ilk soruya.
Yolaçan soyadını özellikle kullanmak istemediğini hissetti Filiz. Bugün farklı bir sorgu yöntemi denemek istiyordu. Genellikle “Neden öldürdün?” diye başlar, sondan başa gelmeyi tercih ederdi. Böylelikle süreç uzamaz, kasvetli sorgu odasında fazla kalmaz, çok sevdiği çaya bir an önce kavuşurdu. Ama bugün Elsa’yı dinlemek istiyordu. Baştan sona gidecek, itirafı en son alacaktı. Ona göre uzun sürmesine rağmen bu daha garanti bir yöntemdi. Bütün kapılar tek tek açılır, içeride ne varsa ortaya çıkar, kapanır ve şüphelinin kaçacağı yol kalmazdı. Kilit o mektuptu. Muhtemelen kimse görmeden yok etmek istediği ama kocasının eline geçen mektup. Bir süre tercümanın çevirmesini bekledi, sonra anlatmaya başladı.
“Nedense evlenince büyü bozuldu. Söylerlerdi de inanmazdım ama öyleymiş gerçekten. Bambaşka biri oluverdi Tuna. Evlendikten sadece bir ay sonra bu işin böyle gitmeyeceğine inanmıştım. Geçen gelişimde ailemden de onay alıp boşanma davası açmaya karar verdim,” dedi. İtalyan aile mahkemeleri fazlasıyla katıydı ve Tuna’yı aldatmış olması elini çok zayıflatacaktı. “Mektubu bu yüzden engellemeliydim,” diye devam etti.
“Bahar Hanım’ın sizi birlikte gördüğü genç kimdi?”
“Onun varlığı boşanma davasına zarar vereceği gibi babamın kulağına giderse çok kötü olurdu.”
“Kayınvalidenin eşine mektup yazdığını öğrendin ve almak istedin.”
“Tutturdu Tuna’ya ve ailene göndereceğim diye. Başından beri beni istemediğini, oğluyla aralarına girdiğimi, Tuna’nın bu yüzden kendisiyle görüşmediğini söyledi. Benim onu etkilediğimi düşünüyordu. Zaten boşanmak üzere olduğumuzu, isterse oğluna sorabileceğini söyledim ama inanmadı.”
“Biraz da sevgilinden bahset. Kim o, nerede tanıştınız?”
“Kutlu. Sevgilim falan değil. Antalya’da tanıştık. İstanbul’da yaşıyordu, tatile gelmişti. Bana göre gelip geçiciydi. O gün nedense evinde oturmak yerine alışveriş merkezine, sinemaya gidelim dedik. Aptal bir tesadüf.”
“Peki, Bahar Hanım nasıl tepki gösterdi?”
“Fırsat çıkmıştı. Akşam yanına gittim, anlatmaya çalıştım, gönderirseniz boşanamayız dedim, dinlemedi. Ertesi gün marifetmiş gibi telefonuma mektubun fotoğrafını yolladı.”
“Sen de kararını verdin.”
“Mektubu almalıydım ama yetmeyecekti. Yine yazar ya da benim ailemi veya Tuna’yı arayıp anlatmaya kalkardı.”
“Ama kadın ölüyordu. Hastalığını bilmiyor muydun?”
“Fahri Bey anlatmıştı ama ölmeden son bir hamle yapacak ve beni bitirecekti. İntikam almak istiyordu.”
“Cinayet gecesini anlat.”
“Ben öldürmedim.”
Şaşırdı Filiz. Buraya kadar gelmişken inkâr saçmalığın daniskasıydı.
“Yapma Elsa,” dedi. “Oyun bitti, buradan kurtuluş yok.”
“Gerçekten,” dedi kadın. “Kutlu yaptı.”
Başından itibaren rahat olmasının, her şeyi kolayca anlatmasının sebebi anlaşılmıştı.
“Ben eve bile gitmedim,” dedi. “Fahri Bey’in, doğalgaz sayacının üzerine yedek anahtar bıraktığını biliyordum. Kutlu’nun içeri girip Bahar Hanım’ı öldürmesi çok kolay oldu ama salak herif mektubu bulamadı. Sahi Tuna nasıl bulmuş?”
***
Bahar Hanım’ın mektubu yatağının altına kaldırdığı kıyafetlerden birinin cebine saklayacağı Kutlu’nun da Elsa’nın da aklına gelmemişti. Sorgu bittiğinde elinde balistik raporuyla gelen Mert, Elsa’nın ifadesini doğruladı. Tabancada Kutlu’nun parmak izleri bulundu. Elsa’yla İtalya’ya gidip orada yaşayacağına, kaba tabirle yırtacağına inanmış ve kadın ne istediyse yapmıştı.
***
Kutlu Baykan taammüden cinayetten hüküm giydi. Sorgusunda inatla cinayetin Elsa’yla ilgisi olmadığını, Elsa’yı elde etmek ve onu bu yürümeyen evlilikten kurtarmak için mektubu almak zorunda olduğunu tekrarladı. Elsa Ricotti Yolaçan ise Kutlu Baykan’ın ısrarlı ifadeleri sonucunda serbest kaldı, İtalya’ya geri döndü ve ilk iş Tuna Yolaçan’dan boşandı. Zaten Tuna da babasının hastalığı sebebiyle bir daha İtalya’ya dönmedi. Fahri Bey bu olaydan yaklaşık iki ay sonra kalp yetmezliği teşhisiyle hastaneye kaldırıldı ve on beş gün içinde vefat etti.
Filiz mi? O da hâlâ Tuna gibi geçmişinden kaçıyor.

