Elinde bir polisiye roman, koltuğa yayılmışsın. Kitabın sayfalarını tatlı tatlı çevirirken birden kaşların çatılıyor ve ipucunu fark edemeyen dedektife “Salak!” diye bağırıyorsun. Sonra katilin bariz bir hatası, “Ben olsam böyle yakalanmazdım!” diye havalara girmene yol açıyor. Ve nihayet, “Ben dedektifin yerinde olsaydım katili ilk sayfada enselerdim,” noktasına gelerek kitabın kapağını kapatıyorsun.
İşte, seni, beni hepimizi, polisiye yazmaya yönelten şey tam da bu!
“Madem bu kadar zekiyim, o zaman kendi cinayet romanımı kendim yazayım, bakalım kimler katili bulacak?” demenle başlar polisiye yazma maceran. Ve bir bakmışsın, polisiye kurgular tasarlıyor, gece yarıları “Katil kim olacak?” diye notlar karalıyorsun.
Ama işin komiği şudur: Polisiye yazmak, koltukta ahkâm kesmeye benzemez. Çok daha zordur. “Katili ilk sayfada bulurdum,” dediğin an, sadece okuyucuydun, işin kolay tarafındaydın. Ama yazmaya kalktığında? İşte o zaman anlıyorsun ki, katili saklamak, ipuçlarını serpiştirmek hiç de kolay değilmiş. Okuyucuyu “Hah, buldum!” diye önce zıplatmak ama sonra “Yok, katil bu değilmiş!” diye şaşırtmak tam bir ustalık gerektiriyormuş.
Yine de neden yazıyoruz peki?
Polisiye yazmanın en büyük motivasyonlarından biri, kontrolü ele geçirme hissidir. Gerçek hayatta gizemler genelde sinir bozucudur. Çünkü gerçek hayatta kontrol edebildiğin şeyler oldukça azdır. Ama kendi hikâyende her şey senin elinde! Katil sensin, dedektif sensin, ceset bile senin eserin. İpuçlarını sen koyuyorsun, şüphelileri sen yaratıyorsun. Üstelik kimseyi gerçekten öldürmeden yapıyorsun bu işi. Yani en azından umarım öylesindir, yoksa polisi aramak zorunda kalabilirim!
İşte bu kontrol hissi, polisiye yazmanın en keyifli yanıdır. Gerçek hayatta çözemediğimiz gizemleri, kendi kurgumuzda çözeriz ve “Oh be, dünya şimdi daha adil, daha düzenli,” deriz.
Polisiye yazmak, sadece bir hikâye anlatmaktan ibaret değildir. Aynı zamanda bir oyun kurmaktır. Okuyucuyu ters köşe yapmak, “Katil bu!” dedirtip sonra yanıldığını göstermek, sadece polisiye yazarlarının tadabileceği bir keyiftir. Ve o zevki bir kere tattın mı, bir daha bırakamazsın. Her yeni hikâyede, “Bu sefer daha zekice bir cinayet kurgusu yazacağım!” diye kendine meydan okursun.
Polisiye yazmanın bir diğer nedeni de, insan doğasına duyulan meraktır. Katilin motivasyonunu sen belirlersin, şüphelilerin yalanlarını sen uydurursun. Bu süreç, seni insan psikolojisine daha yakından bakmaya zorlar. “Bu adam niye yalan söylüyor? Şu kadın niye bu kadar sakin? Bu teyze niye sürekli çay demliyor, yoksa içine zehir mi katıyor?” diye düşünürken, bir bakmışsın, karakterlerin o kadar gerçekçi olmuş ki, sen bile “Acaba katil bu mu?” diye onlardan şüphelenmektesin.
İşin en eğlenceli kısmı da budur. Gerçek hayatta bastırdığın o “Herkesten şüpheleniyorum” duygusunu, kurguda özgürce yaşarsın. Komşuna “Bu adam kesin bir şeyler çeviriyor” diyemezsin ama hikâyende herkes şüpheli olabilir. Uşak terliyor, teyze “Ben bir şey görmedim” diye ağlıyor, genç kız “Sevgilim yapmaz!” diye bağırıyor. Ve sen, klavyenin başında otururken, “Hadi bakalım, kim yalan söylüyor?” diye düşünürsün. Bu şüphecilik, bu “Herkes suçlu olabilir” hissi, polisiye yazmanın en keyifli yanıdır. Çünkü kurguda, şüphelenmek serbesttir. Kimseyi incitmezsin ama bir yandan da dedektiflik ruhunu sonuna kadar yaşarsın.
Ayrıca polisiye yazmak, bir yazar olarak seni sürekli zinde tutar. Çünkü edebiyatın bu türü, tembellik kaldırmaz. İpuçlarını mantıklı bir şekilde yerleştirmek zorundasın, katilin motivasyonunu sağlam kurmalısın, dedektifin zekâsını abartmadan ama aptal da göstermeden yazmalısın. Okuyucu, senin bıraktığın her ipucunu didik didik edecek, her cümleyi sorgulayacak. “Bu mektup açacağı niye burada? Şu adam niye terliyor? Uşağın duyduğu ses neydi?” diye düşünecek. Ve eğer bir hata yaparsan, bir mantık hatası bırakırsan, hemen yakalanacaksın. “Bu yazar amma da saçmalamış!” dedirtmek istemezsin, değil mi? İşte bu yüzden polisiye yazarken çok dikkatli olmak zorundasın.
Polisiye yazmanın bir diğer güzel yanı da, okuyucuyla kurduğun o özel bağdır. Çünkü polisiye yazarken, sadece bir hikâye anlatmıyorsun, aynı zamanda okuyucuyu bir oyuna davet ediyorsun. “Hadi katili bul bakalım” diyorsun. Ama öyle bir diyorsun ki, her sayfada “Tamam, buldum!” diye sevinen okuyucu, sonra bir bakıyor, yanılmış. Ve bu oyun, okuyucuyla aranda garip bir bağ kuruyor. Okuyucu, katili bulduğunda “Ben demiştim!” diye sevinecek, bulamadığında ise “Vay be, bu yazar beni fena kandırdı!” diye sana hayran kalacak. Ve her iki durumda da, senin hikâyeni konuşacak, senin katilini tartışacak. Tam bir kazan/kazan durumu. Düşünsene, bir arkadaşına “O kitabı okudun mu, katili bulabildin mi?” diye anlatırken, senin yarattığın o dünyayı yaşatacak. İşte bu, bir yazar için en büyük ödüldür.
Son olarak, polisiye yazmak, bir nevi “Katil benim!” kahkahası atmak içindir. Çünkü kurguda, katili yaratan sensin, onun her hareketini sen planlıyorsun. Okuyucu, katili bulmaya çalışırken, aslında senin kurduğun oyunun içinde dönüp duruyor. “Bulamadın değil mi?” diye kıs kıs gülüyorsun ama bir yandan da “Acaba çok mu zorladım?” diye düşünüyorsun. İşte bu denge, “Okuyucuyu şaşırtayım, ama sinirlenmesin” çabası, polisiye yazmanın en eğlenceli yanlarından biridir.
Okuduğun romandaki katili bulma iddianla başlayan maceran, bir bakmışsın, seni bir polisiye yazarı yapmış. Ve sen, her yeni hikâyede, “Bu sefer daha zekice bir cinayet işleyeceğim!” diye kalemi eline alıyorsun. Polisiye yazmanın, sadece bir hikâye anlatmak değil, aynı zamanda bir oyun oynamak, okura meydan okumak ve “Aslında katil benim!” kahkahası atmak demek olduğunu artık biliyorsun.

