Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

RÜZGÂR SÖYLÜYOR ŞİMDİ O YERLERDE BİZİM ESKİ ŞARKIMIZI

Diğer Yazılar

Serap Gökalp
Serap Gökalphttp://[email protected]
Bursa doğumlu. İlk kitabı, Astak Kum Saatinde Akarken, 2002 yılında Sistem Yayıncılık’tan, ikinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık’tan çıktı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı, Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimat’tan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Çalışmalarından Fadime Hanım’ın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküleri Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Öykü Ödülü ikinciliğini almıştır. Öykü kitapları dışında oyunlar yazmakta, metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri, kendi bloğu ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmakta, yetişkinler ve çocuklar için öykü ve yazı atölyeleri düzenlemektedir.

Çok değil on yıl geri gidebilseydin…

Ardına dek açık balkon kapısıyla mehtabı kucaklamak için bekleyen bağrı yanık bir delikanlı(!) olmazdı şimdi bu ev. İçine giren sokak ışıkları, evin yüreğine karabasan gibi çökmüş sana çarpıp tuzla buz olmazdı… Kafatasının içinde böcekler sağa sola seğirtip anılarını kemirmezdi.

Ağır ve nemli bir güneş, denizi taşırmak üzereydi o koltuğa oturduğunda. Şimdi, gece…

On yıl önce yavru bir kedinin miyavlamasının seni neden uyutmadığını aklına bile getirmez, kızmaz ve öteki uykuları kıskanmazdın. Mehtap buğulu zarafetiyle kıvrılıp gelsin, açık kollarına atılsın diye beklemezdin. Saat ayaklarını sürüyor koridorda, bak.

Daire kapısı sessizce kapandı, duydun mu? Koridorda ışık yandı. Mehtap geldi…

“Ruhun azgın atları dörtnala giderken bedenindekilerin yarışı terk etmesini kınıyorum,” diye karşıladın onu. Bakışların geceye doğruydu ama. “Bu durumda öndeki atların koşmasının bir anlamı olmadığı gibi yarışı bırakanlara da söz geçiremez oluyorlar. O zaman öyle üzülüyorlar ki… Kaçıp gitmeyi istiyorlar. Belki bu yüzden ölünüyordur,” dedin.

Söylenenleri ‘Ruhun, bedeni bıkkınlık nedeniyle terk edişi’ olarak değil, ‘kaçıp gitmek isteyenin eceli gelmiştir,’ şeklinde bir tehdit olarak yorumlayan Mehtap tedirgin oldu. Çünkü bu cümle ona göre aynı zamanda “Nerede kaldın ve neredeydin?” anlamını da yüklenmişti. Yoksa sana mı öyle geldi?

Sen bunları bütün bir gece taş gibi oturup onu beklediğin koltuktan yine kıpırdamadan söylemiştin. Oysa fırlayıp sarılmak, vücudunu bastırmak, canını acıtarak okşamak istiyordun, öyle özlemiştin kadını. Tüm gece boyu kızmış, unutmuş, merak etmiş, unutmuş, anımsayıp hoş görmüş, anımsayıp kinlenmiştin. Karşılıksız kalan cümlelerin, perdeleri ardına dek açık kirli cama yapıştı kaldı. Bekledikçe yavaşça kararıp lekeye dönüşüyordu. Sonunda Mehtap gelip karşında durdu. Bakışlarında gerçeği duymak istemeyen bir titreme gördün. Yaşlılık senin gözlerini küçültmüş, rengini bulanıklaştırmıştı. Aynadaki adam öyle diyor… Çoğu kere sevimsiz ve sadist bir anlatımı olan bu gözler, şu an “Bana yalan söyle,” diye bağırıyor biliyor musun? Kadının üstündeki gece mavisi, kırmızı beyaz çiçek desenli elbiseye saldırganca baktın. İp askılar yüzünden vücudunun üst yarısı çıplak gibi geliyordu insana.

“Yürüyerek geldim,” dedi Mehtap tek kaşı kalkık. “Sen neden ayaktasın?”

Onun masa örtüsünün kenarıyla oynamasının sıradan ve dalgınlıkla değil, gözlerini kaçırma çabası olduğunu biliyordun. O sırada kafanın içindeki böceklerden biri bir kabloyu kemirdi.

“Bütün gece seni bekledim,” dedin pencereden dışarı bakarak. Bu gece ben bekledikçe, önünde secde edilesi güzelliğiyle Mehtap yakamozlar arasında yattı durdu ama.

“Bütün gece demek… Tilde seni yatırmadı mı? Erken mi gitti yoksa?”

“O gittikten sonra kalktım.”

“Yemek yedin mi?”

“Hayır.”

Hiçbir şey demeden mutfağa gidip bir tepsiyle döndü. Ne olduğunu anlamadığın bir yemeği kaşıkla vermeye başladı. Dürüst olmak gerekirse hatırlamıyorsun. Sırf sana ilgi göstersin diye öyle dedin. Karşına oturmuş sessizce tabaktan aldıklarını ağzına veriyordu. Bir an sana öfkeyle baktı. Bu bakış içine korku saldı. Sana kötü bir şeyler yapmasını önlemek için… Kim bilir yemeğin içinde ne var? Titrek küçük bir gülümsemeyle cevap verdin ona. Bu acizliğin içini sızlatmış olmalı, apansız ağlamaya başladı.

“Ne oldu, neden ağlıyorsun?” dedin, o eski her şeye hâkim, yatıştırıcı sesinle.

Mehtap irkildi. Bir an, küçük bir an eski sen geri gelmiş gibi baktı sana. İnanmadı. Artan hıçkırıklar arasında, “Kendimi çok çaresiz hissediyorum,” dedi.

Onu bakışlarınla okşadın, uzattığı kaşık için ağzını açtın. Yutunca, “Üzme kendini bu kadar. Bak ben buradayım,” dedin. Omuzları sarsılıyordu. Yemeğin bitene kadar susmadı. 

“İlaçlarını içtin değil mi? Tilde’yi aramalı en iyisi,” dedi elinin tersiyle gözlerini sildi.

Cevap vermedin, yavru kedi susmak bilmiyordu.

Bir an kulak kesildi kadın, sesler kendini acındırma mı içeriyor diye. Hayır, kedinin ve senin sesiniz, yalnızlık ve hayal kırıklığındandı. Hayal kırıklığı… Mehtap, kulaklarını tıkamak, kaçıp gitmek ya da bu sesleri susturmak istiyordu sanki. Senin göz bebeklerinde o azgın atları gördü mü acaba? Sessizce bekleşiyorlar ve etrafı kolaçan ediyorlar. Tenleri huzursuzca seğiriyor. Mehtap susuyor.

Balkondan görünen yakamozların çok fazla gürültü yaptığını düşünerek, “Balık istiyordun, gidip aldım akşamüstü,” dedin bakışlarınla ilgisi olmayan bir sesle. Seninle bir akşam yemeğini hayal etmekle mi yetindim yoksa?

“Gene dışarı mı çıktın yani?” dedi kadın irkilerek.

“Ne var bunda? Evi genç bir sevgili için çekici kılmak gerek. Başka türlüsü olmuyor artık,” dedin. Ama balıkçıya gidip gitmediğinden emin değildin.

“Eğer bunu yaptıysan…”  

Aldıklarını balıkçıya temizlettiğini ve nasıl pişirdiğini söylüyordun, yaranmaya çalışıyordun. Sevgin bir reddedişle karşılanmaya başladığından beri bu tutumu geliştirmiştin. Ya da giderek daha hızlı yaşlanıyor (böcekler hızla çoğalıyor baksana) olduğundan birilerinin acımasına daha çok gereksiniyor olabilirsin.

“Sonbaharda rastlantıyla canlı kalmış bir sivrisinek önüne geleni iğneliyor,” dedin yavaşça, kendini kast ederek. “Herkesin canı yanıyor ama sineğin fazla zamanının kalmadığını da biliyorlar,” diye tamamladın.  Gaddar bir sabır gösteriyorlar. Sonunu bildiğin konuda sabır göstermen uygunsuzdur oysa…

“Kaç yaşında bu evini genç bir sevgili için çekici kılmak isteyen kişi?” dedi kadın, göz kapaklarını küçümsemeyle yarı kapatmıştı.

“Kaç zamandır ölüme koşuyor, demek istiyorsun,” diye düzelttin cümleyi.

“Kaç zamandır ölümden kaçıyor, demek istiyorum,” dedi acımasızca.

O böyle deyince yüksek bir yerden düşercesine başın döndü, sustun. Ruhumun atları, varacağı yeri biliyor bilmesine de neden koştuklarını bilmiyorlar, artık asıl mesele bu.

“Özür dilerim,” dedi yine. “İlaçlarını içtin mi diye sormuştum, laf karıştı.”

“Önemli değil yavrum,” dedin hayal kırıklığıyla Ah ne olurdu, o yaştan bu yaşa, bir küpten ötekine aktarılan yaşamda, her küpten biraz daha tortuyla ayrılmasaydık. Sonunda arı su batağa dönüşüyor, bak. Taşıdıkları yüzünden akamaz oluyor. Kafatasın çamur birikintileriyle doluyor içinde böcekler, böcekler…

Şimdi de kadın sessizdi. Susmakla kendisini fırlattığı uzaklığı, uzaklığın yarattığı olanaksızlığı duyumsadın. Gözlerini yakalarsan ulaşabileceğini sanıp yabani otlar arasındaki yarı yıkık bir ev bakışıyla baktın, Mehtap çok uzaklardaydı…

“Özgür bir kadınsın, önemli değil,” dedin kırık. Artık geç gelmesi, seni yalnız bırakması umurunda değilmiş gibi yapmaya karar vermiştin.

“Cam fanus içinde yanmakta olan çılgın bir ateş kadar özgür,” dedi kadın, çarpıkça gülümsedi.

“Odunundan kaçmak isteyen alevin didinmesi,” dedin alayla ve acımasızca.

Bu kadını tümden sinirlendirdi.

“Odun mu? Kör korlar!” diye tersledi tükürür gibi.

Bir yaştan sonra diz eklemlerini kırmak mümkün olmuyor muydu, üşeniliyor muydu? Bu pek önemli değildi gerçekte. Önemli olan yürüyüşteki canlılık ve ışıltının yok olmasıydı. Artık bacaklarını pergel gibi açıp eklemleri üzerinde yaylanman söz konusu değildi. O erkek, geri dönmemek üzere yaşamınızdan çıkıp gitti, yerine bunu bıraktı. O yüzden kızsan da yerinden kıpırdayamadın. Birden salata malzemelerini sirkeli suda bıraktığın aklına geldi. Sen onların gevşemiş olduklarını söylerken, kadın senin gevşek kaslarını düşünüyordu belki de. Cümlenin ancak sonunu duyması bu yüzden olmalı, “… atarsın.”

O yüzden mi “Keşke,” diye mırıldandı. Duymazdan geldin. Güldün, takma dişlerin kendi dişlerinden farksızdı ama kadın biliyordu takma olduklarını. Can sıkıcı olan buydu işte.

Şahane bir erkektin tanıştığınızda. Erken beyazlaşmış saçların Rene Magritte bulutlarını çağrıştırdığından mı nedir, ilk olarak kendini savunmak durumunda hissetmediğini söylemişti Mehtap. İyi kalpli bulut, kızı kucaklarken –nasıl dese- on metre çapında bir alanın içinde rahatsızlık verici bir şey giremezdi herhalde, ona öyle geliyordu. Çünkü o, annesinin her zaman gözlerinin aklarını göstererek anlattığı, kızlara kötü kötü şeyler yapan erkeklerin, kulak kepçesinin gerisinde bitivermesinden yorulmuştu. Nefesleri ense tüylerini kıpırdatacak kadar yaklaşıyor, aklını alıyorlardı. İyi kalpli bulutun, yanık tenli vücudu gevşememişti ve elleri çelik gibiydi o zamanlar.

“Seni çok sevdiğimi biliyordun değil mi?” dedi kadın özür dilercesine.

“Elbette,” dedin. Uzun yıllar önce yirmi yaş fark önemsizdi. “Ama ne demiş Bedri Rahmi? Aramızda tam yirmi beş yaz, yirmi beş kış, yirmi beş bahar, yirmi beş uçurum. Ne öpücükle dolar ne şarapla, biliyorum.” Mevsimler geçiyor, uçurumlar derinleşiyor, öpücükler azalıyor, şaraplar artıyor…

“İlaçlarını aldın mı?”

Duygulardan ilaçlara bu keskin dönüş canını iyiden iyiye sıktı.

“İçmez miyim? Şarap verir misin oradan?”

Daha önceden açılmış şişenin mantarını çıkardı, şarabı bardağa boşalttı oyalanarak.

“Alkol almaman gerektiğini biliyorsun… Ben hemen gelirim dedim ya…” dedi kırık dökük. “Tilde her zamanki gibi yatırsın seni, ben de geleceğim, dedim, unuttun mu?”

Konuşmuş olsaydınız onu gitmemeye ikna edeceğini ikiniz de biliyordunuz. Kadehini doldurdu, bir el hareketiyle şişeyi de istedin. Bu küçük hareket senin gözünün önünde bir film canlandırdı. Mehtap’ın bir şarap şişesine her uzanışında bileğini yakalayan, kadına gel diyen parmakları görür gibi oldun. Yarı aydınlıkta terli, tüyleri parlayan o hoyrat kolu, şişeyi hemen ve boyun eğişle bırakan Mehtap’ın elini gördün yine. Sonra avuç içinin Mehtap’ın teninde kayışı başladı. Bir duygu kapanına girdiler. Dışarısı önemini yitiren ayrıntılara dönüştü…

İrkildin.

“Canım bak ben yalnızca yarım saat oyalandım dışarıda. Bu kadar hırçınlaşmanı anlayamıyorum. Sen de erken yatıyorsun nasılsa…”

Şimdi, şu anda onu hiçbir zaman sevmediğin kadar sevdiğini düşündün. Ama hiç de bu kadar iğrenmemiştin. Titredin. Bir şeyler kirlenmişti. Ayrılık duygusu ve tiksinti tüm beynini kapladı birden. Böcekler bile kıpırtısız kaldı o an.

“Beni terk eden Pandemos’un şerefine! İnsan yaşlandıkça Uranios’la doluyor kaçınılmaz olarak!” dedin.

Kadın artık masa örtüsüyle falan oynamıyordu. Çene kemiğinin kulağıyla birleştiği noktaya bakınca içini çaresizlik kapladı. Artık hiçbir kıvrımdan zevk almak, hiçbir kıvrıma zevk vermek söz konusu değil. Zevk çanakları sonsuza dek kırıldı.  

“Parça parça olduğunu bile bile bu çanaklara atlanır mı?” diye homurdanıp ona uzandın.

Kadın irkildi, ıslak bir giysiden kurtulmak istercesine baktı sana. Bu bakış yeni bir kırgınlık yarattı içinde. Kırgınlık değil, çanak kırılıp parçaları her yerine saplandı sanki öyle canın yandı ki… Giderek hırçınlaştın, öç duygusu kapladı benliğini. Eline geçirdiğin herhangi bir şeyle oracıkta öldürüvermek onu! İçten bile değildi. Kolay olurdu. Duraksadın. Kafası yamulmuş, saçları kanla kemiklerine yapışmış görüntüyü, kolundan tutup az önce yürüdüğü hole, evin çıkışına, sokağa sürüklesem… Arkamızda kan, beyin, kemik parçacıklarından bir iz… Çöp bidonunun oraya bırakırım, çöpçüler alır.

Bu güzel yüzün şekilsiz bir kitleye dönüşmesi, bedenin seğirip kalmasına dayanamayacağını düşündün. Kendi canın acımış gibi hissettin. Birbirinizi öyle çok severdiniz ki… Eskiden… Olsun. Onu bağışladın, öfke yavaş yavaş bedenini terk etti sanki. Şarap içmeyi sürdürdün.

Kadın senin küçük camsı ihtiyar gözlerindeki öfkeyi gördü. Sonra rüzgâra kapılmış bulut olup gidişini… Bu değişimi yaşlılık ve güçsüzlük olarak açıkladı kendine. Ayrıca hayal edilip yenmeyen akşam yemeğinin yarattığı boşluğa, gelmeyenin çırpıntılı beklenişine karşılık ağır damlayan zamanın zehre dönüşmesine… Beklenenin, umarsız bir kılıfla kaplı olarak sana göre çok zaman sonra kapıdan girişini, oturduğun berjer koltukta soğukkanlılıkla karşılanması öyle herkesin becerebileceği bir şey değildi. Artık birbirinize bakmıyordunuz.

Sen şarabının son yudumunu içerken, “Yapılacak ne var ki?” diye sordun önünde secde etmiş şarap şişesine. Şimdi oturmuş ölmeyi beklerken başka ne olabilir ki? Genç bir kızın hayran olduğu, sığındığı, tutuşturduğu bir adamın son cızırtıları… Olsa olsa kör kor ha? Ve cam bir fanusun altındaki ateş! Öyle mi?

Yavru kedinin susmasını bekleyemezdin. Gecenin bitmesine ve Mehtap’ın uyumak istemesine bu denli öfkelenmezdin… Bu bedende yaşlanmazdın…

Balkon kapısı ve pencereler hâlâ açıktı. Saat koridorda koşmaya başlamıştı.

“Rüzgâr söylüyor şimdi o yerde bizim eski şarkımızı,” dedin, “Vazgeç, söyleme artık, hatırlatma mazideki halimizi!”

“Şiir mi bu?” dedi Mehtap.

Bu son sözleri oldu. Direnmeye zamanı bile olmadı.

Sanki gizli bir el koymuştu oraya o mermer Afrodit’i. Ne iyi! Ya da heykeli eline tutuşturmuş olabilir mi biri? Kim bilir? Kafatasının kırılışı mermer heykelden bir akım gibi geçip parmaklarına dek geldi. İyi geldi. Sanki bir balonun havası boşalmış gibi hissettirdi.

“Bir duygu, bir şarkı ve bir ortaya koyuş biçimi!” dedin.

Mehtap bu açıklamayı duymadı, farkındasın.

Nefes nefese kendini koltuğa bıraktın. Balkon kapısının kanatları ve kadının ağzı aynı biçimde açık duruyordu şimdi. Bu yalnızca ağzı belirgin kalmış, bedenin üstündeki kitle… Yalnızca bir an sürdü yaşamının finali gördün mü? Kafatasında onun da böcekleri var mıydı, diye bakacakken, üşendin, kalkamadın yerinden. Öfke yavaş yavaş bedenini terk etti.

Kim bilir ne zaman sonra Tilde geldiğinde açık balkon kapısının karşısında uyukluyordun. Sıçrayıp uyandın. Yerdeki kanlı cesedi gören kadının aklı başından gitti, çığlığı apartmanı inletti.

Polise kim haber vermişti, Tilde hatırlamıyor. Genç bir memur var şimdi yanı başında, ifadeni almaya çalışırken Tilde onu durdurdu.

“Memur Bey, o Alzheimer hastası. Söylediklerinin hiçbirini ciddiye alamazsınız.”

Memur inanmazlıkla yaşlı adama baktı.

“Benimle konuşurken normal gibi ama.”

Yerdeki beyaz örtülü kabartıya baktın. ‘Bu da ne Allah aşkına,’ diye düşündüğün sırada Tilde’nın sesi, “Rahmetlinin vesayeti altındaydı,” diyordu.

Vesayet ne demekti? Dilinin ucunda ama bir türlü, bir türlü…

“Dünden başlayalım. Dün neler olduğunu bana anlatır mısınız?”

Bir borunun içinden geliyordu sesler.

“Ay! Dün çok zor bir gündü. Beyefendi çok sinirliydi. Evden kaçtı. Hanımefendi az daha polise haber verecekti. Sonra etrafta bir dolaşalım, dedik. Onu ana caddede bulduk. Karşıdan karşıya geçerken trafiği karıştırmıştı. ‘Evden Mehtap’ı aramak için çıktım,’ diyordu. İkimizi de tanımıyordu. ‘Beni nereye götürüyorsunuz?’ diye bar bar bağırdı. İnsanlar başımıza toplandı. Mehtap hanım ona olup biteni uzun uzun anlattı ama bence boşuna çaba. Beyefendinin aklında bir hikâye vardı. Mehtap hanım evden daha doğrusu ondan kaçmış, geri gelmeyecek, kendisi de onu aramak için evden çıkmış. Sanırım daha önce böyle bir olay olmuş. Bence dün evde amaçsızca dolaşırken Hanımefendi’nin bir elbisesini görünce oldu her şey. Gece mavisi, kırmızı beyaz çiçek desenli elbiseye öyle uzun baktı ki… Biliyorsunuz bu gibi hastalarda herhangi bir nesne hastanın bir anısını hatırlamasına yol açar. Öyle bir şey yaşadığını düşünüyorum. Onu geri getirmek ve sakinleştirmek için akla karayı seçtik. Neredeyse doktora telefon edip yardım isteyecektik. Bu hastalar aşırı güçlü oluyorlar. Direndiklerinde gücümüz yetmiyor. Mehtap hanım, ‘Ne yapacağız Tilde?’ dedi durdu zavallı. Zor bela eve geldik, kapıdan girer girmez beyefendi altına yaptı. Meğer bezini çıkarıp atmış gitmeden önce. Her yer battı. Ben temizlerken Hanımefendi de onun üstünü değiştirip banyo yaptırdı. Mehtap hanım yarım kalan işlerini tamamlamak için çıktı. Yemeğini yedirip ilaçlarını verdim, yatırdım.”

“Saat kaçtı hatırlıyor musunuz?”

“Neyin saatini? Evden kaçışının mı?”

“Kaçması, geri gelişiniz, yemek, ilaç hepsi.”

“Anladım. Ama size net bir şey söyleyemem. İnsan böyle hastalarla yaşarken her şeyi yalnızca ilaç saatlerine göre ayarlıyor. İlaçlarını zamanında verebildiğime göre saat akşam altı sularında onu yatırmıştık diye düşünüyorum. Sonra ben çıktım. Uyuyunca yani. Hanımefendi de köşedeki markete gidip gelecekti. Yani akşam evdeydi, eminim. Gece çıkacağı zaman ben kalıyorum beyefendinin yanında. Peki, sizce eve kim girdi ve Mehtap hanımı…”

“Kapıda herhangi bir zorlama izi yok. Parmak izi alıyoruz. Bu heykelle başına darbe almış. Parmak izi vardır eminim. Ama katil suç aletini niye burada bıraktı? İşte bu aklıma hiç yatmadı. Bana eve gelip giden kimler vardı sayabilir misiniz? Tüpçü olur, sucu olur, ne bileyim sıklıkla gelen apartman görevlisi olur…”

Kadın başını iki yana salladı.

“Öyle biri yok. Dışarı işlerinin çoğunu Hanımefendi kendi yapar. Doktor, ilaç, hastane işini ikimiz birlikte hallederiz. Alışverişi kendisi yapar. Bazen eve getirttiği olur ama ender zamanlarda. Dün ben buradayken kimse gelmedi.”

“Tanıdıkları, akrabaları?”

“Çocukları yok. Bildiğim akrabaları da yok. Belki vardır, görüşmüyorlardır. Ben hiç rastlamadım.”

“Ne kadar zamandır burada çalışıyorsunuz?”

“Bir yıl oldu.”

“Tilde Hanım, kimliğinizi görebilir miyim?”

Kadın çantasından kimliğini getirdi.

“Burada adınızın Ayşe Ayhan olduğu yazıyor.”

“Bana Tilde diyen Beyefendi’dir. Tilde bir işaret mi neymiş bilmiyorum.”

“Anladım. Ne zamandır bakıcılık yapıyorsunuz? Bu sizin ilk işiniz mi?”

“Ben emekli hemşireyim memur bey. Bu işi de beş yıldır yapıyorum. Daha önce bir hanımla ilgileniyordum. O vefat edince burada çalışmaya başladım…”

“Eksik bir şey görünmüyor evde,” diyordu Tilde, duydun. “Hırsızlık olmamış. Ama Mehtap Hanım’ı kim, neden öldürmüş olabilir ki?”

Bir bulut girdi her şeyle arana, anlayamadın. “Biri mi ölmüş?” dedi bir ses. Herkes sana baktı. Demek sen sordun bu soruyu.


[1] Şekip Ayhan Özışık’ın Muhayyer Kürdî makamındaki eseri

En Son Yazılar