Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

SANATÇILAR SOKAĞINDA CİNAYET

Diğer Yazılar

Ahmet Yılmaz
Ahmet Yılmaz
1980 Kadıköy doğumlu. İlk ve orta okul tahsilini Gemlik’te, lise öğrenimini Pendik’te tamamladı. Uludağ Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünden mezun olduğu 2002 yılında bir devlet okulunda meslek hayatına başladı. Şiir, deneme ve öyküleriyle dil ve edebiyat dergilerinde göründü. İlk otobiyografik romanı Aynanın Arkasında 2009’da, ikinci romanı Kayıp Kedinin Esrarı-Bir Sancar Solgun Polisiyesi 2022’de yayınlandı. Evli, iki çocuk sahibi yazar; bahçeli, bol kedili ve meyve ağaçlı bir evde, eğitimcilikle şairlik ve yazarlığı bir arada tutarak yaşamaya gayret etmektedir.

O gün Suadiye’de bir arkadaşımla buluştum. Öğle saatleriydi, güneş tepedeydi. Bağdat Caddesi’nde bir kafede soluklandık, soğuk meşrubat içtik, kitaplara göz attık. Bu saatte dışarıda dolaşmak deli işiydi. Tren sesiyle sık sık bölünen muhabbetimiz ikindi serinliğine kadar devam etti.

Mevzu, çok satan dedektif romanlarıyla meşhur Orhan Avcı adlı yazarın esrarengiz şekilde ortadan kaybolmasıydı. Kırk, elli yıldır yaşadığı apartman tahminimizce buralarda bir yerde, bir karış ötede veya beride olmalıydı. Tahsin bir yerel gazeteye haber yazıyordu, meslekte yeni sayılırdı ama hevesli, heyecanlıydı. Acemiliğini tez zamanda atmaya kararlı, ateş gibi bir çocuktu. Kamuoyunu harekete geçirecek olayların peşindeydi. Edebiyat mezunuydu; mitoloji ve ezoterizme manyaklık derecesinde kafayı takmıştı. Ezan sesi yakınlardan gelince “Sıkıştım,” diyerek o tarafa sürükledi beni de.

Son padişahlardan V. Mehmet Reşad döneminden kalma, dışı beton içi ahşap kaplama caminin tuvaleti bedavaydı ve pisti. Muhit belirliyordu medeniyeti demek ki. Pöh! Tahsin fermuarını çekerken ıslık çalıyordu, rahatlamıştı, ellerini yıkayacak sabun yoktuysa da aldırmadı artık. Avludaki banka kıvrılmış uyuklayan kedinin başını okşayayım derken hayvan sırtını kabartıp bana tısladı, arkasına sığınmış el kadar yavrularını hesaba katmamıştım.

Arka kapıdan Sanatçılar Sokağı’na geçtik. Ebru atölyeleri, tezhip kursları, envai çeşit el sanatlarının icra edildiği küçük ve şirin mahallede biraz dolaşmaktan zarar gelmezdi. Dükkânların bir kısmı açık, bazıları kapalıydı. Kapısını üzüm sarmaşığının süslediği çay ocağından çıkan delikanlı ne arzu ettiğimizi sordu; oralet, sahlep, ıhlamur, papatya… “Normal, açık, şekersiz çay kâfi,” dedim. “Benimkisi büyük olsun,” diye araya girdi Tahsin. “Cam bardak tabii, plastikte asla içemem.” La havle…

“Çocuğun yanağında gül var, dikkatini çekti mi?” diye dürttüm arkadaşımı. Çayını höpürdeterek sinirimi bozmuştu Tahsin. Yerinde durmuyor, sandalyesini habire gıcırdatarak etraftakileri de rahatsız ediyordu. Yan masadaki sarışını da alttan alttan kesiyordu. Kızın saçları oksijenle açılmıştı, pembe tişörtünün üstüne giydiği kabarık tüylü hırkasıyla tatlı görünüyordu. Yukarıdan aşağıdan kesik atılmış kot pantolonu ise resmen dökülüyordu. Keşke, diye içimden geçirdim, kızın sevgilisi falan gelseydi şu an, ağzını burnunu dağıtsaydı Tahsin’in güzelce. Ellerine sağlık, deyip alnından öperdim. İş yapıyoruz lan burada, keyif çatmaya gelmedik, Allah’ın çöl sıcağında…

Kızın erkek arkadaşını beklerken biri saçından ayakkabısına kadar simsiyah, biri kızıl saçlı ve diğeri mavi rujlu üç kız daha kahkahalarını köpürterek içeri doluşmaz mı? Film yeni başlıyordu, gelenler selam verdikten sonra sarışının arkasındaki boş yere geçtiler. Tahsin’in ayağına abanarak bastım ve kulağına “Önündekini zıkkımlan da konumuza dönelim birader!” dedim. Canı yanmamış gibi arsızca sırıtıyordu. Duymazlıktan geldi, çantasından çıkardığı not defterine bir şeyler karaladı, kopardığı sayfayı özenle katladı ve bakıştığı kıza uzattı. Yürek mi yemişti bu?

Baktım, kızın gözleri kâğıdın üstünde gidip geliyor, Tahsin gibi susup beklemeye koyuldum. İlk fırsatta yakasına yapışıp ağzındaki baklayı çıkarttıracaktım elbet. Kız okumayı bitirdi, kalktı, göz kırptı bizden tarafa. Bana mı Tahsin’e mi anlayamadan, benimki de ayaklandı kapıya doğru. Çaycıya bozuklukları sayıp peşinden koştum tanıştığımız güne lanet okuduğum herifin. Sarışın muamma, kedi adımlarıyla sağına soluna dikkat ederek önümüz sıra yürüyordu.

‘’Garsonun yüzündeki doğum lekesini dükkâna adım atar atmaz gördüm elbette!” dedi Tahsin. “Çocuğun sağ elinde dört parmağı vardı, sol bacağı da aksıyordu. Çay ocağındaki mendeburun oğluydu sanırım. Bu adam bardakları sildiği havluyu yıkamadan akşama kadar belki yüz defa yeniden kullanır.  Burnunu karıştırdığından, eline sabun sürmediğinden de eminim. Pisin tekidir. Yanağındaki bıçak yarası dikkatini çekmiştir, eski kulağı kesiklerden belli.”

“Kes tıraşı da şu afetle ne derdimiz var, onu anlat. Ne yazdın? Bizi hangi cehenneme sürüklüyor? Ne zaman tanışıp kaynaştınız?”

“Aysun’la senden önce haberleştik, babama güvenmem ona güvendiğim kadar. Çevre mühendisliği okuyor Ankara’da. Polisiyeye düşkündür, çizerliği de var. Ya, dibin düştü değil mi? Zeki, özgüvenli, yetenekli kızlara hangi erkek hayır diyebilir? Şaka yapıyorum, alınma. Babası duayen gazeteci Bahri Arsal, illaki duymuşluğun vardır. Evet, televizyon programları da vardı esrarengiz olaylar üzerine. Reytingleri tavan yapıyordu.”

“Hatırladım, evet. Tekinsiz evler, kendi kendine yanıp sönmeyen ateşler, reenkarnasyon saçmalıkları… Azıcık durup dinlensek mi şu köşede? Bak şu çınarın altında bir bank var.”

“Hadi cindi periydi neyse de ruh göçünü yabana atmayacaksın! Mesela ben önceki hayatımda nasıl biri olduğumu merak etmiyor değilim. Ya sen?”

“Zerre kadar umursamıyorum Tahsinciğim! Ama sen pekâlâ La Mancha’da yel değirmeni işleten kavruk, tıknaz bir un öğütücüsü olabilirdin. Yoruldum, yeter! Şu bankta biraz soluklanalım.”

Tahsin’i bu sefer cidden bastırmıştım. Gazeteci ahalisini kolay kolay avucunuza alamazsınız ama bir vakit altından yapılma sükûta razı edebilirsiniz.

Tahsin’in Aysun dediği kız da üç-beş metre ötemizde bir duvara sırtını vermiş, telefonunun kamerasından yüzüne bakıyordu. Saçlarını tepesinde topladı, dudaklarının arasında tuttuğu lastik tokayla sabitledi. Arka cebinden çıkardığı paketten bir sigara çekti, yanından geçen fularlı bir adamdan ateş istedi. Yanımda bir kibrit yahut çakmak taşımadığıma üzüldüm. Rahatlığı hoşuma gitmişti. Tahsin’in başka tarafa bakmasından yararlanarak Aysun’a diktim gözlerimi. Buraya ne amaçla geldiğimi unutmuştum. Çok yakınımızdan kulağımızı çınlatarak bir tren geçti, ağacın dalından bir karga sürüsü çığlıklar atarak etrafa dağıldı. Kızın zarif duruşu, dumanını havaya savuruşu…

Tahsin’in dürtüklemesiyle hayallerime ara vererek ayaklandım. Kızı takip etmemiz gerekiyordu. Maşallah, yorulmak nedir bilmiyordu tatlı bela; hızlanmıştı, boş zamanlarını spor yaparak değerlendirdiği ortadaydı. Ah o mereti de bıraksaydı… Hırkasını beline sarmıştı, kolsuz tişörtü tere batmıştı. En ufak bir yorgunluk emaresi yoktu üstünde. Benim göğsümden hırıltılar çıkıyor, bacaklarım tutmuyordu. İstasyon Caddesi’ni sahil yoluna bağlayan bir alt geçitte Aysun bir anahtarcıya uğradı. Dükkân kutu kadardı; iki kişi zor sığıyor, üçüncüsü dışarıda kalıyordu. Tezgâhtar oğlanın konuşmayıp yalnız sırıtmasını saflığına mı yoksa kızdan hoşlanmasına mı yormalı emin olamadım. Az sonra mekân sahibi camı tıklattı, çocuk kapıyı açıp kenara çekildi. Peruklu, sert bakışlı patronun duvarı enlemesine boylamasına dolduran binlerce anahtar arasından kendisine lazım olanı tek hamlede bulup Aysun’un avucuna bırakmasına şaşakaldım. Eli kızın eline değdi, fena hâlde içerledim.

Nihayet Amerikan tipi villalardan birinin önünde durduk, şöyle zengin tabakadan bir tanıdığımız olsaydı da bize bir ziyafet çekseydi, masamızda iş adamları, siyasiler, sanat âleminin güzide fertleri, kibar şehirli hanımlarla… Kapı açılmamıştı. Aysun zile basmaktan vazgeçerek bizi arkadan dolanmaya ikna etti. Aslında dil dökmedi, lüzumu da yoktu, ne dediyse gözü kapalı yerine getirmiştik bu âna kadar. Yüksek duvardan atlarken hiç zorlanmadı. Tahsin’e yardım etti önce, sonra beni bahçeye indirdi. Çevikti, Kurda Tuzak filminde hırsız rolünün hakkını fazlasıyla veren Catherine Zeta-Jones’u aratmıyordu. Peki, Sean Connery hangimizdik? Camekânlı girişten elimizi kolumuzu sallayarak içeri daldık.  Yüzyıldır insan yüzü görmemiş gibi kokan, eşyaları darmaduman olmuş kasvetli bir yerdi. Tahsin benden daha huzursuzdu, belli etmemesine rağmen pişman olmuşa benziyordu. Ayağına takılan bir şey oldu mu küfrü basıyordu. Aysun’un koluna yapıştı:

“Neler oluyor? Orhan Avcı’yı burada sakladığını söylemeyeceksin değil mi?”

“Şşt, uyuyor olabilir!”

Ahşap döşemelerin üzerinde gürültü çıkarmadan yürüyorduk. Tam üst kata çıkan merdivenlere yönelmiştik ki irice bir fare hızla önümüzden geçti. Arkasında uyuz, tüyleri yolunmuş bir kara kedi! Gülmemi zor bastırdım, Aysun çığlık atarak basamaklara atlamış, Tahsin’in sinirleri bozulmuştu. Canına tak etmişti çocuğun, sabrı taşmıştı. Oda oda koşup “Orhan Bey, Orhan Bey!” diyerek bağırmaya başladı. Ben Aysun’u yatıştırmakla meşguldüm, zavallı nasıl titriyordu. Tahsin’in sesi gitgide uzaklaşıyordu.

“Herkesin bir yumuşak karnı var, benimki de bu…” diye fısıldadı Aysun, biraz yatışmıştı. “Gördün işte… Çocukken Tom ve Jerry’yi seyretmekten bile korkardım.”

“İnanmazsın belki ama ben de fareyi değil kedinin tarafını tutardım.”

Aysun sessiz kaldı. Hakkımda ne düşünmüştü acaba? Gözüne girmek için yalan söylediğimi mi? Zalim bir çocukluk… Güçlünün yanında olmak…

O sırada Tahsin’in feryadıyla irkildik. Ters giden bir şey mi vardı?

Yatak odasına koştuk. Aysun manzaraya bakamadı, boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Tahsin kolları iki yanına düşmüş, başını ümitsizce sallıyordu. Yatakta cansız uzanan, belli ki Orhan Avcı’ydı. Yüzlerce esere imzasını atmış, şöhretinin zirvesindeki usta yazar son akşam yemeğini dün yemiş, son uykusunu uyuduğu karyolasında kim bilir hangi hainin bıçak darbeleriyle ruhunu teslim etmişti.

“Ölmüş! Öldürmüşler! Geç kaldık…” diyen Aysun’u teselli etmekte aciz kaldık, ne beni ne Tahsin’i dinliyordu.  Çaresiz bekledik. Onu merhumla baş başa bıraktık. İniltisi aşağıya kadar saatlerce kesilmedi. Acıkmıştık, mutfakta hiçbir şey yoktu. Kura çektik, Tahsin dışarı çıkmaya razı geldi. Bana güvenmemesine şaşırmıyordum, ama Aysun’a bu kadar güvenmesi…

Resmen dumura uğramıştık, aklımız başımızdan gitmişti. Polisi arasak… Neyi, nasıl açıklayacaktık? Burada ne işimiz vardı? Masumiyetimiz su götürürdü. Bile bile kendimizi ele vermiş olmayacak mıydık kafa karışıklığımızla?

Aysun sakinleşip kendine geldiğinde bize bütün bu olup biteni açıklamaya mecburdu. Hamburgerimizi atıştırırken lafa bodoslama atladım:

“Ölenle ölünmüyor, toparlan artık. Sabahtan beri peşinde sürükledin bizi. Bu evde ne işimiz var? Orhan Avcı’yı kim getirdi buraya? Düşmanı mı vardı? Konuş biraz!”

Aysun, Tahsin’e baktı, Tahsin oralı değildi, ayaklanmadı, kızı korumaya yeltenmedi. O da bir cevap bekliyordu.

Sigarasını yakmak için ateş arandı kız ama istifimizi bozmadık. “Güzel, iyi bir ikili oldunuz demek,” dedi acı acı gülümseyerek. “Hata bende tabii. Sözümü tutamadım. Engel olamadım olanlara. Sizin derdiniz başka, benimki duygusallık. Evet, bir iş kovalıyorduk. Buradan devam edelim. Orhan Bey’in bazı sırları bende saklı. Anlatacağım, azıcık zaman verin. Babamla sıkı fıkıydılar, iyi günde kötü günde. Babamın arşivinden epey istifade etmiştir, babam ona hikâyeler göndermiştir. O tuğla gibi kalın kitaplar boşuna yazılmadı, hepsi yaşanmışlıklarla dolu…”

Kalktım, tuvalete gittim. Kafamızı ütülüyordu kız. İtici görünmeye başlamıştı. Şu ceset her şeyi mahvetmişti bir anda. Yatak odasına gelmeden ikisinin fısıldaştıklarını işittim. Durup kulak kabarttım, ne konuşuyorlardı benden habersiz? Sustular sonra. Karyolanın kenarına ilişmişti Tahsin. Ölüyü unutmuşlardı sanki. Aysun onun karşısına bir sandalye çekmiş oturuyordu. Beni görünce öksürdü, saçlarıyla oynadı, ne istediğimi bal gibi biliyordu.

“Karısı Ayten’le anlaşamıyorlardı, kaç kere babamı arayıp dertleştiklerini hatırlıyorum. Gecenin yarısı İstanbul’dan Ankara’ya gelmişliği çoktur. Telefonunu kapatırdı. O zaman rahat ettiğini söylerdi. Babamla sabahlara kadar yiyip içerler, kahkahalarla muhabbet ederlerdi. Uyku tutmazdı beni, onlara eşlik ederdim. Bazı gecelerde babam yorgunluğunu bahane ederek erkenden odasına çekilir, Orhan Bey’le annemi baş başa bırakırdı. Son döneminde tarihi eser kaçakçılığını konu edinen bir metin üstünde çalışıyordu. Roman veya senaryo türünde olacaktı. Annemin arkeolog oluşundan etkilendiğini düşündüm hep. Babamın kütüphanesinden bazı kitapları ödünç istedi. Annem, babamın kimseye göstermediği nadide eserleri ondan sakınmazdı. Farklı bir alakaları vardı, öğrendiğime göre ta üniversite yıllarına dayanıyormuş. Hatta babamla tanışıp sevişmeden önce Orhan Bey’le arkadaşmışlar…”

“Farkında mısınız?” diyerek Aysun’la Tahsin’e parmağımı salladım. “Şu anda bir cinayetin ortasındayız. Aramızda bir ceset yatıyor. Binbir Gece Masalları’yla vakit kaybetmeye gelmedik buraya!”  

Köpürmüş gidiyordum, blöf yapıyordum aslında. Aysun yerinden fırlayıp koluma yapıştı. Tahsin, hayret, ilk defa ağzını açtı ve onun bildiği pek çok şeye yabancı olmadığını gösterdi:

“Tamam dostum, sakin ol. Aynı noktadayız, kan hepimize sıçradı. Çıkış yolu bulacağız, kaçmak erkekliğe sığmaz. Aysun’la ben bağlantı kurdum çünkü yazarı iyi tanıyordu, ailesini de iyi kötü biliyordu. Senden önce uzun uzun konuştuk bu konuları. Anladığım kadarıyla Orhan Bey bir kulübe üyeydi ve düzenli olarak toplantılara katılıyordu. Aysun sen anlatsana. Neydi adı, tuhaf bir…”

“Anahtarcılar Cemiyeti.”

“Of ya, bırakın martaval okumayı arkadaşlar! Sanatçılar Sokağı’ndan Anahtarcılar Cemiyeti’ne… Hayal gücünüze hayran kaldım. Aysun söylesene, cebindeki anahtar nereyi açıyordu? Villaya hırsız gibi duvardan atlayarak girdik de ondan sordum.”

“Kulübün müdavimleri anahtarcılar değildi.”

“Kuşkusuz. Sanatçılar Sokağı’nda da bir tane sanatçıya rastlamadık çünkü!”

Tahsin neredeyse boğazımı sıkacaktı, Aysun araya girdi. Gömleğimin düğmesi kopmuştu, Tahsin’e okkalı bir küfür savurdum. Kız olmasaydı…

“Anahtar, ismini İbni Arabî’nin Miftahul-Guyûb eserinden almış. ‘Gaybın anahtarları’ demek.”

“Vay canına. Bak şimdi ilgimi çekmeyi başardın. Tarikat olayları demek. Ee?”

Hevesini kırmayı başarmıştım, sesi düşmüştü ama odada ileri geri volta atan Tahsin’i gördükçe şu anda yapılacak en iyi davranışın Aysun’u dinlemek olduğuna karar verdim. Kendilerine meşhur tasavvufçunun başyapıtından ilhamla isim yakıştıran bir öbek çılgının macerası hoşuma gitmişti. Orhan Avcı, Suadiye’nin ara sokaklarındaki apartmanın beşinci katını, babadan zengin eşi Ayten Hanım’ın desteğiyle orta hâlli, mütevazı bir lokale çevirmiş, bir tür başrahip veya tarikat reisi sıfatıyla muhitin kalburüstü beyinlerini hükmü altına almıştı. Hangi gündemle ayda bir toplanıyorlardı acaba? Haftalık sohbet programlarının ve arınma dedikleri gizli ayinlerinin maksadı neydi? Aysun’un tek bildiği, grubun kısa sürede büyüyüp etki alanını genişlettiğiydi. Ancak geçen aylarda aralarında bir anlaşmazlık çıkmış, sesler yükselmiş, yumruklar sıkılmıştı. Disiplinsizlik gerekçesiyle iki üye topluluktan aforoz edilmişti.

O sırada, giysi dolabının kapağını açıp kapatmakla meşgul olan Tahsin lafa girdi.

“Aysuncuğum, Hikmet’e doğrusunu anlatsana. O ikisinin şahit olduklarını. Artık yabancı değiliz. Senin Ayten teyzen ne haltlar karıştırıyordu, zavallı adamı neden akıbeti meçhul ve sahte bir peygamberliğe sürükledi? Tabii kadın, kadına toz kondurmaz, hele sen…”

Aysun sorulara cevap vermektense bir köşeye attığı çantasının iç cebinden bir fotoğraf alıp koydu önümüze. Orhan Avcı olduğu her hâlinden belli tuhaf şapkalı kocasıyla el ele tutuşmuş kızıl saçlı, orta yaşlardaki Ayten hanım, arkalarında da yazardan daha karizmatik ve yaşlı, sanki onun karşıtıymış gibi durup sırıtan bir başka kişi…

Tahsin bulmacayı çözmüştü, cinayette parmağı olanları Aysun bildiği hâlde gizliyordu. Bizi buraya hangi kirli amaçla getirdiğini anlatmazsa derhâl polisi arayacağını söyledi. Aysun’un öfkeden eli ayağı boşandı, resmen ağlıyordu. Kızcağızın yanağından süzülen yaşı sildim. Tahsin’in baktığını fark edince Aysun yanımdan uzaklaştı.

Bir sessizlikle bölünen anda salondan gelen gümbürtüyle irkildik. Bir şey mi yuvarlanmıştı, biri içeri mi girmişti? Tahsin kapıya daha yakındı, bizim oralı olmamamıza bozularak bakmaya gitti.

Tahsin kaybolur kaybolmaz toparlandı Aysun, yanıma oturdu ve gazeteci arkadaşımın korkunç bir planı olduğunu kulağıma fısıldadı. Baştan beri olayların içindeymiş, her şeyi biliyormuş, Orhan Bey’in başına gelenleri… Cinayeti de…

“Kızım, sen mi büyük yalancısın yoksa Tahsin mi, hâlâ çözemedim. Bu çocuk beni kırmayıp onca uzak yoldan geldi, hangi sebepten bilmem seni kılavuz yaptı ve buraya kadar gelip duvara tosladık. Tahsin’le tanışıklığımız nereden baksan beş sene, ya seninle? Kimsin sen? Bizi kandırmadığını nasıl bileceğiz? Yazarın saklandığı yer diye getirdiğin villada adamın cesedi karşıladı bizi…”

O sırada anahtarı cebime attım, en azından bir kozum olacaktı. Aysun aklımı karıştırmayı başarmıştı.

“Benimle ne derdi var ki?” dedim. Sorumun cevabı gelmedi. Aysun ağzına fermuar çekmişti, Tahsin eşikte belirmişti.

“Mutfağın penceresi açıktı. Deminki kedi olacak, şişe falan devirmiş.”

Avucuna aldığı cam parçalarını gösterirken sırıtıyordu. Odanın ortasında kararsız bekledikten sonra nereden estiyse gidip yatağın başucundaki Rembrandt tablosunu düzeltti. Kaç zamandır öyle yamuk duruyordu acaba? Cesede bakıp kafasını salladı, kendi kendine mırıldanıyordu.

“Orhan Bey, uyansanıza!” diyerek adamı omuzlarından sarsması ödümüzü patlatmaya yetmişti. Aysun’un anlattıklarıyla Tahsin’in tuhaf hareketleri birleşince gerçekten tehlikede olduğumuzu düşünmeye başlamıştım. Kaçmalıydık, başka çıkar yol yoktu. Aysun’u kaş göz işaretiyle kapıya yönlendirdim. Ayakucuna basarak, Tahsin’in dikkatini çekmeden yürüdü. Ben de bir fırsatını bulup gazeteci arkadaşımı atlatacaktım. Zavallı, ölünün göğsüne başını yaslamış ağlıyordu. Tam zamanı diye düşünerek Aysun’un peşinden odadan dışarı fırladım. Tahsin’in yere düşürdüğü cam kırıklarından biri topuğuma saplanıverdi. Nasıl bağırdım anlatamam. Tahsin beni çabucak yakaladı tabii, canımın acısı yetmemiş gibi bir de karnıma tekmeyi yedim. Yumruk yumruğa ve körü körüne birbirimize haddini bildirmek için boğuştuk. Sonunda zayıf rakibimi alt ettim, kafasını duvara çarptı ve kanlar içinde ayaklarımın dibine yuvarlandı. Aysun seslenmeseydi orada bayılıp düşecektim.

Kar atıştırıyordu, soğuktu ve yürümekte zorlanıyordum. Aysun bir taksi çevirdi. “Çok uzakta değil,” dedi. Neydi uzakta olmayan? “Sabret.”

Eski bir binanın önünde indik, dairelerin camında kiralık, satılık yazıları gözüme çarptı. Bahçe duvarında bir kara kedi kötü kötü bize bakıyordu. Kapısında Anahtarcılar Cemiyeti yazan daireye geldiğimizde Aysun zile üç defa kısa kısa bastı. Biri kapıyı araladı, parolayı duyduktan ve elleriyle Aysun’a dokundu, sonra kapıyı tamamen açtı. Parola Arapça yahut İbraniceye benzer bir kelimeydi, hemen unuttum. “Bu o mu?” diye sordu Aysun’a. Loş, kasvetli bir koridordan geçerek konferans salonuna benzer büyükçe bir odaya ulaştık. Duvarlarda acayip remizlerle süslü enfes tablolar, kufi ve sülüs hatla yazılmış ayet ve hadisler gördüm. Rehber kadın âmâydı ve konuşmaktan da hoşlanmıyordu. Bize yerimizi işaret etti. İçim ürpererek Aysun’un yanı başında oturdum. “Maskemiz olmayacak mı?” soruma gülmedi, tam tersine beni ciddiyete davet edercesine karanlıkta karşımızdaki sandalyelere kurulmuş gizemli misafirlere dikkatimi çekti. İki sıra boyunca dizilmiş yabancılar biz ortama girinceye kadar neredeydiler? Birdenbire meydana çıkmaları hiç hayra alamet değildi.

Saatlerdir mukayyet olmayı başardığım aklım gong yahut kampana sesiyle başlayan hareketlilikle alkış sağanağı altında sahneye yönelen beyaz takım elbiseli ve bastonlu ihtiyarın suratını görünce karıştı. Adam resmen ölü gibiydi, yanaklarından etler sarkıyordu; ağzı dişsizdi ve gözleri çukura batmış iki misket gibi istemsizce dönüp duruyordu. Kararmış ellerini birbirine çırptı, âdeta hayatiyetinin son kalan gücüyle bugün burada toplanan meclisi coşturacak hamlesini yaptı. Rehber kadın bir örtüyle sarmalanmış küçücük sandığı kürsüye bıraktı. Sinir bozucu sükûnet ve aldırmazlığın yerini heyecan ve tezahürat almıştı, yerinde durmayıp ayağa fırlayanlar, bağıranlar, çığlık atanlar…

“Kim o kim, bu kutsal kilidi sonsuza kadar açacak olan?” diye seslendi ihtiyar, nefesi tükenmeye yakındı. Etrafına kulak kesildi, ahşap kutuyu kavrayan parmakları takır takır titriyordu. Herkes kadar ben de merakla bekliyor, mizansen bitsin ve sorular cevap bulunsun istiyordum. O sırada Aysun dirseğiyle boşluğuma vurdu, “Haydi sıra sende!” Sandalyemden uçarak korkunç adamın yanında bittim. Arkamdan itmişlerdi sanki, kendimde değildim. Cebimden çıkardığım anahtarı kilide soktum, bir kere çevirdim ve sandığın kapağı tık diye açıldı. Genzimi yakan bir kokuyla geri adım attım, neredeyse düşecektim. Herkesin bakışları benim üstümdeydi, Aysun nefesini tutmuş hayran hayran bana bakıyordu. Gururdan göğsüm kabardı. Sandıktaki bir tomar kâğıt, bir köstekli saat ve kırk katlı haritayla ne yapacaktım? İhtiyar, Anahtarcılar Cemiyeti üyelerinin kaydoldukları tarihten bu yana künyelerini ve derecelerini içeren listeyi okumamı istedi. Otuz dokuzuncu kişiye gelince durakladım: Sermuharrir Orhan Bey yazıyordu ve üstü çizilmişti. Kalabalık bir an dalgalandı, gürültü koptu kopacaktı. İmdat istercesine Aysun’u aradı gözlerim. Sandalyesinde değildi, arkamdaydı ve hayatımızı ölümsüz kılacak âna tanıklık ediyordu. Kulübün sekreteri, ihtiyarın “Yaz!”” emrine uyarak kırkıncı sıraya Sermuharrir Hikmet Bey ve kırk birinciye Danyal Kızı Adar yazdı.

Aysun’un ısrarlı güzelliği aba altından gösterilmiş sopa gibi geleceğimi belirlemişti. Ayten’in adı neden listede değildi ve kırk birinci sıradaki kadın kimdi? Aysun’un o günkü gülüşü hayatım boyunca aklımdan çıkmaz. “Yazarın yerine yazar geçti, ölen karısının yerine ise kızı,” dedi ve sustu.

İsimsiz bir ihbar üzerine Tahsin’i terk ettiğimiz villaya baskın düzenleyen polis, duayen yazarın kalbine saplanmış cam kırıklarında Ayten Avcı’nın parmak izlerini tespit etti.  Kamera kayıtlarında her şey ayan beyan ortadaydı. İfadesine bakılırsa sanık konumundaki kadın, Aysun’u kandırmaya çalışmış ve onunla iş birliği yaparak kocasının servetini ele geçirmeyi kafasına koymuştu. Aysun da mağdurdu bu hikâyede.

Hiçbir şey yalan değildi ama her şey hakikate aykırı şekilde cereyan etti. Suçlu, cezaevindeki ilk gününün sabahında boynuna ip geçirmiş vaziyette cansız bulundu. O zaman Aysun’un ‘ölen karısı’ deyişini anımsadım, beynimde şimşekler çaktı. Cemiyet kadının konuşmasını engellemişti. Ya kızı? O da Aysun’du, Bahri Arsal’ın vasiyetinde bilerek ismini anmadığı, gayrimeşru çocuğu…

En Son Yazılar