Bu sayımızda Muğla Akyaka’da bulunan Sinemateke Kitap Kafe’nin sahibi Ahmet Dağdelen ile keyifli bir söyleşi yaptık.
Merhaba Ahmet Bey. Bize kendinizden ve işletmenizin konseptinden bahseder misiniz?
Ben Ahmet Dağdelen. Yaklaşık on bir yıldır Akyaka’da yaşıyorum. Uzun yıllar İstanbul’da yayıncılık sektöründe çalıştıktan sonra büyük şehrin giderek daha kaotik ve yaşanmaz hale gelen koşullarına dayanamayarak buraya taşınmaya karar verdim. Bu yüzden kendimi “şehir kaçkını” olarak tanımlıyorum.

İşletmemiz, Akyaka sahilinde klasik bir plaj işletmesinin çok ötesinde bir anlayışla kuruldu. Sinema ve edebiyat odaklı bir konseptle, kültürel etkinliklerin sahile taşındığı, özgün bir yaşam alanı sunmaya çalışıyoruz. “Sahilde Felsefe”, “Sahilde Sinema”, “Sahilde Edebiyat” gibi etkinliklerle insanların plajda yalnızca deniz ve güneşin değil, aynı zamanda düşünce ve sanatın da tadını çıkarabileceği bir ortam oluşturduk.
Sinemateke Kitap Kafe’yi kurarken temel hedefimiz ticari kazanç değil; sakin, huzurlu ve kültürel bir atmosfer yaratmaktı. Bunu hem bölge sakinlerine hem de tatil için gelen misafirlere farkındalık sağlayacak bir alan sunarak gerçekleştirmek istedik. Mekânın oluşum sürecinde yönetmen Yüksel Aksu ve Doğan Şahin’in katkıları da oldukça belirleyici oldu.
Turistik bir yerleşim yerinde yaşayıp çalışmanın avantaj ve dezavantajları neler? Kış dönemlerinde Akyaka’da hayat nasıl geçiyor?
Açıkçası Akyaka’yı “turistik bir yer”den çok “küçük bir kasaba” olarak tanımlamayı tercih ederim. Yaz aylarında yaşanan yoğunluk ve kapasitenin üzerinde ağırlanan insan sayısı burayı oldukça yorucu hale getirebiliyor. Fakat sezon sona erdiğinde, Akyaka gerçek yüzünü göstermeye başlıyor: Daha sakin, daha içe dönük, yaşaması keyifli bir yer haline geliyor.
Bu tarz kasabaların kendine özgü bir yaşam ritmi olduğunu zamanla fark ettim. Yaz-kış kendi özerkliğini koruyan bir topluluk yapısı var. Bu da burayı sadece bir tatil beldesi olmaktan çıkarıp ruhu ve düşünceyi besleyen bir yaşam alanına dönüştürüyor.
Bununla birlikte Akyaka; Muğla, Aydın ve Denizli gibi şehirlerin denize en kolay ulaşabildiği noktalardan biri. Bu yüzden özellikle güneşli kış günlerinde çevre illerden gelenlerin etkisiyle kasaba yine kalabalıklaşabiliyor. Pandemi sonrası yerleşik nüfusumuz ciddi şekilde arttı. Özellikle uzaktan çalışabilen insanlar şehirlerden uzaklaşıp buralara yerleşmeyi tercih ediyor. Bu da kış aylarında bile burada canlı bir yaşamı mümkün kılıyor.
Müşterilerinizin kitaplara ilgisi nasıl? Hangi tür kitaplar daha çok satılıyor?
Ne yazık ki Türkiye’de kitap, Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin en tepesine konumlandırılmış durumda; temel bir ihtiyaç olarak görülmüyor. Hatta lüks bir tüketim aracı gibi algılanıyor. Okur sayımız oldukça az. Özellikle akıllı telefonların ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla kitap okuma alışkanlığı daha da gerilemiş durumda.
Yine de her şeyin bu kadar dijitalleştiği bir çağda kitapla hâlâ temas kuran insanlarla karşılaşmak umut verici. Sayıları az da olsa bu insanlara ulaşmak, bizim gibi kültürel alanlarda var olmaya çalışanlar için büyük bir motivasyon kaynağı oluyor.
Yaz sezonunda daha çok polisiye, popüler edebiyat, kişisel gelişim ve çocuk kitaplarına talep oluyor. Tatilde olan insanlar genellikle zihni çok yormayan, akıcı ve eğlenceli metinleri tercih ediyor.
Son yıllarda yerli polisiyede ciddi bir artış var. Sizce okurlarda bu türe yönelik bir ilgi var mı? Hangi tür polisiye kitaplar daha çok talep görüyor?
Eski bir yayıncı olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Türkiye’de polisiye türü hâlâ hak ettiği değeri tam anlamıyla görebilmiş değil. Oysa bu tür, edebi anlamda çok zengin olanaklar sunuyor. Hem çeviri yoluyla Türkçeye kazandırılmış önemli yapıtlar hem de yerli kalemlerin ortaya koyduğu kaliteli metinler mevcut. Ancak bu eserlerin büyük kısmı maalesef yeterince görünür olamıyor; okura ulaşma kanalları sınırlı, tanıtım imkanları kısıtlı ve kitapçılarda raf ömrü çok kısa.
Okur tarafında da hâlâ bir “ön yargı” söz konusu. Polisiye, genellikle “hafif”, “kolay tüketilir” bir tür olarak algılanıyor. Oysa Raymond Chandler’ın dediği gibi, iyi bir polisiye, dönemin ruhunu anlamanın en keskin yollarından biridir. Toplumsal yapıyı, adaleti, suçu, bireyi ve sistemle ilişkisini sorgulayan, iyi yazıldığında edebi değer taşıyan metinlerdir.
Bizim kitaplığımızda genellikle tanınmış, popüler polisiye yazarların kitapları daha çok ilgi görüyor. Agatha Christie, Jo Nesbø, Jean-Christophe Grangé gibi isimler hâlâ ilgi görüyor. Yerli yazarlarda da Ahmet Ümit’in bir istisna olarak daha geniş kitlelere ulaşabildiğini söyleyebilirim. Fakat bu durum, diğer nitelikli yerli polisiye yazarlarının görünmezliğini daha da belirgin kılıyor. Oysa yerli yazarların kurduğu anlatı evrenleri, çok daha fazla dikkat ve övgüyü hak ediyor.
Sizin gibi dergilerin varlığı, bu türün görünürlüğünü artırmak açısından çok kıymetli. Polisiye, korku, gerilim ve hatta fantastik gibi türlerin dışlanmadan ciddiyetle ele alınması; bu alanlara gönül veren yazarların ve okurların cesaretini artıracaktır. Umuyorum ki önümüzdeki yıllarda bu çabalar kalıcı bir tür kültürü oluşturur ve tür edebiyatı da ana akım edebiyat kadar saygın bir konum kazanır.
Kitabevinizde gerçekleştirdiğiniz etkinliklerden bahseder misiniz?
Sinemateke Kitap Kafe olarak yazar söyleşileri ve imza günlerinin yanı sıra felsefe ve sinema akşamları düzenliyoruz. Ayrıca tematik atölye çalışmaları da yapıyoruz. Bu etkinlikleri yalnızca Akyaka ile sınırlı tutmuyor, Muğla geneline duyuruyoruz.

Bu sayede Marmaris, Köyceğiz, Dalaman hatta Bodrum ve Datça gibi çevre bölgelerden de katılımcılar geliyor. Kitap ve sanat aracılığıyla bölgesel bir kültür ağı oluşturmaya çalışıyoruz.
Sinemateke Kitap Kafe’yi işletmeye başlamadan önce yayıncılık yaptığınızı söylediniz. Yayıncılık hikâyenizi ve sektörü neden bıraktığınızı bizimle paylaşır mısınız? Ayrıca yayın dünyasının genel sorunlarına dair düşünceleriniz neler?
Bu konuya sadece profesyonel bir geçmiş değil, duygusal bir yorgunlukla da yakınım diyebilirim. Yayıncılık serüvenim 1998 yılında başladı. Bugün Türkiye’nin en büyük yayınevlerinden birinin ilk kurucularından biri oldum. Ardından başka yayınevlerinde çalıştım, yeni yayınevleri kurdum. Bunlardan bazıları büyüdü, sektörde saygın yerler edindi. Bazıları ise 2003 ve sonrasının en büyük yayıncılarından biri iken zamanla yolculuğunu tamamladı, kapandı gitti. Yıllar boyunca çok sayıda yazar, çevirmen, editör ve tasarımcıyla yolum kesişti. Bazılarıyla dostluklarımız kalıcı oldu, bazılarıyla kırgınlıklar yaşadık. Ama hepsi birer iz bıraktı bende.
Yayıncılık sektörü dışarıdan bakıldığında romantik, entelektüel bir uğraş gibi görünebilir. Oysa içeri girdiğinizde başka bir tabloyla karşılaşırsınız: Sürekli kriz hali, bitmeyen mali baskılar, düşük satışlar, dağıtım sorunları ve en kötüsü de emeğe gereken değerin verilmemesi. Özellikle yazar, çevirmen ve editör emeğinin neredeyse sistematik biçimde değersizleştirildiğini görmek beni en çok yoran şey oldu.
Yakın zamanda kamuoyuna da yansıyan bazı olaylar, sektörün karanlık yüzünü açığa çıkardı. Teliflerin ödenmemesi, çevirilerin izinsiz kullanılması, editör emeğinin yok sayılması gibi vakalar ne yazık ki münferit değil. Bu sadece “bazı kötü örnekler”le açıklanamaz. Bu, sektöre yerleşmiş bir alışkanlık ve etik dışı bir iş kültürünün yansıması.
Oysa yayıncılık, düşüncenin, emeğin, hayal gücünün vücut bulduğu bir alandır. Eğer bu alanı var eden temel aktörleri -yani yazarı, çevirmeni ve editörü- sistemli şekilde görmezden gelirseniz, o zaman yayıncılık yalnızca bir kâğıt baskı işine dönüşür. Halbuki olması gereken, kitabı bir “ürün” değil, bir “eser” olarak görmek ve o eseri ortaya koyan herkese hak ettiği değeri vermektir.
Matbaa maliyetleri artıyor, evet. Kitap satışları düşük, doğru. Ama bütün bunlar, insan emeğini değersizleştirmek için gerekçe olamaz. Yayıncılık alanının artık daha şeffaf, daha etik ve daha profesyonel bir zemine oturması gerekiyor. Kurumsallaşma, adil sözleşmeler, telif şeffaflığı ve emeğe saygı bu dönüşümün olmazsa olmazları.
Benim için yayıncılığı bırakmak bir kaçış değil, bir yüzleşmeydi. Hayal ettiğim yayıncılık anlayışını sürdürebileceğim bir alan kalmadığını fark ettim. Bugün ise kitaplarla kurduğum ilişkiyi çok daha doğrudan, birebir ve samimi bir zeminde, Sinemateke’de sürdürüyorum. Ve bu beni hem mesleki hem kişisel olarak çok daha huzurlu kılıyor.
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz.
Asıl ben teşekkür ederim. Güzel bir sohbet oldu.

