Dedektif Dergi sayfalarına hoş geldiniz sevgili Armağan Tunaboylu. Nasılsınız görüşmeyeli? Hayat nasıl akıyor? Son romanınız İnci Küpeli Kadınlar’a yönelik ilgi ve tepkiler nasıl?
Fatih Altaylı tutuklandığında YouTube kanalına konuk olanlar da bu soruyla karşılaşıyorlar. “Eh! İyiyiz de memleketin hâli fena,” diyorlar. Eh, ben de iyiyim işte, “olabildiğince.” Her şeyin dışında Berkun İstanbullu’nun üçüncü macerasını yazmaya çalışıyorum.
İnci Küpeli Kadınlar’a (İKK) gelen tepkilerse… Olumlu tepkiler her zamankiler gibiydi. “İyi olmuş işte.” “İyi, beğendim ben.” “Fena değildi, iki saatte okudum bitti.”
İyi de ben o kitabı iki yılda yazdım. Kimse bunu maalesef görmüyor. Sanırım herkesin hep yapacak başka bir işi var. Elbette benim romanımla yatıp kalkmayacaklar ama kalem tutan, kitap okuyanlar da tutup eleştirmeli. Yoksa neye kalıyoruz biliyor musun? Sosyal medyada tanımadığımız insanların yaptığı eleştirilere.
Bu zamana kadar ağzımı açıp tek laf etmemiştim ama şöyle yazmış biri: “Özgür’ü romanda bir daha göremedik.” İyi de kitapta Özgür diye biri yok. Ben mi hata yapıyorum diye araştırdım, açtım kitabın dijitalini önüme, Ctrl F yaptım. İki yerde “Devrim, kankası Özgür’ün Vespa’sını…” filan gibisinden cümle var. Ama bizatihi Özgür yok. Haydi, burada suçu ben üstleneyim; Polisiye Yazarının Ölümü’nde (PYÖ) Devrim ve Özgür’den bahsetmiştim, hatta Devrim’i arayan polislerimiz birlikte yaşadıkları eve gidip Özgür’ü sorgulamışlardı. Özgür orada vardı. Ona atıfta bulunmuştum. Herkesin ilk romanı okumamış olma olasılığı yüksek. Okusa da anımsaması zor. Neyse, bir başka roman yazarken önceki romana atıf yapmama kararı aldıran önemli bir ders oldu. Ya da aç parantez yapıp biraz bilgi vermeliyim. Başka biri “Çıplak ayaklı polis olur mu?” deyip kafadan reddetmiş. Olur tabii, gerçekte olmaz ama bu okuduğun kurgu. Demek inandırıcılığımı sorgulamalıyım.
İyi eleştiri olumsuz da olsa yazara bir şeyler katıyor, hatasını fark ettiriyor. Mesela arkadaşım Çağatay ve Taner Ay, PYÖ için “Çok betimleme var,” demişlerdi. Ciddiye aldım. Hüseyin Bul yine aynı kitap için “Olumlu karakterler için bey, hanım kullanırken kötü karakterleri sadece adını söyleyerek yazmış,” diye eleştirmişti. Bu da biraz benim kibarlığımdan herhâlde, koskoca saray geçmişi olan Şaheser Hanım’a, Şaheser deyip geçememişim. Bunu da düzelttim.
Eleştiri yapmak yerine linç kampanyası başlatanlara artık tahammülüm kalmadı. Kitabın tamamını okumadan yorum yapanları Instagram hesabımda kitap tanıtım paylaşımlarımda ifşa etmeye başladım.

Bu söyleşimizde ağırlıklı olarak İnci Küpeli Kadınlar’dan, hatta daha çok Berkun İstanbullu’dan bahsedelim istiyorum. İlk beş romanınızın kahramanı Metin Çakır gibi küfürbaz, oyunbaz, geveze, yeri geldiğinde korkudan altına kaçıran, ağlayan, yalan söyleyen ve üstüne üstlük kadın satarak geçimini sağlayan sıra dışı bir karakterden sonra karşımıza Berkun İstanbullu gibi sofistike zevkleri olan, orkide yetiştiren, Brahms dinleyen, şık giyinen, çok okuyan, takıntı derecesinde titiz, küfür sevmez ve klişeleşmiş polis karakterlerinin çok dışında bir karakter çıktı. Bu karakteri çizmeye nasıl karar verdiniz? Metin Çakır’dan sıkıldınız mı, yoksa “canım isterse tam zıddı bir karakteri de rahatlıkla yaratabilirim,” türünden bir meydan okuma mıydı?
Evet. Yanıt bu kadar.
Bir televizyon programında sunucu kendi polisiye birikimini sergileyerek bana bir soru sordu. Soru yarım saat sürdü resmen. Bende de hiperaktivite var o kadar uzun süre odaklanamıyorum. Sorunun sonuna geldiğimizde başını unutmuştum. Tahminime göre benden farklı düşünüyordu. Yanıtım kısa oldu: “Hayır!”
Tabii, dağıldı. Sana da aynısını yapmayayım; Berkun’u yaratma nedenim anlatacağım öykülerin var olması. Bunların bazıları Metin’e uygun değildi. Yeni bir karaktere gereksinim vardı ve elimde sadece Berkun adı vardı. Benim polisiye kurgu atölyeleri yaptığımı bilirsin, orada her zaman karakterin adının görünmez olmasını, Ayhan, Barış, Nurhan, Semra filan gibi görünmeyen adlar koymalarını öneririm. Yaşlı bir adamın ismi Rüknettin olmasın yani. Berkun tüm bunların tersi oldu.
Bir zamanlar Algan’a önermiştim, birlikte bir polisiye roman yazalım diye. Kafamda şöyle bir sinopsis vardı: Ünlü bir polisiye yazarı, iki yeni yetme polisiye yazarı tarafından öldürülür…
Olmadı, yapamadık bir türlü ama o sinopsis Berkun’a kısmet oldu. İlk macera öyle çıktı. İnci Küpeli Kadınlar’daysa şöyle bir sahne vardı gözümde: Bir cenaze için cami avlusuna toplanmış kalabalık. Kalabalıkta kocalarının vasiyetini yerine getirmek için armağan ettiği inci küpeleri takan dört, beş kadın. Bunun polisiye olacağını hiç düşünmemiştim. Bir novella olarak yazarım diyordum ama nasıl yazacağımı bilmiyordum. Sonra kendime dedim ki: “Neden Berkun’un ikinci macerasına evrilmesin?” Kendim de “İyi fikir ulan. Kesinlikle yap,” dedi. Öyle oldu.
Karakter yaratmayı seviyorum. Gözümde öykü, yani entrika kadar önemli olmasa da, çok ama çok önemli. İnsanları gözlemlemeyi, belediye otobüsünde gördüğüm kadından bir şeyler katmayı seviyorum. Balkonda kahvaltı yaparken aşağıdan elinde ekmek torbasıyla geçen adamı bir yerlerde görebilirsiniz. Algı böyle bir şey galiba. Zihninizde bir adam var, o adamın da bir dosya dolabı var. Yeni bir karakter yaratırken, illa başoyuncu ya da kahraman olması gerekmiyor, o adama başvuruyorsunuz. Hemen dolabını açıyor, çekmeceler ortaya seriliyor ve milyonlarca dosya ortaya çıkıyor.
Adam, “Ne vereyim abime?” diyor.
“Saray kökenli, asil bir kadın yaratasım var. Elinizde ne var?” diye soruyorum.
“Caz müzik dinlesin mi?”
“Yok, ama klasik olabilir.”
“Ad olarak Şaheser vereyim. Soyadı da Kaftancıoğlu olsun. Hani ataları sarayda padişahın kaftanlarını yaratmış gibi.”
“Şahane,” diyorum. “Aldım bunu. Sonra bir de KPop dinleyen gençler…”
Anında bir dosyayla çıkıyor karşıma. “Şöyle fosforlu pembe saçlar…”
“Aman Allah’ım, mükemmel,” deyip ayrılıyorum. Aslında siz çoktan o düğünde gördüğünüz fosforlu pembe saçlı, çılgınlar gibi göbek atan kadını unutmuşsunuzdur. Ama o aradığınız bir tipe cuk oturmaktadır. Yaratmak da hayal gücü de doğuştan gelen bir yeti değil, sonradan edinilen bir şey.
Berkun İstanbullu kimdir, nasıl biridir? Neden bu kadar ketum, tepkisiz, hatta duygusuz görünüyor? Geçmişten taşıdığı ne tür travmaları var? Serinin ilerleyen romanlarında Berkun’un geçmişine de şahitlik edecek miyiz?
Berkun’un geçmişi biraz karanlık. Kafamda bir yol haritası var ama zaman içinde değiştirmeyi düşünüyorum. Değiştirmeyi düşünmesem de benim karakterlerim bazı şeylere kendileri karar verip uyguluyorlar. Sanki ben yokmuşum gibi. Metin çok yapardı bunu.
Berkun’u başka biri yazsa, ben de okusam, aklıma ilk Sara Norensen ya da Sheldon Cooper gelirdi. İyi niyetliysem yazar bunlardan esinlenmiş, kötü niyetliysem yazar bunları kopyalamış derdim ama ben Berkun’u yaratırken aklıma bile gelmediler. Alabildiğine cool, zengin değilse de rantiye, yaşamanın tadını çıkaran bir adam düşünüyordum. Empati sıfır. Polisliği seven, mesleğine bağlı ve inanan, zeki ve akıllı, yakışıklı… Aaa! Metin Çakır’ın tam tersi oldu ya bu.
Yine atölyelerimden söz edeceğim. “Yarattığınız kahramanı sevin,” derim. “Sevin ki okur da sevsin.” Ben Berkun’da insanlara denek muamelesi yapan bir bilim insanı görmeye başladım. Sanırım okur bunu benden önce gördü, tahmin ettiğim hayranlık gelmedi. Metin de pis herifin tekiydi ama o deli gibi seviliyordu.
Berkun İstanbullu nasıl bu kadar rahat yaşıyor, iyi giyiniyor, pahalı zevklerine zaman ve para ayırabiliyor? Bir komiser maaşıyla olmasa gerek… Üstelik tabiri caizse gıcık ve Emniyet içinde pek de sevilmeyen bir karakter olmasına rağmen nasıl bu kadar dokunulmaz kalabiliyor?
Berkun’u biraz Stallone’nin Tango’su gibi hayal etmiştim. Gazetelerin ekonomi sayfalarını okur, borsada oynar, iki dirhem bir çekirdek giyinir. Demin de dediğim gibi Berkun rantiye; hatta PYÖ’de Nişantaşı’nda soruşturma için gittiği dişçide apartmanın içindeki aidat yazılarını inceler ve yakınlardaki kendi dairelerinin aidat fiyatlarıyla karşılaştırır. Daha yakın çevresine giremedim ama arkadaşlarının yatlarıyla Mavi Yolculuğa çıktığı biliniyor. Bir sonraki macerada Türkiye’nin altın başkenti Kapalıçarşı, Berkun’dan biraz rol çalacak. Orada Berkun’un yatırımlarından satır aralarında söz etmeyi düşünüyorum.
Berkun sevilmediği kadar korkulan biri. Herkes onun “yukarılardan” korunduğunu düşünüyor. Ona bulaşmaya korkuyorlar. Ayrıca anımsanacaktır, lise yıllarında boks dersleri almış, kendisinden daha irileri kolaylıkla yere serebiliyor. Hem de başarılı bir polis. Kimsenin altından kalkamayacağı dosyaları çözüyor. Birkaç kuşak polis geleneği de var. Hepsi birleşince kendi aurasını yaratmış oluyor, bu aura da onu koruyor.
Berkun İstanbullu’nun kritik kararları büyük bir soğukkanlılıkla verdiğini defalarca gözlemledik. Berkun sezgilerine mi güvenir, gözlemlerine mi, matematiğe mi, duygularına mı?
Hayranı olduğum Arkady Renko, “Ben evrime, gama ışınlarına, vitaminlere, Akhmatova’nın şiirlerine, ışık hızına inanırım,” der. Berkun da böyle, “İnanmak değil bilmek istiyorum,” diyor. “Benim duygularım yoktur,” da diyor. Ama PYÖ’de Funda’nın hastane yatağının başında gözlerinin kızarması var öte yandan. İKK’nin sonlarında Poyrazköy’de öleceğini anlayıp afallaması, “Buraya kadarmış,” diye düşünmesi de var.
Karakterlerde tezatların olması hoşuma gidiyor. Hep aklıma gelen örnektir, herhâlde bu yazıyı okuyanların çoğu anımsamayacaktır ama bir zamanlar Dallas diye bir dizi vardı, bu dizide de JR diye bir tip. JR, Dallas artık kaç bölüm sürdüyse hep kötü adamdı. Herkese punduna getirip bir kötülük yapardı. Hani evlat olsa sevilmez derler ya, ana babası bile sevmezdi onu. Son derece sığ ve düz bir tipleme. Sonra bir gün geldi JR’ın çocuğu oldu. Yanlış anımsamıyorsam çocuğu da istemedi. Herkes onun çocuğa bir kötülük yapacağını düşünüyordu. Ve bir gün JR, çocuğun odasına çıktı, (gerilim müziği) oğluna sevgiyle baktı. Bu kadar.
Dallas’ın sadık bir izleyicisi olmamıştım ama ertesi gün konuştuğum herkes JR’daki bu değişimi konuşuyordu. Bu senaristlerin başarısı mıydı? Bence öyle, iyi gözlem yapmışlardı ve karakter yaratmayı biliyorlardı.
Berkun İstanbullu’yla Metin Çakır bir macerada karşılaşsalar neler olur? Birbirlerine nasıl yaklaşırlar? Berkun Komiser, Metin Çakır’dan nefret edecektir büyük ihtimalle. Bir Berkun İstanbullu macerasına Metin Çakır’ı davet etmeyi düşündünüz mü?
Berkun ve Metin’i bir macerada buluşturmak? Çok düşündüm ama böyle bir şey yapmayacağım. Bu ciddiyeti bozar, özellikle Metin’in ciddiyetini.
İnci Küpeli Kadınlar’da Berkun İstanbullu, iktidara yakınlığıyla bilinen, güçlü ve tanınmış bir gazeteci olan Altay Köken’in vahşice öldürüldüğü cinayeti araştırıyor. Geçmişte birçok evlilik yapmış olan maktulün pek de sağlam pabuç olmadığını anlamaya başladıkça etrafta şüphelenmediğimiz kimse kalmıyor. Berkun İstanbullu’nun ilk macerası olan Polisiye Yazarının Ölümü’nden de izler taşıyan bu roman serisi devam edeceğe benziyor. Berkun İstanbullu maceralarına yönelik bir gelecek planınız var mı? Bir noktada bu seri de sona erecek ve yepyeni bir karakterle tanışacak mıyız?
Az önce de dediğim gibi Kapalıçarşı’da geçen bir roman olacak. İsmini Instagram’da açtığım tag’de de görebilirsiniz. Haydi, söyleyeyim: Kapalıçarşı’da Feci Bir Cinayet. On bir, on iki yıl önce işlenen bir cinayet ve günümüze kadar gelen izdüşümleri. Yeni dönem mafyacılar, devlete uzanan suç çeteleri ve altın elbette.
Siz sadece başarılı bir roman yazarı değil, aynı zamanda iyi bir öykücüsünüz. İlk öykü kitabınız Cinai Tuhaflıklar’ın ardından Dark Polisiye Antolojilerine ve İthaki Yayınları’nın Garip, Çok Garip adlı derlemesine de öykülerinizle katkıda bulundunuz. Ufukta yeni bir öykü kitabı görünüyor mu? Var mı böyle bir planınız?
Dark serisinden ve Garip, Çok Garip’ten önce, Çınar Yayınları’ndan Derviş Şentürk’ün de gayretiyle çıkan Karmakarışık var. Öykü geçmişim çok eskilere gitmiyor. Herhâlde altı, yedi yıllıktır. Roman yazmak için bir kenara koyduğum sinopsislerim vardı. Bu kadar romanı sekiz tane yaşamım olsa yazamam, deyip onları öyküye dönüştürdüm.
Ufukta bir öykü kitabı görünmüyor. Tabii ki kafanın içinde dolaşan proje tilkileri gani. Mesela Dark Polisiye için yazdığım -ki ikinci kitapta yayınlamıştı- Yarıda Kalan Balayı gibi kötü isimli bir öyküm vardı. Birbirlerine âşık iki polis Berkay ve Çağla’nın Aşko Kuşko Polisiye Öykülerini yazmak isterdim. Ama on, on iki mupçuk mupçuk öykü okuru bayar gibi geldi. Birilerinin beni ikna etmesi gerekiyor.

Nasıl bir rutin içinde yazarsınız? Sıradan bir gününüz nasıl geçer? Aklınıza yeni bir roman fikrinin düşmesiyle başlayan o süreci anlatır mısınız biraz? En çok hangi kısım sizi zorlar? Fikri geliştirmek mi, ön araştırmalar mı, olay örgüsü mü, karakterleri çizmek mi? Yazım süreciniz takribi ne kadar sürer?
Yine atölyelerim. Hep bir sinopsis, hep bir yol haritası. Hatta kendimi edebiyat bürokratı olarak tanımlıyorum. Bıraksam iki dakikada kocaman bir öyküyle karşıma çıkacaklar. Kesinlikle buna izin vermiyorum. Onlara verirken talkımı kendim de salkımı yemiyorum tabii ki. Mutlaka bir sinopsis, kimi zaman bir sahne. Ardından yol haritası. Ama öyle bir yol haritası değil. Elli bin kelimelik roman için yirmi bin kelimelik yol haritası.
Eskiden, “Bir cümle yazarken arkadan ne gelecek bilmiyorum,” diye matahmış gibi övünürdüm. Şimdi kesinlikle plan, program.
Sabah kahvaltı sonrası biraz sosyal medya, sonra bilgisayardan gazeteler, Youtube’da spor ya da siyasetle ilgili yorumlar vs. Bunları dinlerken illaki solitaire oynama. Solitaire’den sıkılıp “Artık yazayım,” deme ve yaklaşık bir ila iki saatlik çalışma. Bir romanı yazmak en az iki sene sürüyor, hızlı odaklanabilsem şu ana kadar yazdıklarımın iki üç katını yazardım. Neyse, o iki yıl boyunca romanla yaşama, yatıp kalkma. Kafada sürekli dolaştırma. Araya giren bazı siparişler; mesela bir söyleşi ya da bir yere özel bir yazı veya bir antolojiye öykü, canıma okur.
Takip edebildiğim kadarıyla yazmak ve okumak dışında seyahat etmek ve fotoğraf çekmek de tutkularınız arasında. Çok da güzel geziyorsunuz, imrenmiyorum dersem yalan olur. Hangi ülkeleri gördünüz bugüne kadar? Çok etkilendiğiniz, kendinizi ait hissettiğiniz, “Ben burada yaşamalıydım,” dediğiniz bir yer oldu mu?
İstediğim kadar çok gezemiyorum. Aslında çok da gezmiyorum ama çok fotoğraf çektiğim için, bu fotoğrafları da yıllar içinde defalarca paylaştığım için çok gezmişim gibi görünüyor.

Kendimi pek de fotoğrafçıdan saymam, en azından fotoğraf makinem yok. Diyaframını, enstantanesini ayarlayamadığım bir fotoğrafı çekmek bana fotoğrafçılık gibi gelmiyor. Sinema okuduğum için belki kadraj konusunda iyi olabilirim. Ama hepsi bu.
Çektiğim fotoğrafların nereleri olduğunu çoğunlukla yazmıyorum. Sanki hava atıyormuşum gibi geliyor. Yok Paris’ten enstantaneler, Madrid’den kareler, Mısır’dan zartlar filan yazmak bana rahatsız edici geliyor. Soran olursa yanıtlıyorum yalnızca.
İstanbul’dan başka bir yerde oturmayı düşünmedim bu zamana kadar. Ne bir sahil kasabasına taşınmak, ne de Lizbon’a, Prag’a, bir Yunan adasına yerleşmek hayalim var. Gittiğim, gezdiğim yerleri de sonuna kadar görmek isterim. Uyumaya zaman harcamak bile kızdırır beni.
Dünyanın her yerini görmek isterim. Bir keresinde bir arkadaşımı aramıştım. Neredesin filan diye sordum. “Kandıra’dayım,” dedi. “Bir akrabanın cenazesine geldim.” Telefonda haşladım adamı, “Bana haber verseydin, ben de gelirdim,” dedim. “Akrabamın cenazesine niye gelesin ki?” diye sordu. “Sen cenazeye giderdin, ben de etrafta gezinirdim.” Bu kadar severim yani farklı yerler görmeyi.
Biraz tersten gidiyorum ama geçmişte ne işlerle uğraştınız? Polisiye yazarlığına yönelmeniz nasıl oldu? Mesleğiniz yazarlığınızı ne yönlerden besledi?
Meslektaş, yazarlık mesleği gibi kavramları arada bir kullanırım ama bana “benim yaptığım yazarlık” meslek gibi gelmiyor. Zira buradan kazandığım parayla geçinmeye kalksam açlıktan ölürüm. Meslek dediğiniz insanı geçindirebilmeli.
Aman neyse, saplantılı bir şekilde polisiye okurdum. Hatta “Polisiyeden başka bir şey okumuyorum,” diye matah bir şeymiş gibi övünürdüm. Sonrası malum, insan okudukça iyi ve kötüleri ayırmayı öğreniyor. Elinize kötü bir roman ya da öykü aldığınızda, “Yaza yaza bunu mu yazmış ibiş? Ben bunu şeyimle yazarım,” diyorsunuz. “E! Hadi o zaman yaz da görelim,” diyor o kitap size. Bir zaman sonra kitapla konuşmalarınız iyice artıyor ve içeriden bir ses geliyor: “Allah’ın delisi yine kendi kendine mi konuşuyorsun?”
Kendi kendinizi gaza getirmenizle ilk yazı denemelerine başlıyorsunuz. Olmuyor, olmuyor, sonunda oluyor. Yaşı ilerleyince kendine dışarıdan bakmayı öğreniyor insan. Tabii, başkaları bunu ukalalık olarak değerlendiriyor. Her şeyden önce yazdığınız türü iyi bilmelisiniz; o türün babalarını, kilometre taşlarını okumalısınız. Türkiye’de oldukça fazla polisiye roman, öykü kitabı basılıyor ama polisiye üzerine yazılan eser sayısı bir elin parmaklarından az. Ne bileyim, Agatha Christie üzerine bir biyografi ya da ciddi bir inceleme bile yok.
Tabii, bu arada ben soruyu yanlış anlamışım ve bu kadar uzun bir yanıt yazdıktan sonra silmeye de kıyamadım. Özellikle sorunun son kısmı: “Mesleğiniz yazarlığınızı ne yönlerden besledi?” Doğru düzgün bir mesleğim olmadı, annemin dediği gibi her g.tten kıymalık tattım. Reklam yazarlığı, prodüksiyonu, gazetecilik, dergicilik, pazarlamacılık, TV dizilerinde yönetmen yardımcılığı, post-pro sorumluluğu, yapım sorumluluğu, TV kanallarında yönetmenlik filan yaptım. Belki de çok insanla tanışmamın ve farklı işler yapmamın bir yararı dokunmuştur. Yazmanın aklımda olmadığı zamanlar çoğu tabii. İnsanları gözlemleyeyim demeden gözlemlemişim anlaşılan. Hele pazarlamacılık yaptığım zamanlarda Kasımpaşa, Halıcıoğlu arası benim bölgemdi, yani Kulaksız, Hacı Hüsrev gibi yerler. Bir gün de Nişantaşı’na giderdim. Tezatsa tezat işte.
Yazmasaydınız hayatınız nasıl olurdu? Neler yapardınız? Kendinizi ifade etmenin nasıl bir yolunu bulurdunuz?
Yazmasaydım çıldırırdım. Yok canım, ne çıldıracağım, model uçak yapar, sokak kedilerini besler, mavi kapak toplar, ebru atar, resim yapardım herhâlde.
Son olarak da yerli polisiyemizden bahsedelim istiyorum. Uzun zamandır polisiye camiasının içindesiniz. İlerleyişimizi, gelişimimizi nasıl buluyorsunuz? Neleri eksik yapıyoruz, nelerde fazlayız sizce? Daha fazla okura ulaşabilmek, emeklerimizin karşılığını görebilmek için biz yazarlara ve yayınevlerine düşen görevler nelerdir?
Hep anlattığım bir Süleyman Demirel anekdotu var: Demirel’e “Türkiye’de ekonomi nasıl?” diye soruyorlar. “Tek kelimeyle iyi,” diyor. “İki kelimeyle iyi değil.” Polisiye kurgu da böyle. İyi; bir birlik kuruldu, yazar sayısı arttı. Biri basılı, ikisi dijital üç dergi var. Yıllardır kitapçılarda polisiye reyonları yer alıyor. Kötü; okur sayısı yeterince artmadı. Kitapçılardaki polisiye reyonu Ahmet Ümit ve yabancı polisiyeciler haricinde Türk Polisiyesine kapalı. Ahmet Ümit milyonlarca satıyor ama Ahmet Ümit okuru başka polisiye okumuyor.
İş gelip Ahmet Ümit’e dayanıyor. Çünkü Türkiye’de sadece ve sadece Ahmet Ümit profesyonel yazar. Yazdıklarıyla geçinen, bu işten para kazanan tek o var. Emrah Serbes’i de belki ekleyebiliriz, o da kitaplarından değil dizilerden, sinema filmlerinden para kazanıyor.
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyorum sevgili Armağan. Yeni eserlerinizi merakla bekliyor, başarılarınızın devamını diliyorum…
Ben de çok teşekkür ederim. Umarım Dedektif Dergi okuru bu yaklaşık 2.630 kelimelik söyleşiyi okur. Benim tuşlara vurmaktan parmak uçlarımdaki izler silindi. Herkese kolay gelsin. Sevgiler.

