Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

ARSEN LÜPEN İSTANBUL’DA

Diğer Yazılar

Gencoy Sümer
Gencoy Sümerhttps://gencoysumer.com/
Gencoy Sümer İTÜ İşletme Fakültesi'nden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Master ve Doktora yaptı. www.polisiyedurumlar.com sitesini kurdu ve internette pekçok öykü ve makaleleri yayınlandı. İlerleyen yıllarda Dedektif'in kurucuları arasında yer aldı. İlk polisiye romanı Feneryolu Cinayetleri 2017 yılında, Göl Kıyısındaki Ev & Gizemli Öyküler ve Aile Sırrı & Bir Percule Hoirot macerası 2018 yılında yayınlandı. Gencoy Sümer'in polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

1

GECENİN KONUĞU

Avenue Foch’taki Türk Büyükelçiliğinde sessiz bir akşam yaşanıyordu. Yerleri kaplayan kalın halılar, camın arkasında ürkekçe yanıp sönen lambalar, kristal avizelerin ağır ışıkları… Her şey olması gerektiği gibiydi. Sakin, şık ve kusursuz…

Konak, Osmanlı’nın zarafetini Batı’nın düzeniyle birleştiren bir estetiğe sahipti. Kristal aynalar, işlemeli perdeler ve duvarlardaki gravürler, bu evin sadece bir diplomatik mekân değil, aynı zamanda hatıralarla dolu bir sığınak olduğunu fısıldardı burada yaşayanlara ve gelen ziyaretçilere.

Büyükelçinin eşi Leyla Hanım, salondaki yüksek arkalıklı kadife koltuklardan birinde oturuyordu. Kırklı yaşların olgun güzelliğini taşıyan yüzü endişeyle gerilmişti. Elleri dizlerinin üstündeydi ama parmakları huzursuzca birbirine dolanıyordu.

Saatine baktı. Dokuz olmak üzereydi. Kocasının Cenevre’deki toplantısı uzamıştı. Geceyi Paris’te geçirmeyeceği belli oluyordu. Zaten biraz sonra yapmayı umduğu görüşmeyi bu nedenle bu geceye almıştı.

Ahşap kapıyı aralayan hizmetçisi saygılı bir tavırla “Hanımefendi,” diye seslendiğinde, avucunda sıkı sıkı tuttuğu dantel mendilin buruşmuş olduğunu fark etti.

“Efendim… Misafiriniz Prens Renine geldi. Aşağıdaki salonda sizi bekliyor.”

Leyla’nın dudakları titredi. Derin bir nefes aldıktan sonra koltuğundan kalktı, merdivenlere doğru yürüdü.

Adam, Şeker Ahmet Paşa’ya ait natürmort bir tablonun önünde onu beklemekteydi. Bir elini ceketinin cebine sokmuştu, diğer elinde ise gümüş bir baston tutuyordu. Uzun boylu, ince yapılı, lacivert takım elbisesiyle zarafetin timsali gibiydi. Koyu renk gözlerinde muzip bir ışıltı, dudaklarında güven veren bir tebessüm vardı.

Hafif bir reverans yaparak eğildi ve Leyla’nın elini nazikçe öptü.

“Sizi görmek, bir sanat galerisinde nadir bir tabloyla karşılaşmak gibi Madam.”

Leyla başını eğdi, nazik ama ölçülüydü.

“Siz… gerçekten Prens Renine misiniz?”

Adam gülümsedi. “Zaman zaman. Diğer zamanlarda, mesela bu akşam, başka biriyim. Adım Arsen Lüpen.”

Leyla bir an irkildi, gözlerinde korku ve umut birbirine karıştı.

“Sizi bulmak kolay olmadı.”

“Beni bulmak isteyen biri, her zaman bulur,” dedi Lüpen, göz kırparak.

Şapkasını çıkardı, ceketini bir koltuğun arkalığına astı. Hareketleri zarif ama dikkatliydi. Salonda attığı her adımda sanki evin tüm sessizliği onu selamlıyordu.

Leyla, hafifçe gülümsüyordu ama gözleri neşesizdi, “Bu gece size nasıl hitap etmeliyim? Prens Renine mi, yoksa Mösyö Lüpen mi?”

Arsen Lüpen, kibarca başını eğdi.


“Sadece Arsen… Ve galiba… gecenin en meraklısı.”

Leyla başını çevirerek pencereye yöneldi. Seine nehrinin dalgalarına yansıyan sokak lambalarının soluk ışıklarına baktı bir süre. Eiffel Kulesi’nin uzak silueti sisin ardında zar zor seçiliyordu. Paris’i kaplayan altın sarısı sonbahar yaprakları rüzgârın tesiriyle bir sağa bir sola savrulmaktaydı. Montmartre’dan süzülen hüzünlü akordeon nağmelerini duyunca yüreğinin titrediğini hissetti.

“Bu evi bilen çok az kişi vardır,” diye mırıldandı. “İçinde sakladığım şeyleri ise… neredeyse kimse.”

Lüpen, şöminenin yanındaki deri koltuğa oturdu. “Demek bu gece, sırlar konuşulacak.”

Leyla da onun karşısındaki koltuğa oturdu. Şimdi bakışları doğrudan Lüpen’e yönelmişti.

Titreyen bir sesle, “Yıllar önce…” diye anlatmaya başladı.

“On sekiz yaşındaydım. Bir delikanlıya âşık olmuştum. O da benim gibi çok gençti. Yakışıklı, uzun boylu, hülyalı bakışlıydı. Sözleriyle kalbimi fethetmişti. O günlerde aşkın naif coşkusuyla doluydum.  Ona en gizli duygularımı, hayallerimi, hislerimi anlatan mektuplar yazdım. Kavuşacağımız günü sabırsızlıkla bekledim. Ancak araya bir sürü beklenmedik olay girdi, umulmadık talihsizlikler yaşandı. Ve bizim yollarımız bir daha kesişmemek üzere ayrıldı.  Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Kader ikimizi farklı hayatlara sürüklemişti ama yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda ben onun hiç bilmediğim bambaşka bir yüzünü gördüm.  Gençlik heyecanıyla yazdığım o mektupları saklamıştı. Ve şimdi bana karşı bir silah olarak kullanıyordu. Önce masum taleplerle geldi. Bir tanıdığına iş, bir diğerine davetiye, onun için yazılacak bir tavsiye mektubu… bunun gibi şeyler. Adımı lekelememek, kocamın kariyerini riske atmamak için bütün bu taleplerine boyun eğdim.  Ancak giderek istekleri arttı, bana yaptığı şantaj sayesinde elde ettiği makam ve mevkiler ona yetmez oldu. Sonunda talepleri tamamen karanlık bir yola saptı. Artık kocamın diplomatik sırlarının peşindeydi. Düşünebiliyor musunuz, benden casusluk yapmamı istedi. Ya itibarımı yerle bir edecek bir skandala razı olacaktım ya da vatanıma ihanet edecektim.

“Ne yapacağımı bilmez bir haldeyken, bir akşam, elçilikteki bir resepsiyonda, bir dostum kulağıma sizin adınızı fısıldadı. Arsen Lüpen… Hırsızların prensi, imkânsızlığın efendisi. O an göğsümde bir umut kıvılcımının çaktığını hissettim. Ama sizinle iletişim kurmak bir hayaletle konuşmak kadar zordu. Beni cesaretlendiren, gözümü karartan çaresizliğim oldu. Güvenilir bir aracı vasıtasıyla size bir mektup yazmayı ve ulaştırmayı başarabildim en sonunda. Bir kadının gözyaşlarını görmezden gelmeyeceğinize inanıyorum. Gençliğimin hatası, bugün hayatımı tehdit ediyor. Aşk mektuplarım, yanlış ellerde. Onları geri almak için yardımınıza ihtiyacım var. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım.”

Arsen Lüpen “Bir aşk mektubunun ne kadar ölümcül olabileceğini hep merak etmişimdir,” dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak. “Durumunuzu anlıyorum. Mektupları geri almak istiyorsunuz. Bunun için de bir hırsıza başvurdunuz.”

Leyla usulca başını salladı. “Evet. Çünkü sadece siz bu işi yapabilirsiniz. Ve… evet, adaletin her zaman mahkemelerde bulunmadığını biliyorum.”

Lüpen gülümsedi. “Endişelenmeyin Madam. Mektuplarınız size geri dönecek. Çünkü adalet, her güzel hikâyenin son durağıdır.”

Leyla, gözlerinde yaşlarla fısıldadı. “Teşekkür ederim…”

“Şimdi bir macera bizi bekliyor,” dedi Arsen Lüpen. Gözlerinde soğuk ama güvenilir bir parıltı vardı.  “Müsterih olun ve şantajcıya dair her şeyi bana anlatın.”

2

YOLCULUK

17 Eylül sabahının erken saatlerinde Gare de l’Est’de ince bir sis vardı. Buhar, lokomotifin gövdesinden göğe doğru yükselirken, garın demir kirişlerine çarpıp geri dönüyor; sanki yolculuğa çıkacak olanlara acele etmelerini söylüyordu.

Ama Prens Renine, yani Arsen Lüpen, tam aksini düşünmekteydi.

Lacivert uzun ceketinin yakasını kaldırmış, başında gri şapkasıyla peron boyunca ağır ağır yürüyordu. Ardından valizleri taşıyan genç bir adam onu takip etmekteydi. Bu genç adamın adı Renaud’ydu. Görevlilere Prens’in uşağı olduğu şeklinde bir açıklama yapılmıştı ama aslında Lüpen’in en sadık yardımcısıydı.  Onunla birlikte her maceraya atılır, sarsılmaz bir itaatle her sözünü dinlerdi.

Renaud göz ucuyla patronuna bakarak fısıldadı. “Bu yolculuğun sonu gümüş tepsi mi olacak, yoksa kelepçe mi?”

Lüpen tebessüm etti. “Gümüş tepside kelepçe, Renaud… Klasik…”

Lüpen ve uşağı, şık döşenmiş birinci sınıf kompartımanlarına geçtiler. Bordo kadife koltuklar, pirinç işlemeli masa lambaları ve kristal bardaklar… Avrupa’nın son romantik hatıraları hâlâ bu trenin içinde yaşıyordu.

Camdan dışarı bakan Lüpen, “İstanbul’a gidiş, her zaman bir dönüş anlamına gelir,” diye mırıldandı, kendi kendine konuşur gibi.  “Ama bu kez dönüş yalnız olmayacak…”

Renaud, pencereden karşı peronda yürüyen adamı fark etti.

“Müfettiş Ganimard bu… Onu tanımamak imkânsız.”

Lüpen gözlerini kısarak baktı. “Evet, Ganimard. Fransız polisinin dik yürüyen, asık suratlı onur timsali.”

Renaud kıkırdadı. “Her davanın sonunda hep bir adım gerinizde kalan adam.”

Lüpen birden neşelendi. “Ah, işte şimdi bu iş iyice keyifli bir hâl aldı. Av ve avcı aynı trende…”

“Ama hangisi hangisi?”

Lüpen duraksadı. “Bunun cevabını zaman verecek.”

Renaud, efendisinin gözlerine bakarak “Planda değişiklik yapacak mısınız?” diye sordu.

Lüpen, “Evet,” dedi Le Monde’u eline alırken.  “Ganimard’ı kendi oyununda yenmek kadar zevkli bir şey yoktur.”

Tren, yavaşça hareket etti. Şark Ekspresi, ritmik tıkırtılarla Paris’i arkasında bırakarak İstanbul’a doğru yol almaya başladı.

Artık kaderin düğümleri İstanbul’da çözülmeyi bekliyordu.

Dört gün süren yolculuk boyunca Lüpen neredeyse her şeyden habersizmiş gibi davrandı. Akşam yemeğinde Prens Renine olarak diplomat yolcularla sohbet etti. Sabahları yaşlı bir İngiliz leydiyle satranç oynadı. Hatta bir ara, Ganimard’la arasında kısa bir konuşma bile geçti.

“Prens Renine değil mi?” dedi Ganimard, gözlerini kısmış halde.

“Ne büyük şeref,” dedi Lüpen hafif bir selamla. “Şark Ekspresi’nde sizi görmek büyük sürpriz.”

“Sizi de,” dedi Ganimard. “Ama belki sürprizlere alışmalıyım.”

Birbirlerine gülümsediler. Bu gülümsemenin içinde binlerce kelime gizliydi.

21 Eylül sabahı tren, Sirkeci Garı’ndaydı. Perona çıktıklarında Lüpen ve uşağı kılığındaki sadık yardımcısı Renaud’yu ilk etkileyen şey denizden gelen olağanüstü taze hava ve yosun kokusu oldu. Gardan dışarı çıktıklarındaysa minareler, kubbeler, tramvay çanları, martı sesleri onları sarıp sarmaladı.

Arsen Lüpen, “Paris’in griliğinden sonra İstanbul, altın bir rüya,” diyerek gülümsedi.

Renaud bavulları taksiye yerleştirirken hâlâ şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla etrafına bakınıyordu. Pera Palas Oteli’nin önüne geldiklerinde aradan on dakikadan daha az bir zaman geçmişti. Resepsiyondaki görevliler onları büyük bir ilgi ve heyecanla karşıladılar. Lüpen ve uşağı, 308 numaralı kral dairesine yerleştiler.

Oda, Osmanlı motifli ipek halılar, kristal avizeler ve geniş pencereleriyle küçük bir saray heybetindeydi. Haliç’in altın ışıltısı, camlara yansıyordu.

Aynı dakikalarda zahmetli bir tramvay yolculuğunun ardından Müfettiş Ganimard da Pera Palas oteline gelmişti. Yerleştiği 112 numaralı oda Lüpen’in kral dairesinden çok daha küçük ve daha az konforluydu. Manzarası da güzel sayılmazdı. İngiliz büyükelçiliğinin arka tarafına bakıyordu. Ama Müfettiş Ganimard için bunlar önemli değildi. Buraya eğlenmeye değil, azılı bir haydudu yakalamaya gelmişti. Kısa bir dinlenmenin ardından hemen dışarı çıktı, İstanbul polis müdürüyle görüşmeye gitti.

Polis Müdürü Behçet Nizamgil onu makamında bekliyordu. Dahiliye Vekaleti müsteşarı, Müfettiş Ganimard’ın geleceğini bizzat telefonla arayarak önceden haber vermişti. Kendisine her türlü kolaylığın gösterilmesi ve yardımcı olunması konusunda gereken uyarıları da yapmıştı.

Behçet Bey, kırk yaşlarında, sert bakışlı ama nezaketten ödün vermeyen biriydi. Gür bıyıkları, koyu renk takım elbisesiyle birleşince, otoritenin canlı bir timsali gibi görünüyordu. İyi Fransızca bilmesi Müfettiş için büyük bir şanstı.

Tanışma faslının ardından Müfettiş Ganimard, Arsen Lüpen yüzünden İstanbul’a geldiğini, onun bir oyun peşinde olduğundan şüphelendiğini anlattı. “Bu adam bir hırsız, ama aslında tam anlamıyla bir illüzyonist. Her kılığa kolayca girer, herkesin konuşmasını rahatlıkla taklit eder. Ne zaman ne yapacağını, nerede olacağını asla bilemezsiniz.”

Komiser Behçet, Arsen Lüpen’in ününü duymuştu. Fransız polisinin yıllardır onun peşinde olduğunu ama bir türlü yakalayamadıklarını çok iyi biliyordu.

“İstihbarat kaynaklarım, Arsen Lüpen’in bugünlerde İstanbul’da olacağını tespit ettiler,” diye devam etti Ganimard. “Burada mutlaka bir iş çevirecek. Bundan eminim. Basit bir iş olacağını hiç sanmıyorum. Onu yakalamam için büyük bir fırsat bu. Benim burada olduğumdan haberinin olmaması elimi çok güçlendiriyor. Mutlaka bir halt karıştıracak, biz de ensesine bineceğiz.”

Behçet Bey, kaşlarını çatarak “Şehrimde kaosa izin vermem,” dedi. “Ama ne yapmayı planlıyor olabilir? Bunu bilmediğinize göre onu nasıl enseleyeceksiniz?”

Ganimard istemeden de olsa itiraf etti. “Bilmiyorum. Ama ne planladığını yakında öğreniriz. Emin olun, bunu bize kendisi söyleyecek.”

3

MEKTUP

22 Eylül sabahı İstanbul Polis Müdürlüğünün mermer zeminli giriş katında bir telaş yaşandı. Bilinmeyen bir kurye tarafından Komiser Behçet’e mühürlü bir zarf getirilip müdürlüğe bırakılmıştı.  

Behçet Bey, zarfı açtığında, el yazısıyla yazılmış bir not buldu:

“Sayın Komiser, 23 Eylül gecesi, saat tam 12’de, Topkapı Sarayı’ndaki Napolyon elmasını alacağım. Hazırlıklı olun. Saygılarımla, Arsen Lüpen.”

Yüzünün rengi değişen Komiser, ani bir kararla makam arabasına atlayıp Pera Palas’ın yolunu tuttu.

Otelin kahvaltı salonunda çayını yudumlayan Ganimard, sabahın erken bir saatinde Komiser’i karşısında görünce şaşırmadı.

“Önemli bir gelişme oldu sanırım,” dedi boynuna astığı peçetesini dudaklarına götürürken.

Komiser hiçbir şey demeden mühürlü zarfı ona uzattı.

Ganimard notu gülümseyerek okudu. Arkasına yaslandı ve “Tam beklediğim gibi,” dedi.

Behçet Bey öfkeliydi. “Bu adam çıldırmış olmalı.”

Ganimard başını iki yana salladı. “Hayır, çıldırmadı. Bizi oyuna davet ediyor. Ama bu onun son oyunu olacak.”

“Peki ne yapacağız şimdi?”

“Tabii ki Saray’a gideceğiz. Yetkililerle konuşmamız lazım.”

Asırlık çınarların gölgesindeki Topkapı Sarayı’nın yüksek duvarlarının arkasında güvercinler süzülürken, Komiser Behçet ve Müfettiş Ganimard ağır adımlarla müze müdürü Nedret Baki’nin odasına girdiler.

Nedret Bey, elli yaşlarında, gri takım elbisesi ve ince bıyığıyla zarif bir adamdı. Davranışları ve konuşması dikkate alınırsa Türk’ten çok Fransız’a benziyordu. Tanışma faslının ardından çalışma masasının karşısındaki deri koltuklara buyur ettiği ziyaretçilerine meraklı gözlerle bakmaya başladı.

Komiser Behçet “Beyefendi…” dedi kâğıdı uzatarak. “Bu sabah bir mektup aldık. Doğrudan polise hitaben yazılmıştı.

Nedret Bey gözlüğünü takıp mektubu dikkatle okudu. Bitirdiğinde yüzü solmuştu. Dudaklarından çıkan kelimeler fısıltı gibiydi.

“Bu… bir şaka mı?”

Komiser Behçet başını iki yana salladı.

“Değil. Paris’ten gelen dostum müfettiş Ganimard, dün bana bizzat anlattı. Bu Lüpen denen adam… ciddi bir tehdit. Onu küçümsemek hata olur.”

“Arsen Lüpen… Onun adını duymuştum. Fransa’da yaşamıyor muydu o?”

Ganimard lafa karıştı. “Yıllardır başımızın en büyük belası. Onu yakalamaya ant içtim. İstanbul’da bir dolap çevireceğini öğrenir öğrenmez soluğu burada aldım. Bu hırsızlığa engel olacağımızdan hiç kuşkunuz olmasın. Amacımız bu ahlaksızı suçüstü yakalamak.”

Nedret Bey ceketinin iç cebinden küçük bir mendil çıkarıp alnındaki teri sildi.

“Ne diyorsunuz? Napolyon elması bu müzenin gözbebeğidir. Sarayın itibarı, memleketin gururu. Osmanlı hazinesinin en nadide parçalarından biri.  Onu kaybetmek, sadece benim değil, tüm ülkenin utancı olur.”

Komiser Behçet, “Umarım gerekli güvenlik sağlanmıştır,” dedi.

“Gayet tabii. Yeni kurduğumuz bir alarm sistemimiz var. Sergi salonlarının kapıları kapandıktan sonra en ufak bir hareket sirenleri çalıştırır.”

“Çok iyi. Biz de bu özel şartlar sebebiyle gerekli takviyeleri yapacağız. Müfettiş Ganimard bize bu konuda yol gösterecek.”

Müfettiş ayağa kalktı. “Önce şu elması bir görelim. Ne gibi güvenlik tedbirleri alacağımızı sonra konuşuruz.”

 Elmas, Hazine Dairesi’nde, kalın bir camekânın içinde sergileniyordu. Camekân, demir bir kaideye sabitlenmiş, etrafı kadife iplerle çevrilmişti. Salona giriş, ağır bir demir kapıdan sağlanıyordu. Pencerelerde kalın parmaklıklar vardı.

Nedret Bey, “Emniyet tedbirlerimizi yabana atmayın,” dedi. “Ama Arsen Lüpen’i durdurabilir mi, onu bilemem.”

Alarmın çalışıp çalışmadığını görmek için kısa bir tatbikat yapıldı. Ardından, kapıda en az on nöbetçinin olması gerektiğine karar verildi. Her pencerenin altına bir emniyet görevlisi yerleştirilecekti. Müzenin eleman sayısı yetersiz olduğundan İstanbul polisinden takviye alınacaktı.

 Her detayı titizlikle inceleyen Ganimard, “Lüpen, imkânsızı sever,” dedi. “Ama bu kez, imkânsız onun sonu olacak.”

***

O gece, Pera Palas’ta 308 numaralı kral dairesinde, Arsen Lüpen pencereden dışarıyı izliyordu. Renaud ise koltuğa yayılmış tırnaklarını törpülemekteydi.

“Yarın gece için her şey hazır mı?”

Renaud başını salladı. “Ganimard 112 numarada. Onunla aynı otelde kalmamız büyük şans. Kapısının kilidine uyan yeni bir anahtar yaptırdım. Uyuması uzun sürmez. Sonrasını siz bilirsiniz.”

Lüpen hafifçe gülümsedi. “Yarın gece… hem elmas, hem de Leyla Hanım’ın geçmişi kurtarılacak. Ve bir adam… hak ettiği yere dönecek.”

Renaud başını kaldırdı. “Trenimiz 24 Eylül sabahı hareket ediyor. Umarım bir aksilik çıkmadan yetişebiliriz.”

 “Yetişeceğiz Renaud,” dedi Lüpen gözlerini kısarak. “Ama önce adaleti tesis etmeliyiz.”

4

NAPOLYON ELMASI

23 Eylül günü hava serindi. İstanbul’un sokaklarında akşam ezanı yankılanıyor, Boğaz’dan gelen tuz kokusu puslu havayı dolduruyordu. Topkapı Sarayı’nın bahçesinde, polisler mevzilerinde bekliyorlardı. Ganimard ve Behçet Bey, sarayın karşısında park etmiş bir arabanın içindelerdi.

Saat 21.45’te Topkapı Sarayı’nın kapıları kapanırken gökyüzü demir gibi ağır ve bulutluydu. Bahçede görevli polislerin adımları çakıllarda yankılanıyor, sarayın içi gün boyu süren huzursuz sessizliğiyle sanki nefesini tutuyordu.

Komiserin yorgun yorgun esnediğini gören Ganimard, “İsterseniz artık evinize gidebilirsiniz,” dedi. “Operasyonu ben tek başıma idare ederim, merak etmeyin.”

Behçet Bey, beklemediği bu teklif karşısında şaşırdı. “Ciddi misiniz gerçekten?”

Ganimard elini cebine soktu, bir sigara çıkardı. “Gayet tabii. Bütün gün, uğraştınız yoruldunuz. Demin de birkaç kez hapşırdınız. Eğer evinize gidip dinlenmek isteseniz size hayır demem.”

Komiserin canına minnetti. Müfettişin dediği gibi, bütün gün koşuşturmaktan tabanları ağrıyordu. Üstelik nevazil alametleri de başlamıştı. Burnu akıyor, hapşırıyordu. Koca bir bardak limonlu ıhlamurla sobanın yanındaki döşeğine uzandığını hayal etti.  Gerçi, şu Frenk hırsızını yakalaması da pek bir sükse olurdu ama Müfettiş’in ganimeti kimseye kaptırmayacağı da belliydi. Gitmesini de bunun için istiyor olmalıydı. Yarın gazetelere Arsen Lüpen’i yakalayan adam diye onun adını yazacaklardı. Kalsa da gitse de durum değişmeyecekti. ‘En iyisi gideyim,’ diye düşündü. ‘Ne hali varsa görsün. Hem bu Arsen Lüpen dendiği kadar kurnaz biriyse, rezil olan o olur, ben değil.’

“Gitmeden önce elması bir kez daha kontrol edelim,” dedi Müfettiş. “İçimiz rahat olsun.”

Komiser Behçet Nizamgil, saklamaya çalıştığı bir sevinçle saraya yürüdü. Müdür’e haber verdikten sonra Hazine Dairesi’nin salonuna girdi. Bu taş duvarların arasında, bir Fransız hırsızın gölgesini kovalamaktansa sıcacık evinde olmayı tercih etmekle en doğru işi yaptığına inanıyordu.

Napolyon’un hediyesi, padişahın gururu, müzenin gözbebeği elmas yerindeydi. Sessizce camekâna yaklaştı. Parmak uçlarıyla camın kenarına dokundu. İçerdeki taş, karanlıkta parıldıyor, her bir yüzeyi, bir gökkuşağı gibi kırılıyordu. Komiser, derin bir nefes aldı.

Kapıyı ardından kilitletti. Dışarı çıktığında Ganimard onu bekliyordu.

“Her şey yolunda mı?” diye sordu Fransız müfettiş.

Beriki başını salladı. “Elmas tamamen güvende. Alarm aktif. Kapılar mühürlendi.”

“Güzel. O hâlde size iyi geceler dilerim.

“Umarım bu sadece kötü bir şaka çıkar.”

“Umarım.”

Komiser Behçet arabasına binerken, hapşırığı Boğaz’ın rüzgârına karıştı.

5

BEYAZ ELDİVEN

Komiserin aracı uzaklaştıktan sonra geriye dönen Ganimard sessizce arabasına bindi. Sarayın silüetini izlemeyi sürdürdü.

Saat 23.45’i gösterirken sarayın bahçesi hâlâ sessizdi. Alarm sisteminin kontrol lambası yeşil yanıyor, hiçbir şey olağandışı görünmüyordu.

Saat gece yarısını geçince Ganimard birden arabadan indi, saraya doğru hızla yürümeye başladı. Müdürün odasına hışımla girdi.

“Bir terslik var. Alarm neden çalmadı?”

Nedret Bey şaşkınlıkla onu süzdü. “Buna sevinmemiz lazım gelmez mi? Alarmın çalmaması hırsızlığın da olmadığını gösterir.”

Müfettiş, “Arsen Lüpen’i tanımadığınız belli,” diye homurdandı.

Birlikte hazine dairesine yöneldiler. Müdür, görevlilere demir kapıyı açmaları için emir verdi. Kapı açılınca içeriye bir polis memuruyla Müfettiş Ganimard birlikte girdiler. Salon, loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Birden Ganimard’ın çığlığı sarayın taş duvarlarında yankılandı.

“Bu imkânsız!”

Nedret Bey telaşla içeriye koştu. Camekânın önüne geldiğinde nefesi kesildi. Elmas gitmişti. Onun yerinde, beyaz bir ipek eldiven duruyordu. Eldivenin üzerinde, ince bir el yazısıyla “Arsen Lüpen” yazmaktaydı.

Eldiveni gören Müdür’ün yüzü kireç gibi oldu. Bastonuna zorlukla tutunarak “Nasıl?” diye kekeledi. “Nasıl olur? Kapılar kilitliydi. Pencereler kapalı. Alarm… Alarm neden çalışmadı?”

Ganimard eldiveni gösterdi. “Elmas… kayıp. Ve bu… bu eldiveni bıraktı geride. Arsen Lüpen burada.”

Nedret Bey’in dizleri titredi.

“İmkânsız… imkânsız… Bu kadar polis, bu kadar güvenlik… Nasıl olabilir?”

Ganimard pencerelere yürüdü. Hepsi kilitliydi. Parmaklıklar sağlamdı. Kapıda zorlama izi yoktu. Camekân, dışarıdan açılmamıştı. Alarm sistemi hâlâ devredeydi.

Müze Müdürü güçlükle mırıldandı. “O zaman… İçeriden biri olmalı.”

Ganimard, “Buraya en son kim girdi?” diye sordu, sert bir sesle.

Nedret Bey, yutkunarak, “Komiser Behçet,” dedi. “Saat onda kontrol etti. Siz de biliyorsunuz. Sonra kapılar kilitlendi, alarm çalıştırıldı.”

Ganimard’ın gözlerinde bir şüphe kıvılcımı çaktı. “Salona en son giren kişi… Haklısınız, Komiser Behçet’ti.”  

***

Komiser, Beşiktaş’ta iki katlı ahşap bir kasırda oturuyordu. Müfettiş Ganimard on beş dakika sonra evin önünde arabasından indi. Behçet Bey, uykulu gözlerle kapıyı açtı.

Eve giren Ganimard, sesinde belirgin bir suçlama tınısıyla “Elmas çalındı,” dedi. “Ve sen, salona en son giren kişiydin.”

Komiser Behçet’in yüzü şaşkınlıkla gerildi. “Ne diyorsun sen Müfettiş? Benden mi şüphe ediyorsun yoksa? Ben elması kontrol ettim sadece. Yerinde duruyordu. Bunu sen de biliyorsun.”

“Hayır, bilmiyorum. Sen tek başına girdin ve bana elmasın güvende olduğunu söyledin. Ayrıca seni suçladığım filan yok. Sadece gerçeği bulmaya çalışıyorum.”

Ganimard bir av köpeği gibi evin içinde dolaşmaya başladı. Gözleriyle fıldır fıldır etrafı tarıyordu. Köşe bucak bakıyor, sonra dikkatini başka bir yöne çeviriyordu. Salonun duvarlarına çeşitli Osmanlı minyatürleri ve yağlı boya tablolar asılmıştı. Tablolardan birinin hafif eğik olduğunu fark edince “Bu nedir?” diye sordu.

“Nesim Paşa’nın Kız Kulesi tablosu.”

“Onu sormuyorum. Bu tablo neden eğik? Arkasında bir şey mi var?”

Behçet Bey kekeledi. “Hayır, ne münasebet?”

Müfettiş kararlı bir biçimde tabloya yaklaştı. Asılı olduğu çividen çıkarıp yere koydu. Tabloyu kaldırınca duvara gömülü bir kasa belirmişti.

Behçet Bey telaşlanmıştı. Alı al moru mor bir suratla “İçinde sadece eski ve değersiz kâğıtlar var,” dedi.

Ganimard, ona dik dik baktı. “Lütfen açar mısın?”

“Müfettiş, bu bana yapılmış bir hakarettir.”

“Kasanın şifreli olması dikkatimden kaçmadı. Lütfen…”

Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Behçet Bey kaderine razı bir tavırla kasayı açtı. Kasanın içinde birkaç sararmış eski kâğıttan başka bir şey yoktu.

Ganimard, kaşlarını çatarak kâğıtları inceledi. “Özür dilerim,” dedi sonunda. Sesi duyduğu hayal kırıklığını yansıtıyordu. “Haklısınız, burada değersiz kağıtlardan başka bir şey yok. Sizden şüphe ettiğim için kendimden utanıyorum. Gerçekten çok üzgünüm.”

“O elmasın çalınmasına üzülün asıl siz,” dedi Komiser, öfkeli bir tavırla.

Ganimard mahcup bir şekilde evden ayrıldı.

Komiser, onu kapıdan uğurlarken, “Lüpen,” dedi. “Bu onun işi. Benim değil. Bu geceki davranışınızı yarın rapor edeceğimden de kuşkunuz olmasın.”

***

Aynı gecenin ilerleyen saatleri…

Behçet Bey, uykusunda birden irkildi ve gözlerini açtı. Hafif bir gürültü uyandırmıştı onu. Yataktan fırladı, tabancasını kaptı. Karanlık salona usulca süzüldü. Pencere açıktı; Boğaz’dan gelen serin rüzgâr, perdeleri dalgalandırıyordu. Pencereyi kapattı. Yatak odasına doğru yürürken birden kapının çalındığını duydu.

“Hayırdır,” dedi kendi kendine. “Müfettiş geri mi döndü acaba?”

Gelen müfettiş değildi. Yardımcısı Şinasi, on kadar polisle birlikte kapısına dayanmıştı. Müze Müdürü Nedret Bey de onlarla birlikteydi.

Şinasi, “Kusura bakmayın amirim, uygunsuz bir zamanda rahatsız ettik,” diyerek eve daldı. “Sizinle ilgili bir ihbar aldık.”

Behçet Bey haykırdı. “İhbar mı? Ne ihbarı bu?”

Nedret Bey atıldı. “Napolyon elması sizin evinizdeymiş.”

“Tövbe estağfurullah. Aklınızı mı oynattınız siz?”

“Hayır amirim,” dedi Şinasi. “Emir yukarıdan, vekaletten geldi.”

“Hay vekaletinin de… Gelin buyrun, istediğiniz yere bakın. Benim kimseden saklayacak bir şeyim yok.”

“Merak etmeyin amirim her yere bakacak değiliz. Bize sadece şu tablonun arkasındaki kasayı açmanız yeterli. Bir tek oraya bakıp gideceğiz.”

Behçet Bey hafifçe sarardı. “Orada değersiz kağıtlardan başka bir şey yok.”

Nedret Bey, inanmadığını belli eden bir gülümsemeyle, “O halde açın, biz de görelim,” dedi. “Dediğiniz gibiyse, bir mesele kalmaz.”

Behçet Bey tabloyu yana çekti. Titreyen ellerle kasanın kapısını açarken kalbinin atışları hızlanmıştı. Bir tuzağa düştüğünü hissediyordu.

Kasanın içinde iki şey vardı. Bunlardan biri beyaz bir eldivendi. Üzerinde tanıdık bir el yazısıyla Arsen Lüpen yazıyordu. Diğeri ise eldivenin tam ortasına konmuş olan Napolyon elmasıydı.

Behçet Bey, dayanamayıp dizlerinin üzerine çöktü. “Bu… bu… nasıl olur…nasıl?..” diye inlerken, karanlığın içinden başka bir ses duyuldu. Bu ses yardımcısı Şinasi’ye aitti.

“Sizi, beynelmilel hırsız Arsen Lüpen’le birlikte Napolyon elmasını Topkapı Sarayı Müzesi’nden çalmanız sebebiyle kanun namına tevkif ediyorum.”

6

SON PERDE

24 Eylül sabahı, Pera Palas’ın koridorlarında günlük olağan hareketlilik başlamıştı.

Kat görevlisi Tatiana, 112 numaralı odaya temizlik için girdi. Oda, dağınıktı; yatak toplanmamış, giysiler yerlere atılmıştı. Masada yarım bırakılmış bir kahve fincanı duruyordu. Yanında da yarısı yenmiş bir kruvasan vardı. Dolaptan bir inleme sesi geldiğinde Tatiana, Fransızların ne kadar tembel olduklarını düşünmekteydi. Kaşlarını çatarak dolaba yaklaştı. Tereddütle kapıyı açtı. Açmasıyla çığlık atarak geri çekilmesi bir oldu. Müfettiş Ganimard elleri ve ayakları bağlanmış, ağzı bantlanmış, don gömlek bir vaziyette dolabın içindeydi. Tatiana, koşarak müdürü çağırdı.

Ganimard, serbest kaldığında öfkeden kuduruyordu. “Lüpen!” diye haykırdı, yumruğunu duvara vurarak. “Bu onun işi! O lanet olası hırsız!”

Otel personeli, şaşkınlıkla etrafına toplanmıştı. Kimse ne diyeceğini bilemiyordu. Müdür dahil herkesin şaşkınlıktan dili tutulmuştu.

Ganimard, giyinip hemen dışarı fırladı. Ama içten içe biliyordu: Lüpen, çoktan tüymüştü.

Aynı saatlerde, Orient Ekspres’in lüks vagonunda, Prens Renine şampanyasını kadehine doldurmaktaydı.

Karşısında oturan Renaud, gazetesini katlayarak, “Patron,” dedi. “Planınız başarıya ulaştı ama yine de benim canım sıkkın.”

Lüpen içkisinden bir yudum aldıktan sonra, “Neden?” diye sordu.

“Elması İstanbul’da bırakmamız hoşuma gitmedi. Onu müzeden almak için az numara yapmadık. Sizin hatırınız için polis kıyafeti giymek zorunda bile kaldım.”

Lüpen gülümsedi. “Bunun için çok özür dilerim dostum. Gece yarısı hazine dairesine girdiğimde yanımda bir tanık olmalıydı. Aksi halde benden kuşkulanabilirlerdi. Yani Müfettiş Ganimard’dan. Aslında o tıknefes müze müdüründe biraz akıl olsa, salona en son girenin ben olduğumu düşünmesi gerekirdi.”

Renaud bir kahkaha attı. “Adamcağızın aklı başından gitti patron… Nasıl düşünsün?”

“Eminim Komiser’in durumu da ondan farklı olmamıştır. Mektupların kaybolduğuna mı, yoksa hırsızlıkla suçlandığına mı yansın, bilememiştir.”

Kısa bir sessizlik oldu. Renaud yeniden gazetesini okumaya başlamadan önce bir kez daha “Patron,” dedi. “Bu kez fazla ileri gitmedik mi?”

Lüpen gülerek, “Renaud,” dedi. “Hayat bir tiyatro sahnesi. Biz sadece en iyi rolü oynadık.”

Pencereden, Trakya’nın uçsuz bucaksız tarlalarına baktı. “Ve şimdi,” diye ekledi, “Perde kapanıyor.”

***

Bir hafta sonra…

Paris’in puslu sonbahar akşamlarından biriydi. Seine Nehri’nin üstünden yükselen sis, Notre-Dame’ın gotik kulelerine kadar ulaşmıştı.

 Seine kıyısındaki küçük bir kafede, Leyla, siyah şapkasının gölgesinde, bir masada oturmuş çayını yudumluyordu. Yağmur damlaları cama vurmaya başladığında Prens Renine, zarif adımlarla içeri girdi. Elinde küçük bir zarf vardı. Leyla’nın karşısına oturdu, zarfı ona uzattı. Sakin bir tavırla ama muzaffer bir sesle “Mektuplarınız,” dedi.

Leyla, zarfı heyecanla açarken parmaklarının titremesine engel olamıyordu. Gözlerinde biriken yaşları sildi. “Size nasıl teşekkür edeyim?” diye fısıldadı.

Prens, gülümseyerek, “Teşekküre gerek yok, madam,” dedi. “Adalet, her zaman yerini bulur. Önemli olan da bu.”

Ayağa kalktı, şapkasını hafifçe eğerek selam verdi ve kafeden çıktı.

Leyla, buğulanan camın arkasından onu caddenin kalabalığında kaybolana kadar izledi. Bakışları şaşkınlık ve minnet doluydu. Sonra zarfı göğsüne bastırdı. Yıllardır taşıdığı yükün omuzlarından kalktığını hissetti.

En Son Yazılar