BİRİNCİ BÖLÜM
Anahtarıyla açtığı kapıdan girdi evine. Zile basmış, bir dakika kadar beklemişti açılmasını. Şimdi holde dikilirken mutfaktan ya da başka odadan gelecek herhangi bir sesi beklediği gibi. Oysa üç yıldır yalnız yaşıyordu bu evde. Üç yıldır kapısını hep kendisi açmıştı.
Bu akşam bir şeylerin farklı olacağını düşünmüştü.
Kendi zevkiyle, içine sinerek döşediği salonuna geldiğinde ani ve umutlu bir heyecan doldurdu yüreğini. Masasında şık bir sofra bekliyordu onu. Bol yeşillikli mevsim salata, zeytinyağlı yaprak sarma, fıstıklı helva, kırmızı şarap…
Yine aniden ve büyük bir hüsran kapladı bu kez kalbini. Bütün hazırlıkların zevkine ve damak tadına uygun yapıldığı sofrada tek bir servis vardı.
Geniş servis tabağının üstündeki kapağı kaldırmadan da ana yemeği tahmin edebiliyordu. Karmakarışık duygularla ve derinlerden gelen bir parça öfkeyle oturdu masaya. Kadehinde hazır bekleyen koyu kırmızı içeceğine baktı. Birkaç aydır hissetmeye başladığı ağır suçluluk duygusu şu anda yaşadığı hezimetin verdiği kızgınlığı bastırıyordu.
Rahatsızlık veren bütün duygularından kurtulmak istermiş gibi büyük bir yudum şarap içti.
Kim demiş, ‘balıkla kırmızı şarap içilmez,’ diye? Onun vazgeçilmez zevkiydi bu tatlar.
Karşısındaki boş sandalyeye bakıyordu bomboş gözlerle. Yüreğinde çoktandır var olan ezici eksiklik duygusu umutsuz bir boşluğa sebep oluyordu. İlk ne zaman fark etmişti hatırlamıyordu ama bu yabancı duygunun gün ve gün çoğalarak büyüdüğünü biliyordu. Büyümekle kalmıyor, bütün yaşama zevkini elinden alıyordu sanki.
Şarabın yoğun buruk aromasında gizlenmiş acı tat boğazını yakıyordu.
Servisin kapağını kaldırdı. Beklediği gibi, büyük bir levrek balığı kiraz domatesler ve limon dilimleri eşliğinde fırınlanmış, azami biz özenle servis edilmişti. Yemeğin sıcak buğusunda yükselen nefis kokuyu içine çekti. Kusursuz sofrasının mimarı birkaç dakika öncesine kadar burada olmalıydı.
Şarabından bir yudum daha içti.
Şimdi kalkıp dolu bir ümitle ve çocukça bir coşkuyla odalara bakmak için koşardı, yıllardır evinde görmek istediği balık sofrasında, şarap kadehinin altına yerleştirilmiş küçük beyaz kartı görmemiş olsaydı eğer.
***
Başkomiser Hakkı Turan, şık balık sofrasının hemen önünde sırt üstü yatan cesede dikkatlice baktı. Adamın ağzından boşaldığı belli olan kan buz mavisi gömleğinde lekeler oluşturmuştu. Cesedin yüzü şişmiş, ten rengi, yaşlı polisin daha önce karşılaşmadığı farklı bir görünüm almaya başlamıştı.
“Gelmişsin Amirim.”
Çoktan işinin başına geçmiş olan Olay Yeri İnceleme Ekibinin Şefi Hakan Komiserdi yaklaşan. Hakkı Paşa kuşkulu kuşkulu sordu.
“Kalp krizi olmadığından emin misiniz Hakan?”
“Sıkı polis olduğunu duymuştum da serde doktorluk olduğunu bilmiyordum Hakkı Paşam.”
Arkadan yükselen alaylı sesle döndü iki arkadaş. Ceset için gelen doktor salon kapısında durmuş, büyük bir parça kâğıt havluyla ellerini kurulamakla meşguldü.
“Ooo Mehmet Hocam, siz de mi buradaydınız?”
Kırklı yaşlarının başlarında ve iyi bir görünüme sahip doktor lakayt şekilde güldü.
“Allah’tan ambulans görevlisi, tecrübeli Başkomiserimiz gibi önyargılı biri değilmiş. Maktulün durumundaki olağanüstü hali fark etmiş ve şüphelerini polisle paylaşmış.”
Hakkı Paşa cesede dönerken doktor yanlarına gelmiş ve anlatmaya devam ediyordu.
“Fikrimce sofrada oturuyordu. Kalkmış, belki rahatsızlandığı için. Fazla ilerleyemeden yüz üstü düşmüş, öylece kalmış. Halıda kan ve başka ifrazat kalıntıları var. Adamı ilk bulanlar, oğlu ve eve çağrılan polis memuru yardım etmek amacıyla sırt üstü çevirmişler. Ne var ki onlar geldiğinde yapacak bir şey kalmamış. Çok hızlı bir şekilde ölmüş. Tahmini ölüm saati 18.30, 19.00. İki saat, belki de daha az zaman geçmiş olmasına rağmen ten rengindeki dönüşümün şimdiden başladığını fark edebilirsiniz. Vücudunda şişlikler oluşmuş ve dudaklarında aşırı morarmalar var. Azımsanmayacak miktarda kan kusmuş. Bu durum ciğerlerinde oluşan büyük hasarı gösteriyor. Dediğiniz gibi Hakkı Paşam, ölüm sebebi ani gelen bir kalp krizi olabilir ama krize sebep olan şey kesinlikle güçlü bir zehir.”
“Zehir mi?”
Doktor kendinden son derece emin devam etti.
“Maktul zehirlenmiş. Otopsiden sonra daha net bir açıklama yapabilirim, ancak zehir konusunda şüphem yok.”
Tan konuşulanları dinlerken, masanın kenarına, servisten uzakta bırakılmış boş şarap kadehine ya da hiç bozulmamış balığa bakmıyordu. Kırmızı şarap şişesinin hemen dibinde duran not aslında olay yerinde bu gece yaşanılan her şeyi özetlemeye yetiyordu.
“Yalnız yemeğe hazırlanıyormuş,” dedi. “Balığa hiç dokunmamış ama en az bir bardak şarap içmiş. Bu not, bir veda gibi. Belki de intihar etti.”
Üç adam aynı noktaya, masadaki nota baktılar. Doktor acı acı gülümsedi.
“Planlamadan, yani aniden gelişen ruh haliyle intihar eden insanlar ateşli silah, evde buldukları ilaçları ya da kesici aletleri kullanırlar. Planlı gerçekleştirilen intiharların öncesinde ise ciddi araştırmalar vardır. Bu ikinci sıradaki insanların büyük yüzdesinin asıl amacı ölmek değil, dikkat çekmektir. Bizim olayımız ise her iki durumdan da hayli farklı. Tahminim beni yanıltmıyorsa kısa sürede etki gösteren güçlü bir zehir. Kolay elde edilecek bir madde olmamalı. Ve böyle bir şeyle ölmek istemezsin Komiser, inan bana.”
Polisler yüzlerinde benzer tatsız ifadelerle maktule dönerlerken, Doktor gözlerini masadan ayırmadan devam etti.
“Tercih ettiği şarap, türünün en sert olanıdır. Balık için uygun bir içecek değil ama zehrin kötü tadını saklamak amaçlı mükemmel bir seçim. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim. Bir balıksever olarak itiraf etmeliyim ki, böylesi tatmin edici bir servisi en lüks restoranlarda bile zor bulursun. Hatun her şekilde işini biliyormuş.”
Bir süredir elinde tuttuğu sigara paketini salladı hafifçe.
“Ben artık gidiyorum beyler. Sizlere kolay gelsin.”
Hakkı Paşa, Doktorun vedasına aldırmadan Hakan’a sordu.
“Neden ‘hatun’ dedi?”
Bulgularını paylaşma sırası Olay Yeri Şefine gelmişti. Anlatmaya başladı.
“Evde detaylı temizlik yapılmış. En küçük bir çöp bile bulamadık. İntihar etmeden önce böylesi fazla abartılı geldi bana. En azından zehrin ambalajı ortalarda olmalıydı diye düşünüyoruz. Bir küçük şişe ya da başka bir şey yok. Bununla birlikte mutfak zemininde iki tel sac bulduk. Hazırlığı yapan kişinin bir kadın olduğunu sanıyoruz.”
“Birlikte yemek için buluştular, adamı zehirledi, kendi servisini topladı, ortalığı temizledi, olaya intihar süsü vermek için notu bıraktı ve gitti, öyle mi?”
Bu akşam işlenen cinayetin muhtemel senaryosunu kısaca özetleyen ağabeyinin yanına gelmişti Mete. Elini adamın omuzuna koydu.
“Maktul oğlunu bekliyormuş. Özel bir yemek söz konusu olamaz yani. Ayrıca komşuları, üç yıldır yalnız yaşayan adamın ziyaretine, temizlik işleriyle ilgilenen hanımdan başka bir kadının geldiğini hiç görmemişler.”
“Neler öğrendin anlat,” dedi Hakkı Paşa genç Komisere.
Mete eli ağabeyinin omuzunda devam etti.
“Baba-oğul akşam görüşmeyi gün içinde planlamışlar. Kapı açılmayınca polise haber vermiş oğlu. Kilidi çilingir açmış, gerisi malum zaten.”
***
Evinde ölü bulunan kişinin adı Aydın Tansel’di. Elli üç yaşındaki adam özel bir bankadan emekli olduktan sonra açtığı oto galerisinin de sahibiydi. Maktulün tek çocuğu olan Faruk Tansel, polis memurunun hemen ardından eve girmiş ve babasının cansız bedeniyle karşılaşmıştı.
Bu gece oturup sohbet etmeyi planladıkları salonun orta yerinde yatan babasının cesedi yavaş yavaş soğumaya başlarken ve adamın yalnız yaşadığı evi polis tarafından işgal edilmişken Faruk’un elinden yatak odasında çaresizce oturmaktan başka bir şey gelmiyordu.
Yanında, eve birlikte geldikleri nişanlısı vardı. Yatağın ayak ucuna ilişmişlerdi. Genç kadın, fazlasıyla şaşkın ve üzgün görünen adamı teselli etmek için teskin edici sözler fısıldıyordu. Ellerini tutuyor, yüzünü, saçlarını okşuyordu.
Faruk Tansel’in sessizdeki telefonu sık sık titremeye başlıyor, genç adam birkaç saniye tereddüt ettikten sonra gelen aramayı meşgule veriyordu. Şu anda eşe dosta, konu komşuya dert anlatacak gücü bulamıyordu kendinde.
Nişanlısına, ara ara aniden ıslanan gözlerle bakıyor, “Ben anneme nasıl söyleyeceğim?” diye soruyordu.
Tunay, doktorun dile getirdiği zehir tanısı ve evde bulunan kadın saçı hakkındaki konuşmaları duymuştu. Yine de geride bırakılan not, hazin bir vedaya ait kelimeler gibi geliyordu genç Komisere.
Komşuları tarafından, hali vakti pek yerinde ve son derece sağlıklı bir insan olarak anlatılan Aydın Tansel gerçekten bir cinayete kurban gitmiş olabilir miydi?
Olay mahalli evdeki hummalı çalışma devam ederken, sonunda, bir süredir beklemek zorunda kaldıkları yatak odasının kapısında Başkomiser göründü. Ekibin geri kalanı da Başkomiseri takip ediyordu.
“Faruk Bey, başınız sağ olsun.”
Yaşanılan taze acıya gönülden iştirak eden bir sesle taziye dileyen polise baktı genç adam. Yüreğindeki acı boğazını yakarak konuştu.
“Teşekkür ederim.”
İncecik ve isteksiz çıkmıştı sesi. Hemen ardından daha güçlü ekledi yeni kelimeleri. Polisin yüzüne daha kararlı bakıyordu şimdi.
“Babamın intihar ettiği söyleniyor. Böyle bir saçmalık asla gerçek olamaz. Bu gece için kendisi çağırmıştı beni.”
Genç oğulun acılı telaşını anlayışlı bir sükûnetle karşıladı Hakkı Paşa.
“Olayı henüz araştırıyoruz Faruk Bey. Şimdiden bir kanıya varmayalım. Otopsi sonucu bizlere en doğru cevabı verecektir.”
Sessizce, sanki başka sözler, yaşadığı katlanılmaz acıya çare olacak daha kudretli kelimeler bekler gibi bakıyordu Faruk Tansel.
Başkomiser, mesafeli bir ifadeyle, “Doğru zaman olmadığının farkındayım ama birkaç sorum olacak,” dedi.
“Gerçekten çok yanlış bir zaman,” diyerek söze girdi genç kadın. Sesi otoriter, bakışları küstahtı.
Hakkı Paşa ilgiyle ve soran gözlerle onu süzerken, güzel nişanlı ayağa kalkmadan takdim etti kendisini.
“Avukat Kerime Narin. Faruk Bey’in nişanlısıyım.”
“Anlıyorum Avukat Hanım. O halde beyefendiyi yarın sabah Emniyet’e kadar yoracağız.”
Faruk nazikçe müdahale etti nişanlısına.
“Sorun değil Kerime.”
Başkomiser, evin her tarafı gibi fazla temiz ve düzenli görünen yatak odasına göz gezdirirken, acılı evlada soracağı soruları sıraladı kafasında.
“Anlayışınız için teşekkür ederim. Kısa keseceğim. Babanızla bu akşam görüşeceğinizi söylediniz.”
“Evet. Sabah aradı beni. İş çıkışı gelmemi istedi. Dinleyin beni Başkomiserim. Babamın intihar gibi yanlış bir tanıyla gömülmesine asla izin vermeyeceğim. Bu korkunç olayın sorumlusu her kim ise bulunmalı ve cezasını çekmek için adalet karşısına çıkmalı.”
“Bunu sağlamak için buradayız Faruk Bey. Babanızın zehirlendiğini düşünüyor doktor. Tabii Adli Tıp raporu geldiğinde emin olacağız. Fakat siz babanızın intihar ettiğine ihtimal vermiyorsunuz, öyle mi?”
“Babamı tanıyan herkes size aynı şeyleri söyleyecektir. O hayatla barışık, mutlu yaşamayı bilen bir insandı.”
“O halde, Aydın Bey’e zarar vermek isteyecek, husumeti olan birilerini tanıyor musunuz?”
Genç adam düşünerek salladı başını.
“Hayır. Yani bilmiyorum. Böylesi bir rahatsızlıktan hiç söz etmedi bana.”
“Bu akşam için sizi kendisinin davet ettiğini söylediniz. Sık sık görüşür müydünüz?”
“Evet. İşim karşı tarafta olduğu için birkaç senedir Suadiye’de yaşıyorum. Babam her gün mutlaka arardı beni. Bu gece önemli bir konu hakkında konuşacağını, istiyorsam eğer Kerime’yi de getirebileceğimi söylemişti.”
“Bu önemli konu hakkında bir fikriniz var mı?”
Genç adam ilk kez indirdi gözlerini. Nişanlısının, hep avucunda olan bakımlı parmaklarını sıktı usulca.
“Görüştüğü bir bayan vardı. Sanıyorum onunla evlenmeye karar verdiğini açıklayacaktı.”
Hakkı Turan dikkatlice izliyordu genç oğulun beden dilini. Açıklanması beklenilen evlilik kararından pek hoşnut değildi anlaşılan Faruk Tansel.
“Bu hanımı tanıyor musunuz?”
Faruk sorunun sahibi polise döndü. Tunay, ekip arkadaşları olan kardeş komiserlerin yanına geçmişti.
“Şahsen tanışmadık ama ilişkilerinin bir yılı aşkın zamandır sürdüğünü biliyordum. Bugün babamın sesinde normal olmayan bir tedirginlik ve heyecan hissetmiştim. Aslında birkaç haftadır ortaya çıkan farklı bir heyecandı bu sanıyorum. Aklıma evlilik kararından başka bir şey gelmiyor.”
“Anneniz nerede Faruk Bey?”
Ağabeyiyle omuz omuza duran Mete sormuştu bu can yakan soruyu. Genç adam bambaşka bir ıstırapla kıvrandı komiserlerin gözleri önünde.
“Üç yıl önce boşandılar. Annem Şile’de yaşıyor. Ben… ben, ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.”
“Babanız, akşam yemeğini yalnız yiyecekmiş gibi görünüyor. Bu masayı kendisi mi hazırladı sizce? Beraber olduğu bayan yapmış olabilir mi hazırlığı?”
Bir kez daha Tunay’a döndü Faruk. İlgiyle, kuşkuyla süzdü Komiseri. Yüzünü aniden kaplayan güçlü bir öfke gözlerinde dolandı.
“Böyle mi düşünüyorsunuz? O kadın mı zehirledi babamı?”
Ortamda bir anda var olan gerilimi hissediyordu Hakkı Paşa. Araya girme ihtiyacı ile yükseltti sesini.
“Henüz kimse hiçbir şey düşünmüyor Faruk Bey. Bilgi edinmeye çalışıyoruz. Ebette Aydın Bey’in çevresindeki herkesle konuşacağız. Ama suçsuz bir kimsenin töhmet altında kalmasını da istemiyoruz. Lütfen soruya cevap verin.”
Genç adam kafası oldukça karışmış, düşünceli şekilde konuştu.
“Levrek balığını ve o sert şarabı çok severdi. Bu uyumsuz ikili, bir tutkuydu babam için. Annemse balıktan nefret eder. Tartıştıkları bile olurdu. Bu balığı pişirmeyi öğrenmesini söyleyip dururdu babam. Yine de annemin onun için hazırladığı her sofrada mutlaka kusurlar bulurdu. Şey… evet, yemeğini de sofrasını da kendisi hazırlamış olabilir. Babam çevresine rahatsızlık verecek ölçüde titiz ve düzenli bir insandı.”
***
Adli Tıp doktorunun ilk incelemeleri sonrası şüpheli bir ölüm olarak nitelendirilen Aydın Tansel dosyası, olay yerinde inceleme yapan Savcı tarafından hızlı bir kararla Cinayet Büro’ya verilmişti.
Tunay ve Mete Komiserler o sabah Emniyet’e geçmeden önce maktulün iş yerine bir ziyaret yaptılar. Gösterişli Oto Galeri, ikinci eli bile akla zarar fiyatlarla satışa sunulan lüks arabalarla doluydu.
Acı haberi henüz dakikalar önce galeri müdüründen almış olan çalışanlar şaşkın, üzgün cevapladılar soruları. Eli açık, anlayışlı bir adam olarak anılan Aydın Tansel’in işçileriyle bir sıkıntı yaşamadığı anlaşılıyordu.
İş yeri Müdürü Ruhi Şanslı da herkes kadar üzgün karşıladı polisleri. En az galeri kadar gösterişli yazıhanede ağırlarken komiserleri, artık boş olan geniş patron koltuğuna kurulmaktan çekinmemişti. Belli ki sık sık oturuyordu şimdi bile rahatça yayıldığı konforlu koltuğa.
Olayı, Aydın Bey’in komşusu gece, geç saatlerde cepten arayarak haber vermiş. Üç numaralı dairede yaşayan Eczacı Seda Nur Hanım, Müdür Ruhi’ye, polisin uzun saatler Aydın Beyin evinde kaldığını ve etrafta soruşturma yaptığını anlatmış. Aslında evli olan bu kadının, patronuyla özel bir hukuku varmış ve Ruhi’den isminin ortaya çıkmamasını önemle rica etmiş.
İntihar mı etmiş Aydın Bey? Eczacı Seda Nur Hanım öyle söylemiş. Ruhi bu palavraya asla inanmazmış.
Sabahın erken saatinde gelen polislere bir çay ikram etmeyi bile düşünemeyen konfor sever Ruhi Şanslı sır saklayabilecek bir tipe benzemiyordu. Tam tamına yirmi yedi aydır birlikte çalıştığı patronunun gelmişini, geçmişini ortaya dökerken, laf aralarına, ‘nasıl ölmüş?’, ‘neden ölmüş?’ gibi soruları, dedikodu seven insanlara özgü bir ustalıkla sıkıştırmayı da ihmal etmiyordu.
Ama alabildiği tek yanıt, ‘otopsiden sonra belli olur,’ olunca, dedikodu açlığı ile boynunu büküp yolcu etmek zorunda kalmıştı komiserleri.
***
“Gerçekten zehirlenerek ölmüş diyorsun, öyle mi?”
Hakkı Paşa, Aydın Tansel’in ölüm raporu hakkında görüşmek için Adli Tıp doktoru Mehmet Aras’ın odasındaydı. Genellikle rahat bir adam olan doktorun bu sabahki sıkıntılı tavırları gözünden kaçmıyordu.
“Bu sonuçtan emindin zaten. Sorun nedir?”
Doktor Mehmet arkasına yaslanırken derin bir nefes aldı. Karışık düşünceleri sık sık gerilen yüzüne derin izler oluşturuyordu.
“Zehre sadece kadehte rastlandı. Kullanılan miktar adamın korkunç acı çekmesine sebep olmuş olmalı. Ve aniden gelen kalp krizi bütün acılarına bir anda son vermiş.”
“Kriz gelmese kurtulabilir miydi?”
“Pek ihtimal vermiyorum. Dediğim gibi, zehir çok güçlü ve dozu yüksek. Yine de oğlu kısa süre sonra eve gelmiş. Bilemiyorum ve artık bunları konuşmanın anlamı yok değil mi? Beni düşündüren asıl konu zehir.”
“İçkisinde olduğunu söylüyorsun. Geride bıraktığı veda notunu da göz önüne alınca. Konuştuğumuz herkes aksini söylese de intihar etmiş bu adam.”
Doktor birkaç senedir tanıdığı Cinayet Büro Amirine umutsuz gözlerle baktı.
“İşinin o kadar kolay olacağını sanmıyorum Hakkı Amirim.”
“Nasıl yani?”
“Ben yirmi küsur senedir doktorum. Şimdiye kadar kimsenin akrep zehri içerek intihar ettiğini ne duydum ne de gördüm. Ya sen?”
Aralarına aklar düşmüş kalın kaşları hayretle kalktı Başkomiserin.
“Ne? Akrep zehri mi?”
Doktor gözlerini devirdi.
“Evet. Garip değil mi? Şarapta bulunan madde ülkemizde görülmeyen, son derece zehirli bir akrep türüne ait.”
***
Mete, iri bedenini koltuğunda dikleştirdi. Amirinin kendileriyle dalga geçip geçmediğini anlamaya çalışıyordu. Büyük haberi verirken yaktığı sigaranın dumanını açık pencereden dışarı üfleyen Hakkı Paşa’nın ise hiç şaka yapar hali yoktu.
“Amirim,” dedi sonunda. “Yanlış mı anladık? Aydın Bey akrep zehri içerek mi intihar etmiş? Nasıl ama? Bir insan neden uyku hapı içmek dururken böyle bir şey yapsın? Akrep zehrini nereden bulmuş?”
Hakkı Paşa, peş peşe dizilen şaşkın soruları sakince dinledikten sonra alçak bir sesle yanıtladı.
“Aydın Tansel intihar etmemiş Mete. Adam kesinlikle öldürülmüş.”
“Görev yaptığım bir ilçede buna benzer bir olay yaşandığını duymuştum.”
Bütün ekip dalgın mırıldanan Tunay’a döndü.
“Nasıl bir olay?” diye sordu Hakkı Paşa.
“Köyde yaşayan bir aile… Anne ve baba iki çocuklarıyla birlikte sabah kahvaltısı yaparlarken rahatsızlanmışlar. Adam ve bir çocuğu olay yerinde ölürlerken, kadın ve diğer çocuk hastaneye yetiştirilseler de kurtarılamamışlar. Doktorlar zehirlenme vakası olduğunu anlamışlar ama o zamanların şartları altında kimse tam olarak tanı koyamamış. Olay yerinde yapılan araştırmalar sırasında, ailenin kahvaltıda içtikleri çayın demliğinde ölü bir akrep bulunmuş.”
“Yani,” diye fısıldadı Mete kuşkulu kuşkulu. “Akrep önceden demliğe girmiş ve çayın içinde pişmiş mi?”
Hakkı Paşa bulutlarla dolu gökyüzüne baktı. Yağmur yağacak gibi görünüyordu.
“Zehir şişede olsa idi belki böyle uzak bir ihtimali de düşünebilirdik. Ancak, zehire sadece bardakta rastlanılmış.”
“Peki,” diyerek konuşmaya katıldı Tan. “Diyelim ki eve akrep girdi ve bir şekilde zehrini bardağa bulaştırdı.”
“Doktor, kullanılan miktarın bir akrebin salgılayabileceğinden daha fazla olduğunu düşünüyor,” dedi Hakkı Paşa. Masasına geçmiş sigarasını küllüğe bastırıyordu.
“Ayrıca bu zehre sahip olan tür ülkemizde yaşamıyormuş. Ve bir de intihar notumuz var. Bu detay önemli.”
Dikkatle dinleyen adamlarının üstünde gezdirdi gözlerini. Kimsenin bir diyeceği ya da fikri yoktu sanki.
“Tamam,” dedi derin bir solukla. “Baştan alalım. Olay yeri incelemesinden alınan sonuç?”
“Evde bulunan koyu kestane saç telinin bir kadına ait olduğu belirlendi,” diye yanıtladı Mete amirini. “Parmak izleri ve mobese kayıtlarının incelenmesi sürüyor. Aydın Bey’in evini doğrudan gören bir kamera bulunmadığı için biraz zor olacak.”
“Maktulün telefonunda ne bulduk?”
“Şüphe uyandıracak sıklıkta bir görüşme ya da kuşkulu durum yok,” dedi bu kez Tunay. “İş görüşmeleri, sevgilisi ve oğlu ile konuşuyormuş. Mesajlar da yine iş ve sevgilisine ait. Ben üstünde duracağımız bir ayrıntı bulamadım.”
“Oto galeride ne öğrendik?”
Yine Tunay yanıtladı.
“Galeri müdürüyle ve çalışanlarla konuştuk. Kimse sıkıntılı bir durumdan haberdar değil. Herkes şaşkın. İntihara ihtimal veren bir kişi dahi yok. Maddi sıkıntısı yokmuş Aydın Bey’in. Özel yaşantısında olduğu kadar işinde de titiz bir adammış. Kavgayla, hır gürle işi olduğunu görmemiş kimse. Yalnız, iki ay önce bir olay yaşanmış. Hatırlı bir müşterinin aldığı araç, satıştan sadece iki gün sonra adamın kapalı garajından çalınmış. Hırsız güvenlik kameralarını sprey boyayla kapatıp girmiş garaja. Bu olay Aydın Bey’in canını çok sıkmış. Bizzat üstünde durmuş, hatta ilgili şubeyle görüşmüş. Ama günde ortalama yirmi aracın çalındığı bir şehirde yaşadığımızı düşünürsek, bu hırsızlık olağan bir durum.”
“Aydın Bey’in oğluna bahsettiği önemli konuya dair bir fikri yok müdürün,” diye ekledi Mete.
“Adı geçen sevgilinin adresini verdi. Alınan bir evlilik kararına pek sıcak bakmıyor.”
Başkomiser, masasındaki delil poşetinin içinde duran, hafif sararmış beyaz karta indirdi bakışlarını.
“Not hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Hakan abi kartın üstünden alabildikleri parmak izlerinin sağlıksız olduğunu söylüyor,” dedi Tan. “Üstünde çalışacaklarmış ama umutlu değil.”
“Çok ünlü bir şiirden alınmış dize,” diye ekledi Mete ve yüzünü ekşiterek devam etti.
“Orhan Veli’ye ait diye geçiyor şiir ama bu konuda tartışmalar olmuş. Vefasızlığı anlatan sitemkâr bir veda. Belki de katil olaya intihar süsü vermek için yazdı notu.”
Hakkı Turan sert bir bakış attı rahat rahat konuşan genç Komisere.
“Kafanı işine ver! El yazısının maktule ait olduğunu doğrulamadı mı oğlu?”
Mete kullandığı yanlış kelime yüzünden düştüğü zor durumdan kurtulmak için yardım arayışıyla baktı ağabeyine.
“Belki de gerçekten intihar etti Aydın Bey.”
Yardım, ekibin son üyesi Tunay’dan geldi. Genç adam hep dalgın kelimelerle sürdürüyordu konuşmasını.
“Zehirler hakkında uzman değilim ama bazen laboratuvarların da hata yaptığını biliyorum. Buldukları toksik maddenin kesinlikle bir akrepten alındığına ne kadar emin olabilirler ki? Akrep zehri internetten sipariş edilecek bir şey mi? Biraz araştırdım, öyle bir site bulamadım. Mete’ye bir konuda hak veriyorum. İnsanın kendini ya da başkasını öldürmek için kullanabileceği çok daha zahmetsiz yollar var. Bence Adli Tıp hata yaptı. Tekrar araştırmalarını istemeliyiz. Ve intihar olgusundan uzaklaşmamalıyız, diye düşünüyorum. Belki de Aydın Tansel’in hayatı dışarıdan göründüğü kadar mükemmel değildi. Sakladığı, kimseye anlatamadığı, üstesinden gelemediği bir derdi vardı.”
Düşüncelerini sakin kelimelerle dile getiren genç komiseri süzüyordu Hakkı Turan. Tunay’ın sözleri mantıklıydı elbette ama Doktor Mehmet de emindi kendinden.
“Kalpte saklanmaya çalışılan derdin, insanı inatçı bir kurt gibi durmaksızın kemirip sonunda o kalbi de çürüttüğü söylenir. İçe atılan sıkıntıdan daha güçlü bir zehir olabilir mi Tunay Bey?”
“Şair gibi konuştunuz amirim.”
Mete her zaman kolayca yaptığı gibi şakaya dökmüştü işi. Başkomiser ona aldırmadan, bakışları hep önünde olan Tunay’ı süzmeye devam ederek konuştu.
“Siz adamın sevgilisine gidin. Sıkıştırın biraz, şüpheli bir durum fark ederseniz alıp getirmekten geri durmayın. Biz de Tan’la eski eşi ziyaret edelim.”
***
Elli üç yaşında ölen Aydın Tansel’in sevgilisi yirmi beş yaşından fazla göstermiyordu. Adamın oğlundan daha küçük olan kadın lüks bir dairede yaşıyordu.
Kapısını çalan polisleri kibarca içeriye davet etmiş, ikramda bulunmuş ve bütün bunları yaparken inci büyüklüğünde yaşlar dökmüştü.
Saatlerdir durmaksızın ağladığının kanıtı şişmiş gözlerine, taranmadan, karışık bir şekilde toplanmış gece siyahı saçlarına, makyajsız solgun yüzüne rağmen güzel bir kadındı. İki komiserin karşısında oturmuştu ve yine ağlıyordu. Duracak gibi de görünmüyordu.
Oto galerisinin müdürü, patronunun bu genç hanımla bir senedir birliktelik sürdürdüğünü, kadının yaşadığı evi Aydın Bey’in hediye olarak aldığını, sevgililerin arasında geçen bir sorundan haberdar olmadığını anlatmıştı.
Son derece çapkın bir erkek olan Aydın Tansel’in böyle uzun soluklu bir ilişkiyi sürdürürken bile sık, sık ve tek seferlik kaçamaklar yapmaktan geri durmadığını da sıkıştırmıştı laf arasına.
Genç kadın o kadar çok ve içten ağlıyordu ki komiserler sorguya nasıl başlayacaklarına karar veremiyorlardı. Tunay sıkıntılı bir öksürük sonrası girdi söze.
“Yaren Hanım, sizin için zor olduğunu biliyoruz. Bir-iki soru sorup gideceğiz. Biraz sakinleşebilir misiniz?”
Hıçkırdı, burnunu çekti, ıslak gözlerle baktı güzel Yaren.
“Özür dilerim. Ben kendime hâkim olamıyorum. Aydın gibi iyi bir insanı kim, neden öldürmek ister, anlayamıyorum.”
Mete dikkatle baktı kadına.
“Neden böyle dediniz? Kim size Aydın Bey’in öldürüldüğünü söyledi?”
Bir kez daha burnunu çekti Yaren.
“Ruhi aradı. Galerinin müdürü… sizin sorular sorduğunuzu, Aydın’ın zehirlenerek öldürüldüğünü, bana da geleceğinizi söyledi. Zaten Aydın’ın öldüğünü de Ruhi gece arayıp haber vermişti. Oh, zavallı adam, son yemeği balık olmuş?”
Mete, ‘balık mı?’ diye düşünerek istemsizce kaşlarını çatarken kadın ağlaya ağlaya anlatmaya devam ediyordu.
“O lanet balığı yiyemeden ölmüş üstelik. Cenazesi ne zaman? Oh, ben son yolculuğunda yanında bile olamayacağım. Oğlundan, akrabalarından çekinirim.”
“Yarın sanıyorum,” diye yanıtladı Tunay kadını ve sordu.
“Aydın Bey’in evine sık gider miydiniz?”
“Hayır. Beni hiç götürmedi evine. Sanıyorum oğluyla karşılaşmamı istemiyordu. Aydın dile getirmiyordu ama anlıyordum ben. Aramızdaki yaş farkı yüzünden karşı idi oğlu ilişkimize. Bu evi satın aldı ve benim üstüme yaptı.”
Durup hıçkırdı Yaren kesik kesik devam etti anlatmaya.
“Ben… evlenme teklifi bekliyordum. O balık… hep, karısının yirmi yıl boyunca bir türlü pişirmeyi öğrenemediğini anlatıyordu. Benim bu işi düzgünce yapmamı isteyip duruyordu. Ben, o balıktan da içtiği aptal şaraptan da nefret ediyordum.”
“Yani aranızda balıktan başka sorun yoktu?
Kadın, polislerle arasında duran sehpadan bir peçete almakla meşgulken durdu, garip garip baktı Tunay’a.
“Benden mi şüpheleniyorsunuz? Neden? İlla ki balık pişirmeyi öğrenmek zorunda mıyım? Neden öldüreyim ki bana mükemmel bir hayat yaşatan adamı? Sizce aptal mıyım ben? Ona bir çocuk doğurarak kolayca zengin olmak varken ve o aptal balığı lokantadan sipariş edebilecekken neden cinayet işleyip özgürlüğümü tehlikeye atayım ki?”
En azından açık sözlü bir kadındı şimdi birkaç peçete ile ıslak yüzünü, burnunu temizlemeye çalışan genç sevgili.
Mete oturduğu koltukta kadına doğru eğildi.
“Sizi suçlamıyoruz Yaren Hanım. İşimizi yapabilmemiz için bu can sıkıcı soruları sormak zorundayız. Dün akşam 18.00 ve 19.00 saatleri arası nerede olduğunuzu sormak zorunda olduğumuz gibi.”
Genç kadının kaşları çatıldı.
“Neden anlatamıyorum size? Katil değilim ben. Bütün gün ve gece burada, evimdeydim. Kız kardeşim gelmişti.”
Yeniden ve çabuk, çabuk dökülmeye başladı göz yaşları.
“Aydın son nefesini verirken biz gelinlik modellerine bakıyorduk.”
“Evlilik teklifi beklediğinizi söylediniz,” dedi Tunay.
Yaren hıçkıra hıçkıra cevap verdi.
“Evet. Daha sabah konuşmuştuk. Ben aramıştım, son günlerde tedirgin bir hali vardı. Onu kızdıracak bir hata mı yaptığımı sormuştum. Her şeyin yolunda olduğunu, canımı sıkmam için bir sebep olmadığını ama benimle önemli bir konuyu konuşmak istediğini söylemişti. Bazı düzenlemeler yaptığı için meşgul olduğunu, fırsat bulur bulmaz geleceğini anlatmıştı.”
“Gün içinde gelmedi mi?”
Kadın, Mete’nin sorusuna yine kaşlarını çatarak cevap verdi.
“Hayır Komiser Bey. Gün içinde gelmedi. Ve ben bütün gün, gece de dahil olmak üzere hiç dışarıya çıkmadım. Binanın güvenlik kayıtlarından bunu kolayca ispatlayabilirim size.”
“Sakin olun Yaren Hanım. İnanıyorum size.”
Daha çok kızdı Yaren.
“Senin inanmana ihtiyacım yok ki benim. Zaten evimden çıkmadığımı ispatlayabiliyorum. O lanet eve adımımı atmadığımı da biliyorum.”
“Peki Yaren Hanım,” diyerek araya girdi Tunay. “Aydın Bey gerçekten öldürüldüyse eğer, bunu yapan kişinin bir çıkarı olmalı değil mi? Böyle birisini tanıyor musunuz?”
Kadın şimdi yeni bir hıçkırık kriziyle boğuşuyordu.
“Özür dilerim. Ben öyle üzgünüm ki, saçmalıyorum işte. Bana bu evden ve birkaç parça mücevherden başka bir şey bırakmadı. Bütün mal varlığını oğlunun üstüne yaptığını, kendi geçimini galeriden ve emekli aylığından sağladığını biliyordum zaten. Aydın’ı bu şartlar altında öldürmek bana bir kazanç sağlamazdı.”
Evet, güzel Yaren gerçekten acık sözlüydü.
“Sizi çok yorduk,” dedi Tunay. “Son bir sorudan sonra hemen gideceğiz. Aydın Bey’le ikiniz için özel olan bir şiir var mıydı?
Yaren sırılsıklam kirpiklerinin arasından anlamsızca bakıyordu.
“Şiir mi? Aydın sevmezdi öyle şeyleri, çocukça bulurdu. Neden sordunuz?”
***
Aydın Tansel’in eski eşi Nuray Solmaz, sahili gören iki katlı, nefis bahçeli müstakil bir evde yaşıyordu. Elli yaşına henüz girmiş olan kadın solgun yüzüne ve yorgun gözlerine rağmen bakımlı bir güzelliğe sahipti. Siyah kurdeleyle topladığı gür, kızıl saçları vardı.
İstanbul’dan gelen konuklarını oğlu ve müstakbel geliniyle karşılamıştı. Ağır başlı, oturup kalkmasını bilen bir hanımefendi görünümü sergiliyordu. Tecrübeli Komiserlerin kendilerine, ‘biz burada ne arıyoruz,’ sorusunu sorduracak kadar mütevazı bir yapısı vardı, soyadının aksine son derece solgun duran Nuray Hanım’ın.
Hasır bahçe koltuklarının üçlü olanında oğlunun ve gelininin arasında oturuyordu. Avukat Hanım elini kayınvalidesinin elinin üstüne koyup “İstemiyorsan konuşmak zorunda değilsin Nuray anne,” diye fısıldamayı ihmal etmemişti.
Nuray Hanım, ağır başlı bir tavırla önce gelinine sonra karşısında oturan yaşlı Başkomisere gülümsedi.
“Çocukların kusuruna bakmayın lütfen. Babalarını henüz kaybetmişken şimdi de benim için endişe duyuyorlar haliyle. Malum, Aydın Bey kaybı derinden yaralayacak bir insandı.”
Başkomiser Hakkı Turan son derece mahcup tebessüm etti.
Eski eşle tanıştığından beri bu ziyaret için çok aceleci davrandığını düşünmeye başlamıştı. Bu insanlar henüz kayıplarını toprağa bile verememişlerdi. Öte yandan mesleğinde sonuca ulaşmak için zaman en değerli şeydi. Katil, kaybedilen süre içinde kaçabilir, delilleri karartabilir, başkasına zarar verebilirdi.
“Asıl siz kusura bakmayın Nuray Hanım. Meslek icabı yapmak zorunda kaldığımız ziyaretlerimizde bazen fazlasıyla rahatsızlık verdiğimizin farkındayım.”
“Estağfurullah efendim. Lütfen rahat olun ve işinizi uygun gördüğünüz şekilde yapın. Ama önce kahveler. Bu güzel havada sizleri birer acı kahve içmeden göndermek istemem. Aydın Bey’in ruhuna hürmeten.”
Çeşitli meyve ağaçlarının bereket dolu dallarını salladığı ve rengarenk çiçeklerin süslediği bahçe, denizden gelen ferah bir esinti ile doluyordu. Kahveler içilirken Nuray Hanım ve Başkomiser Hakkı Turan, Şile’nin özelliklerine, güzelliklerine, emeklilik sonrası yaşamak için ideal bir bölge oluşuna dair kısa bir sohbet etmişlerdi.
Başkomiser fincanını bırakırken boğazını temizledi.
“Aydın Bey ile en son ne zaman görüşmüştünüz Nuray Hanım?”
Kadının hafif makyajlı yüzünde hüzün gölgeleri dolandı. Işığı sönmüş bir yıldız izlenimi uyandıran bakışları hayli yorgun görünüyordu.
“Altı ay kadar oluyor. Oğlumuzun kız isteme ve nişan merasimlerinde bir araya gelmiştik.”
“Güzel telaşlar bunlar. Allah tamamına erdirsin. Dün akşam nerede olduğunuzu sorabilir miyim?”
“Ben hep buradayım Hakkı Bey. Bazen İstanbul’a gitmem gerekirse oğlum gelip alır beni.”
“Annem araç kullanmıyor,” diye araya girdi Faruk Tansel. “Ehliyeti de yok zaten.”
Genç adamın sebepsiz gerginliği, ziyaretin ilk anlarından beri devam ediyordu.
“Faruk Bey size evde bulunan nottan bahsetmiştir herhalde.”
Kadının yüzü güçlü bir acı hissi ile gerildi.
“Evet. Aydın Bey’in kendi el yazısı olduğundan emin Faruk. Ben de bir anlam veremiyorum bu duruma.”
“Eski eşiniz intihar etmiş olabilir mi sizce?”
Nuray Hanım hemen yanında oturan oğluna kaçak bir bakış atıp süratle eğdi başını.
“Uzun zaman oldu biz ayrılalı. Öyle bir adam değildi ama… Ne söylemem gerektiğini bilemiyorum inanın.”
“Aydın Bey ile hiç telefonda görüşmez miydiniz?”
Yeni, başka bir acı ile gülümsedi güzel kadın.
“Konuşacak sözlerimiz bittiği için ayrıldığımızı düşünüyorum.”
“Mutlaka birbirinizden haberler alıyor olmalısınız,” diyerek araya girdi Tan.
Kadının benzi daha da soldu, gölgelerin hüküm sürdüğü bakışları elinde tuttuğu fincana indi.
“Bir evladımız ve ortak eşimiz dostumuz var haliyle. Tümüyle kopamıyor insan ne kadar istese de.”
“Çok özel değilse eğer neden ayrıldığınızı sorabilir miyim?”
Genç Komisere baktı Nuray Hanım. Usulca cevapladı soruyu.
“Aydın Bey yaşamdan zevk ve keyif almayı seven, sağlıklı bir erkekti. Son zamanlarda artık kendisine ayak uyduramıyordum.”
Sertçe, “Anne,” derken Komisere ters bir bakış atmayı ihmal etmedi Faruk Tansel.
Kadın yorgun, kırgın gülümsemeye çalıştı.
“Sorun yok hayatım.”
Tan ise eski eşin kırık kelimelerinin ardında gizlenmiş sözleri idrak edebiliyordu, biraz geç de olsa. Pişman ve çekinerek mırıldandı.
“Özür dilerim. Sizi üzmek değildi niyetim.”
Nuray Hanım, karşısındaki polisin, ağır başlılığını sevdiğini düşünerek anlayışla tebessüm etti.
“Önemli değil Komiser Bey. Sıkmayın canınızı. İşinizi yapıyorsunuz elbette. Aydın Bey bana güzel bir hayat sundu. Çok çalışırdı, iyi yaşamayı ve yaşatmayı severdi. Ben kanser hastasıyım. Ona ayak bağı oluyordum. Ayrılmaya birlikte karar verdik. Beni asla muhtaç durumda bırakmadı kendisi.”
“Yani eski eşinize karşı hiçbir kırgınlığınız yok mu?”
Başkomisere döndü, bir an düşündü kadın.
“Sanıyorum ki sizde uzun yıllardır evlisiniz Hakkı Bey. Eğer öyle olduğunu söylersem inanır mısınız bana? Çocukların yanında ve merhumun arkasından dile getirmek zor ama elbette insanın insana kırılması son derece kolay.”
Tan, zor hastalığı karşısında güçlü bir duruş sergileyen kadının gözlerindeki yorgunluğun, makyajlı yüzündeki doğal olmayan rengin sebebini şimdi anlayabiliyordu. Oğluyla gelininin gösterdikleri özel ihtimamı, buraya gelmemeleri gerektiğini…
***
- Ve Son Bölüm gelecek Sayıda

