Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

KARA DEFTER: BİR RAUF KARA POLİSİYESİ

Diğer Yazılar

Muhammed Selman Anasal
Muhammed Selman Anasal
Sinop, Ayancık doğumludur. Aslen Kastamonulu ve yaşamını Kastamonu’da sürdürmektedir. Halen Anadolu Üniversitesinde Sosyoloji bölümü okuyan Anasal, evli ve bir çocuk babasıdır. Yayımlanmış polisiye eserleri: Kanlı Sırlar (2022), Ölümle Hesaplaşma (2023 Poyabir 2024 Teşvik Ödülü), İntikam Yolcusu (2023), Piskoposun Tetikçisi (2023), Kapanacak Hesabım Var (2025).

Siz hiç amaçsız kaldınız mı?

Yalnızlığa bulanmış bir hayatın penceresinden geride bıraktığınız elli yılı seyre daldınız mı?

Koskoca elli yıl!

Kafamda canlanan, kimi rüyalar kadar güzel, kimi ölüm kadar soğuk anılar ve amaçsız, biçare bir başkomiser emeklisi: Bendeniz Rauf Kara. İri kemikli ama yılların beraberinde getirdiği yorgunlukla omuzları kamburlaşmaya başlamış, her gün düzenli içilen puronun da etkisiyle dişleri sararmış aksi ihtiyarın tekiyim.

Yanlış anlaşılmasın, aksiliğim ihtiyarlığın eseri değil, gençliğimden kalma, belki de yıllar içinde değişmeyen tek özelliğim. Zaten bu kadar aksi biri olmasam herhalde yaşıtlarım sağda solda emniyet müdürü olurken ben başkomiser rütbesiyle emekli olmaya zorlanmazdım.

Aile, çoluk çocuk falan yok. Hanımı kanserden kaybedeli yedi sene geçti. Düşündükçe hüzünleniyorum ama elden gelen bir şey yok maalesef. Rahmetli çocuk istemişti ama kısmet olmadı. Takdiri ilahi deyip geçtik. Şimdiyse bünyem aile arıyor. Aileden ziyade, uğruna savaşacak bir şey demek daha doğru olur. Lakin artık ne için yaşadığımı bile bilmiyorum. Gerçi yaşıyor muyum, onu bile bilmiyorum ya.

Tekrar söylüyorum: Amaçsız, biçareyim.

Yine tükenmez arayışlarım içinde kaybolduğum gri bir sonbahar günü, sabahının köründe öfkeyle çalan kapı ziliyle uykumdan uyandım. “Kim ulan bu saatte?” diye söylenerek, araya birkaç parça da küfür sıkıştırarak yataktan kalkıp hışımla kapıyı açtım.

Sekseni devirmiş bedeni, iyice kamburlaşıp bükülmüş beli ve bu bükük bele inatla dimdik duran koca kafasıyla Adile Teyze kapımdaydı. Her zaman neşe saçan yüzü bugün alışılmadık biçimde asıktı, öyle ki kapıma gelmeden önce bolca ağladığına yemin edebilirdim. “Hayırdır teyze,” dedim. “Bir şey mi oldu?”

“Rauf Bey,” dedi ağlamaklı sesiyle. “Bizim kız gece eve gelmedi. Hiç böyle yapmazdı. Sen polistin hani, acaba elinden bir şey gelir mi?” Sözünü bitirince ağlamaya başladı.

Hay Allah’ım, diye iç geçirsem de üzgün komşuma duygularımı belli etmedim tabii. Polisliğin gereksinimlerinden biri de yeri geldiğinde duygularınızı kontrol edebilmektir. Ben de bu konuda bayağı iyi sayılırım. Ama artık polis değildim.

Komşumun ‘bizim kız’ dediği de torunu Gülay. Sanırım liseyi yeni bitirdi ve üniversite sınavlarında istediği puanı alamayınca sil baştan hazırlık sürecine girişmişti. Gecesi gündüzü ders çalışmakla geçiyordu. Bu dediğim kıza toz konduramayan anneanne -yoksa babaanne miydi, her neyse- büyükannenin görüşüydü. Elbette ben aynı düşüncede değildim. Gülay’ı severim sevmesine ama her genç gibi onun da arzuları, ihtiyaçları vardı. Eğlenmek de bu ihtiyaçlardan biriydi.

Kötü bir mahallede oturuyoruz ve Gülay kızımız da mahallenin tek iyisi olacak değildi herhalde. Annesi daha kız daha bebekken öldürülmüş. Babası da söylentilere göre keş herifin tekiymiş. Tabii bunlar sağdan soldan duyduklarım. Lakin Adile Teyze bu konuda çok hassastır, hiç konuşmaz.

Peki, böyle bir mahallede benim gibi bir başkomiser eskisinin ne işi var? Haydi, inkâr etmeyin, siz de aynı soruyu sordunuz. Yanılıyor muyum?

Yanıtlayayım, babadan kalma iki odalı eski bir evimiz var burada. Ailenin tek varisi olarak büyüklerim rahmetli oldu olalı ev benim. Tabii hanım hayattayken daha iyi bir evde oturuyorduk. Fakat yol arkadaşını kaybedince bir kimlik krizine giriyormuş insan. Sonunda o evin her köşesinden bir anı üzerime fırlamaya başladığında artık dayanamadım, valizimi kaptığım gibi baba evine yerleştim.

“Belki bir arkadaşında falan kalmıştır,” dedim. “Sonuçta Gülay genç bir kız. Mutlaka arkadaşları olacak.”

“Yok!” dedi hemen. “Bilirsin Gülay öyle bir kız değildir.”

“Nasıl bir kız değil?”

“Öyle orada burada düşüp kalkmaz. Beni hiç habersiz bırakmazdı şimdiye kadar.”

“Telefonunun şarjı bitmiştir. O yüzden haber verememiştir belki.” Kabul ediyorum, teselli etme işlerinde pek iyi olduğum söylenemez. Bir intihar teşebbüsünü durdurmaya çalışsam herhalde süreci hızlandırır, şahsın daha erken yol almasına vesile olurum.

Adile Teyze, “Ne olur Rauf Bey, sen bir soruşturuversen?” dedi gözyaşları yanaklarından süzülürken.

“Tamam,” dedim gönülsüzce. Ne yapayım, ben de insanım. Seksenine merdiven dayamış bir insanı nasıl kırabilirim? “Sen şimdi evine git. Ben karakoldan arkadaşlara soracağım. Sana haber veririm,” diyerek komşumu uğurladım.

Telefonu kaptım, Sarıyer ilçe emniyetindeki eski yardımcım, yeni başkomiser Zühtü’yü aradım. “Alo Zühtü, n’aber la?” dedim alaycı bir tonla.

Benden on yaş kadar küçük olmasının yanı sıra görevinde çok hızlı yükselmiş bir polistir Zühtü. Mizah anlayışı benim kadar gelişmiş sayılmaz, hatta oldukça kıttır. Biraz da dik kafalıdır ama işini hakkıyla yapar. Aslında laubalilikten pek hoşlanmaz. Ama ben istisnayım, üzerinde emeğim çoktur eşek sıpasının.

Neyse! “Ooo, ağabey. Ben iyiyim. Asıl seni sormalı, nerelerdesin? Hiç uğramaz oldun,” diye yanıtladı hemen.

“Ya oğlum, sorma! Biliyorsun, oralar beni efkârlandırıyor.”

“Efkârlıysan dağıtalım ağabey bir akşam,” dedi. Asla okunduğu gibi ‘abi’ demez, ısrarla ‘ağabey’ der. Söyleyişi biraz roman şivesini çağrıştırır. Eskiden Çingene diye dalga geçenler olurdu ama başkomiser rütbesini alınca kimsenin gözü yemiyor.

“Dağıtalım vallahi,” dedim. Ardından derin bir iç çektim. “Ya oğlum, senden bir konuda yardım isteyeceğim,” dedim kısa süren sessizliğin peşinden.

“Emrin olur ağabey,” dedi hemen.

“Estağfurullah. Rica sadece,” dedim. “Bizim komşunun kızından haber alamıyoruz. Sana zahmet etrafı bir soruşturuverir misin?”

“Tabii ağabey, lafı mı olur. Kızın adı neydi?”

“Gülay,” deyip soyadını düşündüm. İhtiyarlığın yan etkilerinden biri de hafızanın zayıflaması. “Kapıcı. Evet, Gülay Kapıcı,” dedim. Geç de olsa hatırlamanın sevinciyle devam ettim: “Yaşlanıyoruz, devreler ufaktan yanmaya başladı.”

Zühtü saygısını bozmadan bir kahkaha attı. “Tamam, ağabey. Hemen araştıracağım. Bir şey çıkarsa haber veririm.”

“Eyvallah. Görüşürüz,” diyerek telefonu kapattım.

Beklemeyi sevmem, soluğu sokakta aldım. Çıkmadan önce yıllardır evimin bir köşesinde bekleyen tabancayı da yedek şarjörüyle birlikte belime taktım. Benim tanıdığım Gülay mahalledeki eczanede çalışan Zuhal’le bayağı samimiydi. Hemen eczaneye gidip arkadaşından laf almaya çalışacaktım. Muhtemelen bana samimi cevaplar vermeyecekti ama mahallenin sevecen (çoğu zaman aksi) ihtiyarı olarak elimden geleni yapacaktım tabii.

Zuhal’i eczanede vitrin düzenlerken buldum. İçeride müşteri yoktu, annesi yaşındaki patronu komut veriyor, gözlerini tezgâhtar kızın üzerinden ayırmıyordu. Eh ziyaretim de genç eczacının işine yarayacak, bu vesileyle biraz soluklanacaktı. “Ooo, Rauf Bey. Hoş geldiniz,” dedi eczacı hanım. Adını bile hatırlamıyordum ama beni tanımasına da şaşırmadım. Beni herkes tanırdı.

“Merhabalar,” dedim hemen. “Kolay gelsin. Nasılsınız?” dedim. Kısa bir hal hatır konuşmasının ardından “Aslında Zuhal kızımızla görüşmem gereken bir konu var, biraz mola verse de birkaç soru sorsam, izninizle.”

Birkaç dakika içinde Zuhal’le eczane önüne yerleştirilmiş iki tabureye oturmuş, sigaralarımızı yakmıştık. “Sana Gülay’ı sormak istiyorum,” dedim genç kıza. “Dün gece eve gelmemiş. Büyükannesi çok telaşlanmış. Bilgin var mı acaba?”

“Hadi ya! Şey… Rauf Amca, Gülay’ı son birkaç gündür görmedim. Aslında yeni erkek arkadaşıyla çıkmaya başladığından beri aramız soğudu. O züppe çocuğa hiç kanım kaynamamıştı. Dikkatli olmasını söylediğim için bana kızdı.”

Numara mı yapıyordu yoksa gerçek miydi, bilmiyordum. Fakat yüzü kızarmış, hatta gözleri nemlenmeye başlamıştı. Yıllarca polislik yapmış, her türlü naneyi yiyenleri görmüş biri olarak kızın samimiyetinden pek emin olamamıştım. “Demek erkek arkadaşı var,” dedim. “Kim bu?”

Düşünmedi bile, hemen çocuğun ismini verdi: “Yiğit Can.”

“Onun sadece Gülay ile ilgilenmediğine, ağına takılan her kıza kucak açtığına eminim,” diye ekledi üstelik.

“Çok kesin konuşuyorsun. Gözlerinle gördün mü bunu?”

“Şey… Hayır. Ama onu görünce bana hak vereceğinize eminim.”

“Tamam. Öyle olsun. Nerede bulabilirim bu oğlanı?”

“Maslak’ta Xlarge Clup diye bir yer var. Gülay oraya sık gittiklerinden bahsetmişti. Sanırım orada çalışıyor Rauf amca.”

‘Vay be!’ diye iç geçirdim. Adile Teyze duymasın, üzüntüden kahrolurdu herhalde. O taraklarda bezi yoktur diye düşündüğü hanım hanımcık torunu gece kulüplerini methediyormuş. “Gülay seninle iletişime geçerse haber ver lütfen,” deyip teşekkür ederek ayrıldım yanından.

Samimiyeti konusunda kararsız kalmıştım. Amcalığa da alışabildiğim söylenemezdi ama gerçeği kabullenmek lazımdı: Mahallenin sert ama tonton amcasıydım, ne yazık ki gerçek buydu.

Eh, o zaman amcalık yapma vakti gelmişti. Gece kulübüne gidip etrafın nabzını dinleyecektim ama önce Adile Teyze’ye uğramam gerekiyordu. Büyükanne torunu için endişeleniyorsa eminim odasına göz atmama itiraz etmeyecekti. Hemen hanım hanımcık kızımızın evine yöneldim.

Adile Teyze pencerede bekliyor olmalıydı ki daha zile basmadan kapı açılmış, endişeli büyükanne merakla gözlerimin içine bakakalmıştı. “Buyur, Rauf Bey,” diyerek içeriyi gösterdi. Burnuma gelen kokuyu hemen tanıdım: Tarhana. Mayalanması için geniş bir leğene doldurmuş, bol güneş alan balkonun kenarına koymuştu. Kokusu balkonun açık kapısından içeri buram buram içeri doluyordu. Doğrusu milli çorbamız tarhanayı rahmetli annem sayesinde çok severdim. Ama şimdi buna takılıp kalacak zaman değildi. “Daha aramadı değil mi?” diye sordum hemen.

“Hayır,” dedi üzüntüyle. “Sen bir haber aldın mı?”

“Hayır. İzin verirsen odasını incelemek istiyorum,” dedim. Yüzü düşünceli bir hal alınca açıklama gereği duydum: “Son zamanlarda nelerle meşgul olduğunu bilmemiz lazım. Odasında bununla ilgili bir şeyler olabilir.”

“Olur,” dedi. Ama hala içinin rahat olmadığı seziliyordu.

Adile Teyze’nin peşinden genç kızın odasına girdim. Pembe ve beyaz tonların hâkim olduğu odası fazla tertipli. Tek kişilik yatağı özenle düzeltilmiş, süs niyetine iki püsküllü yastık başucuna bırakılmıştı. Küçük bir gardırop, beyaz bir çalışma masası ve masanın üzerinde elmalı marka bir laptop. “Bilgisayarı güzelmiş,” dedim. Bu markanın biraz tuzlu olduğunu biliyordum, belki bir şeyler çıtlatır diye düşündüm.

“Arkadaşı hediye etmiş,” dedi Adile Teyze. “Eski bilgisayarıymış. Yenileyince bunu bizim kıza vermiş.” Eski gibi durmuyordu, ses etmedim.

“Kitaplığına bakmama iznin var mı?” diyerek ders kitapları haricinde pek kitap göremediğim kitaplığa yöneldim. Kadın, omuz silkti. Gülay’ın kitap seçimleri ilginçti: Dawkins’in Tanrı Yanılgısı, Noah Harari’nin Sapiens’i, birkaç tane daha ateist kitabı ve birkaç da feminist kitap. “Okumayı seviyor sanırım,” dedim büyükanneye bakmadan.

“Sever,” dedi. Bir de inceleyip torununun neler okuduğunu öğrense sanırım kafayı yerdi.

Başta kitap sandığım kara kapaklı, not defterinden az büyük ciltli bir defter gördüm. Bir çeşit günlük olmalıydı. Bir genç kızın özeline saygısızlık olacaktı muhtemelen ama onun iyiliği için açıp bakmanın faydalı olduğuna karar verdim. Cümleleri atlayarak okudum, bu sayede fazla da saygısızlık etmeyeceğimi düşündüm sanırım, bilemiyorum. Neyse, hep cart curttu. Sıradan bir genç kızın sıradan yaşamı. Fakat son sayfalara yaklaşınca işin boyutu değişti. Önceleri erkek arkadaşı Yiğit’e beslediği aşırı sempati son sayfalarda adeta nefrete dönüşmüştü. Allah belasını verecekti Yiğit’in, bu yaptıkları yanına kalmayacaktı. Fakat Yiğit efendinin tam olarak ne halt yediğini açık açık yazmamıştı. ‘Ah be kızım!’ diye iç geçirdim. ‘Madem günlük yazıyorsun, açıkça yazsana. Ne gerek var böyle şifreli söylemlere. Günlük bu yahu! Şiir defteri değil ki. Neyse, anlaşılan playboy bozmasıyla tanışmanın vakti gelmişti. Defteri ödünç almam gerektiğini söyledim. Ceketimin iç cebine yerleştirirken geri getireceğimin garantisini de verdim tabii. Dualar ederek uğurladı beni.

Uzun zamandır araba kullanmıyordum. Mahallede korsan taksicilik yapan bir delikanlının eline bir miktar tutuşturup Maslak’a götürmesini rica ettim. Çocuk başta, “Aman amirim,” diye nazlanacak olduysa da tersime denk gelmek istemedi, eski model arabasına buyur etti. Gece kulübünün adını söyledim. Gözleriyle ‘tamam’ işareti çekerek yola koyuldu. Ara sıra dikiz aynasından çakallık kıvamında bakışlar atmayı da ihmal etmedi. ‘Bu yaşta neden gece kulübüne gider?’ diye düşündü muhtemelen. Azdığımı falan sanmış olmalı.

Yolculuk bitmeden telefonum çaldı. Ekranda yazan isim heyecanlandırdı beni: Zühtü arıyordu. Hemen açtım. “Alo, Rauf Ağabey,” dedi “Nasıl söylesem, bilmiyorum,” diyerek kötü haberi açıklamaya başladı. Hırslı Başkomiser’in anlattığına göre hanım hanımcık kızımız geçen ay bir fuhuş operasyonunda yakalanmış, avukatın becerikliliğiyle aklanıp serbest bırakılmıştı. İlginç bir detaydı bu.

“Avukatı kimmiş?” diye sordum.

“Çağlar Buyruk.” diye yanıtladı hemen. Nerede bulacağımı da sordum. Ofisi Maslak’taymış. Züppe erkek arkadaş Yiğit Can’ın ismini ve çalıştığı yeri söyleyip onu da bir araştırmasını rica ettim. Kırmadı, “Tamam ağabey,” diyerek kapattı telefonu. Teşekküre fırsat olmamıştı.

Gündüz pek ihtişamlı durmayan gece kulübüne geldiğimde açık olduğu için mutlu oldum. Daha akşamüstü bile olmamıştı. Kapıda güvenlik falan da yoktu. Direkt içeri daldım. Görünürde benden başka müşterisi yoktu. Bar bölümüne geçip bir bira söyledim. Uzun saçlı barmen sırıtarak biramı doldurdu. İç geçirdim. Şimdi genç olmak vardı. “Burada bir Yiğit Can varmış. Nerede?” diye sordum.

“Hayırdır amca? Ne yapacaksın Yiğit’i? Kızını falan mı kaçırdı yoksa?” diyerek kahkaha attı barmen.

“Polisim,” diyerek neşesini kaçırdım. “Başkomiser Rauf Kara. Narkotikte de bayağı sevilirim.” Bu yalan değildi bak.

“Gece buraya bir uyuşturucu baskını yapılsın ister misin?”

“Ne diyorsunuz amirim? Bizim uyuşturucuyla falan işimiz olmaz.” Hemen amiri olmuştum, bu iyiydi.

“O zaman adam gibi cevap ver. Nerede bulurum bu Yiğit’i?”

Çok üstelemeden adresi verdi. Bayağı gözünü korkutmuş olmalıyım ki bira parasını da almadı, sağ olsun. Yiğit efendi Maslak’ta şu havuzu, hamamı, saunası, özel güvenliği falan olan bir sitede oturuyordu. Anlaşılan züppemiz bayağı paralıydı. Acaba Gülay’ın gizli fuhuş işinde bu erkek arkadaşın rolü var mıydı? Muhtemelen vardır. Aklıma gelen tek mantıklı açıklama buydu şimdilik. Hemen bir taksi tutup barmenin verdiği adrese attırdım kendimi.

Site girişinde güvenlikçi vardı fakat durdurup “Hop! Nereye amca?” gibisinden bir şey söylemedi. Dikkatle yüzümü inceledi, o kadar da olsun artık. Apartmandan çıkan bir çocuk sayesinde kapı şifresi girmem de gerekmedi. Oh, keşke şans her zaman böyle yaver gitse. Hemen asansöre atlayıp playboy bozmasının oturduğu en üst katı tuşladım. Fakat Yiğit’in dairesine geldiğimde kapı kilidinin kırılmış olduğunu fark ettim. Dokunmamla kapının açılması bir oldu. Başta eve girip girmemek konusunda kararsız kaldım ama bir polis eskisi olarak merakıma -ya da içgüdülerime, nasıl derseniz- yenik düşerek kapıyı ittim, içeri girdim. Çürümüş çöp gibi pis bir koku geldi burnuma. “Merhaba.” diye seslendim. Fakat cevap veren olmadı. Birkaç adım atınca holde banyo kapısı olduğunu düşündüğüm yerden yansıyan ışığı fark ettim. Hemen koşup baktım ve ilk şoku o an yaşadım. Banyoda yerde yatan çıplak ceset bir adım geri gitmeme ve sendeleyerek yere yığılmama sebep olmuştu. Sevgili züppemiz Yiğit çoktan eşek cennetini boylamış, banyosunda kanlar içinde yatıyordu. Yerimden kalkarak cesede göz gezdirdim. İlk heyecan, ilk ürperti geçmişti artık. Göğsünden birkaç kez bıçaklanmıştı ve suç aleti de cesedin hemen yanında duruyordu. Bir anlık öfkeyle işlenmiş bir cinayete benziyordu. Fazla düşünmenin mantığı yoktu, telefonumu çıkarıp Zühtü’nün numarasını çevirdim ve olan biteni anlatıp buraya bir ekip göndermesini istedim. Meydanı polislere bırakmanın vakti gelmişti.

Zühtü ve ekibi gelene kadar cesedi iyice inceledim. Bu arada burnumu cebimden hiç ayırmadığım mendilimle kapamış olmama rağmen midem bulanmıştı. Onca yıl polis akademisinde öğrencilik, çaylaklık, komiserlik, başkomiserlik derken elli yaşı devirmiştim ama tecrübe bile cesetlere karşı tahammülümü artırmıyordu. Her ne kadar iyi bir insan olmasa da bir gencin böyle heba oluşu da içimi burkmuştu. Gerçi iyi veya kötü olduğundan henüz emin değildim. Ama Yiğit Can’ın yüzündeki kibir öldükten sonra bile kendini belli ediyordu.

Bir süre sonra Zühtü ve ekibi gelmiş, çiçeği burnunda Başkomiser cesedi görür görmez, “Vay anasını, ağabey!” diyerek şaşkınlığını gizlememişti. Ama şaşkınlıktan ziyade hayranlık da görmüştüm bakışlarında sanki. Bu hayatının davası olabilirdi. Heyecanını haklı buldum. Bense bu yolları çoktan aşmıştım.

Olay yeri ekibi cesedi incelerken ben de koridorda Zühtü’ye olan biteni anlattım. Cebimden çıkardığım defteri gösterdim Başkomiser’e. Adile Teyze’ye geri vereceğime söz vermiştim fakat işin içine cinayet karışınca durum değişmişti. Gülay’ın satırları Yiğit’ten nefret ettiğini açıkça söylüyordu. Ama kızın ortadan kaybolması ve Playboy’un ölümü arasında başka bir halka olmalıydı.

“Ağabey,” dedi Zühtü “Sen sorunca bu bostan korkuluğunu araştırdım. Birkaç kere içeri girmiş ama her seferinde avukatı çıkarmayı becermiş. Uyuşturucu satıcılığı, darp, fuhşa aracılık, ne ararsan var herifte. Dedim Rauf Ağabey’imin bununla ne işi olur? Sonra baktım, sabah bana sorduğun kızın avukatı ile bunun avukatı aynı adam.”

“Çağlar Buyruk mu?” dedim.

“Evet. Adam kötü adamların Süpermen’i gibi bir şey. Fuhuş operasyonunda yakalanan pek çok kadını da bu çıkartıyor içeriden. Soruşturduğun kız da dâhil.”

“Yani Gülay da pek masum değilmiş. Öyle mi?”

Cevap veremeden Zühtü’nün yardımcılarından biri yanımıza geldi, eski çırağımı kenara çekip bir şeyler söyledi. “Ağabey, karşı komşu daireden gelen kavga sesleri duymuş. Bir erkek ve bir kadın sesi.”

Hay aksi! Kayıp bir kızı ararken katil aramaya başlamıştım demek. Yine de Gülay’ın böyle şeyler yapacağını aklım almıyordu. Polisler Yiğit’in evini didik didik ederken avukatın Maslak’taki ofisine gitmeye karar verdim. Resmi ifademi verip imzaladıktan sonra yanlarından ayrıldım. Uzak değildi, taksi ya da toplu taşımaya ihtiyaç duymadım. Yer lüks bir plazanın üst katıydı. Şaşırmadım. Sonuçta para olunca insan gösteriş budalası oluyor. Sekreteri de vardı beyefendinin. Önemli bir konu hakkında görüşmem gerektiğini söyleyerek, izin beklemeden içeri girdim. Avukat, “Kim o patavatsız?” der gibi baktı ama konuşmasına fırsat bırakmadım. “Rauf Kara, emekli başkomiser. Birkaç sorum olacak.”

“Memnun oldum Rauf Bey. Fakat emekli bir polisin benimle ne işi olabilir?” Sahte bir tebessüm yerleştirdi suratına. Gizlemeye gerek duymuyordu. Yiğit’in ölümünü haber verince yüzü soldu. Bir süre konuşmadan beni inceledi. Sonunda, “Ne demek istediğinizi anlıyorum,” dedi. “Ama yanlış adrestesiniz bence.”

“Öyle mi dersiniz?” dedim altta kalmadım. “Gülay bulunduğunda sizin hakkınızda olumsuz şeyler söylemez o halde.”

“Bana minnettar olduğunu söyler. Birçok kez içeriden çıkardım kızı. Bu sefer suçlamalar daha ciddi görünüyor ama eminim bir yolunu buluruz.”

Vakit epey ilerlemiş, hava hafiften kararmaya başlamıştı. Avukatın ofisinden çıktım, evin yolunu tuttum. Bu sefer toplu taşımayla gitmeye karar vermiştim. Kalabalıklar içinde daha iyi düşünebiliyorum bazen. Evet, yalnızlık ve sessizlik değil, kalabalık ve kaos daha iyi şarj ediyor zihnimi.

Yolda epey düşündüm. Acaba Gülay neredeydi? Ben onun yaşında bir genç kız olsam çaresiz kalınca nereye sığınırdım? Sanırım güvenebileceğim bir yakın arkadaş ilk tercihim olurdu. En yakın arkadaşı da Zuhal değil miydi? Zuhal, Gülay’ı uzun zamandır görmediğini söylememiş miydi? Ya bunu arkadaşını korumak için söylüyorsa, o zaman işler değişirdi elbette.

Hemen Zuhal’ın yalnız yaşadığı evinin yolunu tuttum. Kapıyı çalacakken içeriden gelen sesleri duydum. Kulaklarım yaşlılığa teslim olup bana oyun oynamıyorsa Zuhal, “İmdat!” diye bağırıyordu. Çok geçmeden bir tabanca sesi duyuldu. Susturucu takılmış gibiydi ama yine de sesi tamamen kesmiyordu bu küçük icatlar. Hele benim gibi kulağınız keskinse mutlaka duyardınız. Ben de bu çekiç sesini andıran sesi duymuş ve hemen tanımıştım. Elbette sap gibi durup bekleyecek değildim. Sabah belime taktığım tabancayı çıkartıp kapının kilidine bir mermi yolladım. Kilit delinince bir tekmeyle kapıyı savurdum. Yaşıma rağmen hala paslanmamıştım, bu iyiydi.

Melek yüzlü şeytanımızı, namı diğer avukat efendiyi karşımda buldum. Zuhal omzundan vurulmuş, çığlıklar içinde yerde yatıyordu. Gülay avukatın kolları arasında hapsolmuş, kafasına silah dayalı vaziyette ağlıyor, bakışlarıyla yardım dileniyordu. ‘Allah kahretsin!’ diye iç geçirdim. Bu benim hatamdı. Böyle bir şeyi daha erken düşünüp önlemeliydim. Avukatın silahında susturucu olsa da benim silah sesimi tüm apartman duymuş olmalıydı. Birileri muhakkak polise haber verirdi. Bir süre herifi oyalayabilsem kâfi olacaktı.

“Bak hele, kim gelmiş!” diye bağırdı avukat.

“Yapma!” dedim. Gülay’a da teselli vermek istedim: “Dayan kızım, korkma. Her şey düzelecek. Sakin ol yeter.”

“Tutamayacağın sözler verme,” dedi avukat. “Sen yaşlılıktan bunalmış, cinnet geçiren bir başkomiser emeklisisin. Seni araştırdım, bunun için mükemmel bir adaysın. Önce bu iki masum kızı öldürüyor ve ardından kafana sıkıyorsun.”

“Hayal gücün sağlammış,” diyerek gülümsedim.

“Öyledir,” dedi. Ardından silahı uzattı. Silahım elimdeydi ama Gülay herifçioğlunun elindeyken ateş edemezdim. Yanlışlıkla kızın ölümüne sebep olursam ne yapardım ben? Ama hiçbir şey yapmazsam da ölmeyecek miydi?

“Oradan kafama nasıl sıkacaksın?” dedim. Cevap beklemeden henüz indirmediğim tabancamla iyice nişan almaya çalıştım ve tetiğe asıldım. Evet, kıza bir şey olursa vicdanım bu yükün altından kalkamazdı ama öbür kapılar da aynı çukura açılıyorsa düşünmenin gereği yoktu.

Avukat, “Ah!” diye bağırarak geriye fırladı. Tabancasını düşürmüş, silah yere çarpınca patlamıştı. Neyse ki mermi kimseye isabet etmedi. Şanslıydım, avukatı omzundan vurmayı başarmış, Gülay’a zarar vermemiştim. Hemen yerde yatan Zuhal’ın yarasına baktım. Ciddi bir şey yoktu. Herkes ucuz atlatmıştı.

Zühtü’yü arayıp olan biteni anlattım ve polis gelene kadar genç kızın hikâyesini dinlemeye koyuldum.

Gülay, Yiğit’le bir süre önce tanışmış, sözüm ona ilk görüşte âşık olmuştu. Yiğit tipik bir züppeydi fakat aşkın gözü kördü, kızımız bunu bir türlü görememişti. O vakitten sonra her şeyi boşlamış, aşkın büyüsüne bırakmıştı kendini. Zuhal oğlanla tanıştığında ne mal olduğunu hemen anlamıştı ama arkadaşını uyardığında azarlanan, kötü olan o olmuştu. Neydi? Arkadaşını kıskanıyor, mutlu olmasını istemiyordu. Gerçek arkadaşlar böyle zamanlarda belli olurdu ve Zuhal da gerçek bir dosttu. Israrla vazgeçmemiş, her seferinde Gülay’ı dikkatli olması konusunda uyarmıştı.

Bir süre sonra Gülay dostunun haklı olduğunu anlamıştı ama artık her şey için çok geçti. Yiğit çoktan genç kıza tecavüz etmiş, bununla da yetinmemiş, her türlü zorbalığı yaparak fuhşa zorlamıştı. Genç kız isyan ettiğinde avukatıyla tanıştırarak arkasının ne kadar güçlü olduğunu göstermişti. Asıl patron avukattı. Çağlar Buyruk bu işin kitabını yazmıştı resmen. Emniyetin üst kademelerinde bile müşterileri vardı ve fuhşa zorlanan tek kız Gülay değildi. Yiğit bir süre sonra kıza karşı merhamet mi dersiniz, sempati mi dersiniz, yoksa aşk mı, bazı duygular beslemeye başlamıştı. İşler o zaman karışmış. Ben olayın peşine düşünce hepten çığırından çıkmış. Avukat hayatına yeni bir sayfa açmaya karar verip Yiğit’i öldürmek için geldiğinde Gülay’ın orada olduğunu görmüş. Aralarında şiddetli bir tartışma yaşamışlar. Avukat bir taşla iki kuş vuracağını sanmış ama Yiğit genç kızı korumuş. O, kız için mücadele ederken hanım kızımız evden kaçarak soluğu ondan vazgeçmeyen dostunun yanında almış. Avukatın sahip olduğu imkânlar sayesinde kızı bulması zor olmamıştı tabii. Ben yanından ayrılır ayrılmaz yola koyulmuş.

Neyse ki ben vardım, tam vaktinde yetişmiştim. Playboy bozması hariç kimse ölmemişti.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

En Son Yazılar