Sevgili Önay Yılmaz, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Polisiye edebiyat ve gazetecilik dünyasında tanınan bir isim olmanızın yanı sıra, eserlerinizle hem gerçekliğe hem kurguya farklı bir bakış açısı sunuyorsunuz. Ancak sizi yeni tanıyacak okurlarımız için sohbetimize küçük bir tanışma sorusuyla başlamak isteriz. Önay Yılmaz kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Öncelikle bu başlangıç sorusu için teşekkür ediyorum. Kariyerimi gazetecilik üzerine yaptım. Üniversite sınavlarında mimarlıktan sonra bilinçli olarak seçtiğim bir meslekti. Mesleğe Hürriyet gazetesinde başladım. On yıllık bir Hürriyet deneyiminden sonra Star TV’ye geçtim. Televizyonculuk bana biraz şovmenlik gibi geldiği için yeniden Milliyet’te gazeteciliğe döndüm (Yanlış anlaşılmasın, televizyonda sürekli canlı yayına çıkarıldığım için bu beni aşırı strese sokmuştu) ve orada noktaladım. 28 yıl aktif gazetecilik yaptım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından üç kez yılın gazetecisi seçildim. Ve mesleki anlamda birçok ödül kazandım. Ama edebiyat her zaman vazgeçmediğim bir arkadaşım gibiydi. Zaten gazetecilik bir anlamda yazarlık gibidir. Haber oluştururken aslında bir öykü anlatıyorsunuz. Hele haberin odağında insan varsa bu başlı başına gerçek bir öykü oluyor. Siz isterseniz bunu romanlaştırabilirsiniz de…

Neyse gazetecilik yaparken ilk kitabım bir belgesel roman olan Nazilerle Beş Yıl’ı 2005 yılında yazdım. Bu kitabı yazmadan önce gazetede dizi yazı olarak hazırlamıştım. İlk kitabımla böylece tanışmış oldum ve sonra arkası geldi. İlk kitabımın yayınlandığı o günü asla unutamam. Bozcaada’da tatildeyken Remzi Kitabevi’nden aramışlar ve kitabımın basılacağı müjdesini vermişlerdi. O tatil katmerli bir mutluluk olmuştu benim için. Bugün on altı kitaba ulaştım. Kısaca Önay Yılmaz doğup büyüdüğü ve kariyerini yaptığı İstanbul’un özlemiyle Bodrum’da yaşayan bir gazeteci yazar.
Polisiye türüyle tanışmanız ne zaman ve nasıl oldu? Bu türde okumaya ve yazmaya sizi iten sebep neydi?
Ara ara okuduğum ama öyle çok ilgi duyduğum bir tür değildi polisiye. Siyasette ve toplumsal meselelerde aradığımı bulamayınca ve gazetecilikten yorgun düşünce daha keyifli okuma alanlarına yöneldim. Yani beni heyecanlandıran, odaklanmamı sağlayan, adrenalin seviyemi attıran kitap ve filmlere yöneldim. Polisiyeye daha fazla ilgi duyar oldum. Daha çok günümüz polisiyelerine ilgi duyuyorum. Amerikan, İngiliz, Fransız, İskandinav ülkelerinin polisiye yazarlarını daha sıklıkla okuyorum. Son birkaç yıldır az sayıda da olsa Japon ve Çin polisiyelerini okumaya başladım. Yerli polisiyeyi de takip etmeye çalışıyorum. Tabii sadece polisiye okumuyorum. Başka türde kitaplar da okuyorum. Hatta polisiye bugünlerde en az okuduğum türdür diyebilirim. Polisiye edebiyatta artış var ama nitelik eksik. O nedenle beni fazla etkileyen polisiye kitapları okumayı tercih ediyorum. Seçici davranıyorum kısacası.
Polisiye edebiyatın Türkiye’deki tarihi gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence Türkiye’deki gelişimi Avrupa ve Amerika’ya oranla çok zayıf kalmış. Kendini pek geliştirememiş ama bunun çeşitli nedenleri var elbette. Suç edebiyatı Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte gelişme göstermiş bir tür. Kırdan kente iş bulma umuduyla göçün başlaması suçu da doğurmuş. Cinayetler, hırsızlıklar, soygunlar sanayileşmeyle birlikte artış göstermiş. Kentin köye oranla büyüklüğü, birbirini tanımayan insanlardan oluşması, işsizlik, parasızlık vs. Tüm bunlar çok sayıda suçun kentlerde görülmesine neden olmuş. Bizde böyle bir sanayileşme olmadığı için suç türleri çeşitlilik göstermemiş. Köyden kente büyük oranda göç yaşanmamış. Sadece basit hırsızlıklar, kavgalar, az sayıda da olsa tecavüz gibi suçlar dışında suç oranı düşük kalmış. Cinayetler olmuş ama çetrefilli cinayetler hiçbir zaman olmamış. Katilin hemen bulunduğu, çabuk yakalandığı basit nedenlerle işlenen cinayetler. Yani bulmak için fazla çaba harcamayı gerektirmeyen cinayetler.
Kısaca eskiye baktığımızda önemli bir şey göremiyoruz. Polisiye yazan birkaç yazar dışında yazara rastlamıyoruz. Bazı yazarlar da kendi isimleriyle değil takma isimlerle polisiye yazmışlar. Bir anlamda Avrupalı yazarları taklit etmişler. Bakmışlar ki polisiye iyi gelir getiriyor, para kazanmak amacıyla onlar da bu türde kalem oynatmaya başlamışlar. Peyami Safa, Kemal Tahir ilk aklıma gelen isimler. Eksik olmasın Erol Üyepazarcı geçmiş dönem yerli polisiyeleri yeniden düzenleyerek bizlere kazandırıyor ama yine de dil, önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Ben şahsen o eski antika polisiyeleri pek okuyamıyorum. Belki dil sorunu tamamen giderilirse yani günümüz diline daha iyi uyarlanabilirse okuyabilirim. En azından sözlüklere bakmadan okumak isterim. Bu arada günümüz yazarlarının konusu geçmiş dönemde geçen polisiyeler yazmalarını biraz kolaycılık olarak görüyorum ve pek ilgimi çekmiyor. Özellikle Osmanlı polisiyelerini belki o dönemlerde neler olmuş diye sadece merak ederek okuyabilirim ama büyük bir keyif almıyorum. Bana göre önemli olan günümüz teknolojisinden yararlanarak polisiye yazmak. Hatta Agatha Christie polisiyeleri bile artık çağın gerisinde kaldı. Çünkü artık modern teknikler var, bunları takip etmek gerektiğini düşünüyorum.

Bize biraz Troçki Evi romanınızın konusundan bahseder misiniz?
Troçki Evi adada eski gayrimenkullerin nasıl el değiştirdiğini araştıran Rum asıllı mimar bir kadının öldürülmesiyle gelişen olayları konu alıyor. Sonra soruşturma derinleştikçe başka cinayetler de işleniyor. Bu cinayetlerin en büyük özelliği Troçki Evi’nde işlenmiş olması. Büyükada’da malum eski dönemlerde zengin azınlıklar yaşardı. Bu adayı yazlık olarak kullanıyorlardı. Ve bu zenginler burada muhteşem köşkler, evler yaptırmışlardı. Zaten Büyükada zenginliği temsil eden bir adaydı. Göz kamaştıran köşkleri, villaları, yalıları olan bir ada. Osmanlı’nın son dönemlerinde bazı güçlü paşalar, devrin ileri gelen bazı kişileri, bu azınlıkların evlerine, mallarına bir şekilde çökmüşler. Tabii bunu hiç kuşkusuz yasal kılıflara uydurarak yapmışlar ama perde arkasında büyük dümenler, büyük rüşvetler dönmüş, hatta cinayetler bile işlenmiş. Tabii bunlar sümenaltı edilmiş ve pek gün yüzüne çıkmamış. Hani şarkıdaki gibi aslında herkes ne olduğunu gayet iyi biliyormuş ama kimse sesini çıkarmamış. Daha doğrusu çıkaramamış. Roman böyle bir konuyu da içine alıyor ama farklı sonlanıyor.
Troçki Evi’nde tarihsel bir figür üzerinden polisiye bir kurgu yaratıyorsunuz. Bu gerçekten de çok cesur bir fikir. Bu fikir nasıl doğdu, yazma süreci nasıl gelişti?
Yazları Büyükada’da geçiriyordum bir dönem. Adada her yürüyüşe çıktığımda Troçki Evi’nin önünden geçiyordum. Zaten Rusya’daki Ekim devrimine karşı ilgim vardı. O dönemin figürlerini iyi tanıyordum. Troçki de elbette bunlardan biriydi. Ve Büyükada’da onun kaldığı evlerin yanından geçerken hep onu düşünüyordum. Burada yaşamış olması bana ilginç geliyordu. Troçki’nin Büyükada’da kaldığı yıllara dair çeşitli kitaplar okuyordum. O kitapları okurken sürekli empati yapıyordum. Kısaca ilgimi çeken bir tarihi figürdü. Öte yandan adada geçmişte yaşanan bazı olayları düşünüyordum. Bu evlerin gerçek sahipleri kimlerdi? Osmanlı bürokratları bu evleri nasıl ele geçirmişti? Kendi kazançlarıyla elde edebilecekleri yerler olmadığı kesindi. Sonra bazı yabancı kaynaklardan okumalar yaptım ve işin aslının bir tür çökme olduğunu kavradım. Sonuç olarak bu bilgileri polisiye bir kitapta toplamaya karar verdim. Troçki evleriyle geçmişteki tüm bu olayları harmanlayıp bir polisiye oluşturdum. Uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü yazamadığım bir konuydu. Yazdığım için çok mutluyum.
Troçki Evi’nde gerçek ile kurgu arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz? Ne kadar süre araştırma yaptınız?
Çok uzun zamandır araştırıyordum. Bu romanı kafamda bitirmiştim ama yazıya dönüştürmeye pek fırsatım olmadı. Araya başka kitaplar girdi. Belki de yeterince cesaretim yoktu. Gerçek tarihi figürler üstüne bir kurgu oturtmak her zaman risklidir. Ama eğer yaptığınız araştırmada bir sonuca vardıysanız ve eminseniz bu o kadar zor olmuyor. Adayı, insanını, yapısını, tarihini iyi biliyorum. Bunu bilince de gerçek ile kurguyu harmanlamak kolaylaşıyor.

Büyükada hem Troçki’nin sürgün yıllarına hem de İstanbul’un çok katmanlı tarihine ev sahipliği yapıyor. Romanınızda mekân olarak Büyükada’yı seçmenizin özel bir nedeni var mı? Bu tarihsel arka planı romana nasıl entegre ettiniz, polisiye atmosfer açısından nasıl bir katkı sağladı?
Ada polisiye için iyi bir mekân. Küçük köyler, ıssız yerler polisiye için her zaman ideal mekanları oluşturur. Çünkü bu küçük yerlerde fazla dağılmazsınız. Örneğin bir köyde, küçük bir kasabada katili yaratmak, bir şehirde yaratmaktan daha kolaydır. Olayı, karakterleri, mekânı toparlamak açısından küçük yerler yazara rahatlık ve kolaylık sağlar. Heybeliada Cinayetleri’nde bu rahatlığı gördüm. Zaten dikkat ederseniz ada polisiyeleri genelde çoktur. Özellikle İskandinav ve İngiliz polisiyelerinde adalarda geçen cinayet öykülerine çok rastlarız. Hele Büyükada gibi tarihi atmosferinin zenginliği dillere destan olan yerde geçen bir polisiye yazmak kadayıfın üstüne konan bir krema gibidir. Yeme de yanında yat yani…
Bazen yazmaya başlarız, karakterimiz zihnimizde oluşmaya başlamıştır fakat henüz gerekli olgunluğa ulaşmamıştır. Karakterlerin gelişimi çoğunlukla yazma sürecinde belirginleşir, tamamlanır. Bazen de başlarda bambaşka özelliklerinin olacağını düşündüğümüz bir karakter evrilerek öyle bir hale gelir ki yazar olarak biz bile bu evrime şaşırırız. Troçki Evi’nin başkahramanı Komiser Ömer Erdem epey dikkat çekici bir karakter. Onu yaratırken hangi içsel çatışmaları ve dışsal motivasyonları merkeze aldınız? Genelde karakterlerinizi oluştururken izlediğiniz bir yol var mıdır?
Genelde her romanda farklı karakterler kullanmayı tercih ediyorum. Aynı dedektifle yola devem etmek tembellik, kolaya kaçmak gibi geliyor bana. Ama sevilen ve okurun tuttuğu karakterlerle devam etmekte herhangi bir sakınca yok tabii. Eğer okur sevmişse ve onu istiyorsa yazabilirsiniz. Genelde polisiyede karakterler benim çok ilgimi çekmiyor. Daha çok işin kurgu ve konu kısmı beni ilgilendiriyor. Mümkün olduğu kadar özgün karakterlere yer vermeye çalışıyorum ama polisiyede bana göre aslolan konu ve kurgudur. Tabii buna ilginç karakterler de koyabilirseniz o zaman tadından yenmez elbette. Hiç özelliği olmayan bir dedektif karakteri beni hiç rahatsız etmez. Ben konuya ve kurguya bakarım genelde. Fransız yazar Grange konuları çok iyi bulan bir polisiyeci, bu yüzden benim ilgimi çekiyor. Sıradan konular ve cinayetler pek ilgimi çekmiyor. Eğer konu bana ilginç gelmiyorsa kurgu ve karakterlerin iyi olması beni cezbetmez. Mesela çok tutulan Behzat Ç. diye bir polisiye var. Oradaki karaktere can veren, popülerliğini sağlayan oyuncu Erdal Beşikçioğlu’dur. Adam başlı başına bu dizinin sevilmesini sağlayan bir oyunculuk sergiliyor. Yani izleyiciler polisiyeden çok onu izliyorlar. Polisiye kurgusu ve konusu oldukça zayıf ama Behzat Ç. karakteri başlı başına bir olay ve filmi cazip kılıyor. Zaten adı bile dikkat çekici, Behzat Ç. Soyadının Ç diye yazılması falan gayet iyi düşünülmüş. Başarılı bir tanıtımı var. Ancak kitabı okuyabileceğimi sanmıyorum. Filmlerden izleyebildiğim kadarıyla konu ve kurgu oldukça zayıf, sadece karakterlere yoğunlaşmış bir kitap. Filmdeki karakterin oyunculuğu kitaptaki Behzat Ç.’yi de çok aşmış durumda sanki. Ama çok da hakkını yemek istemem. Okumalıyım yine de… Komiser Ömer Erdem’e gelirsek çok iddialı biri değil. Adada yazları ailesiyle yaşamış bir karakter. Adayı iyi biliyor. Biraz burjuva bir polis. Aslında burjuva kökenden geliyor ama işini iyi yapan bir polis karakteri. Biraz da başına buyruk hareket etmeyi seviyor.
Troçki Evi başta olmak üzere tüm eserlerinizdeki karakterler arasında, sizin için en sürpriz gelişimi gösteren kim oldu?
Benim bir gazeteci karakterim var. O sağlam ve gelişen bir karakter. Troçki Evi’nde de birden sürpriz bir şekilde ortaya çıkıyor. Başlangıçtaki kitaplarımın karakteri olan gazeteci Ahmet Kerim. O iyi bir gazeteci ve polise çok yardımı dokunan birisi. Önceki kitaplarımda polisle işbirliği yaparak olayları çözüyor. Başkomiser Çetin Akın ve gazeteci Ahmet Kerim iyi bir ikili oluşturuyorlar. Onu Poseidon’un Laneti, Heybeliada Cinayetleri, Ölüm Deltası, Senin de Canın Yanacak, Günbatımı Cinayetleri’nde baş karakter olarak yazmıştım.
Gazeteci oluşunuzun polisiye yazarlığınıza etkisi nedir? Gerçek olaylardan besleniyor musunuz? Gazetecilikte olayları aktarırken nesnellik esastır, peki polisiye yazarken bu nesnellik yerini koruyor mu ya da yerini neye bırakıyor?
Çok büyük etkisi oldu diyebilirim. Daha önce de belirttiğim gibi gazeteci aslında bir öykü yazarıdır. Ama bu gerçek bir öykü tabii… Her şeyden besleniyorum. Gazetecilikten, mesleki birikimlerden, yaşadığım deneyimlerden, çevremden, olaylardan, gördüklerimden, seyrettiğim filmlerden, okuduklarımdan… Kısaca bir yazar her şeyden beslenmeli zaten. Ama aslolan hayal gücüdür. Sizin hayal gücünüz bütün beslendiklerinizle harmanlanıp sizi bir senteze ulaştırıyor ve sonuçta roman denilen o kutsal yazı türü ortaya çıkmış oluyor.
Yani sizin hayal dünyanızda yarattığınız bir gerçeklik bu. Bir hayali yazarak somutlaştırıyorsunuz. Yani bir anlamda ete kemiğe büründürüyorsunuz. Sonuçta her şey bir hayalle, bir düşünceyle başlamıyor mu? İnsanlar teknolojiyi nasıl geliştiriyorlar? Dün uzaya gitmek bir hayalken bugün yıldızlar arası yolculuktan söz ediliyor. Daha düne kadar birbirimizle telefonda yüz yüze konuşmak bir hayaldi. Olmaz dediğimiz şey ve şeyler bir bir gerçekleşti. Ve gerçekleşmekte. Yani her şey hayal etmekle başlar. Blaise Pascal ne demiş: “Her şeye hayal gücü karar verir.”
Gerçek suç dosyalarından esinlenerek yazdığınız karakterler oldu mu? Varsa hangileri?
Gerçek suç dosyalarından esinlenmemeye dikkat ediyorum tam tersine… Özgün, kendi hayal dünyamın yarattığı konuları yazmayı seviyorum. Ama farkında bile olmadan birçok şeyden etkileniyoruz elbette. Etkilenmiş olabilirim ama özellikle belirli bir suçtan veya suç dosyasından etkilenmedim. Bazen bazı suç dosyalarından hareket ederek bir polise yazayım diyorum ama gerçeği varken kurgusunu yapmayı canım istemiyor, vazgeçiyorum. Gazetecilikte de böyleydim. Herkesin peşinden koştuğu sıcak haberler pek ilgimi çekmezdi. Daha çok perde arkasındaki olaylarla yani haberin sıcak olmayan soğuk tarafıyla ilgilenirdim. Yazarlıkta da bu böyle. Ama iyi yazılabilirse tabii ki gerçek suç dosyalarından da esinlenilebilir. Esinlenmek bana her zaman biraz çalmak, yan cebe koymak gibi gelmiştir. Belki de o yüzden gerçek suç dosyalarına pek sıcak bakamıyorum. Gerçeklere bir tür ihanet etmek gibi geliyor bana.
Yazma rutininiz nasıl? Polisiye yazarken özel bir hazırlık süreci izliyor musunuz? Yazın yolculuğunuzda sizi en çok besleyen uğraşlar, alanlar ve tutkular nelerdir?
Önce her şey kafada bitiyor. Eğer konu sizi sarmışsa yine kafanızda, beyninizde gelişiyor. Sonra tamam ben bunu artık yazıya dökebilirim diyorsunuz. Bilgisayarın karşısına geçerek o kutsal klavyeyi parmaklarınızla tuşlamaya başlıyorsunuz. O an başladığınız andır ve artık bir süre sonra bitecektir. Tabii bu süre içerisinde devamlı odaklanıyorsunuz, yeni fikirler, yeni kelimeler, yeni cümleler, yeni kurgular beyninizde sürekli dolaşıp duruyor. Ve siz bazen onları unutmamak için sürekli not almak durumunda kalıyorsunuz. Hatta geceleri uyurken uyanıp aklıma takılan şeyleri yanımda bulundurduğum not defterime unutmamak için yazıyorum. Sancılı bir süreç başlıyor ama sonunda doğum bir şekilde gerçekleşiyor.
Alışmış olduğum masada yazmayı seviyorum. Eskiden her yerde yazıyordum ama artık konfora daha çok önem veriyorum. Işık iyi olmalı, koltuk rahat olmalı, bilgisayar ve klavye de öyle… Sessizlikte ve sabah saatlerinde yazmayı seviyorum. Ama nadir olsa da klasik müzik dinleyerek yazdığım oluyor. Chopin ve Mozart yazma ritüelinde beni yalnız bırakmayan favorim besteciler. Ve bana muhteşem eşlik ediyorlar. Eskiden sigara ve içki içerek müthiş yazardım, uçardım adeta. Ama artık sigara içmiyorum ve alkolü de azalttım. İşin ilginç tarafı bunlarsız yazı yazmaya da alıştım.
Sizce son yıllarda polisiye okurunun beklentileri değişti mi? Okur bizden ne bekliyor?
Hız çağında yaşıyoruz. Okur artık gereksiz detaylar, betimlemeler, tasvirler yerine daha hedefe giden heyecanlı, aksiyonu yüksek polisiyeleri seviyor. Ben konuyu dağıttığımı düşünenler tarafından çok eleştiri aldım. Çünkü hayat hızlı akıyor ve kimsenin artık fazladan bir şeye tahammülü yok, okurun da yok. Ama bunlar bana vız geliyor çünkü aman kitabım çok kişi tarafından okunsun, herkes beğensin diye dert edinen birisi değilim.
Ama okur aceleci, film izlediği için kitabı da film gibi okumak istiyor. Okur bunu bekliyor olabilir ama ben de okurdan sabırlı olmasını bekliyorum. Kitabımı almış almamış önemli değil. Onların istediği gibi bir yazar olmayı düşünmüyorum çünkü kitap okumanın da bir adabı vardır. Beğenmiyorsan git film seyret o zaman, ben sana film gibi kitap yazamam. Yazmak da istemem. Ancak çok ağır aksak da yazmamak, tempoyu fazla düşürmemek gerekiyor yine de… Ama her şey ölçülü olmalı… Nezaket her şeyden önemlidir. Müşteri ne isterse haklıdır, onlar bizim velinimetimizdir gibi esnaf düşüncesiyle kitap yazılmaz.
Troçki Evi’ni okuyanlardan gelen geri bildirimlerden bahsedelim. Sizce romanınız sevildi mi? Troçki Evi veya diğer romanlarınızla ilgili ilginç geri dönüşlerle karşılaşıyor musunuz?
Olumlu geri dönüşler alıyorum ama henüz kitabın hak ettiği ölçüde değil. Ben polisiye okurunun kalitesi, eğitim düzeyi konusunda yeterince bilgi sahibi değilim. Türkiye’deki polisiye okurunun eğitim seviyesi bakımından ortalama bir okur olduğunu tahmin ediyorum. Daha ileri düzeydekiler arasında da polisiyeseverler var ama sanırım onlar yerli polisiyeye fazla önyargılı bakıyorlar. Daha çok yabancı polisiye okumayı tercih ediyorlar.
Çok sık karşılaştığım tepkiler var. Örneğin “Kitabı okudum ve şaşırdım, bir yerli polisiye yazarından hiç beklemiyordum”, “Yerli polisiye yazarlarına karşı önyargılıydım ama bu kitabı okuyunca fikrim değişti” tarzında yazılarla sık karşılaşıyorum. Yani okur yerli polisiyeye ve yerli polisiye yazarına önyargılı hala ama bu değişecek ve de değişmekte sanırım. Ayrıca çok da yadırgamıyorum, hak bile veriyorum. Ben de öyleydim bir zamanlar yerli polisiyeye karşı. Ancak şimdilerde yerli yazarların başarılı eserlerini okuyunca benim de önyargım biraz kırıldı ama yeterli düzeyde değil. Kalitenin daha fazla artması lazım.
Özellikle Nazilerle Beş Yıl, Heybeliada Cinayetleri, Senin de Canın Yanacak, Matematik Cinayetleri, Av, Öğleden Sonra Cinayetleri en fazla olumlu geri dönüş aldığım kitaplar arasında.
Son yıllarda yayınevi ve editör seçiminin bir yazarın kariyerini ve eserinin algısını nasıl etkilediğine hem okur hem yazarlar olarak şahit oluyoruz. Sizin bu konuyla alakalı gözlemleriniz nelerdir? Troçki Evi özelinde bu süreç sizin için nasıl ilerledi?
Evet yayınevi ve editör çok önemli. Buna kesinlikle katılıyorum. Benim Matematik Cinayetleri kitabı çok tuttu örneğin. Editörlüğünü Dedektif Dergi’nin editörü ve yazarı Emel Aslan yaptı ve çok başarılı, titiz bir çalışma yaptı. Eğer o kitap ilk yazdığım haliyle çıksaydı komik duruma düşebilirdim. Matematik yazmak riskliydi. Emel birçok hatayı gördü ve düzeltti. Böylece onun matematikçi yanını da görmüş oldum ve bu beni çok mutlu etmişti. Dolayısıyla çok önemli buluyorum. Yazarlar eserlerini mutlaka iyi bir editörlük hizmetine tabi tutmalı. Yayınevine vermeden önce gerekirse cebinden para harcamalı ve o hizmeti almalı. Bu çok önemli çünkü yayınevlerinin başı kalabalık ve buna ayıracak çok zamanları yok. Editörlerin de yok. Troçki Evi’nde editörlük hizmeti aldım. Başka bir yayınevinde çıkacaktı kitap ama sonra ben onlarla anlaşamadım. Kitabı şimdiki yayınevine verdim. İlk verdiğim yayınevinde çok iyi editörler vardı ve onlar kitabı iyi bir şekle soktular. Sonra verdiğim yayınevinde de editörden geçti. Yani çifte bir editörlük hizmeti gördü. Bu benim için büyük bir şanstı.
Telifini düzenli ödeyen, yazarını öne çıkaran, iyi bir editörlük hizmeti sunan, kitabı iyi pazarlayan, kitabın arkasında duran yayınevleri bir hayal gibi görünse de var. Ama dört dörtlük yayınevi maalesef yok. Çünkü bunun da nedenleri var. Ülkemizde yazar menajer ilişkisi gelişmemiş. Bir yazar maalesef yayıneviyle muhatap olmak durumunda kalıyor. Oysa yazarın hakkını hukukunu menajerler korumalı, onlar yayıneviyle muhatap olmalı. Bu sistem Avrupa ve Amerika’da var. Türkiye’de de olmalı. Yani çarpık bir sistem var. Düzeltmek için de kimse kılını kıpırdatmıyor. İşte polisiye yazarları birlikleri, dernekleri bunlar için var olmalı. Asgari düzeyde de olsa yazarın hakkını arayabilmeli. Sadece polisiye edebiyat için değil tüm türler için olmalı bu. Benim çalıştığım Destek yayınevi iyi organize olmuş bir yayınevi. Yani birçok yayınevinin önüne geçmiş durumda. Hızlı ve kaliteli kitaplar basıyorlar ve profesyonel bir ekiple çalışıyorlar. Kitapları iyi pazarlıyorlar ve hiçbir fuarı da kaçırmıyorlar.
Polisiye edebiyatın hem yerli hem de yabancı sahnesinde birçok güçlü kalem var. Sizin okuma yolculuğunuzda iz bırakan, yazarlık sürecinize katkı sağlayan isimler hangileri oldu? Özellikle en beğendiğiniz yerli ya da yabancı polisiye yazarlar kimlerdir ve sizi hangi yönleriyle etkilediler?
Yerli polisiye yazarlarından ne yazık ki hiç esinlenmedim. Ama günümüz yerli yazarlarını yeni okumaya, keşfetmeye başladım. Ama haksızlık etmek istemem Osman Aysu, Celil Oker, Ahmet Ümit son dönem polisiye yazarlarının başını çeken ilk grubu oluşturuyor. Bu yazarlar da çok değerli eserler ürettiler ve hala üretmekteler. Celil Oker ne yazık ki erken veda etti ve polisiye edebiyat için büyük kayıp oldu. Şimdilerde Gencoy Sümer’i beğeniyorum. İyi bir polisiye yazarı olduğu kadar iyi bir polisiye edebiyat uzmanı kendisi. Rahat okunan yazarları seviyorum. Onun dışında da yetenekli, iyi yazan polisiye yazarı birçok arkadaşımız var. Ama bir o kadar da keşke yazmasalar dediğim kişiler de var. Onların isimleri bende saklı kalsın. Belki bir gün açıklarım ve onları üzerim. Ama bu kolay bir iş değil elbette. Kimseyi üzmek isteyen biri değilimdir. O nedenle hemen vazgeçtim bile.
Daha çok yabancı yazarlar beni etkiledi. Özellikle de gazeteci kökenli yazarlar. Hem iyi satıyorlar hem iyi yazıyorlar. Polisiye yazmamda en önemli yazar Henning Mankell oldu. Bütün kitaplarını okudum. Ne yazık ki o da erken ayrıldı aramızdan. Ayrıca severek okuduğum günümüz yazarlarından Jean-Christophe Grange, Michael Connelly, Simon Beckett’i sayabilirim. Bunlar hepsi gazeteci kökenli yazarlar. Daha birkaç isim var ama şimdi aklıma gelmedi. Grange bana daha uygun bir yazar. Konularını ilginç buluyorum. Son kitaplarında çok fazla gereksiz detaylara yer vermesi biraz canımı sıkıyor ve okumakta zorlanıyorum ama yine de ilginç konuları için takip ediyorum. Beckett da ilginç bir yazar. İnsan anatomisi konusunda çok iyi. Kemiklerin Şifresi müthiş bir kitaptı. Connnelly zaten malum.
Polisiye film ve dizi izler misiniz?
Mümkün olduğu kadar çok izliyorum. Özellikle İngiliz, İskandinav ve Amerikan polisiyeleri ilgimi çekiyor. İskandinav polisiyelerini başarılı buluyorum. İşlerini oldukça ciddi yapıyorlar. Polisiye film ve dizi izlemeyi kitap okumaya oranla daha fazla tercih ediyorum. Bu yaz fazla polisiye kitap da okuyamadım. Daha çok yazmakla uğraştım. Genelde çok fazla polisiye okumuyorum zaten, seçici davranıyorum. Sarı Yüz adlı bir kitap okudum. Kitap fena değildi ama çok fazla reklamı yapılmıştı. Yani tanıtımı çok üst düzeydeydi. Ancak o kadar reklama karşın beklentilere cevap veren bir kitap değildi. Ayrıca gerçekçi gelmedi bana, abartılıydı.
Troçki Evi’nden sonra şimdi sırada ne var? Yeni hedefleriniz, tasarımlarınız veya yepyeni uğraşlarınız var mı?
Polisiyeyle ilgisi olmayan bilim kurgu ağırlıklı distopik bir roman yazdım ama cesaret de edemiyorum yayınlatmaya. Bakalım zaman ne gösterecek. Bu arada yeni bir polisiyeye başladım ve epey de ilerledim. Zaten şu anda onu yazmaya odaklanmış durumdayım. 2026’da piyasaya çıkmasını planlıyorum. Aslında hedefler, planlar, tasarılar her zaman var ama önemli olan bunlara yetişebilecek enerjiyi bulabilmek. Yapabildiğim kadar yapmaya çalışacağım. Çünkü başka türlüsü mümkün değil. Aslında seyahatlere daha fazla yer vermek istiyorum ama evdeki keyfi de başka hiçbir yerde bulamadığım için bir yerlere gitmek fikri bana pek cazip gelmiyor nedense. Evcil biriyim ve kendi dünyamda keyfim yerinde. En azından Yunan adalarına seyahat etmek ve orada doyasıya deniz ürünleri yemek ve uzo içmek fikri beni cezbetmiyor değil.
Son olarak, polisiye yazmak isteyen genç yazarlara ne önerirsiniz?
Genç yazarlara demeyelim de yazmaya hevesli gençler diyelim. Çünkü genç yazarlık biraz görece bir kavram. Bence genç yazarlık 40 yaşında başlar. Çünkü yazma eylemi olgunlaşma, birikim ve hayat deneyimi gerektirir. Daha genç yaşta yazanlar yani 30 yaşın altındakiler ancak kendi yaş grubuna hitap eden şeyler yazabilirler. Çünkü fazla deneyimleri olmadığı için verebilecekleri, yazabilecekleri şeyler de sınırlıdır. Gençler öncelikle bol bol okumalı ve öykü denemeleri yapmalı. Böylece yazma konusunda kendilerini sürekli geliştirmeli. Günlük, haftalık, hatta aylık tutabilmeliler. Roman daha ileri yaşlarda yazılır. Çünkü roman derinlik gerektirir. Bence gençler önce meslek sahibi olmalı. Enerjilerini meslek sahibi olmaya harcamalı. Yazarlık bir meslek değildir. Yazma eylemi her zaman olabilen bir şeydir. Meslekleri onları deneyim ve birikim sahibi yapacaktır. O zaman konu bulmakta, karakter yaratmakta daha az zorlanacaklardır. Bizim ülkemizde yazarlık meslek olarak seçilirse aç ve açıkta kalacakları kesin. Eğer aileden zenginseler yazar olmalarında ya da yazarlığı meslek olarak görmelerinde bir sakınca yok bence, Orhan Pamuk gibi…
Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederiz. Dedektif Dergi ailesi olarak başarılarınızın devamını dileriz.
Destanımsı bir söyleşi oldu sanırım. Ben de size ve Dedektif Dergi’ye bana bu imkânı tanıdığınız için çok teşekkür ederim.


