Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

Taştan Parmak

Diğer Yazılar

Türkçeye Çeviren: Benan ERES

Taştan Parmak 1

Gilberth Keith Chesterton (1874-1936) bir ilahiyatçı (teolog), eleştirmen ve gazeteci olmasının yanı sıra on parmağında on marifet bir isimdir. Yarattığı kurgusal dedektif karakterinin başarısı günümüzde diğer meziyetlerinden daha öne çıkmaktadır. Katolik mezhebine geçmiş ve bazı destekçileri onu azizlik mertebesine aday göstermiş olduğundan, zamanında anti-semitik olup olmadığıyla ilgili ateşli tartışmalar yaşanmıştır.

Polisiye yazın tarihindeki önemiyse tartışılamaz. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Peder Brown’un, Britanyalı dedektifler kulvarında tek bir rakibi vardı; o da Sherlock Holmes’tü. Ancak kaderi, yüz yıldan daha kısa bir süre içerisinde düşük kalibreli bir gündüz kuşağı televizyon dizisi kahramanına dönüşmek oldu. Chesterton’ın polisiye yazını üzerindeki etkileri, 1930 yılında Anthony Berkeley’in onu Polisiye Kulübü’ne başkanlık etmek üzere davet etmesiyle belirginleşti. Yürüyüş yapmaktan büyük keyif alırdı. Yorkshire çayırlarında Peder O’Connor isimli bir rahiple birlikte yaptığı gezintiler, Peder Brown karakterini yaratmasına vesile oldu. “Taştan Parmak” hikâyesinin temeli de yine Fransa’da üç arkadaşın yaptığı bir yürüyüşe dayanıyor.

***

Yürüyüşe çıkmış üç genç adam Fransa’nın güneyindeki küçük Carillon kasabasının hemen dışında durdu. Burası turistik rehber kitapçıklarında, şimdi bir üniversiteye ev sahipliği yapan ve Boyg’un mücadelesine sahne olan eski güzel bir Bizans manastırıyla meşhur olarak tanıtılıyordu. Okurların Boyg ismini duyunca heyecanlanmaları gayet anlaşılabilir, çünkü muhtemelen birçok gazete ve kitapta bu isme rastlamışlardır. Boyg ile İncil, düzenli aralıklarla dini konferanslar aracılığıyla uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Boyg, kundakta başlayıp neredeyse tımarhanede sonlanan uzun psikolojik hikâyelerin sayısız kahramanının zihinlerini genişletmiş, biraz da allak bullak etmiştir. Gazeteciler, Galileo gibi öncülere reva görülen muameleyi ona gösterir, yineledikleri atıflarını hızlıca yazarlarken bir başka örnek vermeleri gerekirse kısaca duraklar ve cümlelerini ya Bruno ya da Boyg’la toparlarlar. Ancak ılımlı Ortodokslar da aynı derecede büyülenir ve bir taraftan Boyg’un keşiflerinden sonra Homoousian (İsa ve tanrının aynı özden olduğu kabulü) ya da insan bilinci öğretisinin, daha önce her neredeyse, artık aynı yerde durmadığını söylerken diğer taraftan da bir bilinmezcilik (agnostisizm) parıltısı hissederler. Boyg’un büyük bir kâşif olduğunu söylemeye lüzum yok –ki kamuoyunda tam da böyle tanınıyor. Ne keşfettiğini söylemeye gerek de yok; zira hiçbir zaman kamuoyu buna en ufak bir ilgi göstermeyecektir. Keşifleri kabaca, fosiller ya da taşlaşma için gereken uzun süreçler hakkındaydı ve genellikle dine düşman olduğu varsayılan, anarşik ya da anonim evrimsel güçleri ima ederdi. Ancak yaşarken yaptığı hiçbir keşif, gazetecilik açısından bakıldığında, öldüğünde onun hakkında keşfedilenlerden daha sansasyonel değildir. İşte bizi de ilgilendiren, bu daha özel ve kişisel olan mesele.

Üç turist, bir saatliğine birbirlerinden ayrılıp daha sonra karşıdaki kafede bir öğlen atıştırması için buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Üçünün bu bağımsız vakti harcamaya ve keyfini çıkarmaya karar verdiklerinde yaptıkları tercihler, kişiliklerinin birer özetini sunmak için yeterli olacaktır. Arthur Armitage, sahip olduğu büyük serveti sürekli ve adanmış bir şekilde kendini kültürel olarak geliştirmeye harcayan kara ve vakur bir gençti. Özellikle sanat ve mimariyle ilgiliydi ve azimli karga burnu çoktan Bizans manastırına yönelmişti bile. Yanındaki adamsa kendisi bir sanatçı olsa da sanata karşı benzer bir heves sergilemiyordu. Zamanının çoğunu şiirle çarçur eden bir ressamdı. Ancak daima dehaların peşine düşen Armitage, bir anlamda her iki alanda da onun hamiliğine soyunmuştu. Bu sanatçının adı Gabriel Gale idi. Uzun boylu, gevşek –daha ziyade kayıtsız– sarı saçlı bir adamdı. Ama bir hami için himayesine alması oldukça zor biriydi.

Genellikle dalgın bir tavırla canı ne istiyorsa onu yapardı ve çoğunlukla da istediği, hiçbir şey yapmamaktı. Bu sefer öncelikle kafeye doğru hüzünle yönelmiş, bir iki kadeh şarabı içtikten sonra kasabanın içine değil dışına doğru seğirtmişti. Birbirinin peşi sıra yuvarlanan bulutlara gözlerini devirerek bakmaya ve bir başkasına rastlayana kadar kendi kendine konuşmaya devam etti. Hemen altındaki dik eğime konumlanmış bir stüdyonun cam çatısı ayaklarının ucunda belirmişti. Burası bir ressam stüdyosuydu. Stüdyonun sahibiyle olan atışmaları, gerçekçi sanatın geleceğiyle ilgili bir tartışmayla neyse ki sona erdi. Öğlen kayıntısı için geri döndüğünde, tuhaf ve tarihi Carillon kasabasıyla olan tanışıklığı sadece bu kadardı.

Üçüncü adamın adı ise Garth’di. Diğer ikisinden daha kısa boylu, daha çirkin ve biraz daha yaşlıcaydı. Buna rağmen ince, sivri suratının ortasına kondurulmuş daha canlı bakışlara sahipti. Hızlı adımlar atıyordu ve hayat bilgisi konusunda diğer ikisi onun sorumluluğundaki birer bebek gibi kalıyordu. Daha temel bilimsel araştırmaları hobi edinmiş oldukça yetkin bir pratisyen hekimdi ve onun için tüm kasaba, üniversite ve stüdyo, manastır ve kafe sadece ve sadece hepsinin tepesindeki Boyg’un dehasının mabediydiler. Ancak bu sefer pratik içgüdüsü Doktor Garth’i doğru yönlendirmişti. Keşfettikleri, antika meraklısının Roma stili kemerlerde ya da şairin yuvarlanan bulutlarda bulduklarından çok daha sarsıcıydı. Ve hikâyemiz, onun öğle yemeği öncesinde yaşadığı bu tek bir saatlik macerayla ilgili.

Kafenin masaları, arasından biraz önce henüz yürümüş oldukları yolun parıltısının seçilebildiği, duvarı bölen eski yuvarlak geçidin karşısındaki bir sıra ağacın altındaki kaldırıma dizilmişti. Ancak kasabayı çevreleyen dik tepeler öyle yüksektiler ki kasaba duvarını aşıp orada burada kümelenmiş kaktüsler dışında çıplak ve düz kayadan bir başka duvar oluşturuyorlardı. Bu dik eğimli ıssız kayalık üzerinde, sığ ve taşlık küçük bir dere yatağının dışında tek bir çatlak bulunmuyordu. Aşağılara doğru, derenin vadi tabanına ulaştığı yerde eski manastırın bazilikasının kara kubbeleri yükseliyor ve tuhaf, kaba saba bir taş merdiven oradan su hattı boyunca tepeye doğru ilerliyor ve yine taştan yapılmış bir kulübeden hâllice, küçük ve ücra bir binaya ulaşınca sonlanıyordu. Gale’in bilinçsiz gezintisi sırasında denk geldiği stüdyonun parlak cam çatısının biraz yukarısındaki bu yer, küçük kasabanın ardında yükselen ıssız kayalıkta insana ait son izdi.

Doktor Garth hızla yaklaşıp biraz ani bir şekilde oturduğunda Armitage ve Gale masada çoktan yerlerini almışlardı.

“Dostlar, haberleri duydunuz mu?” diye sordu.

Biraz sert konuşuyordu, çünkü antika meraklısıyla ressamın içine dalmış oldukları hülyalı ve gerçeklerden uzak merak ve meselelerden belli belirsiz bir rahatsızlık duymuştu. O sırada Armitage şöyle diyordu:

“Evet, sanırım bugün, hakiki orta çağın en eski heykellerinden bazılarını gördüm. Üstelik bunlar bazı Bizans yapıtları gibi kaskatı değillerdi. Genellikle gotik mimaride görebileceğiniz gerçek grotesk bir dokunuş vardı.”

“Sanırım ben de bugün modern çağın en yeni heykellerinden bazılarını gördüm,” diye yanıtladı Gale. “Ve onları orta çağa ait sandım. Demek ki o stüdyodaki gerçek grotesk dokunuş biraz fazla kaçmış.”

“Haberleri duydunuz mu diyorum?” diye üsteledi Doktor. “Boyg ölmüş.”

Gale, gotik mimari hakkındaki cümlesinin ortasında durdu ve ciddiyet ve saygıyla şöyle dedi:

“Huzur içinde yatsın da… Boyg kimdi?”

“Ciddi misin ya?” diye yanıtladı Doktor. “Boyg’u duymayan bir insan evladı yoktur sanıyordum.”

“Eh, sen de Paradou’nun adını hiç duymamışsındır,” diye cevapladı Gale. “Hepimiz kendi öğrenim ve derecelerimiz ölçüsünde, kendi küçük evrenciklerimizde yaşıyoruz. Muhtemelen en ileri seviyedeki heykeltıraşı ya da belki son lakros ustasını ya da satranç şampiyonunu bilmiyorsundur.”

Bu ikisinin farkı şuydu; Gale kendi düşünce silsilesi sonlanır sonlanmaz soyut bir mevzuda havadan konuşmaya girişirken Armitage, ortada daha acil bir şeylerin bulunduğunun fark ederek kendiliğinden sessizliğe gömülürdü. Yine de farkında olmadan notlarına göz attı; ilerici heykeltıraşın ismine geldiğinde başını kaldırdı.

“Paradou da kim?” diye sordu.

“Neden sordun? Bu sabah konuştuğum adam,” dedi Gale. “Heykel anlayışı herkes için fazlasıyla ilerici. Kendisi hakkında anlattıklarının sonu yok; benden daha fazla konuşuyor, pek de güzel konuşuyor. Üstelik düşünüyor da; heykeltıraşlık dışında her şeyi yapabilecek kabiliyette bence. Sanatına gelince, kendi teorileri kendi önünde engel oluyor. Ona da söylediğim gibi, bu yeni gerçekçilik mefhumu…”

“Belki de gerçekçiliği bir kenara bırakıp gerçeğin kendisiyle ilgilenmeliyiz,” dedi Garth sertçe. “Size Boyg ölmüş diyorum. Üstelik en kötüsü bu değil.”

Armitage, şair dostunun kayıtsızlığına benzer bir edayla notlarına baktı. “Yanlış hatırlamıyorsam, Profesör Boyg’un keşfi fosillerle ilgiliydi.”

“Profesör Boyg’un keşfi, fosilleşmeden farklı olarak taşlaşma için gerekli zamanın çok daha uzun olmasıyla ilgiliydi,” diye yanıtladı Doktor. “Böylece biyolojik kökenleri, doğal seçilim hipotezi için gerekli kronolojiye imkân veren bir tarihsel döneme kadar geriletti. Sizin için şimdi araya girip ‘aman ne mühim şey’ diye laf sıkıştırmak eğlenceli olabilir ama sizi temin ederim ki konunun uzmanı bilim dünyası bu keşfi hayret ve takdirle karşılamıştı.”

“Gerçekten de taşlaşmayacağını duyunca taş kesmiş olmalılar,” diye belirtti Şair.

“Şu anda senin küstahlığınla uğraşacak zamanım yok,” dedi Garth. “Korkunç bir olayla uğraşıyorum.”

Armitage müşfik bir oturum başkanı edasıyla araya girdi. “Cidden, Garth’in konuşmasına izin vermeliyiz. Hadi Doktor, konu ne? En başından başla.”

“Pekâlâ,” dedi Doktor, ahenksiz konuşma tarzıyla. “En başından başlıyorum. Buraya Boyg’un kendisine yazılmış bir tanıtım mektubunu cebime koyup gelmiştim. Özellikle de cömert beyefendinin kasabaya kazandırdığı jeoloji müzesini görmek istediğimden ilk olarak oraya gittim. Boyg müzesini tüm camları kırılmış şekilde buldum. Nümayişi çıkaranların fırlattığı taşlar da müze camekânlarının çok yakınlarında yerde dağılmış hâldeydiler. Camekânlardan biri paramparça olmuştu.”

“Jeoloji müzesine yapılan bağışlardır şüphesiz,” diye yorum yaptı Gale. “Cömert bir müdavim oradan geçiyormuş ve değerli bir sergiyi camdan görünür hâle getirmek istemiş. Bilim dünyası dediğin mecrada bunun yapılmaması için bir neden göremiyorum. Biliyorum ki sanat dünyasında çokça olur. Paradou’nun büst ve bas rölyefleri halka doğru fırlatılmış olağanüstü taşlardır ve…”

“Paradou’nun canı… cenneti boylasın diyelim mi?” dedi Garth, anlaşılır bir sabırsızlıkla. “Senin fikir ya da akımlarının dışındaki şeylerin de gerçekten var olduğunu anlaman için ne yapmak gerek acaba? Sadece jeoloji müzesi değil; her yer aynı durumdaydı. Sonradan oval bir tabelayla süslemiş oldukları Boyg’un ilk yaşadığı evin önünden geçtim. Tabela çamurla kaplanmıştı. Daha yeni heykelini diktikleri pazar yerine de gittim. Etrafı hâlâ, öğrencileri ve takdir edenleri tarafından yerleştirilmiş çelenklerle çevriliydi ama heykel bir boğuşma olmuşçasına parçalanmıştı; belli ki taşa tutulmuş, elinin bir parçası kırılıp düşmüştü.”

“Şüphesiz Paradou’nun heykeli,” diye gözlemde bulundu Gale. “Boşuna değil şunu bunu fırlatmışlar üzerine.”

“Sanmam,” diye yanıtladı Doktor aynı sert tonda. “Paradou’nun değil, Boyg’un heykeli olduğu içindir. Müze ve tabelayla aynı meseleden. Konu hakkında burada Fransız Devrimi’ne benzer bir şeyler olmuş; Fransızlar böyledirler. Renan’ın doğduğu Breton köyünde, heykelinin dikilmesine karşı çıkan ayaklanmayı hatırlayın. Biliyorsunuzdur sanırım; Boyg doğma büyüme Norveçliydi. Buraya sadece araştırmaları için en iyi arazi koşullarını sunan jeolojik yapısı ve akıntının mineral özellikleri için yerleşmişti. Teorilerinde genel olarak tepki sürelerinin uyumlu olmasının yanında, öyle görünüyor ki, yılanları tek bir göz kırpmayla kafadan bacaklı deniz yumuşakçalarına çeviren kutsal bir dere olduğuna dair yerel barbar bir batıl inanca da denk gelmiş. Bu yaygın bir söylence ki aynısı Whitby’de St. Hilda hakkında da söylenmişti. Ancak burayı oldukça sıcak kılan kendine özgü bir takım koşullar söz konusu. İlahiyat öğrencileri tıp öğrencileriyle kapışırlar, biri Roma, diğeri ‘akıl’ için. Dediklerine göre orada tepenin üzerindeki keşiş kulübesinde Keşiş Pierre emsali kudurmuş bir deli yaşar ve zaman zaman dışarı çıkıp kollarını sallayarak ortalığı ateşe verirmiş.”

“Bunun hakkında bir şeyler duymuştum,” diye belirtti Armitage. “Bana manastırı gezdiren rahip, sanırım oranın baş görevlisiydi… Neyse, pek bilgili ve belagatli bir beyefendi… Neredeyse daha şimdiden aziz ilan edilmiş olan kutsal bir adamdan bahsetti.”

“İnsanın şimdiden inanç şehidi olmasını dileyesi geliyor; ancak şehitlik, varsa eğer öyle bir şey, ona kalmamış,” dedi Garth kasvetli biçimde. “İzin verin de hikâyemi sırasına göre anlatayım. Profesör Boyg’un hemen köşede bulunan evini bulmak üzere pazar yerini geçtim. Kepenkleri açıktı ve yaşlı bir hizmetkâr dışında kimsecikler yoktu. Başlangıçta bana bir açıklama yapmayı reddetti. Aslına bakarsanız her iki taraf açısından da bir yabancıya herhangi bir şey anlatma konusunda kaba bir isteksizlik söz konusuydu. Fakat referans mektubumun doğasını açık etmeyi başardığımda sonunda pes etti ve efendisinin öldüğünü söyledi.”

Bir duraklamanın ardından nihayet Gale etkilenmiş gibi sordu:

“Mezarı neredeymiş peki? Hikâyen gerçekten oldukça tuhaf ve dramatik, belli mezarına kadar gidiyor. Hac ziyaretin, Napolyon’unki gibi mermer ve altından ihtişamlı bir abide bulmanla ve hatta mezarın da tecavüze uğramış olduğunu fark etmenle sonlanıyor olmalı.”

Garth, “Bir mezarı yok,” diye yanıtladı. “Ancak birçok anıtı olacak. Bugün kendi kasabasında hakarete uğramış olan bu zatın, her kasabada bir heykelinin dikildiği günü görmeyi umarım.”

“Neden bir mezarı yok?” diye sordu Armitage.

Doktor, “Bedeni bulunamamış,” diye yanıtladı. “Hiçbir yerde izine rastlanmamış.”

“O hâlde öldüğünü nereden biliyorsun?” diye sordu öteki.

Kısa bir sessizliğin ardından Doktor, öncekinden daha tok ve kuvvetli bir sesle devam etti:

“Öncelikle nedenine gelirsek, ölüm nedeninin cinayet olduğuna neredeyse eminim.”

Armitage defterini kapadı ama başını kaldırmadan masaya bakmaya devam etti. “Hikâyene devam et,” dedi.

“Boyg’un yaşlı hizmetçisi,” diye devam etti Doktor “Tuhaf, sessiz, sarı suratlı yaşlı ucube sonunda bana, Boyg’un bir asistanı olduğunu söylemeye ikna oldu. Sanıyorum o asistanı oldukça kıskanıyordu. Asistan, profesörün bilimsel konularda yardımcısı ve sağ kolu, Bertrand adında, kendisi de pek yetenekli, o büyük adamın güvenine fazlasıyla layık ve davasına şiddetle bağlı biri. Boyg’un çalışmasını sonuna kadar sürdürmeye devam ediyor ve onun ölümü ya da ortadan kaybolması hakkında bilinebilecek azıcık şeyi de o biliyor. Onun izini sürüp hemen kasabanın ötesindeki tepenin eteğinde, Boyg’un kitapları ve aletleriyle dolu küçük evde bulduğumda, bu sinsi ve esrarengiz durumun doğasını sezmeye başladım. Bertrand sessiz bir adam olsa da asistanlar arasında yaygın olan kabul edilebilir bir kibre sahip. Bazen büyük keşfin neredeyse ustası kadar ona da ait olduğu fantezisi içinde olduğu hissedilebiliyor. Ama bunun bir zararı yok çünkü bu sadece ustasının şöhreti uğruna, sanki kendisininmiş gibi sahiplenerek mücadele etmesini sağlıyor. Aslına bakarsanız sadece keşif hakkında kaygılı değil; daha doğrusu sadece o keşif hakkında kaygılanmıyor. Başka bir keşfin peşinde olduğunu anlamak için bu sessiz genç adamın parlak, kapkara gözlerine ve arzulu yüzüne çok uzun bakmama gerek kalmadı. O artık sadece bir araştırma asistanı ya da öğrenci değil. Eğer fena hâlde yanılmıyorsam amatör bir dedektif rolüne soyunmuş.

“Sanatsal eğitiminiz, dostlarım, bir şairi hatta bir heykeltıraşı keşfetmek için harika bir araç olabilir. Ama bir katili keşfetmek için bilimsel eğitimin daha uygun olduğunu düşündüğümden dolayı beni bağışlayın. Bertrand ustalıkla işe koyulmuş. Size şimdiye kadar bulduklarını kısaca özetleyebilirim: Boyg, Bertrand tarafından en son suyolu boyunca yamacı inerken görülmüş; şu Gale’in ahbabı olan heykeltıraşın stüdyosunda her sabah yaptığı gibi geçirdiği bir saatin ardından dönüş yolundaymış. Burada, mantıksal yöntemin gerektirmesinden ziyade, mantıksal yöntem hatırına diyebilirim ki heykeltıraşın Boyg’la hiçbir anlaşmazlığı bulunmuyormuş. Aksine, kendisini ilerici ve devrimci bir karakter olarak takdir edermiş.”

“Biliyorum,” dedi Gale, birdenbire aklını başına toplamış gibi görünüyordu. “Paradou gerçekçi sanatın, bilimin çağdaş enerjisi üzerine kurulmuş olması gerektiğini söylüyor. Fakat buradaki yanılgı…”

“Sen teorilerine çekilmeden önce gerçeklerle olan işimizi bitirmeme izin ver,” dedi Doktor sertçe. “Bertrand, Boyg’un bir sigara molası için çıplak yamaçta yere çöktüğünü görmüş; buradan bakınca da yamacın ne kadar çıplak olduğunu görebiliyorsunuz. Üzerinde saatlerce yürüyen biri bile tavanda sürünen bir sinek gibi görünür olacaktır. Bertrand laboratuvarda yaşanan bir kriz nedeniyle çağırıldığını, tekrar dönüp baktığındaysa ustasını yamaçta göremediğini ve o günden sonra da bir daha görmediğini söylüyor.”

“Tepenin eteği ve keşiş kulübesine çıkan merdivenlerin sonunda, kasabanın hemen kenarında büyük manastır binaları bulunuyor. Bu tarafta karşılaştığınız ilk şey geniş, dörtgen revaklı avlu. Avlu da papaz okulu öğrencileriyle müdavimlerinin odaları ya da hücreleriyle çevrili. Karşılıklı verilen siyasi ödünlerle, kurumun bu tarafının ilahiyatçılara ayrılırken, hemen ardındaki bilimsel ve diğer tür okulların nasıl tamamen seküler kaldığının hikâyesiyle sizi sıkmayacağım. Ama aklınıza şu gerçeği yerleştirmeniz önemli: Manastır bölümü hemen kasabanın kıyısındayken diğer bölüm, manastırla kasabanın içi arasında, tabiri caizse bir duvar oluşturuyor. Boyg, canlı ya da ölü, ona karşı dünyada her şeyden çok büyük bir ilgi besleyen kalabalıklara görünmeden bu seküler bariyeri geçmiş olamaz. Ortalık tamamen bir velvele içindeymiş. Hem aleyhine hem de lehine gösteriler varmış. Yamaçta ona bir şey olmuş olmalı ya da en azından iç bariyere ulaşmadan önce başına bir şey gelmiş. Amatör dedektif dostum yamacı ya da konuyla ilgili önemli bir kesimini incelemeye girişmiş. Müthiş bir girişim hem de, sanki mikroskop kullanılarak yapılmış. Yakından incelendiğinde taşlık arazinin çoğunlukla buradan görüldüğü gibi olduğunu tespit etmiş. Ne mağara, ne bir çukur, ne bir yarık hatta bir çatlak bile yok. Millerce uzunlukta çıplak taştan oluşuyor. Şu birkaç tutam kaynanadilinin ardında bir fare bile saklanamaz. Gizlenecek bir yer keşfedememiş ancak buna rağmen bir ipucu bulmuş. O ipucu solmuş bir kâğıt parçasından fazlası değil. Derenin sığ yatağında iyice ıslanmış ama üzerinde belli belirsiz ustanın el yazısıyla döktürülmüş kelimeler seçilebiliyor. Bir cümlenin parçası olmalı: ‘Bilmen gereken bir şeyi açıklamak için yarın sana uğrayacağım.

“Dostum Bertrand oturup bu cümle parçasına kafa yormuş. Mektup suyun içindeymiş. Bu demek oluyor ki derenin yukarıya doğru akmayacağına dair oldukça bilimsel bir akıl yürütmeye göre kasabanın içinden atılmamış. Bulunduğu yerden daha yüksekte ise sadece heykeltıraşın stüdyosu ve keşiş kulübesi var. Ancak Boyg zaten stüdyosuna her sabah gittiğinden, uyarıyı heykeltıraşa yazmış olamaz. Uğrayacağı kişi keşişti ve ona ne söyleyeceğine dair bir tahminde pekâlâ bulunulabilir. Bertrand, Boyg’un taze bulunmuş hakikatler ve önceki sonucu tasdik eden bulgularla büyük keşfini ezici bir bütünlüğe kavuşturmuş olduğunu herkesten daha iyi biliyordu ve öyle görülüyor ki bunları en fanatik karşıtına açıklamaya, mücadeleden vazgeçmesi için uyarmaya gitmiş olmalıydı.”

Gözünü gökyüzündeki bir kuşa dikmiş olan Gale aniden araya girdi.

“Boyg’a yapılan bu saldırıların içinde kişiliğine karşı yapılmış olan var mı?”

“Bu kaçıklar bile ona saldıramazlardı,” diye yanıtladı Garth hararetle. “Türünün en iyisinden bir İskandinav’dı o; bir çocuk kadar yalın ve inanıyorum ki bir o kadar da masumdu. Ama ondan tüm bu nedenlerle nefret ediyorlardı ve nefretlerinin soruşturmamızın ufkunda belirmeye başladığını siz de seçebilirsiniz. Zafer saatinde hakikati anlatmaya gitti ve bir daha gün ışığını göremedi.”

Armitage’ın bakışları uzaklara, zirveye giden yolun yarısındaki tecrit hücresine sabitlenmişti. “Ciddi olamazsın,” dedi. “Bir azizmiş gibi andıkları adamın, dostumun dostu olan başrahibin bir katil olduğunu söylüyor olamazsın.”

“Başrahip dostunla Roma stili heykellerden konuşmuşsunuz,” diye yanıtladı Garth. “Eğer fosiller hakkında konuşmuş olsaydınız karakterinin başka bir yönünü görmüş olabilirdin. Bu Latin papazlar çoğunlukla kendilerini hayli maskelemiş olurlar ama bahse girerim bir o kadar da dikenlidirler. Tepedeki diğer herife gelince, manastır görevlileri tarafından münzevi bir hayat yaşamasına izin veriliyor. Öte yandan pekâlâ başka şeyler yapmasına da izni var. Önemli günlerde buraya inip vaaz vermesi serbest ve size diyebilirim ki o günlerde kıyametler kopuyor. Bir tür manyak diyip geçebilirdim ama katil ruhlu bir manyak olduğuna inanmakta en ufak bir tereddüt duymuyorum.”

Armitage bir duraksamanın ardından, “Dostun Bertrand, şüphelerine binaen herhangi yasal bir girişimde bulunmuş mu?” diye sordu.

“Ya, işte sır perdesi de orada başlıyor,” diye yanıtladı Doktor. Endişe yüklü bir sessizliğin ardından devam etti. “Evet, polise resmi bir suç duyurusunda bulunmuş ve sorgu yargıcı epey bir kişiyi sorgulamasının ardından suçlamanın düştüğünü açıklamış. İş, birçok cinayette olduğu gibi, cesedin ortadan kaldırılmasının zorluğu konusunda düğümlenmiş. Sanırım zamanı geldiğinde Hyacinth dedikleri keşiş de ifadeye çağırılmış ancak kulübesinin yamacın kendisi kadar sert, katı ve çıplak olduğunu ispatlamakta bir zorluk yaşamamış. Kimsenin şu taş duvarlarda ceset saklayamayacağına ya da kaya zeminde bir mezar kazılamayacağına ikna olmuşlar. Ardından sıra sizin başrahip dediğiniz, Katolik Okulu’ndan Peder Bernard’a gelmiş. Yargıcı, aynı durumun okul avlusu ve denetimindeki diğer odalar için de geçerli olduğuna ikna etmeyi başarmış. Tüm odalar, size bahsettiğim açık hava ateş gösterisi için kırılmış olduklarından dolayı, alışılagelenden daha az, içinde mobilya niyetine iki üç ahşap parçası bulunan boş kutuları andırıyorlarmış. Her neyse, savunma bu şekildeymiş ve diyebilirim ki Bernard, Roma stilinin yanında daha birçok konuda bilgi sahibi olduğundan ve Hyacinth, bir fanatik de olsa, ikna kabiliyeti yüksek bir hatip olarak ün yapmış olduğundan, oldukça işe yaramış. Sonuçta başarılı olmuş ve suçlamalar düşmüş ama eminim ki dostum Bertrand yeni bir girişimde bulunmak için sadece doğru zamanı bekliyor. Cesedin saklanmasına ilişkin bu zorluklar… Aha! Kendisi de geldi işte.”

Genç bir adamın sokaktan aşağı hızla yürüyüp biraz durakladıktan sonra oturdukları masaya yanaşmasıyla şaşırmıştı, sözünü yarıda kesti. Giyimi tam olarak Fransız usulü cenaze saygınlığını yansıtıyordu: Siyah silindir şapkası, atkıyı andıran siyah, sıkı kravatı, çenesinin ucundaki siyah sakalının tuhaf köşeleri ona, Gaboriau’nun hikâyelerinden fırlamış gibi hayali bir antika karakter kazandırıyordu. Lecocq’tan geri kalır yanı yoktu. Solgun yüzündeki siyah gözlerin doğuştan dedektif olan birine ait olduğu söylenebilirdi. O anda solgun yüzü heyecandan, olduğundan daha solgundu ve doktorun sandalyesinin arkasında durup kısık bir sesle şöyle dedi:

“Buldum.”

Doktor Garth ayağa fırladı. Gözleri merakla parıldıyordu. Ardından beylik tavrını geri takınarak Mösyö Bertrand’ı dostlarına tanıttı. O esnada da kendisine, “Bizimle rahatça konuşabilirsiniz. Hakikat dışında başka bir şeyle ilgimiz söz konusu değildir,” dedi.

“Hakikati buldum,” dedi Fransız büzdüğü dudaklarıyla. “Artık bu kanlı keşişlerin Boyg’un cesedine ne yaptığını biliyorum.”

“Duymamızda bir mahzur var mı acaba?” diye usulca sordu Armitage.

“Üç güne kadar herkes öğrenmiş olacak” diye karşılık verdi Fransız. “Yetkililer konuyu yeniden gündeme getirmeyi reddettiklerinden dolayı onları zorlamak için pazar yerinde bir miting düzenleyeceğiz. Şüphesiz katiller de orada olacaklar ve ben onları kınamakla kalmayacağım, yüzlerine bakarak onları mahkûm edeceğim. Perşembe günü, iki buçukta orada olun mösyö. Dünyanın en büyük adamlarından birinin, düşmanlarınca nasıl katledildiğini öğreneceksiniz. Şimdilik sadece bir tek laf edeceğim. Muhteşem Edgar Poe’nun sizin dilinizde söylediği gibi ‘Hakikat her zaman kuyunun dibinde değildir.’ İnanıyorum ki bazen fark edilemeyecek kadar barizdir.”

Daha çok uykuya dalmış gibi görünen Gabriel Gale görülmemiş bir şevkle hayata dönmüştü.

“Bu doğru,” dedi. “Tüm olan biten bu.”

Armitage, sessiz bir keyif ifadesiyle ona döndü.

“Umarım dedektifi oynamıyorsun Gale,” dedi. “Senin peri masalından çıkıp da Scotland Yard’a yardıma koşacağını gözümde hiç canlandıramıyorum.”

“Belki Gale cesedi bulabileceğini düşünüyordur,” dedi Garth gülerek.

Gale gevşekçe, ağır ağır sandalyesinde doğruldu ve sersem bir tavırla cevap verdi:

“Yani, bir anlamda evet,” dedi. “Doğrusu, cesedi bulabileceğimden oldukça eminim. Aslında, buldum bile denilebilir.”

***

Bay Arthur Armitage’ın kişiliğini biraz bilenlere, bir günlük tuttuğunu ve yabancı ülkelerde edindiği izlenimleri, atmosfere uygun bir sempati ve uygun sözlerle not almaya çabaladığını söylemeye gerek yok. O anda, birkaç gün öncesinde içinde dolaşırken kâh dikili heykelin stilini eleştirdiği, kâh bazilikanın siluetini hayranlıkla seyrettiği resim gibi pazar yerindeki toplaşmayı ya da aslında iki güruhun karşılıklı toplaşmasını tarif etmeye çalışırken, tabiri caizse, kalemi elinden düşmüş ya da daha doğrusu sayfanın üzerinde şaşkınca dolaşmaya başlamıştı. Hayatı boyunca demokrasi hakkında okumuş, yazılar yazmıştı ve onunla ilk karşılaştığında bir zelzeleye kapılıp yutuluvermişti. Taşra pazarındaki Fransız güruhla, Hyde Parkı ya da Trafalgar Meydanı’nda görmüş olduğu İngiliz güruh arasında gerçekte dehşet verici bir fark vardı. Bu Fransızlar meydana duygularını boşaltmak için değil, basbayağı düşmanlarını yok etmek için gelmişlerdi. Bu halk mitinginin sonunda bir şey olacaktı; katliam dahi olabilirdi, ama büyük bir şey olacağı kesindi.

Kalabalık, saldırgan hiddetine rağmen, ya da tam da o yüzden, askeri bir disipline sahipti. Kıtalar hâlindeki adamlar gönüllü olarak saflara geçmiş, kabaca liderlerinin emirlerine uyuyorlardı. Peder Bernard, bir Roma imparatorunun maskesini andıran bronz suratıyla oradaydı ve sofu haçlı kalabalığına hükmediyordu. Hemen yanında, kendisi de mezardan çıkmış bir cesede benzeyen, kemikten yapılmış yüzü, gözlerini saklamaya yetecek kadar derin ve karanlık göz çukurlarıyla, yabani vaiz Hyacinth yer alıyordu. Öteki tarafta Bertrand’ın gaddar solgunluğu ve kızıl saçlı Doktor Garth’in fareye benzer hareketliliği göze çarpıyordu. Ruhban sınıfı karşıtı kalabalık da arkalarından gürlüyordu ve gözleri zaferle parıldıyordu. Armitage kendini toparlayıp bunları düzgün bir şekilde not almaya fırsat bulamadan, Bertrand heykelin kaidesinin yanına yerleştirilmiş sandalyeye sıçrayıp neredeyse bir kelime bile sarf etmesine gerek kalmadan tek bir dramatik işaretle ölünün intikamını almaya gelmiş olduğunu ilan etti.

Ardından karşılıklı atışmalar başladı. Ağır ve seriydiler ama Armitage bunları bir rüyada duyuyormuş gibiydi; ta ki beklediği, her hayalbazı rüyasından uyandıracak o noktaya kadar. Sitayiş dolu mensur şiirler işitti, kahraman Boyg’a düzülen şükran dolu ilahiler; Armitage’ın bildiği kadarıyla trajedisinin hikâyesi. Sonra, zaten önceden bildiği gibi, keşişlerin cesedi saklamalarının imkânsızlığına dair resmi karar okundu. Ardından tüm kalabalıkla birlikte daha önce bilmedikleri ya da daha doğrusu bu tip bilmecelerin tamamında olduğu gibi henüz anlamamış oldukları bir konuya atlandı.

“Hücrelerinin çıplak ve yaşamlarının basit olduğuna dair ifade verdiler,” diyordu Bertrand. “Bu hurafe kölelerinin yaşamın doğal zevklerinden kaçındıkları doğrudur. Fakat onların da kendine has zevkleri var, inanın bana, kendi şenlikleri var. Sevgiden zevk almıyorlarsa da nefretten keyif alırlar. Ve herkes Usta’nın öldüğü gün, ilahiyat öğrencilerinin onu temsili bir kuklanın içerisinde yaktığını unutmuş görünüyor. Kuklanın içinde.”

Bir fısıltıdan fazlası, bir çığlıktan daha vahşi bir heyecan, kalabalığın içerisinden geçti ve insanların bu söylenenin ne anlama geldiğini anlamlandırabilmeleri için daha fazla zaman gerekti.

Bertrand beyaz, tutkulu bir suratla, “Bruno’yu günahın temsili olarak yakmadılar mı? Ya Dolet’yi ?” diyordu. “Bu hakikat şehitleri, kiliselerinin çıkarı ve tanrılarının şanı adına diri diri yakıldılar, fakat Boyg’u canlıyken yakmadılar. Ölüsünü yaktılar ve işte bu yolla onu katledişlerinin izlerini sildiler. Demiştim ki hakikat her zaman kuyuda gizli değildir, aksine bir kulenin ta tepesindedir. Ve ben Usta’mın kemiklerini her bir yarıkta ve kaktüs birikintisi içinde ararken, aslında apaçık gökyüzünün altında, gözler önünde, avluda kükreyen kalabalığın hemen ortasındaydı ve böylelikle bedeni insanların gözlerinden uzak tutuldu.”

Son tezahürat ve uğuldama da benzer seslerin cehenneminde kaybolurken Peder Bernard sesini yükseltti.

“Ateistlerin bize yönelttikleri bu manyakça suçlamaya verilecek yanıt, kendi hükümetlerini bile kendilerini desteklemeye ikna edememiş olmalarıdır. Ancak suçlama şahsımdan ziyade Peder Hyacinth’e karşı yapıldığından, kendisini cevap vermeye davet ediyorum.”

Münzevi vaiz ağzını açar açmaz meydanı yine çelişkili seslerden oluşan bir hortum çevreledi ancak vaizin ses tonu onu delip geçecek, bastıracak bir güce sahipti. Böyle bir sesin bir kurukafa ve iskelet çehresinden çıkıyor olmasında garip bir şeyler vardı ki, çok sayıdaki cemaati ve hacı adayını harekete geçirip canlandıran da bu müzikli ve dokunaklı sesti. Ancak bu sefer farklı olarak hatiplik sanatının her türünü aşan, çarpıcı bir hakikat vurgusu taşıyordu. Fakat Armitage kargaşa henüz durulmadan, gergin bir içgüdüyle aniden Garth’e dönmüş, “Gale nerelerde? Burada olacağını söylemişti. Boyg’un bedenini kendisinin getireceğine dair bir şeyler saçmalamamış mıydı o?” dedi.

Doktor Garth omuzlarını silkti. “Gözümde canlandırabiliyorum. Şimdi başka bir yükseltinin tepesinde, başka lüzumsuz bir konuda çene çalıyordur. Şairlerden, ağızlarından çıkan her lüzumsuz şeyi hatırlamalarını beklememek lazım.”

“Dostlarım,” diyordu Peder Hyacinth, sakin ama içe işleyen bir tonda. “Bu suçlamaya verecek bir cevabım yok. Çürütmeye yetecek bir kanıtım yok. Eğer biri böylesine bir delille giyotine gönderilebilirse, ben de giyotine giderim. Giyotine gönderilmiş masum insanları bilmediğimi mi sanıyorsunuz? Mösyö Bertrand, Bruno’dan söz ediyor, sanki sadece kilise düşmanları yakılmış gibi. Hangi Fransız, Jeanne d’Arc’ın yakıldığını unutabilir? Peki ya o suçlu muydu? İlk Hristiyanlar yamyamlıkla suçlanmıştı. Bu suçlama da şimdi bana yöneltilen kadar olasıydı. Şimdi insanları modern makineler ve modern yasalarla öldürüyorsunuz diye, Herod ya da Heliogabalus kadar adaletsiz olduğunuzu bilmediğimizi mi sanıyorsunuz? Dünyanın kudretlilerinin her zaman neyse hâlâ o olduğunu, ücret karşılığı zavallılara zulmeden avukatlarınızın altın uğruna masum kanı dökeceklerini bilmediğimize mi inandınız? Böyle bir avukat ağzıyla dalaşa girmek için burada olsaydım, size karşı daha akıllıca kullanırdım onu. Ruhumu ne amaçla, böylesine canavarca bir cürümle kirletmiş olabilirim? Bir teori hakkındaki diğer bir teorinin, bir hipotez üzerine bir başka hipotezin, fosiller hakkında yapılmış bir keşfin, ebedi hakikati tehdit ettiğine dair zayıf fantastik bir kanı uğruna mı? Cinayet işlemek için bundan daha iyi nedenleri olanları gösterebilirim size. Boyg’un ölümüyle onun tüm kudret ve konumunu miras almış olan bir adamı gösterebilirim. Gerçekten varisi olan ve cinayetten çıkarı olan birisini; keşfin büyük kısmının kendine ait olduğunu iddia ettiği bilinen, maktule bir asistandan çok bir rakip olan kişiyi. Bu kişinin kendisi, Boyg’un o ölümcül günde tepede yalnız başına olduğuna tanıklık ediyor. Boyg’un ölümüyle bilim dünyasındaki büyük ihtiraslardan koleksiyonundaki en küçük büyütece kadar somut bir şeyler elde eden tek kişi odur. O kişi burada ve elimi uzatsam ona dokunabilirim.”

Yüzlerce bakış, insanlık dışı hevesin ürkütücü bir ifadesini takınmış hâlde Bertrand’a çevrildi. Karşılıklı atışmalar, bağırıp slogan atmak için fazla dramatik bir noktaya gelmişti. Bertrand’ın dudakları solmuştu ancak sözler ağzından çıkarken gülümsedi:

“Peki, bedeni ne yaptım?”

“Tanrı bağışlasın hiçbir şey yapmadın, ne ölüsüne ne dirisine,” diye yanıtladı diğeri. “Seni burada suçlamıyorum. Ama bir gün benim gibi adaletsizce suçlanacak olursan, o gün Tanrı’nın yanında olmasına ihtiyacın olabilir. On kere de giyotine gitmiş olsam, Tanrı benim masum olduğumu, Aziz Denis gibi kellem koltuğumun altında sokaklarda yürümemi emrederek olsa da gösterecektir. Başka şahit istemem. Eğer isterse, beni kurtaracak olan O’dur.”

Kısa bir duraksamadan sonra daha kuvvetli, ani bir sessizlik oldu. Sessizliğin içinden Armitage’ın neredeyse huysuzca şöyle dediği duyuldu:

“Bak sen! Nihayet Gale. Gökten mi düştün?”

Gale heykelin yakınındaki boş alanda, kalabalık bir kabul gününe henüz teşrif etmiş gibi aylak aylak dolanıyordu ve Bertrand bu durumu keşişin nutkunun yarattığı hayal kırıklığını bastırmak için hızlı bir fırsat bildi.

“Bu kişi,” diye haykırdı, “Boyg’un bedenini kendisinin bulabileceğini düşünen beyefendi. Yanınızda getirdiniz mi, mösyö?”

Şairin dedektifliğe soyunması hakkındaki espri hâlihazırda birçoğu tarafından biliniyordu ve Bertrand’ın iması yeni tür bir alkış tufanıyla karşılandı. Birisi yüksek ve tiz bir sesle, “İşte cebinde!” diye, bir başkası derin ve mezardan çıkar gibi bir tonda, “Yeleğinin cebinde!” diye bağırdı.

Bay Gale’in elleri, içlerinde bir şeyler var ya da yok bilinmez, ceplerindeydi ve büyük bir kayıtsızlıkla karşılık verdi:

“Sanırım bende değil. Ama sizde!”

Onu böyle tetikte görmeye hiç alışık olmayan dostlarını, sandalyenin tepesine sıçrayıp kalabalığa mükemmel bir Fransızcayla seslenerek şaşkına çevirdi:

“Doğrusu dostlarım,” dedi, “yapmam gereken ilk şey, öyle anmama izin verirse, muhterem dostumun, rahmetli Profesör Boyg’un erdemleri ve yüksek ahlaki vasıfları hakkında tüm söylediklerine katıldığımı belirtmek olacak. Boyg durum her ne olursa olsun, ona her bakımdan gösterebileceğiniz hürmete layık biriydi. Şüpheli olan her ne varsa, birbirimizden ayrıştığımız her ne olursa olsun, hepimiz ondaki Tanrı’ya olan ödevlerimiz arasında en tarafsızı olan, hakikati arama aşkını saygıyla selamlayabiliriz. Dostum Garth’a, sadece kendi kasabasında değil, dünyadaki tüm kasabalarda heykelinin dikilmesine layık olduğu konusunda katılıyorum.”

Ruhban karşıtları sıcak tezahüratlara başlarken karşı taraf, bu son tuhaf gelişmenin ne yöne evrilebileceğinin merakı içinde, sessizce izliyordu. Şair şaşkınlıklarını sezmiş görünüyordu ve gülümseyerek devam etti:

“Belki neden bunları vurguladığımı merak ediyorsunuz. Şöyle diyeyim, sanıyorum ki hepinizin merhum Profesör’ün hakikate olan samimi aşkını kabul etmek için kendince sebebi bulunuyor. Ama ısrarla hatırlatıyorum çünkü belki hepinizin bilmediği, dürüstlüğü hususunda bende hiçbir şüphe bırakmayan bir şey biliyorum.”

“Nedir o peki?” diye sordu Peder Bertrand, konuşmanın ardından gelen duraksamada.

“Şöyle ki,” dedi Gale, “Profesör Boyg, yanılmış olduğunu söylemek için Peder Hyacinth’i görmeye gidecekti.”

Bertrand, neredeyse saldıracakmış gibi ileri doğru çevik bir hamle yaptı. Fakat Garth onu engelledi ve Gale bunun farkına bile varmadan devam etti.

“Profesör Boyg sonunda teorisinin hatalı olduğunu keşfetmişti. O son günlerinde, son deneyleri sonucunda yaptığı sansasyonel keşif buydu. Anlatılan hikâyeyle basit ve içten biri olduğuna dair namını yan yana koyunca durumdan şüphelendim. Sadece en kötü düşmanını alt etmek, ona üstün gelmek üzere oraya gideceğine inanmamıştım. Hatasını itiraf etmeyi bir onur meselesi olarak görmüş olması çok daha olasıydı. Çünkü bu tür şeyler hakkında çok bilgili olduğumu iddia edemesem de, bir hata yapmış olduğuna eminim. Neticede, maddelerin belirli şekilde taşlaşmaları için binlerce yıla gerek yok. Kimyacıların benden daha iyi açıklayacağı gibi belli koşullar altında bir yıldan, hatta bir günden daha fazlasına ihtiyaçları yok. Bölgedeki suyun bazı özellikleri özel yöntemlerle uygulanıp etkileri yoğunlaştırıldığında, bir hayvan organizması gerçekten de birkaç saat içerisinde fosile dönüşebilir. Bunun bilimsel deneyi yapılmıştır ve ispatı da karşınızda.”

Pazar yerinin ortasındaki çelenklerle kaplı, taşlarla tahrip edilmiş, o meydanda çok uzun süredir ayakta durmuş ve çok sayıda gelip geçene yukarıdan bakmış olan heykeli işaret etti.

“Biraz önce birileri,” diye devam etti, ağzı açık kalabalığı yukarıdan süzerek. “Heykeli, yeleğimin cebinde taşıdığımı ima etti. Yani, tamamını taşımıyorum ama bu onun bir parçası.” Cebinden tebeşire benzer gri bir cisim çıkarmıştı. “Bu, heykelin bir taş marifetiyle kırılıp düşmüş bir parçası. Kaidenin üzerinde buldum. Bu şeylerden anlayan birisi bakmak isterse eğer, onaylayacaktır ki yapısı jeoloji müzesine kabul edilen fosillerinkiyle birebir uyumlu.”

Taştan parmağı kalabalığa doğru tuttu, ancak güruh kendisi de taştan yapılmışçasına hareketsiz kalakalmıştı.

“Belki deli olduğumu düşünüyorsunuz,” dedi memnun bir ifadeyle. “Yani, tam olarak deli değilim ama delilere karşı tuhaf bir sempati beslerim. Zihinlerinin garip işleyişini bir şekilde çözebildiğimden, onları herkesten çok daha iyi idare edebilirim. Bunu yapan adamı anlayabiliyorum. Onun yaptığını biliyorum çünkü sabah uzun uzun onunla konuştum ve bu tam da onun yapabileceği türden bir şey. Fosil kabukları, taşlaşmış böcekler vesaireyi duyduğumda böyle adamların her zaman yaptığını yaptım. Konuyu ölçüsüz bir hayal gücüyle abartmaya koyuldum; fosilden ormanların, fosilden bir ineğin, bir filin ve başkalarının hayali görüntüsüne. Ve doğal olarak sonunda sıra başka bir düşünceye geldi: Beni buz gibi donduran bir tesadüfe: Bir ‘Fosil İnsan’a.

“İşte o zaman, heykele dönüp baktım. Ve biliyordum ki o bir heykel değildi. Sizin şu garip yabani derenin tuhaf kimyasıyla taşlaşmış bir cesetti o. Halk arasında söylendiği gibi ona bir fosil diyorum ama elbette doğru terimin bu olmadığını bilebilecek jeoloji bilgisine sahibim. Ancak derdim jeoloji değil. Alakalı olduğum, bazılarının suç bilimi dediği, benimse cinayet demeyi tercih ettiğim şey. Eğer bu olağandışı yapı ceset idiyse, cinayeti işleyen kimdi ve neredeydi? Ölüyü bir seferde hem görünmez hem de aşikâr kılan; deyim yerindeyse, güpegündüz gözlerden saklamış olan katil kimdi? İşte hepiniz, benim de sonuna kadar takip etmiş olduğum kadarıyla, su akıntısı ve kâğıt parçası hakkındaki iddiaları duydunuz. Herkes sırrın, cam çatılı stüdyo ve ıssız keşiş kulübesinden başka hiçbir şeyin olmadığı çıplak tepede saklı olduğunda hemfikir ve şüpheler tamamen kulübeye odaklanmış durumda. Bunun nedeni, stüdyodaki kişinin, maktulün çok yakın bir dostu ve keşfi karşısında sevinçten havalara uçmuş biri olmasıdır. Ancak gerçekte ne keşfetmiş olduğunu unutmuş görünüyorsunuz. Keşfi, düşmanlarından çok dostlarını çileden çıkartacak türdeydi. Yanılmış olduğunu söyleme cesareti gösteren o adam en fena nefretle yüzleşmek durumundaydı; onun haklı olduğunu düşünenlerin nefreti. Boyg’un nihai keşfi, aynı bizim son keşfimiz gibi, tepedeki şu iki küçük evin arasındaki ilişkileri tersine çevirecek cinstendi.

“Peder Hyacinth’in, her ne kadar bir azizden ziyade bir zebani olsa da, düşmanının kendisinden açık açık özür dilemesini engellemek için bir nedeni yoktu. Boyg’u öldüren, Boygizm’e inanan biriydi. Onun peşine düşüp canına kıyan, en azından ona karşı anlaşılır bir öfke duyan kişi, onun bir takipçisiydi. Doğru olup olmadığının bir önemi olmayan, onun için sadece vahşi bir ilham kaynağı olan bu teori konusunda ateşli bir tartışmanın sonunda, bir keski kapıp filozof hocasına saplayan kişi Paradou’ydu. Boyg’u öldürmek niyetinde olduğunu sanmıyorum. O niyette olduğunun kanıtlanabileceğini de düşünmüyorum. Öyle olsaydı bile bundan ya da herhangi bir şeyden sorumlu tutulabileceğine inanmam. Ama Paradou bir kaçık olsa da aynı zamanda bir mantık ustası ve bu hikâyede mantığa dayalı enteresan bir adım daha mevcut.

Paradou’yla daha bu sabah, şansa bakın ki tesadüfen onun tavan penceresinden adım atmış olmam vesilesiyle tanıştım. Onun da kendine ait teori ve çelişkileri var ve bu sabah olabildiğince çelişki içindeydi. Dediğim gibi heykelde gerçekçilik konusunda uzun bir tartışmaya girdik. Birçokları tartışmalardan hiçbir zaman bir şey çıkmayacağını söyler ama ben her şeyin daima tartışmalardan çıktığını söylerim. Her neyse, bizim tartışmamızdan neyin çıktığını anlamanız için tartışmayı anlamanız gerekiyor. Herkes, zavallı yaşlı Paradou’nun heykeltıraşlığıyla dalga geçiyordu ve insanları canavarlara dönüştürdüğünü, yaptığı figürlerin kafalarının yılanlarınki gibi yassı ya da dizlerinin fillerinki gibi bel vermiş olduğunu, sırtlarının deve hörgücünü andırdığını söylüyorlardı. O da onlara her zaman, ‘Doğru. Gözleriniz de, iş kendi gudubetliğinize bakmaya gelince kör kertenkelelerinki gibiler! İşte bu sizin görüntünüz, çirkin yabaniler! Bu çarpık, yontulmamış, yumruya benzeyen hantal görünüm sizin gerçek duruşunuz. Sadece bol sayıdaki yalancı moda portre ressamı, erdem timsalleri ve Yunan tanrıları gibi göründüğünüze inandırabilir sizi!’ diye bağırırdı. Bu sabah çekiç ve maşalarıyla birlikte yine formundaydı bana karşı. Tartışmayı bir keskiyle bitirmediği için şanslı olduğumu söylemeliyim. Her şey aklına istemeden işlediği cinayetin ardından birdenbire gelmişti. Cesede baktığında, pişmanlığının tüm karanlık kuyularından garip bir intikam ve bedel dumanı yükseliyordu. Büyük Piramit kadar heybetli o muazzam şakanın ana hatlarını görmeye başlamıştı. O gaddar granit soytarılığı, onu eleştiren ve hakir görenlere her zaman sırıtsın diye pazar yerinin ortasına yerleştirecekti. Maktulün kendisi, ona buranın suyunun canlı organizmaları nasıl hızlıca taşlaştırdığını daha yeni anlatmıştı. Kanıtının notları ve belgeleri düştükleri yerde, stüdyonun zemininde dağınık hâlde duruyorlardı. Profesörün kendi kanıtını, hiçbir zaman hayal etmemiş olduğu bir amaç uğruna, onun kendi bedenine tatbik edilmeliydi. Heykeltıraş, bedeni düşüp kaldığı yerdeki hantal biçimiyle kaldırabilseydi, onu su akıntısında dondurabilseydi ya da sabitleyebilseydi eğer, tam da oldukça hararetli biçimde tartışmış olduğu şeye dönüşecekti; alay konusuna dönüşmüş, gerçek bir poz almış, gerçek bir insan.

Bu aklını kaçırmış dâhi kendine, eleştirmenlerin heykelinden çatlak bir heykeltıraşın çılgın eseri olarak söz ettiklerinde atacağı yalnız bir kahkahanın ve düşmanlarına karşı duyacağı gizlenmiş bir üstünlüğün sözünü vermişti. Heykelin başına dikilip anatomisinin hatalı olduğunu ve duruşunun tamamen imkânsız olduğunu kanıtlayacak grupları heyecanla bekleyecekti. Onları dinleyecek ve onların, gerçek bir insanın, tam olarak gerçek olamayacağını kanıtladıklarını bilerek, gerçek bir çatlak gibi için için sessizce gülecekti. Bu hülyayla işleri gerçekleştirmesi zor olmadı. Bedeni saklamasına gerek yoktu. Onu stüdyosundan aşağı indirtti; gizlice değil, açık ve seçik olarak, hem de gururla. Büyük kâşifin hayranlarının da eşlik ettiği, büyük heykeltıraşın tamamlanmış eseri. Ancak Boyg aslında, keşifte bulunmuş birinden daha fazlasıydı ve karşılaştırıldığında, onu keşfetme cesaretinde bulunacak birinden söz edilmesinde bile bir tür riyakârlık bulunuyordu. Diğer adam keşfi tersine çevirme cesareti karşısında ne yapmıştı? Garip bir günahı saklayan şu anıt, çok daha tuhaf ve çok daha az rastlanır bir erdemi de saklıyor. Evet, gerçek bir bilimsel yadigâr olarak ona selam durmakla doğrusunu yapıyorsunuz. Bu, Keşfin Aksini İspatlayan Boyg’un heykelidir. Şu soğuk, taştan kuruntu, korkunç bir kimyasal dönüşümden kaynaklanan bir akamet değildir. Bilimin şeref ve dürüstlüğünü kanıtlayan, daha soylu bir deneyin sonucudur. Ona bir bilim adamı olarak methiyeler düzebilirsiniz çünkü en azından bir bilim meselesinde adam gibi davranmıştır. Bir bilim kahramanı olarak onun için heykeller dikebilirsiniz çünkü o, hatalı olduğundan dolayı, haklı olsaydı olacağından çok daha büyük bir kahramandır. Yıldızlar, bizim yıldızımızdan yükselmiş şu taştan adam gibi bir garabeti hiç görmemiş olsalar da yıldızlı gök kubbe insanlara, ona karşı duyduklarından daha büyük bir merakla bakıyordur. Her türden ekol ve felsefeden gelen bizler, bir mezardan ayrılan kortej gibi oraya gidip yanından geçerken askerler gibi selam durabiliriz.”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar