Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

Ters Köşe: RAYMOND CHANDLER BALONU

Diğer Yazılar

Gencoy Sümer
Gencoy Sümerhttps://gencoysumer.com/
Gencoy Sümer İTÜ İşletme Fakültesi'nden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Master ve Doktora yaptı. www.polisiyedurumlar.com sitesini kurdu ve internette pekçok öykü ve makaleleri yayınlandı. İlerleyen yıllarda Dedektif'in kurucuları arasında yer aldı. İlk polisiye romanı Feneryolu Cinayetleri 2017 yılında, Göl Kıyısındaki Ev & Gizemli Öyküler ve Aile Sırrı & Bir Percule Hoirot macerası 2018 yılında yayınlandı. Gencoy Sümer'in polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

General’in Kızına Yapılan Şantaj Kimin Umurunda?

Raymond Chandler hikayelerini yeniden okuma sürecim büyük bir hayal kırıklığıyla devam ediyor. Chandler’ı polisiye edebiyatın baş köşesine oturtan kimi yazarların polisiye anlatı hakkındaki düşüncelerinin sığlığına şaşkınlığım da giderek artıyor. Hele onun klasik polisiyenin altın çağına yönelik eleştirilerinin dayandığı argümanların bir bumerang gibi kendisine döndüğünü görmem beni hayretler içinde bırakıyor. Chandler’ı sakınmadan öven yazarların neredeyse hepsi, onun edebiyatçılığına toz kondurmuyorlar ama polisiye ustalığı hakkında edebildikleri tek bir laf yok. Hollywood sayesinde yaratılan Chandler illüzyonu yavaş yavaş kaybolmaya başlamış olsa da dedektif hikayesi anlatısı üzerindeki yıkıcı etkileri, türü ciddi biçimde erozyona uğratmaya devam ediyor.

Mesele, polisiyenin “edebiyat” olup olmadığı noktasında düğümleniyor aslında. Biliyorsunuz birçok kibirli eleştirmene göre polisiye, edebiyat değildir, dolayısıyla sanat da değildir. Bunun bir tık altında yer alanlar, utangaç bir gülümsemeyle polisiyeyi yüksek edebiyat katında olmayan bir tür olarak tarif ederler.

Şimdi, polisiyeyi zaten edebiyata dahil etmeyen ya da etmekte zorlanan bu insanlar, nasıl oluyor da Raymond Chandler romanlarını “edebi” kabul etme eğiliminde olabiliyorlar? Öyle ya, madem polisiye, edebiyatın panteonunda yer alamayacak kadar aşağı bir tür, o halde Chandler romanlarındaki bu edebilik iddiası nereden çıktı? Bunun tek açıklaması, Chandler’ın yazdıklarını polisiye türüne ait bir kurgu olarak okumamalarıdır. Onlara göre, Chandler’ın üç boyutlu ve derinlikli karakterleri, metafor ve benzetmelerle bezeli şiirsel dili ve gerçekçi/toplumsal eleştiri içeren anlatısı, eserlerini türün dışında ve daha yüksek bir seviyeye çıkarmaktadır.

Bu iddialar ne derece doğru?

Karakterin ön planda olduğu bir romanda, anlatı boyunca değişmesi esastır. Hikâyenin sonunda, kahramanın kişiliği, hikâyenin başındaki kişiliğinden farklı olur. Hele bu bir dizinin kahramanıysa, onun kitaptan kitaba değişmesi, gelişmesi, en azından aynı kalmaması beklenir.

Ters Köşe: RAYMOND CHANDLER BALONU 1
Raymond Chandler

Buraya bir not düşeyim. Kurgu dünyasında bunun gerçekliğe uygun olduğu iddia edilir ama benim bu konuda ciddi şüphelerim var. Karakterin değişimi kurguda mümkün olabilir ama gerçek hayatta bu ne derece mümkün? Çevrenizdeki insanlara, tanıdıklarınıza bir bakın. Yıllar içinde ne kadar değiştiler? Fiziki değişiklikten bahsetmiyorum elbette. Karakter değişikliğinden söz ediyorum. Açık konuşmam gerekirse, ciddi travmalara maruz kalmış tanıdığım birçok kişi var. Kişiliklerinde en ufak bir değişiklik olmadan yaşamlarını sürdürüyorlar.

Neyse biz dönelim kurgu dünyasına.

Chandler’ın romanlarındaki en önemli karakter, bildiğiniz gibi özel dedektif Philip Marlowe. Kahramanımız, bırakın kitaptan kitaba değişmeyi, herhangi bir romanda bile bir değişme, gelişme göstermez. Hep aynı kalır. Özel hayatı yoktur. Okur, onu sadece olayların içindeyken, eylem halindeyken görür. Çünkü, Chandler romanları, iddia edildiği gibi, karakter odaklı romanlar değildir. Olay örgüsü odaklı romanlardır.

Olay örgüsü mü dedik? O zaman orada biraz duralım.

Efendim, kurgular ikiye ayrılır. Edebi kurgu ve tür kurgusu. Edebi kurgu tabiri, bu anlatıların daha iyi edebiyat olmasıyla alakalı bir adlandırma değil. Sadece herhangi bir türe dâhil ol(a)mayan romanları tanımlamak için türetilmiş bir adlandırma. Tür kurgusuysa, aşk, macera, bilim-kurgu, gerilim, casusluk, korku, polisiye gibi belli bir edebi türe uygun olması için kasıtlı olarak o şekilde yazılmış ve türü seven okurlara hitap eden eserlerdir. Bunlara popüler kurgu da denir. Ve zurnanın zırt dediği yer: Popüler kurgular, olay örgüsü odaklıdırlar, karakter odaklı değillerdir.

Bu ne demek? Bu, edebi kurguda olduğu gibi karakterlerin olaylar üzerinde etkisinin az olduğu anlamına gelir. Yani tür kurguda, karakterler olay örgüsüne tabidirler. Polisiye roman da böyledir. Muamma, ipuçlarının toplanıp değerlendirilmesi ve nihayet bulmacanın çözümü birincil odaktır ve her şeyden daha önemlidir. Dedektifin özel hayatı vardır mutlaka ama bundan uzun uzadıya söz edilmez.

O halde, bir polisiye yazarı olan Raymond Chandler’ın eserlerinin olay örgüsü odaklı olması hiç de şaşırtıcı değil. Asıl şaşırtıcı olan, yazarı övmek için kantarın topuzunu kaçırıp Chandler’ın romanlarının derinlikli ve üç boyutlu karakterlere sahip olduğunu iddia etme budalalığıdır. Daha da ileri gidersek, Chandler’ın argümanlarıyla klasik polisiyeye ateş ettiğini zanneden soytarıların, altın çağ yazarlarının romanlarındaki karakterlerin sığ, tek boyutlu ve hatta karikatür olduklarını iddia etmelerindeki gülünçlüktür.

Burada asıl saldırı Agatha Christie’ye yapılmıştır. Hem de Raymond Chandler tarafından. Bu iddiaya vereceğim cevap başka bir yazının konusu olacağı için burada üzerinde durmuyorum.

Fakat Chandler’in klasik polisiyeye yönelik eleştirilerinin aslında kendi eserlerinde de vücut bulduğunu, bu nedenle anlamsız olduğunu söylemem gerek.

Philip Marlowe, tıpkı Hercule Poirot gibi, kariyeri boyunca hemen hemen aynı kalmıştır. Okuyanlar hatırlayacaktır: Uzun Veda, Marlowe karakteri üzerinde en etkili olması gereken romanıdır. Burada bile, Marlowe’un ikincil kahramanla olan sofistike ilişkisi ve bundan doğan sonuçlar onun yaşamında kalıcı bir değişikliğe yol açmaz.

Ters Köşe: RAYMOND CHANDLER BALONU 2

Chandler’ın romanlarında, bir şey olması gerektiğinde odaya eli silahlı biri girer. Bu aksiyon Büyük Uyku’da birçok kez yer alır.  Kendisi de yazarlara sıkıştıklarında bunu yapmalarını tavsiye eder. Herhalde, Raymond Chandler’ın olay örgüsü odaklı romanlar yazdığının bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.

Ve işin ilginç yanı, karakter odaklı roman yazdığı iddia edilerek göklere çıkarılan ama gerçekte olay odaklı roman yazan Chandler’ın eserlerindeki olay örgüleri bir polisiye yazarı için affedilemeyecek boşluklar barındırır. Birçok romanında cinayeti kimin işlediği açığa çıkmaz örneğin. Bir polisiye roman için affedilmesi imkânsız bu hata, Büyük Uyku’da o kadar göze batar ki, insan Raymond Chandler’ın gerçekten polisiye yazarı olup olmadığı konusunda şüpheye düşer. Romanın başlarında Taylor adında biri denizden çıkarılan arabasında ölü bulunur. Ölüm sebebi hakkında çeşitli varsayımlar ileri sürülür: Cinayet, intihar ya da kaza. Roman biter, Taylor’un ölüm sebebi anlaşılmaz. Cinayet ihtimali çok güçlüdür ama katilin kim olduğu belirsizdir.

Bu sorunun bir cevabının olmadığı, filmin senaryosunu yazanlar tarafından da fark edilir. Bu arada senaryoyu yazanlardan birinin Faulkner olduğunu da belirteyim. Durum filmin yönetmeni Howard Hawks’a iletilir, o da Chandler’ı arayarak Taylor’un katilinin kim olduğunu sorar. Aldığı cevap “Bilmiyorum,” olur.

Raymond Chandler’ın bu telefon konuşmasını yaparken iddia edildiği üzere sarhoş muydu yoksa o sırada yanında bulunan Robert Mitchum’ın yıllar sonra anlattığı gibi arkadaşlarının tavsiyesine uyarak mı bu cevabı verdi bilinmez ama şu bir gerçek ki, Taylor’u kimin öldürdüğü ne filmde ne de romanda açıklığa kavuşur. Bu nedenle hem film, hem de roman çok kafa karıştırıcıdır.

Chandler’ın üzerinde toz bırakmayan eleştirmenlerse, bunu yazarın olay örgüsüyle fazla ilgilenmediği şeklinde açıklarlar. Şimdi hemen bir not düşeyim, herhangi bir romanda olay örgüsünde boşluklar olabilir, bu bir kusur olsa da yazarın o konuyu anlatmaya gerek duymadığı şeklinde düşünülüp mazur görülebilir. Bence bu tam anlamıyla plansız yazmanın bir sonucu ama hadi neyse, iyimser yaklaşalım bu meseleye. Gel gelelim, bir polisiye romanda olay örgüsünde en ufak bir boşluk dahi olmamalıdır. Hele cinayeti kimin işlediği açıklanmayan bir polisiye roman, bu türün ancak yüz karası olabilir.

Büyük Uyku’daki boşluklar ve mantık hataları bu kadarla sınırlı kalsa yine iyi, ama nerde?

Bu roman, adeta iki ayrı kitap gibi. İlk kısımda üç cinayet işlenir. Üçünün de katilleri farklı kişilerdir.

Olay örgüsü şöyle: Pornocu Geiger, Carmen’in çıplak fotoğraflarını çekerken öldürülür. Katil, Carmen’in eski sevgilisi ama şimdi babasının şoförü Taylor’dır. Geiger’in açığını bulmak ve porno işini devralmak için etrafında sinsice dolanan Brody, Taylor’ın evden çıktığını görür, arabasıyla takip eder. Sonunda bir yerde onu durdurur ve Taylor’ın olay yerinden aldığı negatif filmleri gasp eder. Bu filmleri tabederek Carmen’in zengin babasına şantaj yapar. Ancak iki gün sonra, Geiger’ın eşcinsel sevgilisi tarafından evinde öldürülür. Bu arada Taylor’un da Carmen’in ablasına ait arabayla birlikte cesedi denizden çıkarılır.

Bütün bu olayları anlatan ve de tanık olan kişi, Carmen’in milyoner babası General Sternwood tarafından tutulan dedektif Philip Marlowe’dur.

General, dedektifi niye tutmuştur, ondan ne yapmasını istemiştir? Romanda bu soruların cevabı yok. Marlowe görevi kabul ediyor ama görev ne, belli değil.

Taylor, Geiger’in evine giriyor, eski sevgilisini alçakça tuzağa düşüren adamı öldürüyor, fotoğraf makinesindeki filmleri alıyor ama uğruna bu kadar çılgınca işler yaptığı Carmen’i çırılçıplak vaziyette cesedin yanında bırakıyor. Negatifleri alacak kadar aklı başında olmasına rağmen yapıyor bunu. Geiger’ın eşcinsel sevgilisi hangi bilgiye, duyuma dayanarak Brody’yi cinayetle suçlayıp intikam almaya kalkışıyor, o da belirsiz. Taylor’un katili kim, onu artık sormaya gerek yok…

Dediğim gibi bütün bu sahneler, Marlowe tarafından anlatılıyor. Tüm olay örgüsü neden-sonuç ilişkisinden azade, sırf Marlowe’un bulunduğu ortamda aksiyon olsun diye yazılmış gibi.

Burada normal olarak romanın bitmesi gerek. Çünkü dedektif bu ilişkiler ağını ortaya çıkardı ve şantaj yapanlar öldü. Ama bitmiyor ve romanın birinciyle hiç alakası olmayan ikinci kısmı başlıyor. Efendim, milyonerin büyük kızının bir kocası varmış, adam bir anda ortadan kaybolmuş. General de damadını pek severmiş. Onunla gevezelik etmeye bayılırmış. Bizim Marlow da bunu öğrenince, yaşlı milyonere acıyor ve işi gücü bırakıp damadı aramaya başlıyor. Biraz tesadüfün de yardımıyla alengirli bir maceranın ardından aradığı kişinin öldürüldüğünü öğreniyor, katili yakalıyor.

Katilin kim olabileceği hakkında en ufak bir ipucu vermeden olayın çözülmesi bizzat Raymond Chandler’ın kendi tezine aykırı bir durum. “Okuyucu hikâyenin sonunda haklı bir sonuca ulaşmalıdır. Belirsiz ya da rastgele çözümler başarısızdır,” diyen ben değilim, kendisi. Katil dediği kişinin katil olması için roman boyunca verilmiş bir iki kıytırık bilgiden başka hiçbir şey yok. Pekâlâ başka birinin de katil olması mümkün. Ama hayır, Marlowe bir tek kişiyi katil ilan ediyor. Tamam eyvallah, buna razıyım. Katil o olsun.

Ama şu mantık hatalarına ne demeli?

Finalde, Marlowe daha önce katilin elinden aldığı tabancayı ona geri veriyor. Katil de ondan kendisine nasıl ateş edileceğini öğretmesini istiyor ve onu General’e ait ekonomik ömrü bittiği için terk edilmiş bir petrol alanına götürüyor. Orada atış talimi yapacaklar. Ancak katil, elindeki silahı Marlowe’a çeviriyor ve ateş etmeye başlıyor. Ama Marlowe’da en ufak bir sıyrık izi bile yok. Çünkü dedektifimiz, tabancaya kurusıkı mermiler koymuş.

Bu cinayet teşebbüsünden sonra katilin maskesi düşüyor.

Eğer bütün bunlar, katilden bir tür itiraf almak için Marlowe’un kurguladığı bir mizansen ise, dedektif katilin kendisini öldürmeye çalışacağından nasıl bu kadar emindi? Katil, Marlowe’u öldürmeye çalışmasa, Marlowe bu kişinin katil olduğunu nasıl ispatlayacaktı? Diyelim ki mizansen değil, o zaman olayların eski petrol sahasına giderek atış talimi yapma şeklinde gelişeceğini nasıl öngörebildi? Ve hepsinden önemlisi, Marlowe, katilin kendisine ateş edeceğini nereden biliyordu da mermileri kurusıkı olarak değiştirmişti?

Bütün bu mantıksızlıklar silsilesi, ancak acemi bir polisiye yazarının yapabileceği türden hatalar. Düşünüyorum da bana böyle bir dosya gelseydi ne yapardım? Okur okumaz geri gönderirdim herhalde.

Polisiye kurgudaki bu başarısızlığa rağmen Büyük Uyku edebi dili dolayısıyla kimi eleştirmen ve okur katında beğenilen bir kitap. Bu okurların çoğunun, “Aslında polisiye pek okumam” diyenlerden oluşması şaşırtıcı değil. Polisiye okumadıkları için bir polisiye romanda ne olması gerektiği konusunda fikirleri yok. Eleştirmenler de Chandler’ın olay örgüsüne önem vermediğini, karakterizasyonu ön planda tuttuğunu(!) söyleyerek işin içinden sıyrılıyorlar.

Evet, Chandler’in metinlerindeki dil, Attila İlhan’ın romanlarındaki kadar renkli imgelerle dolu. Harikulade metaforlara sahip. Özene bezene yazıldığı, üzerinde uzun uzun düşünüldüğü belli oluyor. Ne var ki Chandler burada ipin ucunu kaçırmış, karakterlerini bile şiirsel cümlelerle konuşturmaktan çekinmiyor. Üstelik bunu yaşlı, hasta, tekerlekli sandalyeye mahkûm General’e yaptırıyor. Bu karakterin doğal olarak kısa ve kesik cümleler kurması beklenirken, adam hem uzun hem de olağanüstü metaforlarla süslü bir dille konuşuyor. Bu oldukça rahatsız edici. Bu kadar süslü bir dil kullanımı dili ağırlaştırmakla kalmıyor, diyaloglara da yapay bir hava veriyor. Bir polisiye romandan beklenen bu olmamalı. Edebi teknikler kullanılabilir, bunlar arasında yer yer metafor ve benzetmeler de yer alabilir ama şiirsel bir dil, işte bu olmaz.

Sadece Büyük Uyku’da değil, Raymond Chandler’ın bütün romanlarında, Marlowe’un kadınlar, erkekler, eşcinseller ve hayat felsefesi hakkında aklından geçen her şeyi öğreniriz ama onu cinayetin çözüm sürecine götüren fikirlerini öğrenemeyiz. Bunları bizden sır gibi saklar. Olayların seyri hakkındaki düşüncelerini bize asla iletmez. Kendi kendine tartışmaz, beyin fırtınası yapmaz. Bu nedenle güvenilmez bir anlatıcıdır. Anlatıcı güvenilir değilse, başka her konuda da bize yalan söylemiş olabilir.   

Bu nedenle romanın sonunda açıklanan gerçeği kuşkuyla karşılamak gerekir. Neden mi? Bir kere katil, romanda suçunu asla itiraf etmiyor. İkincisi, şiddetli delilik nöbetleri geçirmesine sebep olan bir hastalığı var. Nitekim, son bölümde Marlowe’a ateş edip etmediğini hatırlamıyor. Üçüncüsü, cinayet sebebi inandırıcılıktan çok uzak. Böyle bir motivasyonla gerçek hayatta cinayet işlenmez. Kurguda olabilir mi? Kurguda her şey olabilir ama Chandler’ın gerçekçilik iddiasıyla romanlarını kaleme aldığı düşünülünce iş değişiyor. O zaman gerçekçi olduğunu iddia etmeyeceksin. Senden daha büyük yazarlara yazdıklarınız gerçekçi değil diye saldıracak, sonra da “Aşırıya kaçtım, kusura bakmayın,” deyip özür mektupları göndermeyeceksin.

Romanın çözümü bir dayatmadır. Olası birçok çözümden dedektifin uygun gördüğü bir açıklama okura dayatılmıştır. Halbuki, bu cinayeti daha güçlü sebeplerle ve daha kolayca işleyecek başka karakterler de romanda yer alıyor. Ama Raymond Chandler, yerden yere vurmayı kendisine görev edindiği klasik polisiyenin altın kuralına uyarak hikâyede en az şüphe çeken karakteri katil yapıveriyor.

Chandler’ın bütün romanlarında bir sıkıcılık var. Ben buna edebi(!) sıkıcılık diyorum. Okurken hem kafanız karışıyor hem sıkılıyorsunuz. Yazarın bazı romanlarını sonuna kadar okumak çok zor. Sayfaları çevirdikçe “General’in kızına yapılan şantaj kimin umurunda,” demeden duramıyor insan.

Bu konu bana aynı isimdeki bir başka sıkıcı yazarı, Raymond West’i hatırlattı.

Agatha Christie’nin yarattığı kurgusal bir karakter olan West, Miss Marple’ın yeğenidir. Kitaplarından iyi para kazanan, ödüller alan, tanınmış bir yazardır. Son derece sıkıcı ve karmaşık romanlar yazar. Kendini beğenmiş, entelektüel biridir. Teyzesinin gizemli olayları çözme konusundaki yeteneğini tam anlamıyla kavrayamaz, onunla her zaman çatışmaya girer. Miss Marple’ın zekasını ve dedektiflik yeteneğini hafife aldığı için onun bir muammayı çözmesine tanık olduğunda da şaşıp kalır.

Ters Köşe: RAYMOND CHANDLER BALONU 3
Agatha Christie

Ne dersiniz, sıkıcı romanlar yazan, ukala Raymond West aslında Raymond Chandler’a bir gönderme olabilir mi? Bence öyle. Agatha Christie, hiçbir zaman Chandler’ın haksız ve mesnetsiz saldırılarına açıktan bir tavır almadı. Onunla polemiğe girmedi. Sanırım, cevabını eserlerindeki satırların aralarına gizleyerek vermek onun için daha uygun bir yoldu.

Raymond West’in, bir Raymond Chandler parodisi olduğu kanısındayım.

Yarattığı kurgusal karakter vasıtasıyla Chandler’ı iğneleyip eleştirmek, onu resmen gülünç duruma düşürmek, üstelik bunu büyük bir zarafet ve ustalıkla yapmak, sadece Agatha Christie’nin başarabileceği bir iş.

En Son Yazılar