Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

RAPUNZEL İÇİN ADALET

Diğer Yazılar

Emel Aslan
Emel Aslanhttp://www.onkajans.com/emel-aslan/
Yazar, çevirmen ve editör. 1975 yılında Antalya’da doğdu. ODTÜ’de Çevre Mühendisliği okudu. Uzun yıllar Ankara’da farklı disiplinlerde çalıştıktan sonra kurumsal hayata veda ederek serbest çevirmenlik yapmaya başladı, yazı-çizi işlerine bulaştı. Ankara’da bir dönem EskiYeni bünyesinde yayımlanan Mahalle Baskısı dergisinin kurucusu, editörü ve yazarlarından biriydi. ODTÜ Yayıncılık için çeşitli kitaplar çevirdi. ONK Ajans’a bağlı olarak Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları ve özel tiyatrolar için tiyatro oyunları çevirmeye ve yazmaya başladı. Bir gün yolu Türkiye’nin ilk polisiye e-dergisi Dedektif ile kesişti ve kendisini suç, gizem ve gerilim öyküleri yazarken buldu. Dedektif Dergi ve Herdem Kitap / Polisiye Serisi için editörlük yapmaya başladı. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği (POYABİR) üyesi oldu ve ülkenin önde gelen polisiye yazarlarıyla birlikte birçok kolektif öykü seçkisinde yer aldı. İlk şahsi kitabı Suç ve Bela Öyküleri, 2023 yılı sonunda İthaki Yayınları etiketiyle yayımlandı. Yazarın öyküleri, deneme ve incelemeleri Dedektif Dergi’de ve çeşitli öykü seçkilerinde düzenli olarak yayımlanıyor. Türkçeye kazandırdığı tiyatro oyunları sahnelenmeye devam ediyor. Yazmaya, çevirmeye ve düzeltmeye aklı yettiğince devam etmeyi planlıyor.

BÜYÜKLERE POLİSİYE MASALLAR – 3

Serinin ilk masalı için buraya bakınız

Serinin ikinci masalı için de şuraya bakınız

Develerin tellal, pirelerin berber olduğu, beşiklerin tıngır mıngır sallandığı dolambaçlı rüyaların içinde oradan oraya savurulurken, kapının alacaklı gelmiş gibi güm güm vurulmasıyla uzun, kumral kirpiklerini araladı Prens. Bir anlığına nerede olduğunu hatırlayamadı. Bu ahşap tavan, saraydaki odasının tavanı değildi. Uçuşan bilinci havadaki kuş tüyü gibi süzüle süzüle inip yerine kondu. Doğru ya… Kendi evlerindelerdi artık. Kendi evleri. Kulağa ne kadar hoş geliyordu.

Bedo’nun kapıyı açtığını duydu sonra. Birtakım ayaküstü konuşmalar… Kapının kapanma sesi. Gerine gerine kalkıp banyoya gitti. Çok uyumuştu yine, üzerinde bir uyuşukluk vardı haftalardır, canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Bahar yorgunluğuydu herhâlde. İnşallah yani

Üzerinde bornozuyla kaşına kaşına salona girdiğinde Bedo çoktan kahvaltıyı hazırlamış, mis kokulu ekmekleri kızartmış, taze kahvelerini doldurmaktaydı.

“Günaydıııın,” dedi cıvıltılı bir sesle. Sürmeli kara gözlerinden ışıklar çıkıyordu yine.

Bu ne enerji sabah sabah, diye içinden geçirirken bet bir sesle “Günaydın,” dedi Prens, esnemesine mani olamayarak. “Kimmiş gelen?”

“Komşu. Tavuk getirmiş.”

“Arkadaş, gıdaklayacağız artık, her yer tavuk koktu,” diye homurdandı Prens.

“Seni seviyorlar Muhi, minnet duyuyorlar, ancak böyle göstermeyi biliyorlar.”

“Anladık da insan arada meyve, sebze falan getirir, midem bulandı tavuktan, yumurtadan.”

“Hadi, gel otur hemen, acıkmışsın sen.”

Sofraya oturup koyu kahvesinden iri bir yudum aldı, süzgün bakışlarla peynirli omletini isteksizce didikledi Prens. Sonra “Aaa, telefonum,” diyerek ayaklandı aniden. Fişte takılı telefonunu çıkardı, bildirimlere baka baka masaya dönüp oturdu. Kafasını ekrandan kaldırmadığı için Bedo’nun gücenik bakışlarını görmedi. Boğazını sesli bir şekilde temizledi Bedo, yine de Muhi’nin dikkatini çekemedi.

“Hani,” dedi yumuşak tutmaya çalıştığı bir sesle, “yemek masasında telefonla ilgilenmeyecektik?”

“Hı?” diye ona döndü Prens.

“Telefon diyorum, yemekte bari bakmasak mı?”

“Ay evet yaa, nasıl bağımlı olduk değil mi şunlara birkaç ayda? İnternet geldi, hayatımız değişti resmen.”

“Daha düne kadar güvercinle haberleşiyorduk,” dedi Bedo başını manidar sallayarak. “Bu hız beni biraz korkutuyor, ne yalan söyleyeyim.” Prens’in dalgın bakışlarının tekrar ekrana dönmesiyle yutkundu. “Aslında seninle konuşmak istediğim bir konu vardı.”

“Hı?” dedi Prens yine, boş bakışlarını telefondan ona doğru güçlükle çevirirken.

Çatalını masaya sertçe çarptı, tabağını da alıp ayaklandı Bedo. “Neyse, siz uygun olduğunuzda beni huzura çağırırsınız, o zaman konuşuruz sayın Prens,” dedi artık gizleyemediği bir öfkeyle.

“Tamam tamam, affedersin, kızma lütfen, iyi değilim bu ara…”

“Haftalardır iyi değilsin Muhi! Bu eve taşınalı ne kadar oldu? Dört aydır yataktan zorla çıkıyorsun, hiçbir şeye elini sürmüyorsun, benimle doğru dürüst iletişim kurmuyorsun… Anlıyorum, saraydan sonra senin için her şey çok yeni ve farklı, sabırlı olayım, uyum sürecidir diyorum ama benim için de kolay değil. Yanlış anlama, yemekti, temizlikti, odun kırmaktı, zevkle yaparım, hayatım boyunca da yaptım zaten ama bu evde ikimizin birlikte yaşadığını artık sen de idrak edesin istiyorum.”

“Ediyorum, etmez miyim… Sadece… Bilmiyorum.”

“Depresyonda mısın? Ya da pişman olduysan vazgeçebilirsin Muhi. Kendini mecbur hissetme. Ben yalnız da devam edebilirim.”

Bir anda içi cız etti, yüreği hop diye ağzına geldi Prens’in. “Ah hayır, kesinlikle öyle bir şey değil. Ben… nasıl desem. Kendimi beceriksiz hissediyorum Bedo. Elimden senin gibi iş gelmiyor. Mahcup oluyorum.”

Yavaşça yerine geri oturdu Bedo. “Saçmalama lütfen. Öyle bir şey yok.”

O esnada cep telefonuna ardı ardına bildirimler düşmeye başladı Prens’in. Karşılıklı duymazdan gelmeye çalışarak bir müddet beklediler. Ne konuşmaya devam edebiliyorlardı ne de Prens’in ekrana bakmaya cesareti vardı. Mesaj sesleri susmuyordu bir türlü. Ding-ding, ding-ding, ding-ding…

“Öf, tamam bak hadi,” diyerek masadan kalktı Bedo. Hemen telefonuna sarıldı Prens. Sayfaları kaydıra kaydıra bir müddet ekranı inceledi. Sonra kaygı yüklü bakışlarını Bedo’ya çevirdi.

“Rapunzel,” dedi. “Kaybolmuş…”

***

“Rapunzel de kim?”

“Komşu ülkeden, hatırlı bir ailenin kızı. Prenses daha doğrusu.”

“Sen tanıyor musun?”

“Hı-hı. Bizi ziyarete gelmişlerdi bir keresinde.”

Tek kaşı havada, sessizce onun devam etmesini bekledi Bedo. Prens sıkıntıyla alnını ovuşturdu. “Babalarımız bir ara bizi evlendirmeye kalkışmıştı. Ülkeler arası yakınlık doğsun diye. Taa, şeyden önce… Şu, Pamuk Prenses hadisesinden.”

“Hatırlıyoruum,” dedi Bedo. “Kapıyı vurup sarayı terk etmiştin hatta.”

Başıyla onayladı Prens. “Tanışmıştık o zamanlar. O da istemiyordu, bakma. Tıp mı ne okumuş, iyi eğitimli, aklı başında bir kızdı. Böyle sarışın, uzun saçlı, çekici de bir tip.”

“Eee? Ne olmuş peki?”

“Bilmiyorum. Kayıpmış, akıbeti belli değil. Sosyal medya yıkılıyor. #rapunzelnerede hashtag olmuş.”

Hemen ayaklanıp sofrayı toplamaya başladı Bedo. “Koş giyin,” dedi Prens’e. “Ben de atları hazırlayayım. Gidiyoruz.”

“Nereye?”

“En iyi yaptığın işi yapmaya…”

***

Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Biri ak, diğeri kara donlu atlarını kâh tırıs, kâh adeta, kâh dörtnala süre süre, balta girmemiş ormanlardan, el değmemiş pınarlardan, ayak sürülmemiş patikalardan geçtiler. Yoruldukça su kenarlarında durup azıklarını yediler, uyuyup dinlendiler. Göz alıcı çiçekler yerini çorak topraklara, ağaçlar yerini kayalıklara bıraktı yavaş yavaş. İklim değişti, dereler kurudu, hava puslandı. En nihayetinde, bayrağında kırçıl tüylü bir kurt başının dalgalandığı komşu ülkeye vardılar.

“Önce aileye uğramak lazım gelir,” dedi Prens. Köy meydanından doludizgin geçerlerken, yolun kenarında toplanmış kalabalık dikkatlerini çekti. Çoğunluğu kadınlardan oluşan güruh ellerinde üzeri yazılı pankartlarla bağırıyordu: “Rapunzel nerede! Rapunzel nerede!” Kraliyet muhafızları onlara su sıkarak müdahale ediyor, kalabalığı dağıtmaya çalışıyorlardı. Kadınlardan birini saçından tutarak yerde sürüklediklerini görünce dayanamadı Prens, Bedo’yla birlikte hızla atlarından indiler, adamın üzerine çullanıp kadını ellerinden çektiler.

“Ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi?” diye haykırdı Prens.

“Geri basın len, Kral’ın emri, sizi de alırım ha!” diyerek öfkeyle sopasını salladı adam.

“Sıkıysa al!” diye diklendi Bedo. Prens onu koluyla sakince durdurdu, heybesinden Kraliyet armasını çıkarıp adamın gözüne soktu. Bir anda beti benzi attı adamın.

“Affedersiniz sayın Prens’im, bilemedim, boynum kıldan incedir,” diyerek büzülüp kenara çekildi muhafız koca heybetiyle.

“Uzaklaşın buradan!” diye bağırdı Prens adama. “Rahat bırakın insanları! Tepki göstermek en doğal hakları!”

Ortamı yatıştırdıktan sonra atlarına atlayıp yola devam ettiler. Bir an ensesinde tuhaf bir ürperti hissetti Prens. İzleniyorlar mıydı ne? Sağa sola bakındı, kimsecikleri göremedi.

Nihayet Kraliyet sarayına vardıklarında yüzünü buruşturdu Prens.

“Bu ne çirkin yapı, bu ne görgüsüzlük böyle?”

Neredeyse bir köy genişliğindeki arazi üzerine uçsuz bucaksız taş binalar birbiri ardına dizilmişti. Yapıların dört bir yanı gündüz vakti olmasına rağmen fenerlerle ışıl ışıl aydınlatılmıştı. Etrafı Çin Seddi gibi yüksek surlarla, dikenli tellerle ve gözetleme kuleleriyle çepeçevre sarılmıştı. Her yirmi metrede bir eli silahlı muhafız dikilmişti sur diplerine.

“Bu kadar masrafa ne gerek var? Nedendir bu korku? Savaşta mıyız?” diye mırıldandı Prens kendi kendine.

Ana kapıdan muhafızlar eşliğinde girip atlarıyla saraya doğru devam ettiler. Sarayın giriş kapısında atlarını muhafızlara teslim edip Kraliyet salonuna doğru refakatçiler eşliğinde ilerlediler. Uzun, kasvetli koridorlardan, dar geçitlerden, karanlık dehlizlerden yürüdüler. Salona vardıklarında Kral onları ayakta karşıladı.

“Hoş geldiniz, şeref verdiniz Muhittin Bey oğlum,” dedi samimiyetle sarılarak. “Sizi görmek ne şeref.”

“O şeref bize ait efendim,” dedi Prens vakarla. “Tanıştırayım, yoldaşım Bedo.”

Bedo’nun elini sıkarken şüphe dolu bir bulut geçti gözlerinden Kral’ın ama fazla üzerinde durmadı. “Hangi rüzgâr attı sizi buraya?”

Hafif şaşalasa da çabuk toparlandı Prens. “Kızınız Rapunzel’in kaybolduğunu duyduk. Belki bir yardımımız olur diye geldik,” dedi kibarca.

“Amaaan,” diyerek sinek kovalar gibi elini salladı Kral. “Ne kadar abartıyorlar bu meseleyi yahu! Bizim kız hep dik başlı oldu, evden kaçar durur. Yine girmiştir bir deliğe, çıkar kokusu yakında!”

“Ö–öyle  mi?”

“Öyle tabii… Ne hâli varsa görsün. Su testisi su yolunda kırılır.”

“Hele başına bir iş gelsin, gör bak o testi nerede kırılıyor!” diye tiz perdeden bir nida yükseldi salon kapısının ağzından. “Bugüne kadar sesimi çıkarmadım diye bu devran böyle gider sanma!”

Başlarını çevirdiklerinde üzerinde eşofmanları, gri saçları tepesinde özensizce toplanmış, gözleri ağlamaktan kızarmış Kraliçe’yle karşılaştılar. Alev saçan nazarlarla kocasına bakıyordu.

“İyi günler efendim,” diyerek tek dizinin üzerine çöküp selam verdi Prens. Bedo da aynısını yaptı.

“Hoş geldiniz çocuğum, eksik olmayın. Kahvaltı ettiniz mi?”

“Ettik efendim, sağ olun.”

Kahve istedi Kraliçe, karşılıklı oturup kahvelerini yudumladılar.

“O zaman, diyorsunuz ki…” diye söze girecek oldu Prens.

“Boşuna zahmet etmişsiniz Muhittin Bey oğlum. İsterseniz gelmişken ülkemizi gezin, dolaşın, pek de görülecek bir yeri yoktur ya,” derken gevrek gevrek güldü Kral. “Ama bizim kız için kendinizi yorduğunuza değmez.”

“Anlaşıldı efendim, teşekkür ederiz, o zaman bize müsaade,” diyerek ayaklandılar.

Kapıdan çıktıklarında peşlerinden sessiz adımlarla yaklaşan Kraliçe, muhafızları bir baş hareketiyle uzaklaştırdı.

“Evladım, sizden ricam, buralardan hemen ayrılmayın,” dedi fısıltıyla.

“Bildiğiniz bir şeyler mi var efendim?”

“Şüphelendiğim, diyelim. Tarafsız bir göze ihtiyacım olabilir. Kimseye güvenmiyorum artık,” dedi çelik bakışlarını Prens’in gözlerine dikerek.

Onu saygıyla selamlayarak yanından ayrıldılar ve geldikleri geçitlerden gerisin geri yürüyerek çıkış kapısına ulaşmaya çalıştılar. Duvarlara asılı meşalelerin ışığının düşmediği loş bir köşeden bir baş uzandı sessizce.

“Pişt!”

Gözlerini kısıp o tarafa baktılar. Sarı bukleli saçların yanaklarına düştüğü güzel bir yüzdü onlara seslenen.

“Buraya gelin!” diye seslendi tekrar, kısık sesle.

Koşar adım yanına gittiklerinde, onları kollarından çekiştirerek kuytudaki bir odaya soktu, kapıyı sıkıca örttü. Işıl ışıl, gencecik bir kızdı karşılarındaki.

“Benim adım Nevalda. Rapunzel’in kardeşiyim. Size anlatacaklarım var.”

Onun anlattıklarını dinledikçe ağızları bir karış açık kaldı Muhi ile Bedo’nun. Meğerse karşılarında geniş geniş oturmuş, onları ülkelerine geri göndermeye çalışan Kral, yıllardır Rapunzel’e eziyet ediyordu. Onu, kendi uygun gördüğü bir başka ülkenin Prensiyle evlendirmeye kararlıydı. Rapunzel buna şiddetle karşı çıkmış, birkaç kez evden kaçmaya yeltenmişti, doğru. Fakat müstakbel damat psikopatın tekiydi. Her seferinde gidip kızı bulmuş, türlü tehditlerle saraya geri getirmişti. Ya onun olacaktı ya kara toprağın. Rapunzel ise kararlıydı. “Ölürüm de evlenmem,” diyordu. Nihayetinde Kral babası, Rapunzel’i özel olarak inşa ettirdiği ve damat hariç kimselerin yerini bilmediği bir kuleye hapsetmiş, düğün gününe kadar orada tutmaya karar vermişti. Kraliçe dahi bu kuleden haberdar değildi; ona yine kızın saraydan kaçtığını söylüyordu. Fakat bu sefer Prenses aylarca ortalıkta görünmeyince herkes şüphelenmiş (demek ki fısıltı gazetesi iyi çalışmış), onun kaybolduğu ve muhtemelen başına kötü bir iş geldiği haberleri ayyuka çıkmıştı. Halk sokaklardaydı.

“Siz bu kulenin nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu Prens, genç kıza.

“Ben hiç görmedim, babam saraydan çıkmama izin vermiyor,” dedi Nevalda, mahzun bakışlarını önüne eğerken. “Haberi bana ablam uçurdu, güvercinle. Babam güvercini de hapsetti.”

“Buraya internet gelmedi mi daha?”

“Aslında geldi de babam cep telefonlarını toplattı. Halk örgütlenmesin diye. Birileri ülke dışına haber göndermeyi başarmış demek ki, siz de duyup geldiğinize göre…”

“Annenize neden söylemiyorsunuz?”

“Söyledim! Ama babam onu kandırdı bir şekilde. İnandıramadım.”

“Bu damat adayı hangi ülkenin prensi?”

“Koçbaşı Krallığının. Bizim buralarda da bir şato yaptırmış kendine, daha çok orada kalıyormuş. Ablama yakın olmak için.”

Gerektiğinde ulaşabilmek için Bedo’nun cep telefonunu alıp Nevalda’ya uzattı Prens. İyi saklamasını, sakın ha babasına yakalatmamasını tembih etti. Saraydan ayrılıp tekrar yollara düştüler.

“Kafamda tam oturmayan şeyler var,” dedi Muhi mütereddit ilerlerken.

“Ne mesela?”

“Birincisi, anneyle ilgili. Kadın bir şeylerden şüpheleniyor, kimseye güvenmediğini söylüyor. Nevalda’nın anlattıklarına neden inanmasın?”

“Doğru. İyi yakalamışsın.”

“İkincisi de insanlar bunca yıl durup da sarayın prensesi ortadan kayboldu diye neden ayaklansın? Halktan biri değil sonuçta.”

“Bazen mesele sadece bir Prenses değildir,” dedi Bedo tek kaşını kaldırarak. “O, bardağı taşıran son damladır.”

“O zaman plan şu…” dedi Prens biraz düşündükten sonra. “Tebdil-i kıyafet halka karışacağız. Her şeyi iyice anlamak istiyorum.”

Uygun bir yerde üst baş değiştirdiler, biraz toza toprağa bulandılar. Uzun saçlarını boz renkli bir kasketin altına gizledi Muhi.

“Nasıl oldum?” diye sordu Bedo’ya. “Prens olduğum anlaşılmaz, değil mi?”

“Fazla konuşmazsan anlaşılmaz,” diye kıkırdadı Bedo. “O kadar naziksin ki… Bırak da insanlarla ben konuşayım.”

***

Meydandaki kalabalık iyice artmıştı. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler, çiftçiler, işçiler saraya doğru omuz omuza yürüyorlardı. Saray muhafızları onları belli bir mesafede çepeçevre sarmış, korku dolu gözlerle izliyordu. Prens’in sabahki müdahalesi de işe yaramıştı belli ki.

Kıyın kıyın kalabalığa karışıp ortalara doğru ilerlediler. Gür sesli, pala bıyıklı, orta yaşlı bir adama doğru yanaştı Bedo.

“Hayırdır dayı?” dedi yüksek perdeden. “Neler olur burada böyle?”

Dayı gözlerini kısarak tepeden tırnağa şöyle bir süzdü ikisini de.

“Siz yumurtadan yeni mi çıktınız yeğenim?” dedi inanamaz bakışlarla. “Hiç haber okumuyonuz mu?”

“Askerdeydik üç yıldır, yeni geldik,” dedi Bedo.

“Sizi hiç çalıştırmamışlar askerde belli,” dedi dayı. “Pek de parlaksınız.”

“Muhaberedeydik.”

“Prenses Rapunzel kayıp. Başına bir işler getirdiler kızcağızın herhal.”

“Yav dayı,” dedi Bedo ağzını büzerek. “Size ne sarayın prensesinden? Kendi ekmeğinize baksanıza?”

“Yoook, öyle demeee,” dedi dayı hararetle iki elini birden kaldırırken. “Bizim Rapunzel çok hakikatli kızdır. Bunun Kral olacak o deyyus babası bize etmediğini koymadı yıllardır. Ama Rapunzel hep halkın, haklının yanında olmuştur. Kaç defa babasına karşı durmuştur bizim için. Hekimdir bi’ de. Ayağımıza kadar gelip tedavi etmiştir hep bizi.”

“Bu Prensesin bir de nişanlısı mı varmış ne?”

“Hee, Koçbaşı Krallığının Prensi. Hamza adında bir sığır. O da babasının katakullisi ya, bakma sen. Kesin onların parmağı var bu işte zati.”

“Nerededir ki bu Hamza?”

“Saklanırdır mağarasında. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yere şato yaptırmış derler. Adını da Kışyarı koymuş, o ne menem isimse.”

“Sağ ol dayı,” deyip uzaklaştılar yanından.

Kalabalıktan sıyrılıp çıkmaya çalışırlarken Prens yine aynı ürpertiyi duydu ensesinde. Evet, biri kesinlikle onları izliyordu. Hızla taradı kalabalığı. O anda gördü onu. Kısa, kızıl, dağınık saçları, kir pas içindeki suratı ve paspal kıyafetleriyle bebek yüzlü bir oğlan. Bu bal rengi gözler bir yerden tanıdıktı amma… Bakışları bir anlığına birbirine değdi, aynı esnada arkasını dönüp hızla uzaklaşmaya başladı delikanlı, kalabalığı yararak ortadan kayboldu. Muhi hemen atıldı gitti peşinden. Bedo ne olduğunu anlayamadan gözden yitirdi onu. 

Birkaç dakika sonra nefes nefese geri dönüp Bedo’yu buldu Muhi. “Kaybettim,” dedi dizlerini tutarak soluklanırken.

“Kimi?”

“Bizi gözetliyordu. Kızıl saçlı bir oğlan.”

“Boş ver şimdi onu. Biz bu Hamza’yı nasıl bulacağız?”

“Orası kolay. Kışyarı mı dedi o dayı?”

“Evet.”

“Sarayın surlarından dümdüz güneye doğru ineceğiz.”

“Onu da nereden çıkardın?” dedi Bedo gözlerini hayretle açarak.

“Sen hiç Game of Thrones izlemedin mi?”

***

Cidden, Muhi’nin dediği yolu izleyerek elleriyle koymuş gibi bulmuşlardı Hamza’nın şatosunu. Pusuya yatıp sırayla uzaktan gözetlemeye koyuldular. Yorulan uyuyup dinleniyor, sonra kalkıp nöbeti devralıyordu.

Nihayet sabahın kör bir saatinde Hamza’nın tek başına şatodan ayrıldığını gördüler. Heybesi yiyeceklerle dolu atını dörtnala sürüyordu.

“Kesin kuleye gidiyor,” dedi Prens. Hemen peşine düştüler. Onun fark edemeyeceği bir mesafeden takibe başladılar, bir müddet sonra nihayet meşhur kuleye vardılar.

Kocaman kilitlerle zincirlenmiş bir giriş kapısı ve en tepesindeki ufacık bir pencereden başka açıklığı bulunmayan upuzuuun bir yapıydı bu. Daha çok fabrikaların atık bacasına benziyordu. “Ah Rapunzel,” dedi Prens içinden hüzünle. “Bunca zaman nasıl dayandın bu yapayalnız esarete?”

Çalılıkların arasına gizlenip sessizce beklediler. Hamza uzaklaştıktan sonra kurtarma operasyonuna girişmeye karar vermişlerdi. Fazla beklemeleri gerekmedi. Birkaç dakika içinde Hamza panik hâlinde çıktı kuleden. Elleri, ayakları, hatta dizleri dahi kanlar içindeydi. Yürekleri güp etti ikisinin de.

Hamza kapıyı kilitleme gereği bile duymadan atına atladığı gibi kaçıp gitti oradan. Muhi ile Bedo hemen çıktılar saklandıkları yerden. Koşarak tırmandılar kulenin en tepesine. Rapunzel’in hapsedildiği odaya girer girmez de beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Odanın zemini kanla doluydu. Çok fazla kanla…

Olduğu yere çöküp kaldı Muhi. Yüzünü elleriyle örttü. “Geç kaldım. Ah, çok geç kaldım Rapunzel, beni affet…”

Bir süre kendini toplamak için sessizce oturduktan sonra Nevalda’ya durumu haber vermek üzere telefonunu çıkardı.

“Emin misin?” dedi Bedo.

“Bu kadar kan kaybeden hiç kimse hayatta kalamaz…”

“Ceset nerede peki?”

“Onu daha önce ortadan kaldırmış olmalılar. Bu kulenin yerini bilen sadece iki kişi var: Kral ve Hamza. Hesabını onlara soracaklar.”

Bedo bulutlar dolan gözlerini yere eğerken Prens, telefonu tuşladı.

“Merhaba Nevalda, ben Muhi. Ne yazık ki size kötü haberlerim var…”

***

Mahalli Tetkik Alayı gelene kadar beklediler. Zemini dolduran kanın Rapunzel’e ait olduğu teyit edilince içlerindeki son ümit kırıntılarını da yitirmiş hâlde orayı terk ettiler. Artık bir aceleleri kalmamıştı. Atlarını tırıs süre süre Kışyarı şatosuna kadar geldiler. Kraliyet muhafızları Hamza’yı yakalamış, palas pandıras gözaltına almaktaydı. Köy halkı olan biteni anında duymuş, şatonun önüne yığılmış, öfke dağları aşmıştı. “Rapunzel için adalet!” çığlıkları göğe yükseliyordu. Adamı bir ellerine geçirseler paramparça edeceklerdi. Onun yoğun güvenlik önlemleri altında at arabasına bindirilip uzaklaştırılmasıyla yürüyüşün istikameti saraya döndü.

Akıp giden insan selini izlerlerken kalabalığın arasına gizlenmiş kızıl oğlanı görür gibi oldu Muhi. “Bu sefer benden kaçamayacaksın,” diyerek dosdoğru üzerine sürdü. Kalabalığın içerisine daldı, oğlanı atının terkisine attığı gibi oradan uzaklaştı. “Beni burada bekle!” diye de haykırdı Bedo’ya.

Bedo ne yapacağını bilmez bir hâlde onu bekledi, bekledi, yaklaşık bir saat sonra ufukta göründü Muhi. Yalnızdı.

“Nerede kaldın yahu, öldüm meraktan! Çocuk nerede?” diye sordu Bedo heyecan içinde.

“Bıraktım,” dedi Prens gayet sakin.

“Neler olduğunu bana da anlatacak mısın?”

“Daha sonra,” diyerek gülümsedi Prens.

Ağır aheste atlarını sürerek saray yönünde ilerlemeye devam ettiler. Yüzlerce kişi sarayın önüne yığılmış, katbekat fazlası gelmeye devam ediyordu. Kraliçe ile Nevalda surların üzerinde dimdik ayaktaydılar. Muhafızların tamamını geri çekmiş, sarayın kapılarını ardına kadar açmış, halkın kararlılıkla saraya doğru ilerleyişini izliyorlardı.

***

Dönüş yolunda bir süre tüyleri diken diken, konuşmadan ilerlediler.

“Bundan böyle sabahları kahvaltı ile hayvanların bakımı bende,” dedi Muhi, kendinden emin. “Biraz da sen sabah uykusunun tadını çıkar.”

“Ben duramam ki, kalkar sana yardım ederim,” dedi Bedo gözleri ışıldayarak. “Sen asıl şu diğer mevzudan haber ver. Neler konuştunuz kızıl oğlanla?”

Kendini tutamayıp bir kahkaha attı Prens. “O oğlan Rapunzel’di.”

“Ne diyorsun sen?”

“Vallahi hepimizi tongaya bastırdı. Her şeyi Nevalda’yla birlikte tezgâhlamışlar, oltayı atmışlar, bizi istedikleri gibi oynatmışlar. Ha, kaçırılması, aylarca kuleye hapsedilmesi, ölüm tehditleri, babasının eziyetleri, hepsi doğru. Hamza onu eninde sonunda öldürürdü. Zindana atılması şarttı.”

“Kuleden çıkmayı nasıl başarmış?”

“İyice uzayan saçlarını kesip halat yapmış.”

“Peki ya o kanlar?”

“Rapunzel doktor zaten, biliyorsun. Her hafta kanını azar azar çekip biriktirmiş.”

“Vay canına! Peki ya anneleri?”

“Onun hiçbir şeyden haberi yok. Kızının gerçekten öldüğünü sanıyor.”

“Ay yazık değil mi ya kadına? Söylemeyecekler mi?”

“Söyleyecekler tabii. Hele birkaç gün geçsin de…” derken göz kırptı Bedo’ya.

Prens kendini yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Köylerine yaklaşırlarken bir ağacın dibine düşmüş üç elma gördü. Atından inip topladı. Birini kendi ısırdı, birini Bedo’ya verdi, birini de ikiye bölüp atlarına yedirdi.

Bu masal da burada bitti…

En Son Yazılar