Bir varmış, bir yokmuş…
Yemyeşil ulu ağaçların görkemli kollarıyla gökyüzüne uzandığı, gür şelalelerin olanca gücüyle çağıldadığı, tüm canlıların huzur ve güven içinde ömür sürdüğü uçsuz bucaksız ormanın içindeki güzeller güzeli ülkede bir Kral, bir Kraliçe ve biricik oğulları Prens yaşarmış.
Ilık ve güneşli bir bahar günüymüş. Uzun yeleli beyaz atını, avucunun içi gibi bildiği ormanın derinliklerinde dörtnala süren yakışıklı Prensin ne cıvıl cıvıl ötüşen kuşları ne de neşeyle uçuşan arıları görecek hâli varmış. Altın sarısı saçlarını geriye savurup atını bir hışımla mahmuzlarken kendi kendine homurdanmaya devam etmiş:
“Evlen artıkmış. Yaşım kaç olmuşmuş. Size ne ya, size ne? Hangi çağda yaşıyoruz? Hayret bir şey!”
Kral babasıyla ettikleri son kavganın üzerine kapıyı vurup çıkmış, bir müddet de saraya uğramamaya karar vermiş. Burasına gelmiş artık çünkü. Doğururken ona mı sormuşlar canım? Sırf ülkeyi yönetecek diye istemediği hâlde evlenip bir de çocuk yapacak değilmiş.
Bir süre daha doludizgin ilerledikten sonra önüne çıkan pırıl pırıl dereyi görünce atına daha fazla eziyet etmeye yüreği elvermemiş. Hemen dere kenarında mola vermiş. Sadık dostu kana kana serin suları içerken Prens elini yüzünü yıkamış, matarasını doldurmuş, atının ve kendisinin erzağını hazırlamış. Karınlarını güzelce doyurduktan sonra hafif rüzgâr altında yaprak hışırtılarını ve derenin huzur veren şırıltılarını dinleyerek dinlenmeye koyulmuşlar. Doğanın sakinleştirici etkisine teslim olunca, gözleri kendiliğinden kapanmaya başlamış.
Prens’in içinden bir anlığına izleniyormuş gibi bir his yükselmiş, kirpikleri aralanmış. Hızla doğrulup sağa sola bakınmış. Sık çalılıkların içine kaçan bir hayvanın ayak seslerini duyar gibi olmuş. Tıpır tıpır… “Tilki falan herhâlde,” diyerek esnemiş ve gerisin geri yatmış. Tekrar dalmak üzereymiş ki aynı tıpırtıların kulağına çalınmasıyla bir kez daha yerinden sıçramış. Bu ses sanki insan adımlarına benziyormuş ve bu sefer daha yakından geliyormuş. Usulca kalkarak sesin geldiği tarafa yönelmiş. Meğer yanılmamış. On arşın kadar ilerisinde, çalıların arasında, hışırtılar çıkararak kendisinden kaçan ufarak bir canlı varmış. “Çocuk mu, neyin nesidir bu?” diyerek şaşkınlıkla peşine düşmüş.
Prens aralarındaki mesafeyi koruyarak takibi sürdürürken nefes nefese kalmış. O yaratık her ne ise ufakmış mufakmış ama tavşan gibi koşuyormuş maşallah. Hava da yavaştan kararmaya yüz tutmuş. Prens, “Geri mi dönsem?” diye tereddüde düşmüşken sayısız gezintiler yaptığı ormanda daha önce hiç görmediği minicik bir köy karşısına çıkıvermiş. Ağzı şaşkınlıktan bir karış açık, çalıların arkasına gizlenerek bir müddet ortamı incelemiş. Minik köy adeta masallardan fırlamış gibiymiş. Her biri farklı biçim ve renklerde, çamurdan ve ahşaptan imal, oyuncak gibi görünen mini mini evler, mutlu mesut gezinen tavuklarla keçiler, aralarından berrak dereler akan verimli bahçeler, dallarından dolu dolu meyveler sarkan ağaçlar, dört bir yanı saran çilek kokusu, ortada bir su kuyusu ve… Oradan oraya koşturan, odun kıran, taş dizen, tarla süren, arı gibi çalışan cüceler… Gözlerini ovuşturup tekrar tekrar bakmış. Hayır, yanlış görmüyormuş. Tam altı adet cüce saymış.
“Dönsem mi, gidip onlarla tanışsam mı?” diye karar vermeye çabalarken arkasından beline sertçe yaslanan sivri bir cisimle yerinden zıplamış. “Kıpırdama! Kaldır ellerini, sakın yanlış bir hareket yapma!” diye bağırmış tiz ve çatallı bir ses. Prens, emre uysalca itaat ederek ellerini kaldırmış. Başını azıcık arkaya çevirdiğinde çatık kaşlarının arasından kendisine öfkeyle bakan yedinci cüceyle burun buruna gelmiş.
“Bakın, yanlış anladınız, kötü bir niyetim yoktu,” demiş masumca. “Köyünüzü tesadüfen keşfettim, sadece merakımdan bakıyordum. Bırakırsanız hemen giderim…”
“Fazla konuşma da yürü!” demiş cüce. “Buna köyde karar veririz.”
Prens önde, cüce arkada, köye girmişler. Diğer cüceler hemen çevrelerini sarmış. Prens’in elini kolunu sıkıca bağlayıp bir kenara oturtmuşlar. Prens’i yakalayan cüce elindeki sopayı yere atmış.
“Silah değil miydi o?” diye haykırmış Prens hayretle. “Kandırdınız beni…”
“Bizde silah ne gezer?” demiş cücelerden bir diğeri neşeyle. “Barışçıl bir köy burası. Şiddetsiz iletişime inanıyoruz.”
“Ne güzelmiş,” diyerek gülümsemiş Prens. Heyecandan dili damağı kurumuş. “Biraz su alabilir miyim size zahmet olmazsa?”
“Ah pardon ya, tabii ki,” demiş cücelerden bir başkası, sarsak adımlarla düşe kalka gidip su ve çilek getirmiş.
Herkes biraz sakinleşmiş, ortamdaki gerilim azalmış. Prens onları gözetlediği için tekrar özür dilemiş.
“Kusura bakmayın arkadaşlar, boş bulundum. Yoksa sizi rahatsız etmek istemezdim,” demiş tüm samimiyetiyle. “Atım da ormanda kaldı, beni bırakırsanız kamp yerime geri döneyim.”
“Hava karardı, bu saatte gitme artık, misafirimiz ol. Bizimkiler gidip atını getirir,” demiş cücelerden gözlüklü olan. Prensi çözmüşler, ona dinlenecek bir yer gösterip yemek hazırlıklarına girişmişler. Akşam yemeğinde buluşmak üzere sözleşmişler.
Akşam tüm cüceler ve Prens, keyifli bir sofrada buluşmuşlar. Lezzetli bir mantar sote ve çilekli pastanın üzerine çaylarını içerlerken birbirlerini daha yakından tanımaya çalışmışlar.
“Ben Bilgin!” demiş bilge görünüşlü, gözlüklü cüce. “Seni ilk yakalayan Huysuz’du, öfkesinden tahmin etmişsindir. Bunlar da Neşeli, Meraklı, Şapşal, Utangaç ve Uykucu.”
“Yani Yedi Cüceler!” demiş Prens inci gibi dişlerini göstererek.
“Yalnız, artık cüce demiyoruz,” diye homurdanmış Huysuz. “Laflarımıza dikkat edelim.”
“Çok özür dilerim, bilmiyordum. Ne diyoruz?”
“Akondroplazili birey,” demiş Bilgin.
“Ya da Amerikalıların deyimiyle ‘küçük insan’ ama bizde pek tutmadı,” diye eklemiş Uykucu esnerken.
“Peki, böyle Huysuz, Şapşal falan deyince de etiketleyici olmuyor mu?”
“Değişim dediğin birdenbire olmuyor,” demiş Neşeli, neşeyle. “Zamanla onları da düzelteceğiz.”
“Senin adın ne?” diye sormuş Meraklı.
“Halk arasında Beyaz Atlı Prens diyorlar. Asıl adım Prens III. Muhittin,” demiş yakışıklı Prens vakarla.
Cüceler arasında derin bir sessizlik olmuş. Dudaklarını ısırarak bakışlarını kaçırmışlar.
Boğazını temizleyerek “Biz de sana kısaca Prens diyelim o zaman,” demiş Bilgin. Cücelerin hepsi kafalarını çabuk çabuk sallayarak onay vermiş. “Aslında bizim bir maruzatımız vardı, belki sen yardımcı olabilirsin,” diye de eklemiş.
“Tabii, elimden gelen bir şeyse…”
“Şimdi Prens ağabey,” diyerek lafa girmiş Şapşal. “Geçtiğimiz haftalarda ormanın derinliklerinden gencecik, çok güzel bir kadın çıkıp geldi. Üstü başı kan içindeydi.”
“Eeee?” demiş Prens ilgiyle. “Kimin nesiymiş?”
“Komşu ülkelerin birinde prensesmiş. Adı Pamuk’muş. Kraliçe olan üvey annesinin konuşan bir aynası mı ne varmış. Yaşlı kadın bunun güzelliğini kıskanıyormuş. Bu yüzden onu avcıya öldürtmeye çalışmış,” diye devam etmiş Meraklı.
“Allah allah, konuşan ayna mı olurmuş yahu? Kraliçe de sırf güzel diye öldürmeye çalışmış? Ne saçma şey…”
“Valla bize öyle anlattı. Neyse, bu bir şekilde kurtulmuş avcının elinden, tesadüfen bizim köyü bulmuş. Eh, biz de geri çevirmedik tabii, tanrı misafiri dedik, baş tacı ettik.” Bu sefer konuşan Uykucu’ymuş.
“Eee?”
“Eee’si, bu Pamuk Prenses’in başına bir iş geldi,” diye homurdanmış Huysuz.
“Nasıl bir iş?”
“Gel benimle de kendin gör,” demiş Bilgin, Prens’le birlikte Pamuk Prenses’e tahsis edilen kulübeye doğru seğirtmişler.
Minik kulübeye yaklaşırlarken sağa sola şöyle bir göz gezdirmiş Prens. Kapının hemen solunda yer alan geniş camlı pencerenin önünde yarısı içilmiş bir sigara izmariti dikkatini çekmiş. “Allah allah,” demiş içinden. “Bu Pamuk sigara da mı içiyormuş?” İçeri girer girmez de ahşap sedire boylu boyunca uzanan Pamuk Prenses ile karşılaşması bir olmuş. Pamuk, hakikaten dedikleri kadar varmış. Bembeyaz pürüzsüz teni, upuzun siyah kirpikleri ve ışıltılar saçan saçlarıyla melekler gibi yatıyormuş. Odada, yatağın haricinde aynalı bir makyaj masası, önünde küçük bir tabure ve yerde el dokuması bir kilim varmış. Aynanın camına rujla yazılmış “ZEHİRLİ EL” yazısı ve masanın üzerinde yarısı yenmiş bir elma göze çarpıyormuş.
“Neler olmuş burada böyle?” diye mırıldanmış Prens.
“Dün Pamuk’u burada yerde yatarken bulduk. Herhâlde ZEHİRLİ ELMA yazmaya çalışıyordu ki düşüp bayıldı. Neyse ki nefesi düzgün, nabzı normal. Ne yaptıysak uyandıramadık.”
“Kimin yaptığı belli mi?”
“Maalesef değil.”
“Köye gelip giden yabancı kimse oldu mu?”
“Utangaç, birini görmüş,” demiş Bilgin ve hep birlikte Utangaç’a dönmüşler.
Utangaç kulaklarına kadar kızarmış, bozarmış ve kekeleyerek anlatmaya koyulmuş:
“Akşam yemeğinden sonraydı. Tam yatmaya gidiyordum ki Pamuk’un kulübesinden çıkan kısa boylu, kambur birini gördüm. Simsiyah giyinmişti. Kapüşonlu bir pelerini vardı. Kolunda bir sepet dolusu elma taşıyordu. ‘Hey!’ diye seslenmemle birlikte ormana kaçtı, peşinden koşturdumsa da yetişemedim. Döndüğümde Pamuk’u yerde yatarken buldum. Onu kaldırmaya çalışırken Meraklı da tesadüfen kulübeye geldi. Birlikte Pamuk’u yatağına yatırdık ve diğerlerine haber verdik.”
“Enteresan…” demiş Prens dalgın bakışlarla dinlerken.
“Şu yaşlı kraliçenin gönderdiği bir cadı falan olmasın? Yarım kalan işi tamamlamaya gelmiştir belki?” demiş Bilgin.
“Mümkün,” demiş Prens. “Ama bu hikâye bana fazla fantastik geldi, ne yalan söyleyeyim,” diyerek dudaklarını büzmüş.
“Prens ağabey,” demiş Şapşal. “Sen Pamuk’u bir öpsen mi acaba? Belki uyanır, ne dersin?” diye sormuş saf saf. Diğerlerinin de başlarını sallayarak onay verdiklerini gören Prens çemkirmiş:
“Saçmalamayın yahu! Baygın kadın öpülür mü hiç? Tacize girer!” diye terslemiş hepsini. Sonra sürmeli gözleri şüpheyle kısılmış. “Siz öpmeye falan kalkmadınız inşallah?”
“Olur mu canım, ne münasebet!” diyerek korkuyla itiraz etmiş cüceler. “E, ne yapacağız peki?”
Prens, parmaklarını sırma saçlarının arasında gezdirmiş, düşünceli düşünceli çenesini kaşımış. “Müsaade ederseniz ben bir müddet burada kalıp bu olayı araştırayım. Eğrisini doğrusunu detaylıca soruşturayım. Ne dersiniz?”
“Hay hay, başımız üstüne,” demiş cüceler ve iyi geceler dileyerek Prens’i kulübesine yolculamışlar.
***
Ertesi sabah hep birlikte ettikleri güzel bir kahvaltının ardından cüceler işlerinin güçlerinin başına geçmişler. Prens de hem ara ara onlara yardım edip işin bir ucundan tutuyor hem de yalnız yakaladıkça cücelerle sohbet ederek gizlice onları sorguya çekiyormuş. Soruşturmasına önce, bostandan sebze toplayan Neşeli’yle başlamış.
“Eeee?” demiş Neşeli’ye sesini biraz alçaltarak. Minik de bir göz kırpmış. “Pamuk nasıl biri? Bana biraz bahsetsene.”
Neşeli de ‘anladım ben seni’ anlamında ona göz kırpmış. Cıvıldayan sesiyle anlatmaya koyulmuş. “Çok tatlı, çok güzel, tam bir prenses işte Prens ağabeyciğim. Nazlı bir ceylan. Köyümüze neşe getirdi,” demiş kocaman gülümseyerek.
“Neler yapardı mesela? Herkesle arası iyi miydi?”
“İyiydi tabii… Herkesle konuşur, şakalaşırdı. Sürekli bıcır bıcır bir şeyler anlatırdı. Egzersizini aksatmaz, canı sıkıldıkça ormanda uzun yürüyüşlere çıkardı.”
Prens, Neşeli’yi epey zorlasa da pek işine yarar bir bilgi alamamış. Neşeli’ye göre Pamuk’la hayat güllük gülistanlıkmış. Yine de gerekli notlarını almış ve sorguya devam etmiş. Bir sonraki durağı, Uykucu’ymuş.
“Valla,” demiş Uykucu, yattığı yerden gözlerini ovuştururken. “Pamuk en az benimle zaman geçirmiştir sanırım. Genelde tüm molalarda uyuduğum için… En çok Bilgin’in etrafından dolaşır, onunla sohbet etmeye çalışırdı. Herhâlde aileden gelen, içgüdüsel bir şey. Onun lider olduğunu hemen hissetmişti.”
Uykucu’dan edindiği bilgileri not eden Prens, odun kıran Bilgin’in yanına gitmiş.
“İyiydi, hoştu da biraz değişik bir kızdı Pamuk,” demiş Bilgin düşünceli bir tavırla. “Misafirimizdir sonuçta, ayıp etmek istemem ama ortalığı karıştırmayı severdi. Bana sürekli diğerleri hakkında olmadık şeyler anlatırdı. ‘Şu bana asılıyor, bu beni taklit ediyor, filanca senin hakkında konuşuyor,’ falan gibi fitne fücur şeyler. Ben bunları kat’a diğerlerine söylemedim tabii, neme lazım. Lisanımünasiple idare ettim kızcağızı. Gençlikte olur böyle şeyler, normaldir dedim, geçtim. Ha, bir de Şapşal’a olmadık şakalar ederdi; çelmeler mi takmadı, hortumla mı ıslatmadı, köşe başlarından önüne çıkıp mı korkutmadı, neler neler… Şapşal, görünürde güler geçerdi lakin içten içe alınır mıydı, bilmem. Ona sormak lazım…”
Bu önemli bilgileri de defterine not eden Prens, kulübelerin ahşap duvarlarını tamir eden Şapşal’ın yanına gitmiş.
“Evet, benimle şakalaşmayı severdi,” demiş Şapşal mahzun gülümseyerek. “Epey abarttığı da olurdu, yalan yok, ama ne yapayım? Sineye çekerdim. Alışığım zaten herkesin sakarlıklarıma gülüşmesine. İnsanın adı çıkmayagörsün,” derken çekici eline vurmuş.
“Öfkelendirir miydi seni? Tartışır mıydınız hiç?”
“Yok ya, ne tartışacağım elin prensesiyle? Biz adam değiliz ki onun gözünde. Neden ısrarla yanımızda kalırdı, bilmem. Gidecek daha iyi bir yeri yoktu belki de…” derken gözleri hafiften nemlenmiş. Belli etmeden silerek işine devam etmiş. “Ha, yalnız geçenlerde Huysuz buna öyle bir çıkıştıydı ki ağlayarak ormana kaçtıydı. Saatler sonra hiçbir şey olmamış gibi geri geldiydi.”
Prens, Şapşal’ın platonik hâllerine epey üzülmüş. Omzuna pat pat vurarak onun yanından kalkmış, ormandan devasa bir kütüğü tek başına sürüklemeye çalışan Huysuz’un yanına varmış. Birlikte koca kütüğü köy meydanına taşıdıktan sonra soluklanmak için bir kenara oturmuşlar. Sularını içerlerken Prens sohbete girmeye çabalamış.
“Şu Pamuk,” demiş yan gözle Huysuz’u keserken. “Biraz gıcık bir tipmiş galiba.”
Huysuz, ona şüpheci bir bakış atmış.
“Nereden çıktı o?”
“Ufak tefek sorunlar yaşıyormuşsunuz, kulağıma öyle geldi.”
Huysuz, hey Allah’ım, der gibi boynunu kıvırmış. “Hangi gevşek ağızlı söyledi bunu?”
“Kimin söylediğinin bir önemi yok. Sadece seninle değil, başkalarıyla da derdi varmış zaten. Söyleyeceğin her şeyin çok faydası olur. Bana güvenebilirsin.”
Huysuz, bir müddet Prens’in berrak bakışlarına dikmiş çatık kaşlarının altındaki öfkeli gözlerini. Neden sonra yumuşamış ve anlatmaya koyulmuş.
“Bizimkiler bu şiddetsiz iletişim mevzuunu çok abartıyorlar. Ben sana işin doğrusunu söyleyeyim. Bu Pamuk, şımarığın tekiydi. Bize etmediğini bırakmadı. Geldiğinden beri köyde rahat, huzur kalmadı. Bizimkilerde peygamber sabrı var, bakma sen. Her şeyine eyvallah dedik. Ama o gün…” Suyundan irice bir yudum alıp devam etmiş. “Kışlık peynirimizi, tarhanamızı yapmak için biriktirdiğimiz litrelerce keçi sütünün içinde güzellik banyosu yaptığını görünce kan beynime sıçradı! Ağzıma geleni sayıp döktüm. Bu kadar da olmaz artık ya…”
“Sonra ne oldu?”
“Hiiiç, ne olacak? Kıpkırmızı oldu, gık diyemedi. Ağlayarak ormana kaçtı gitti, uzun süre de gelmedi. Kurtulduk diye sevindim, ne yalan söyleyeyim. Ama daha çekilecek çilemiz varmış, saatler sonra geri geldi.”
“İki gece önce ne olduğunu bir de senden dinlesem?”
“Her zamanki gibi bir geceydi işte. Akşam hep birlikte yemek yedik. Sonra Prensesimiz süzülerek odasına yatmaya gitti. Biz biraz daha oturduk. Daha sonra Utangaç iyi geceler dileyerek sofradan kalktı. Ondan bir müddet sonra da Meraklı. Çok geçmeden de telaşla bağırarak bizi çağırdılar. Bir de baktık ki hanımefendi baygın yatıyor. Hepsi bu.”
Prens not defterinin sayfalarını karıştırmış. Evet, o akşama dair diğerlerinin anlattığı da tam olarak böyleymiş. Hiçbir tutarsızlık yokmuş. Huysuz’a teşekkür ederek yanından ayrılmış ve o gecenin en yakın son iki tanığı ile görüşmek üzere kuyudan su çeken Meraklı’nın yanına varmış.
“O gece gördüklerini bir kez daha tam olarak bana anlatır mısın? Hiçbir detayı atlamaman çok önemli.”
“Anlatırım tabii ağabeyciğim. Şimdiii… Akşam yemeğinde hepimiz masadaydık. Ne yedik? Hah, taze fasulyeyle cacık. Hatta Pamuk biraz surat etti, cacığa niye sarımsak koymuşuz da bilmem ne. He he, dedik geçtik. Üzerine biraz çay içip sohbet ettik. Neşeli yine fıkralar anlattı durdu. Var ya Prens ağabeyciğim, yıllardır aynı şeyler, ayıp olmasın diye yalandan gülüyoruz da baydık yani… Neyse. Sofradan ilk kalkan Pamuk oldu. Genelde erken uyur zaten. O gittikten biraz sonra Utangaç da uykusunun geldiğini söyleyip müsaade istedi. Hatta şaşırdık çünkü genelde ilk giden Uykucu olurdu. Utangaç gittikten şöyle bir on dakika sonra benim de uykum gelmesin mi? Cacıktan mıdır nedir, o gece hepimiz masada ağzımız yırtılırcasına esneyip durduk zaten. Ben de iyi geceler dileyip kalktım. Kulübeme doğru giderken bir baktım, Pamuk’un kulübesinin kapısı aralık, içeriden de ışık sızıyor. Meraklandım ister istemez. Kapıdan başımı içeri bir uzattım ki bizim Utangaç, Pamuk’u kilime dürüm gibi sarıyor. Beni görür görmez, ‘Hah!’ dedi, ‘İyi ki geldin. Tut şunun ucundan da yatağa yatıralım, zehirlemişler galiba kızcağızı!’ Neyse, birlikte yatağa yatırdık kızı. Utangaç bana gördüklerini anlattı. Şu kısa boylu, kambur, pelerinli yaratığı işte. Sonra bizimkilere bağırdık, onlar da koşup geldiler. Hep birlikte Pamuk’u uyandırmaya çalıştık, yüzüne sular serptik, bileklerini kolonyayla ovduk, soğanlar koklattık, yok! Çaresiz, bıraktık artık. Kendi kendine uyanır belki diye gidip yattık, ne yapalım? Sabah baktık, hiçbir değişiklik yok. Akşamına da sen geldin işte Prens ağabeyciğim. Durum budur.”
“Hımmm,” diyerek eli çenesinde, ilgiyle dinlemiş Prens. Gerekli notlarını almış, teşekkür etmiş ve son durağına varmak üzere, mutfakta yemek pişiren Utangaç’a doğru hareketlenmiş.
Utangaç mutfakta mis gibi yemek kokuları arasında kan ter içinde çalışmaktaymış. Prens gelince mola vermiş, birlikte mutfağın önüne çıkıp oturmuşlar. Utangaç cebinden sigara paketini çıkarmış, Prens’e de tutmuş.
“Sağ ol, kullanmıyorum,” demiş Prens. “Siz sigara içiyor musunuz yahu?”
“Ben nadiren tüttürüyorum, stresli zamanlarımda. Diğerlerinin haberi yok, sen de söyleme lütfen,” demiş Utangaç alı al moru mor bir suratla. Efkârla yaktığı sigarasından derin bir nefes çekmiş.
“O akşam neler olduğunu bir kez daha anlatmak ister misin? Birinci tanığı sensin,” demiş Prens sakince.
Boynunu bükmüş Utangaç.
“Pek anlatacak bir şey yok. Odama yatmaya giderken Pamuk’un kulübesinden gizlice çıkan siyahlar içindeki o tipi gördüm işte. Cadı mıdır nedir… Kovaladım ama yakalayamadım. Döndüğümde Pamuk yerde yatıyordu. Onu kaldırmaya çalışırken Meraklı da geldi. Birlikte yatağına yatırıp diğerlerini çağırdık.”
Prens bir müddet sessiz kalmış. Sonra yumuşacık bir sesle Utangaç’a dönmüş.
“Pamuk’u neden kilime sarmıştın peki?”
Bakışları bir anda buz kesmiş Utangaç’ın. “Ne kilimi? O da nereden çıktı?”
“Meraklı geldiğinde sen Pamuk’u kilime sarıyormuşsun?”
Utangaç hemen cevap verememiş. Sonra kekeleyerek açıklamaya çabalamış.
“Ha, o mu? Yani tek başıma koca kadını nasıl kaldırayım? Kilime sarıp ucundan çekersem yatağına yatırabilirim diye düşünmüştüm. Tam o esnada Meraklı gelince gerek kalmadı zaten.”
“Peki neden hemen diğerlerini yardıma çağırmadın? Neden kendi başına kaldırmaya çalıştın?”
“Bilmem ki? Olayın şokundan sanırım…” Titreyen elleriyle sigarasını bitirip ucunu yere bastırmış, söndüğünden emin olunca izmariti cebinden çıkardığı minik kutuya koymuş.
Yine susmuş Prens. En sonunda dayanamamış.
“Peki ya pencerenin önündeki izmarit? Pamuk’un penceresinin önünde neden sigara içtin?”
Utangaç’ın suratı bir anda allak bullak olmuş. Bakışlarından, o geceyi tekrar zihninden geçirdiği belli oluyormuş. Hatırladığı anda iki eliyle istemsizce ağzını kapatmış. Gözleri yaşlarla dolmuş ve hıçkırarak ağlamaya başlamış.
“Ne olur kimseye söyleme, lütfen, yalvarıyorum… Kötü bir niyetim yoktu!”
Prens sırtını sıvazlayarak onu teselli etmeye çalışmış.
“Önce bana gerçekte neler olduğunu anlat, ona göre bir karar verelim.” Bir süre Utangaç’ın hıçkırıklarının geçmesini beklemiş. Utangaç nihayet sakinleşip anlatmaya başlamış:
“Diğerleriyle de konuştuysan Pamuk’un nasıl biri olduğunu az çok anlamışsındır. Bak, sen daha dünden beri buradasın, hem de koskoca prenssin, nasıl hemen uyum sağladın, herkese bir şekilde yardım elini uzattın? İzledim ben uzaktan. Hâlbuki Pamuk… Geldiği günden beri hayatı bize zindan etti. Ne yaptıysak memnun edemedik. Eh, bizler nazik insanlarız. Kovamıyoruz da… Bari ben gizlice bir plan yapayım, onu buradan göndereyim, dedim. Nasıl olsa kimse benden şüphelenmez. En utangaçları benim, yokluğumla varlığım bir.”
“Nasıl bir plan?”
“Kimsenin zarar görmeyeceği, masum bir plan! Bizim buralara has, yedi uyurlar otu dediğimiz bir bitki vardır, içeni şıppadanak uyutur. Ondan bir iksir hazırlamıştım. O akşam herkes sofradayken ben bir ara tuvalete gitme bahanesiyle kalktım. İçine iksir doldurduğum bir elmayı Pamuk’un odasına, aynanın önüne bıraktım, sofraya geri döndüm. Pamuk odasına çekilip elmayı yiyince derin bir uykuya dalacaktı. Ben de kimseler görmeden odasına girecek, onu kilime sararak taşıyacak, orman içinde çok uzak bir yere bırakıp dönecektim. ‘Mavi Boncuk’ filmini izlemiş miydin? Hani Emel Sayın’la Tarık Akan oynuyor. Hah, işte o hesap! İksirin etkisi geçince Pamuk ormanda kendiliğinden uyanacaktı. Yolu bulup da köye tekrar dönemeyecekti. Onun ağzından yazılmış bir veda mektubunu da odasına bırakınca kimse durumdan şüphelenmeyecekti.”
“Fena plan değilmiş aslında.”
“Hiç fena plan değildi de Meraklı’nın burnunu sokmasıyla her şey sarpa sardı. O akşam herkese iyi geceler dileyip sofradan kalktıktan sonra bir sigara yaktım. Sessizce Pamuk’un kulübesinin önüne geldim. Önce biraz pencereden içeriyi gözetledim, bakalım elmayı yemiş mi diye. Yarısını yemişti, aynanın önüne oturmuş saçlarını fırçalıyordu. Sonra başı dönmeye başladı sanırım, anladı elmada bir şey olduğunu. Rujuyla aynaya bir şeyler yazmaya çabalarken taburesinden yere düşüp bayıldı. O esnada telaştan elimdeki sigarayı yere atmışım demek ki, yoksa asla atmam. Neyse, ben hemen içeri girdim, Pamuk’u kilime sararken bizim Meraklı çat kapı gelmesin mi? Ne yapacağımı şaşırdım. Bir şeyler uydurmak zorundaydım, ben de o siyah pelerinli cadı masalını uydurdum.”
“Şimdi tüm taşlar yerine oturdu. Peki bu iksir ne kadar etkili? Pamuk ne zaman uyanacak?”
Dertli dertli başını sallamış Utangaç. “Hesaplarıma göre kırk sekiz saat. Yani bu gece uyanması gerek.”
Başını kaşıyarak biraz düşünmüş Prens.
“Pamuk seni görmedi sonuçta, değil mi?”
“Yok, görmedi.”
“Yani elmadan zehirlendiğini tahmin ediyor ancak kimin yaptığını bilmiyor.”
“Aynen öyle…”
Sesli bir soluk vermiş Prens.
“O zaman senin masalına sadık kalacağız.”
“Nasıl yani?”
“Kimseye bir şey söylemeyeceğiz. Pamuk kendiliğinden uyanacak ve herkes gibi onu ormandan gelen bir cadının zehirlediğine inanacak. Gerçeği sadece seninle ben bileceğiz.”
Utangaç’ın gözleri mutluluk yaşlarıyla dolmuş, Prens’in boynuna sarılmış.
“Hay Allah senden razı olsun Prens ağabeyciğim… Ne büyük insanmışsın.”
“Merak etme, Pamuk’u gönderme işini ben çözeceğim. Bir uyansın hele bakalım.”
***
Hakikaten, o gece yemek sonrası çaylarını içerlerken Pamuk odasından beş karış suratla çıkıp gelmiş. Cücelerin hepsi -tabii Utangaç ile Prens de onlara ayak uydurmuş- bu durumu büyük bir sevinç ve şaşkınlıkla karşılamışlar.
“Neredesiniz siz be?” diye çemkirmiş Pamuk. “Ben orada zehirlenmiş yatıyorum, siz burada eğlencedesiniz, hayret bir şey!”
“Hiç olur mu öyle şey Pamukçuğum?” demiş Neşeli, kollarıyla Pamuk’un beline sarılırken. “Biz de seni nasıl uyandırabiliriz diye kafa patlatıyorduk. Bak, yeni dostumuz Prens bile burada senin için çabalıyor.”
Pamuk, karşısında alnı açık, göğsü dik duran yakışıklı Prens’i görünce tek kaşını kaldırıp gözlerini süzmüş. Kırıtarak yaklaşıp elini uzatmış. “Vay vay vaay… Efenim, hoş geldiniz, şeref verdiniz. Gözümüz gönlümüz açıldı ayol!”
“O şeref bana ait,” demiş Prens, Pamuk’un elini zarifçe öperken.
“Sen, Şaşkaloz, bana bir çay kap da gel, ağzım dilim kurudu!” demiş Pamuk ve masada baş köşeye kurulmuş. Diğerleri de masaya oturup Pamuk’a başına gelenleri özet geçmişler.
“Kesin benim üvey anamın işidir bu, aha şuraya yazıyorum,” demiş Pamuk parmağını yalayıp masaya hayali bir çizgi çizerken. “Kesin o yaşlı bunak göndermiştir cadıyı.” Ceylan bakışlarını Prens’e çevirirken sesini çocuklaştırmış. “Siz çok cevval birine benziyorsunuz. Şu benim üvey anamın icabına bakamaz mısınız acaba? Ben de artık kendimi huzur ve güven içinde hissetmek istiyorum,” derken elini Prens’in elinin üzerine koyup parmağıyla hafifçe okşamış.
“Ben de bunun için buradayım hanımefendi. Bu işi birlikte çözeceğiz evelallah. Yarından itibaren sizinle biraz baş başa zaman geçirirsek, bana tüm başınızdan geçenleri bir bir anlatırsanız çok makbule geçer,” demiş Prens tok bir sesle.
“Ayol canıma minnet!” diyerek çıngıraklı bir kahkaha atmış Pamuk.
***
Sonraki günlerde Prens ile Pamuk birlikte daha çok zaman geçirmeye başlamışlar. Ormanda uzun yürüyüşlere çıkıp bol bol sohbet etmişler. “Sen bu götten bacaklılara fazla güvenme. Ne dedikoducu, ne yalancıdır onlar, sen bilmezsin,” dermiş Pamuk sık sık. Cücelerin arkasından demediğini bırakmazmış. Hoş, yüzlerine karşı da pek sevecen değilmiş ya…
“Muhiciğim,” dermiş arada Prens’in koluna girip. “Seni nasıl kimse kapmamış bu zamana kadar, hayret? Bir de tüm iyi erkekler kapılmış derler,” diye kahkaha atarmış. “İşten güçten fırsat olmadı ki Prensesim. Belki de doğru insanı henüz bulamamışımdır,” dermiş Prens müstehzi gülümseyerek. Pamuk’un gözlerinde kıvılcımlar çakarmış.
Prens özellikle onun geçmişini didiklemeye çalışsa da Pamuk, saraydaki eski yaşantısı hakkında bir hayli ketummuş. Bir tek Kral babasının ikinci eşi olan üvey annesi hakkında durmadan konuşurmuş. Korkunç bir kadınmış. Bir kere çok yaşlı ve çirkinmiş. Sihirli bir aynası varmış. Ona her gün, “Ayna ayna, söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?” diye sorarmış. Ayna da ona, “Sizden güzel Pamuk Prenses var Kraliçem,” dermiş. Bu yüzden de Pamuk’u çok fena kıskanırmış. Öyle ki Pamuk’u kraliyetin avcısıyla birlikte ormana gönderip öldürtmeye bile kalkmış. Allahtan Pamuk avcıyı kafalamış da canını kurtarmış. Avcı, Pamuk yerine bir ceylanı öldürüp kalbini sökmüş, kanıt olarak Kraliçe’ye götürmüş. Pamuk’un tüm anlattıklarından Prens’in elde edebildiği dişe dokunur tek bilgi, kraliyet sembolünün kanatları açık bir kartal olduğu olmuş.
Prens’in dikkatini çeken bir şey daha varmış. Orman gezintileri sırasında belli bir noktadan sonra Pamuk asla ilerlemek istemez, Prens’i hemen köye döndürmeye çalışırmış. Kaybolmaktan mı korkarmış, yoksa Prens’in onu bir yerlerde terk edeceğini mi içten içe sezermiş, bilinmez. Prens bu konunun üzerine de gitmeye karar vermiş.
O gece Prens yatmaya giderken şeytan dürtmüş, Pamuk’un penceresinden içeri şöyle bir göz atayım demiş. Pamuk’u aynasının önünde oturmuş saçlarını fırçalarken görmüş. “Röntgenci diye adım çıkmadan gideyim bari,” demeye kalmamış, Pamuk’un insanın içini titreten gür sesiyle tüyleri diken diken olmuş.
“Ayna ayna, söyle bana, benden güzeli var mı bu dünyada?”
Pamuk, aynaya soru sorduğu yetmezmiş gibi cevabı da duyuyor gibi görünüyormuş. Birden celallenmiş.
“Ne demek Kraliçe benden daha güzel! En güzel benim, ben!”
Üzerine oturduğu tabureyi kaptığı gibi aynaya fırlatmış, paramparça etmiş. Sonra dipsiz bir kuyuyu andıran bakışlarını pencereye çevirmiş. Prens korkudan altına kaçıracak gibi olmuş. Oradan hızla uzaklaşmış. Odasına koşturup kapıyı arkadan iki kere kilitlemiş. “Bu kadın kafayı yemiş!”
Ertesi sabah kimseler uyanmadan atına atlayıp ormanın derinliklerine sürmüş. Özellikle Pamuk’la dolaştıkları bölgeleri detaylıca incelemiş. Pamuk’un ilerlemekten imtina ettiği kuytulara ısrarla girmiş. Ne aradığını da tam bilmiyormuş ancak saatler süren araştırmaların sonucunda korkunç gerçekle yüzleşmiş. Dehşet içinde köye geri dönmüş.
***
Prens atıyla kan ter içinde köye girdiğinde cüceler işlerinin güçlerinin başındaymış.
“Pamuk nerede? Bugün gören oldu mu?” diye haykırmış korkuyla.
“Sabah birlikte kahvaltı ettik ama canı sıkkındı. Sana epeyce bakındı, bulamayınca öfkelendi, ormana yürüyüşe gitti,” demiş Huysuz.
“Aman iyi, toplanın, size anlatacaklarım var,” demiş Prens telaşla.
Cücelerin hepsi merakla masanın çevresinde toplanmış. Prens anlatmaya başlamış.
“Bu Pamuk zırdelinin teki!”
“Yalnız zırdeli demiyoruz, ruhsal problemleri olan birey diyoruz,” demiş Bilgin.
“Aman işte her ne boksa! Dün gece odasında aynayla ciddi ciddi kavga ederken gördüm bunu. Gaipten sesler duyuyor. Bugün de ormana gidip araştırma yaptım. Ne buldum dersiniz?”
Çantasından, üzerinde kartal şeklinde kraliyet arması bulunan kanlı bir gömlek çıkarmış.
“Bahsettiği avcının gömleği! Asıl, Pamuk adamı öldürmüş, kalbini sökmüş, cesedini de ormana atmış. Sadece avcıyı değil, bir sürü zavallı hayvanı da öldürmüş! Uzun yürüyüşlere çıkıyordu ya. Canı sıkıldıkça ormana gidip cinayet işliyormuş…”
Cücelerin ağzı bir karış açık kalmış.
“Peki ne yapacağız?”
“Valla bir an önce ondan kurtulmamız lazım. Gece uyurken hepimizi kıtır kıtır keser, ben size söyleyeyim,” demiş Prens.
“Nasıl kurtulacağız?”
“Tek bir yolu var.” Utangaç’a dönmüş. “Affedersin kardeşim, kimseye söylemeyecektik ama mecburuz. Şu senin uyutucu iksirden bana bolca hazırlaman lazım. İlk dozu çaktırmadan yemeğe karıştırarak verelim, kalanı ben yanıma alayım. Pamuk’u uyutup yola çıkayım. Kartal armalı kraliyeti bulana kadar durmayayım. Onu uyurken ailesine teslim edeyim. Aklıma başka çıkar yol gelmiyor.”
Cüceler de düşünmüş, taşınmış, Prens’e hak vermişler. Utangaç hemen mutfağa koşup iksir hazırlamaya girişmiş. Prens de uzun yol için eşyalarını toplamış, atını ve erzağını hazırlamış. Son detayları konuşurlarken arkalarından yükselen tehditkâr bir sesle irkilmişler.
“Hayırdır beyler? Ne hazırlığıymış bu böyle?”
Pamuk’un bakışları bakış değilmiş. Sanki içine vahşi bir hayvan girmiş. Üstü başı kan içindeymiş. Elinde kocaman, kanlı bir kasatura tutuyormuş.
“Yolculuk nereye Prens Efendi? Yaşadığımız onca şeyden sonra beni terk mi ediyorsun yoksa?”
“Ah, hiç olur mu Prensesim, artık seni ailemle tanıştırmanın zamanı geldi diye düşünüyordum.” Prens tek dizi üzerine çökmüş ve elini Pamuk’a uzatmış. “Benimle evlenir misin?”
Pamuk şüpheyle yüzünü buruşturmuş. “Bu ne be böyle, yüzük yok, organizasyon yok, yangından mal kaçırır gibi? Var sende bir işler, dur bakalım,” demiş. Elindeki kanlı kasaturanın ucunu Prens’in çenesinin altından bastırarak Prens’i yavaşça ayağa kaldırmış. “Bu güzel yüze de yazık olacak…” demeye kalmamış, arkasından sessizce yaklaşan Utangaç, Pamuk’un kıçına şırıngayla iksiri yapıştırmış.
“Ulan bücür, şimdi bittin sen!” diye üzerine atılsa da iksir etkisini hemen göstermiş ve Pamuk olduğu yere yığılıvermiş. Prens de cüceler de derin bir nefes almışlar.
Pamuk’u, Prens’in atının terkisine güzelce bağlamışlar. Prens herkesle tek tek vedalaşmış. Cüceler gözyaşları içinde, “Her zaman bekleriz Prens ağabeyciğim, sen artık fahri hemşerimizsin, bizleri unutma,” diyerek arkasından su dökmüşler. Böylece Prens’in günler sürecek yolculuğu başlamış.
***
Prens az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Elbette Pamuk’un uyanmaması için ara ara ona iksir vermeyi ihmal etmemiş. En nihayetinde kanatları açık kartal armalı bayrağın dalgalandığı büyük krallığa varmış.
Kral ile Kraliçe, Prens’i büyük saygıyla karşılamışlar. Pamuk’u hemen teslim alıp kulesine götürmüşler ve ilaç tedavisine başlamışlar.
“Bizim kız halasına çekmiş. O da zırdeliydi bunun gibi,” demiş yaşlı Kral şarabını höpürtüyle içerken. “Aslında ilaçlarını düzenli kullandığında bu kadar sapıtmıyor. Meğer son zamanlarda aksatıyormuş. Saraydan kaçtı. Avcıyı, onu bulsun diye peşinden gönderdik, demek o da ölmüş ha? Hay Allah, bu kaçıncı avcı, kaçıncı bakıcı,” deyip meh meh gülmüş. “Size de çok zahmet verdik, kusura bakmayın.”
“Estağfurullah, görevimiz,” demiş Prens. “Yalnız üvey annesiyle çok ciddi sorunları var, biliyorsunuz, değil mi?”
“Yok yahu, ne üvey annesi? Özbeöz doğuran annesi o. Kadın sağlıklı ve doğal bir şekilde yaşlanıyor. Biz öyle estetiğe, kadının metalaştırılmasına falan karşıyız esasen. Ama bu yeni nesil, güzellik takıntılı. Sosyal medyadan oluyor hep…”
Biraz daha havadan sudan muhabbet ettikten sonra Prens “Eh, artık bana müsaade,” demiş. “Evden beklerler.”
“Bu gece kalsaydınız?” demiş Kral. “Diğer kızımızla da tanışırdınız. Onun aklı başındadır. Belki ülkelerimiz arasında bir izdivaç doğardı.”
“Çok naziksiniz ancak ben nişanlıyım,” demiş Prens. Kral ile Kraliçe’nin sunduğu değerli hediyeleri kabul edip vedalaşmış ve atına atladığı gibi ülkesine doğru yola koyulmuş.
Yol boyunca, “Ulan ne manyaklar var,” diye söylenmiş durmuş. “Gerekirse babama gey olduğumu açıklarım, yine de yurdumdan ayrılmam gayrı.”
Ve atını dörtnala sürerek ormanın derinliklerinde kaybolmuş.
Gökten üç elma düşmüş, bu masal da burada bitmiş…