BÜYÜKLERE POLİSİYE MASALLAR – 2
Serinin ilk masalı için buraya bakınız
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak mı uzak bir ülkede, zümrüt yeşili bir ormanın içindeki güzel mi güzel sarayda Kral, Kraliçe ve biricik oğulları Prens birlikte yaşardı.
Bahçedeki mis kokulu ağaçlarda şakıyan kuşların cıvıltıları kulaklarını doldursa, güneşin altın hareleri tüllerin arasından odaya neşeyle sızsa da sonbaharın yumuşak havası çoktan gerilerde kalmış, kış soğuk yüzünü göstermeye başlamıştı. Prens, kaz tüyü yorgandan dışarı taşan ayağını sıcacık yatağın içine geri çekip tatlı tatlı gerindi. Pamuk Prenses macerasından beri ülke dışına çıkmamış, huzuru yeni yeni öğrenmeye başladığı yogada bulmuştu. Öyle ki Kral babasıyla aralarındaki sular dahi bir nebze durulur gibi olmuştu. “Şu yorganı da kaldırıp atasım var, hiç içime sinmiyor, yazık kazlara,” diye geçirdi içinden ağzını gererek esnerken. O sırada kapısı tıklatıldı.
“Muhi, uyandın mı oğlum? Bak, baban seferde, halkın bir maruzatı varmış, kalkman lazım,” dedi annesi dışarıdan, yumuşacık bir sesle.
“Offf, tamam anne yaa, bir rahat yok şu sarayda!” diye homurdandı Prens. Annesi söz konusu olduğunda tam bir ergene dönüşüyor, ona kötü davranmaktan, onu üzmekten zevk alıyordu nedense. “Bunu aile diziminde çözmem lazım,” diye mırıldanarak kendini banyoya attı. Soğuk suları yüzüne çarpıp inci dişlerini güzelce fırçaladı. Nemlendirici güneş kremini sürmeden hayatta dışarı adımını atmazdı. Hazır babası yokken onun uyuz olduğu lepiska saçlarını güzelce tarayıp arkada atkuyruğu yaptı. Parfümünü de sıkıp giyindi çabucak. Sarayın kabul salonuna indiğinde onlarca vatandaşı ayakta, üzüntü ve telaş içinde kendini bekler hâlde görünce şaşırdı.
“Hoş geldiniz, şeref verdiniz, ayakta kalmasaydınız,” diyerek karşıladı konuklarını. Vezire ekstra sandalyeler getirtip oturtabildiklerine yer gösterdi. Sıcak çayla kuru pasta ikram etti herkese. Ayakta kalanlar elleri önlerinde birleşik, boyunları yana eğik, mahcubiyet içinde konuştular Prens’le.
“Ulu Prens’imiz, ocağına düştük, bize yardım et!” diye feryat ettiler hep bir ağızdan.
“Hayhay,” dedi Prens. “Yapabileceğim bir şeyse eğer…”
“Çocuklarımız kayıp!”
İşte bu kötü haberdi. Her gün neler duyuyorlardı, Allah korusun.
“Ne demek çocuklarınız kayıp?”
“Dün gece ellerimizle yataklarına yatırdığımız çocuklarımız bu sabah yok! Gitmişler!”
“Hiçbir şey duymadınız mı?”
“Yok, duymadık! Sırra kadem basmışlar!”
“Toplam kaç çocuktan bahsediyoruz?”
Kızlı erkekli on beş, yirmi kadar çocuk bir anda ortadan kaybolmuştu. Yaşları üç ila on üç arasında değişiyordu. Hayli korkutucu ve enteresan bir durumdu bu. Ancak Prens’in kafasını toparlayabilmesi için öncelikle sert bir filtre kahveye ihtiyacı vardı.
“Siz şimdi evlerinize dönün. Ben en kısa sürede gelip sizleri tek tek ziyaret edeceğim ve bu işi çözeceğim evelallah. Hiç merak etmeyin,” diyerek onları yolcu etti. Gözü yaşlı ebeveynler, “Allah tuttuğunuzu altın etsin yüce gönüllü Prens’imiz…” diye dualar ederek artlarına baka baka gittiler. Halk saraydan uzaklaşır uzaklaşmaz Prens soluğu mutfakta aldı.
“Günaydın Bedo, ne var ne yok?” dedi parmağıyla saçının ucunu çevirirken.
“Teşekkürler Prens’im,” derken yanaklarındaki gamzeler belirginleşti yağız genç adamın. “Omletinizi hemen yapayım mı?”
“Zamanım yok. Halk hizmet bekler. Bir kahve çakıp çıkacağım. Yanına portakal suyu da verirsen hayır demem ama.”
“Ooo, zengin kahvaltısı diyorsunuz,” diyerek güldü Bedo. Prens’in boğazını temizlemesi ve kaş göz ederek dışarıyı işaret etmesi üzerine “Hemen efendim,” diyerek önüne döndü. Aynı esnada da Kraliçe mutfak kapısından içeri adımını attı.
“Yavrum? Kahvaltını düzgünce edip öyle çıksaydın annem?”
“Acelem var anne, konu mühim,” dedi Prens.
“Aman, bunların derdi bitmez oğlum, çok yüz verme sen, tepene çıkarlar bak sonra,” dedi Kraliçe gözlerini devirerek.
Cinleri bir anda tepesine sıçradı Prens’in. Çocukluğundakine benzer tınıda bir “Anne!” çıktı ağzından, yalnız olmadıklarını hatırlayıp tuttu kendini. “Sonra konuşuruz,” derken Bedo’nun hazırladığı kahve bardağına uzandı. Kapaklı, üzerinde küçük bir delik olan, değişik bir modeldi. “Bu bardak da neyin nesi böyle?” diye sordu Bedo’ya.
“Kendim icat ettim, efendim. Atın üzerinde dökmeden içesiniz diye.”
Kalbi uçuverecekmiş gibi pırpır etti Prens’in, yanakları pembeleşti. Portakal suyunu bir dikişte içti, kahve bardağını alıp kimseyle göz teması kurmadan hızla çıktı mutfaktan.
***
Prens atını mahmuzlamış dörtnala giderken Vezir de yakın mesafeden onu takipteydi. “Süleyman, yalnız bırakma, göz kulak ol, babası gibi değil, iş bilmez o,” diyerek Prens’in peşine takmıştı annesi. “Bu nasıl bir kontrol manyaklığıdır ya, delirtecek kadın beni sonunda,” diye söylenen Prens, neyse ki Süleyman’ı eskiden beri tanır, sever ve güvenirdi. Babasının sağ koluydu sonuçta. “Vakanın çözümünde faydası olur belki,” diye düşünerek içini rahatlattı. Nihayet köyün ilk evine vardılar.
Derme çatma bir barakaydı bu. Ahşap, taş ve çamurdan imal, çatısı kırık dökük, kapı ve pencereleri eğretiydi. Bacasından cılız bir duman tütüyordu. Bir an içi titredi Prens’in. “Bu soğukta…” Evin yan tarafında, kapısı ağzına kadar açık ayrı bir bölüm vardı. Gelen kokulara bakılırsa burası ahır olmalıydı. Ahırın yanında da bir köpek kulübesi. Ortalıkta köpek falan görünmüyordu gerçi.
Usulca yaklaşıp tıklattı kapıyı. Kapıyı açan köylü kadının gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Konuklarını görünce şaşkınlıkla karışık bir umut ışığı yandı gözbebeklerinde. Hemen arkasında beliren kocasıyla birlikte saygıyla kenara çekildiler. “Buy’run efendim, hoş geldiniz,” diyerek Prens’le Vezir’i içeri davet ettiler.
“Rahatsız ettik, kusura bakmayın. Geleceğimi söylemiştim gerçi,” dedi Prens.
“Yannış ağnamayın efendim emme biz lafın gelişi, başınızdan savmak için öyle dediğinizi sandıydık,” dedi adam mahcubiyetle.
“Hiç olur mu öyle şey,” diyerek kendisine gösterilen sedirin ucuna ilişti Prens. Yere serili eprimiş kilimlere, ortada yanan cansız teneke sobaya, pencerelere gerilmiş naylonlara baktı hüzünle. Buram buram yoksulluk kokuyordu oda. İkram edilen sıcak çaylarını içerlerken sadede geldiler. “Lütfen hiçbir detayı atlamayın. Dün akşamdan beri neler oldu?”
Kadın anlatmaya başladı önce. “Ağşam çorbamızı içip ekmaamızı yidik. Soora oğlanı yatudum. Erkenden yatar zati, zabaan kör ayazında kalkar yavrucak. Koyunlarımızı güder.”
“Kaç yaşında oğlunuz?”
“Dohuz bitti bu sene.”
“Bu yaşta çalışıyor mu çocuk?”
“Altı yaşından beri çalışır. N’edek efendim, hayat zor,” diyerek araya girdi adam.
Prens hayretle dönüp baktı Vezir’e. Süleyman’ın bakışları yerdeki kilimin püsküllerinden kalkmadı.
“Devam edin lütfen,” dedi Prens.
“Zabah erkenden çorbasını ısıttığım gibi gettim uyandırmaya,” diye devam etti kadın. “Bi’ de bağdım ki yatağı boş. Hemi de koyunlar da yerinde yok.”
“Belki daha erken çıkmıştır, size görünmeden, olamaz mı?”
“Mümkün değel. Babası çıkıp gezdi dağları zati, bakındı sürüyü gezdirdiği yerlere. Heçbi’ yerde bulamadı.”
“Düşünceniz nedir?”
“Birisi gaçırdı muhakkak!” dedi adam.
“Şüphelendiğiniz kimse var mı? Size düşmanlık eden biri?”
Kadınla adam birbirlerine baktılar tereddütle.
“Şindi, kimseyi de töhmet altında bırakmak olmaz emme…” dedi adam.
“Siz söyleyin.”
“Bi’ gomşumuz var, husumetliyiz epeydir. Bizim köpek onun davuklardan birini boğduydu. Evimize kadar tüfekle gelip tehdit ettiydi, köpeği vuracağdı da zor gurtardık. Soora bizim davuklar onun bahçesine girince bu da birini kesip yediydi. Soora biz kızdık onun guzulardan birini kaçırdık, o da bunun üstüne bizim hamile goyunu çaldıydı. Ondan kelli…”
“Tamam tamam, anlaşıldı!” diyerek onu susturdu kafası şişen Prens. “Bundan kaynaklı bir durum olduğunu sanmıyorum. Kaybolan diğer çocukları açıklamıyor. Ama yine de gidip kendisiyle görüşelim,” diyerek ayaklandılar. Veda ederek ayrıldılar evden.
Husumetli komşunun evine doğru ilerlerlerken Prens dayanamadı. “Süleyman, bu ne hâl? Bu ne fakirlik abi? Halkımız bu durumda mı?”
“Şimdi Prens’im, malum ekonomik kriz ortamı. Mecbur kemerler sıkılacak. Babanız daha iyi bilir gerçi ama…” diye kem küm ederken Prens buz gibi kesti sözünü.
“Valla ben sarayda kemer falan sıkıldığını hiç görmedim. Bolluk içinde yüzülüyor, israf desen dağları aşmış. Babam hele bir dönsün, bu konuyu konuşacağım,” dedi kararlılıkla. Bu esnada komşunun evine vardılar.
Benzer bir tablo orada da karşıladı onları. Yoksulluktan kırılan bir aile, akşam sağ salim yatmaya gidip sabaha kaybolan biri kız, diğeri erkek iki çocuk…
“Şu aşağı evdeki komşularınızla husumetliymişsiniz?” diye bir olta attı Prens, her ihtimale karşı.
“Hee, öyleyiz. Neden? Bi’ şey mi dediler?”
“Yok, demediler de…”
“Sırf bana suç atmak için kendileri yapmışlardır! Siz onları bilmezsiniz, aaah ah! Allah onların belasını versin! Günyüzü göstermesin inşallah!”
Prens “Yapmayın, etmeyin, kötü konuşmayın,” dediyse de dinletemedi. Bir araba laf dinledikten sonra oradan da kalktılar. Tam çıkarlarken aklına geldi Prens’in. “Koyunlarınız var mı?”
“He, vardı.”
“Onlar duruyor mu?”
“Cık. Onlar da gitmiş.”
Birkaç ev daha gezdiler, benzer hikâyeler dinlediler. Yürüyerek yola devam ettiler. Ortalıkta in cin top oynuyordu. Bir müddet daha ilerledikten sonra diğer yapılardan epey uzakta, kuytudaki bir evin bahçesinde, elindeki patlak topla kendi kendine oynayan ufacık bir kız çocuğu gördüler. Saçları iki kulak toplanmış, üzerine kırmızı bir elbise giymişti. Sakız çiğniyordu. Korku filminden fırlamış bir sahne gibiydi, bir an içi ürperdi Prens’in. Bahçe kapısının dışından kıza seslendi.
“Şşşt, küçük! Bakar mısın?”
Hiç tepki vermedi çocuk. Topun peşinden koşmaya devam etti.
“Ufaklık! Sana diyorum!”
“Onun kulakları duymaz!” Döküntü evin kapısında beliren çatık kaşlı, esmer genç kadın, bahçeye çıkıp küçük çocuğu kucakladı, onu eve soktuktan sonra geri döndü. “Neye baktıydınız?”
“Köydeki çocuklar kaybolmuş. Ben ülkenin Prensiyim. Bu da Vezirimiz. Olayı soruşturuyordum. Sizin çocuğunuzu görünce şaşırdım.”
Prens olduğunu duyunca bakışlarında en ufak bir değişiklik olmadı genç kadının.
“He, duydum. Olacağı buydu!”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Size anlatmadılar mı? Böyle de ödlektir bunlar.”
“Siz anlatır mısınız lütfen?”
“Efendim, köye yalancı bir çoban dadandı. Neymiş; kuzuyu, kurdu, otu karşı kıyıya birbirine yedirmeden geçirebiliyormuş. Öyle de akıllıymış, böyle de marifetliymiş. Bizim cahiller de buna inandı.”
“Yalancı çoban mı? O başka masal değil miydi?” diye kendi kendine mırıldandı Prens.
“Anlayamadım?”
“Pardon, yok bir şey. Ne yapacakmış bu çoban?”
“Bizi farelerden kurtaracakmış. Fareler bastı köyü, sizin haberiniz yok mu?”
“Yok vallahi. E, kediler avlamıyor mu bu fareleri?”
“Yani sayın Prens, af buyurun da köyde hiç kedi, köpek gördünüz mü? Onların başına ne geldiğini bilmiyor musunuz?”
“Bilmiyorum, ne geldi?”
“Köpekler insanlara saldırıyor, çocukları parçalıyor, kuduz saçıyor diye kasıtlı haberler çıkardılar, insanları can dostlarına düşman ettiler. Babanız da kararname çıkarttı, köyde ne kadar kedi-köpek varsa toplattı, barınaklara kapattı.”
Prens’in ağzı bir karış açık kaldı. “Süleyman, neler diyorlar böyle? Doğru mu bu söylenenler?” diye hayretle sordu.
Boynunu yana büküp mırın kırın etti Vezir. “Şimdi Prens’im, şöyle oldu aslında… Bu hayvanlarla ilgili zamanında yeterli önlem alınmadığı, çoğalmaları engellenemediği için…”
“Kim alacaktı önlemi? Hayvanlar kendi ayaklarıyla baytara mı gidecekti? Kraliyetin görevi değil mi bunları denetlemek?”
“Öyle tabii de…”
“Bunu daha sonra konuşacağız. Siz devam edin lütfen.”
“Adımız Fareli Köye çıkınca, bizimkilerin aklına bu çoban geldi. Aman efendim, öyle bir kaval çalarmış ki envaiçeşit mahlûkat büyülenir, peşine takılır gidermiş. Bizi farelerden ancak o kurtarasıymış.”
“Allah Allah?”
“He, tam cahillik. Neyse, bu çoban ortalıkta gezdi dolaştı günlerce. Evlere girdi çıktı, herkesi iyice gözetledi…”
“Sonra?”
“Sonra parada anlaşamadılar zahir. Çok mu istedi, ne yaptı, çekti gitti öylece.”
“Eee?”
“Eee’si, sonra da çocuklar kayboldu işte.”
“O mu kaçırmıştır diyorsunuz?”
“Kim olacak başka? Şimdi sıkıysa ödemesinler istediği parayı…”
***
Prens akşam odasına çekilmiş, yatağının üzerinde bağdaş kurup oturmuş, gözlerini kapatmıştı. Saraya dönmeden önce hayvan barınağını ziyaret etmiş, gördüklerinden dolayı müthiş morali bozulmuştu. Günün değerlendirmesini yapmadan önce biraz zihnini boşaltmaya ihtiyacı vardı. Ancak düşünceleri çentiklere takılıp duruyordu: “Çoban… çocuklar… koyunlar… köpekler… barınak… ah baba, ne yaptın sen…” O esnada kapı tıklatıldı. Bir fısıltı geldi dışarıdan. “Muhi? Müsait misin?”
Hemen ayağa dikildi Prens. Eliyle saçlarını şöyle bir düzeltti, üstünü başını çekiştirdi. Boğazını temizleyip açtı kapıyı. Karşısında elinde yemek tepsisiyle Bedo dikiliyordu. “Akşam yemeğe gelmedin, merak ettim. İyi misin?”
Kenara çekilip eliyle Bedo’ya yol verdi Muhi. “İyiyim ya, sağ ol. Pek aç değildim.”
“Ördek yapmıştım, sen seversin…” dedi Bedo elindeki tepsiyi kenardaki masaya koyarken.
“Etle pek aram yok bu sıralar.”
Uzun kirpikli kara gözlerini şüpheyle kıstı Bedo. “Sen vegan mı oluyorsun yoksa? Öyleyse bana söyle bak. Ona göre pişiririm.”
“Henüz vegan değil de vejetaryen olmaya çalışıyorum, diyelim. Otursana…”
Tedirgince sandalyenin ucuna ilişti Bedo.
“Biraz dertleşmeye ihtiyacım var aslında. Senden başka konuşabileceğim kimsem yok,” dedi Prens bakışlarını yere eğerken. Bedo oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. “Bugün soruşturma için köye indim de. Halkımızdan ne kadar uzak kalmışım, onu fark ettim. İnsanlar fakirlikten kırılıyormuş, Bedo. Hayvanların da hâli harapmış. Benim dünyadan haberim yokmuş. Kendimden utandım valla…”
Başını şöyle bir salladı Bedo, bir şey demedi. Prens bakışlarını Bedo’ya dikti bu sefer.
“Bugüne kadar sana da hâlini hatırını yeterince sormadığımı fark ettim.” Göz göze geldiler. “Nasılsın Bedo? Geçinebiliyor musun?”
“Bu konulara hiç girmeyelim, rica ederim,” dedi Bedo sıkıntıyla. “Biz seninle… arkadaşız. Para pul işleri, babanla aramızdaki mesele.”
“O Kralsa, ben de Prensim. Yarın bir gün tahta ben geçeceğim nihayetinde…”
“İşte o zaman bizim de ilişkimizin boyutu değişecek. Etik olmaz çünkü. Patron-çalışan ilişkisi başka bir şey…”
Yüreği mengenede sıkışır gibi oldu Prens’in. Utanmasa ağlayacaktı.
“Nasıl olacak bilmiyorum ama çözeceğim bir şekilde. Böyle eli kolu bağlı oturamam.”
Bir müddet sessizce durdu Bedo. “Kalbine sor. O sana söyler…” dedi sonra, usulca odadan çıktı. Koridorda Kraliçe’nin ters bakışlarıyla karşılaşınca hızlı adımlarla uzaklaştı oradan.
***
Prens ertesi sabah gözlerini açtığında, zihni şırıltıyla akan bir dere kadar berraktı. Gece uykuya yenik düşene dek meditasyon yapmış, yanıtını aradığı soruları yüreğine sormuştu. Deliksiz bir uykunun ardından zımba gibi kalktı yataktan. Hemen hazırlanıp mutfağa indiğinde Bedo’yu eşyalarını kutulara doldururken buldu.
“Hayırdır, nereye?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Kovuldum,” dedi sakince Bedo, zaten beklediği bir şeymişçesine.
“Babam döndü mü ki?”
“Yok, annen kovdu. Fark etmez Muhi, zaten olacağı buydu…”
“Sana bir şey söyleyeyim mi? En güzeli olmuş. Haydi, benimle geliyorsun. Yolda anlatırım.”
Atlarına atladıkları gibi saraydan uzaklaşırlarken arkasından annesinin “Muhi dur, Süleyman’ı bekle!” bağırtılarına hiç kulak asmadı Prens.
***
Atlarından indikleri noktada yere çömelip toprağı dikkatle incelemeye koyuldular.
“Sabah uyandığımda aklımda sürekli tekrarlayan tek bir cümle vardı.”
“Neymiş o?”
“Koyun boklarını takip et!”
Çocuklarla birlikte köyün koyunları da kaybolduğuna göre hepsi aynı yere gitmiş olmalıydı. Öbek öbek ilerleyen pis kokulu zeytin taneleri, Prens’in bu düşüncesinin doğruluyordu.
“Yalancı Çoban mı kaçırdı sence hepsini?”
“Onun yalancı olduğundan pek emin değilim. Bence gerçekten kabiliyetli biri ve kaval çalarak kaçırdı çocukları. Geride bir tek kulakları duymayan o kız çocuğu kalmış, baksana…”
Atlarını yularlarından tuttular ve izlerin peşi sıra yürümeye başladılar. Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Ormanlardan, uçurum kenarlarından, şelalelerden geçtiler ve en nihayetinde uzaklardan gelen büyülü bir kaval sesi işitince dikkat kesildiler.
“Yaklaştık,” dedi Prens. “Sessiz ol.”
Atlarını bağlayıp oracıkta bıraktılar ve parmak uçlarına basa basa kaval sesine doğru ilerlediler. Devasa çalılıkları aralayıp başlarını uzattıklarında, ortada yanan kocaman ateşin etrafında çember olmuş çocukları gördüler. Huzurlu görünüyorlardı; önlerinde güzel yemekler, sırtlarında kalın battaniyeler vardı. Koyunlar dahi otlağa yayılmış, huşu içinde geviş getirerek müzik dinliyorlardı. Biraz daha çaldıktan sonra kavalını kenara bırakarak sordu Çoban.
“Kanatlı Kediler Masalı’nı anlatayım mı size?”
“Eveeeet!” diye bağırdı çocuklar hep bir ağızdan.
“Biz de dinlemek isteriz,” diyerek çalıların arasından çıktı Prens, hemen arkasından da Bedo.
Çoban onlara bakıp dinginlikle gülümsedi. “Nerede kaldınız? Merak etmeye başlamıştım.” Çocuklara döndü. “Siz kendi aranızda oynayın, bizim biraz konuşmamız gerek,” diyerek uzaklaştı yanlarından.
Etrafı telaşsız adımlarla gezerken sohbete koyuldular. Prens’le Bedo’nun gözleri hayranlıkla açıldı. Burada cennet gibi bir ortam yaratmıştı Çoban. Rengârenk ahşap kulübeler, çocuklar için etkinlik alanları, sebze ve meyveler için bostan, hayvanlar için korunaklı ahırlar…
“Müzik öğretmeniyim aslında ben,” dedi Çoban. “Atanamadım, malum.”
“Nasıl geçiniyorsunuz?”
“Kendi kendine yeten bir sistem kurdum burada. Daha iyisi yapılabilir elbet ancak elimdeki imkânlarla bu kadar oldu.”
“Çok güzel olmuş… da, çocukları neden kaçırdınız? Fidye için mi?”
Kesik bir kahkaha attı Çoban. “Fidye mi? Daha neler…”
“Anne-babalara bir ders vermek için miydi yoksa?”
“Onların başka çaresi mi var?” Sertleşmişti Çoban’ın sesi. “Hayatta kalmaya çalışıyorlar sadece. Benim tek derdim, sizi fildişi kulelerinizden indirmekti.”
Suratı kıpkırmızı oldu Prens’in. Ona aldırmadan devam etti Çoban.
“Halk kaderine terk edilmiş. Çocukların yaşadığı, hayat değil. Okula bile gidemiyorlar. Hayvanlar zaten perişan. Sizse sırça köşklerinizde her şeyden habersiz yaşıyorsunuz. Ancak köydeki tüm çocukların kaybolması sizin dikkatinizi çekebilirdi. Babanızın burada olmadığı zamanı da özellikle kolladım. Yoksa yine işe yaramazdı ya…”
“Tamam, anladım, yeter!” diye çıkıştı Prens yarı kızgın, yarı mahcubiyet içinde. “Bundan sonrasında neler yapabiliriz, artık onu konuşalım…”
Dönüş yolunda saçlarını rüzgârda savurarak atlarını sürerlerken Bedo’ya seslendi Prens.
“Sen ne mezunuydun?”
“Kamu yönetimi…”
***
Saraya döner dönmez karşısında annesini buldu Prens.
“Babam seferden döndü mü?”
“Döndü, çok yorgun, yarın konuş oğlum…”
“Bunun yarını, öbür günü yok artık anne…”
Annesinin yanından bir omuz çalımıyla geçip taht odasına yollandı. Kral, upuzun yemek masasına tek başına kurulmuş, koca bir koyun budunu eline almış, bir eti ısırıyor, bir şarabını içiyordu. Prens kararlılıkla karşısına geçip oturdu.
“Nerelerdesin oğlum sen? Anan bir şeyler anlattı da tam anlamadım.”
“Halkın içine indim baba.”
Kral koca göbeğini hoplata hoplata bir kahkaha koyverdi.
“Yapma yav? Dikkat et de o halk seni şeyedivermesin…”
“Terbiyeni takın baba!”
“Takınmazsam ne olur len? İki gün yerime geçtin diye o pembe götün ne çabuk kalktı, dünkü bok?”
Prens gözlerini kapatıp derin derin nefeslerle sakinleşmeye çalıştı.
“Hele hele, hareketlere bak… Hep anan etti seni böyle. Ben malımı bilmez miyim?”
Prens gözlerini açıp babasına dikti.
“Biz gidiyoruz baba.”
“Siz kimsiniz len?”
“Bedo’yla ben. Barınaktaki hayvanları da alıyoruz. Artık halkımızla iç içe yaşayacağız. Sorunlarımızı birlikte çözeceğiz.”
“Hangi parayla, kılkuyruk? Şu kapıdan çıktığın an mirasımdan zırnık koklatmam sana!”
“Senin paranı istemiyorum! Kooperatif kuracağız. Tarıma, üretime ağırlık vereceğiz. Gerekirse Avrupa Birliği’nden hibe alırız.”
Prens sandalyesini sertçe itip masadan vakarla uzaklaşırken arkasından ağzı açık bakakaldı Kral. “Ulen, kırk yılın başı bir sefere gidelim dedik, ülkeyi Netflix evrenine çevirmiş deyyus!” diye höykürerek elindeki koyun budunu masaya fırlattı, şarap kadehini hırsla kafasına dikti.
Bu masal da burada bitti…