Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Bir Başkomiser Galip Polisiyesi – Karanlik Arzular | Çağatay Yaşmut

Diğer Yazılar

UCUZ ETİN YAHNİSİ

FIRTINALI BİR GECE

SİYAH EL

Çağatay Yaşmut
Çağatay Yaşmut
Çağatay Yaşmut, İstanbul Üniversitesi, Ekonometri bölümünden mezun oldu. Daha sonra Maltepe Üniversitesi, Felsefe bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 2008 yılında Beyoğlu’nun arka sokaklarını anlattığı Beyoğlu Çıkmazı romanıyla yarattığı Başkomiser Galip tiplemesini, Şarkılar Susunca (2009), Beni Yavaş Öldür(2010), Kadıköy Cinayetleri (2012) ve Doktor Ceyda’yı Kim Öldürdü?(2017) romanlarıyla devam ettirdi. Kadıköy Cinayetleri 2012 yılında Altın Sayfa Polisiye Roman Ödülü’nü kazandı. Çağatay Yaşmut 1968 doğumludur.

Vural, banyodaki aynada görüntüsüne nefretle bakarak, bütün gücüyle kafasını aynaya geçirip yarmak istedi. Olmadı, etrafa saçılan cam parçalarıyla da bileklerini kesebilirdi! Böylece, gebererek bu baş belası hastalıktan sonsuza kadar kurtulabilirdi. Şimdi ne olmuştu da, uzun zamandır bastırdığı öldürme arzusu yeniden hortlamıştı? Kadını öldürmek istemişti. Evet. Kadını deşmek istemişti. Siyah sutyeninin kopçaları çözülüp iri memeleri serbest kaldığında, tıpkı eskiden olduğu gibi, bıçağı o beyaz memelerin ortasına saplamak için yanıp tutuşmuş, bıçağın çıplak tene girişini, girerken çıkardığı o ıslak sesi, kadının sarsılışını, kanların fışkırışını hayal ederek tahrik olmuştu. Bu hastalıktan hiçbir zaman kurtulamayacak mıydı? Savaşmalıydı. Yeniden yeniden savaşmalıydı. Ya savaşarak bu illetten kurtulacaktı, ya kendini öldürüp her şeye son verecekti ya da öldürmeye tekrar başlayacaktı.

Başını ellerinin arasına alarak yere çömeldi ve ağlamaya başladı. Bitti sandığı bu lanetin tekrar baş göstermesi onu mahvetmişti. Savaşacak gücü nasıl bulacaktı? Bir kadın öldürmek! Bıçaklamak! Çıplak bedenin titreyişi! Kurbanın gözlerinde yaşamdan ölüme geçiş anını seyretmek! Kendini boşuna kandırmamalıydı! Kadın öldürmek istiyordu.

Banyodan çıkıp yatak odasındaki kadının yanına uzandı.

“İyi misin?” dedi kadın biraz kuşkuyla.

Vural cevap vermedi. Sırt üstü yatıp gözlerini tavana dikti. Kadın da sırt üstü uzanmıştı. Büyük memeler yanlara kayarak sanki bıçağın girmesi için tahrik ediyorlardı. Şimdi bu orospuyu tam göğüslerinin ortasından bıçaklayıp gebertse, cesedi nasıl dışarıya çıkaracaktı? Biri görse işi biterdi! Küvette cesedi parçalara ayırmaya kalksa; içi kaldırmayabilirdi. Ayrıca, ceset parçalama hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Zaten, evdeki bıçaklarla bu iş yapılamazdı. Testere lazımdı. İşi eline yüzüne bulaştırabilirdi. Diyelim ki, cesedi parçalamayı başardı, parçaları neyle dışarıya çıkaracaktı? Evde çöp poşeti de yoktu.

Kadına saldırmamak için gözlerini tavandan ayırmıyordu. Kadın, ona sarılmak isteyince eliyle itti.

“Ne oluyorsun be!” dedi kadın şaşırarak, biraz da öfkeyle.

“Dokunma bana!”

“Ne oldu sana be?”

“Siktir git, sonra kötü olacak!”

Vural sırtını kadına döndü, kıvrıldı ve zangır zangır titreyerek yeniden ağlamaya başladı. Kadın olanlara bir anlam veremeyerek, birazda ürpertiyle adamın sırtına dokundu. Dokunmasıyla da Vural’ın haykırması bir oldu:

“Siktir git dedim, yoksa geberteceğim seni!”

Kadın korkuyla yataktan çıktı, bir çırpıda yerdeki minik külotunu, sutyenini, sandalyenin üzerindeki kotu ve bluzunu giydi.

Odadan çıkarken Vural cenin pozisyonunda kıvranıyordu.

“Bütün manyaklar da beni buluyor!” diyerek evden çıktı. Vural, sokak kapısının kapanma sesini duyunca, yataktan fırladı, salonun penceresine koştu, perdeyi açıp gecenin karanlığında, ıssız sokakta uzaklaşan kadının arkasından baktı. Kadın, Fenerbahçe Burnuna doğru hızlı hızlı yürüyordu. Arkasından koşup bir taksiye binmeden yetişse, yaptıklarından dolayı özür dilese, biraz daha para verse, Fenerbahçe burnundaki parkta dolaşmayı teklif etse, onun gönlünü alıp tekrar güvenini kazansa, parkta karanlık bir köşeye çekse, oracıkta bıçağı göğsüne saplasa! Bu fikir onun deli gibi heyecanlanmasına yetti. Aceleyle giyinirken çükü sertleştiği için pantolonunu giymekte zorlandı. Kadının peşinden kendini sokağa attı. Caddeye çıktığında kadın az ilerde, iki adımda bir geriye bakıp taksi arıyordu. Vural görülmemek için kapüşonunu kafasına geçirip fark edilmeyecek bir mesafeden takibini sürdürdü. Görünürlerde hiç taksi yoktu. Cebindeki bıçağın sapını kavradığında, yeniden kendini Tanrı gibi hissetti. Az sonra, bu bıçak iki göğsün ortasına girecek, kadın titreyecek ve geberecekti!

Bir taksi yanından geçti, kadın el kaldırdı, taksi zınk diye durdu. Vural büyük hayal kırıklığıyla olduğu yerde çakılı kaldı. Kadın taksiye bindi, taksi uzaklaştı. Vural’ın bıçağı sapını tutan eli gevşedi. Tekrar zangır zangır titremeye başladı. Bu gece mutlaka bir kadın bıçaklamalıydı. Etrafına bakınıp yalnız dolaşan, köpek gezdiren, yürüyüş yapan bir kadın aradı. Yürüyüş yapan kadın yoktu. Köpek gezdiren de. Bu soğuk kış gecesinde Fenerbahçe’de incin top oynuyordu. Sokak boştu, kaldırımlar boştu. Yat limanında tekneler sallanıp duruyordu. Karşı Moda sahili bile karanlıklara bürünmüştü. Ok yaydan çıkmıştı. Bu gece mutlaka bir kadın öldürmeliydi.

Yoksa kendini öldürecekti!

BİR BAŞKOMİSER GALİP POLİSİYESİ – KARANLIK ARZULAR | ÇAĞATAY YAŞMUT Devam ediyor

***

Bostancı sahil yolunda, Küçükyalı trafik ışıklarına gelmeden, üçer beşer metre arayla duran hayat kadınlarını önünde sıra sıra otomobiller dizilmişti. Kuyrukta BMV’si de vardı, Mercedes’i de, Renault’su da, Ticarisi de…….herkes sıranın kendine gelmesini bekliyordu. Burada para konuşurdu. Kadının önüne gelen camı açıp pazarlığa başlardı. Kadın beğenirse binerdi arabaya, beğenmezse gönderirdi. Vural gördü kadını. Endam, boy pos yerindeydi. İri kıyım. Tam aradığı cinsten bir hatundu. Üzerinde kısacık, ince bir kaban, altında kalın bacaklarını ortaya çıkaran dar bir etek ve yüksek topuklu ayakkabılar vardı. Önünde pazarlık yapan iki otomobilin arkasında sıraya girdi. Abazalar! Akıllarınca fiyatı dibe vurup ucuz yoldan gecelerini şenlendirecekler. Otomobillerden ilki gazı kökleyerek öfkeyle kalktı. Sıra ikincisine geldi. Bu önündeki abaza da anlaşamazsa kadın onundu! Çünkü, kadın ne fiyat çekerse çeksin, Vural ücreti kabul edecekti. Nasıl olsa, bu gece hiçbir şey ödemeyecekti. Fakat, önündeki abazalar bir türlü kalkmak bilmiyordu. Sıkı bir pazarlık vardı. Kadın önce Vural’ın arabasına baktı sonra Vural’ı süzdü. Bir an göz göze geldiler. Vural gülümsedi. Kadın arabaya ‘yürü’ işareti yaptı. Araba topuklayınca sıra Vural’a geldi. Dikiz aynasından arkasında bekleyen farları gördü. Maalesef, hepsi avuçlarını yalayacaklardı. Bu kuşu kaçırmaya niyeti yoktu. Neyse ki, arabası çok kirliydi ve plaka da çamurla kaplı olduğu için bir tehlike söz konusu değildi. Vural, kadının yanına yaklaşıp camı açtı. Yolcu koltuğuna doğru eğilerek kadına bakıp gülümsedi. Kadın ağır bir makyajla yaşını gizlemeye çalışmıştı. Ancak göz altındaki çizgiler buna müsaade etmiyordu. Otuzlarının sonlarında gösteriyordu. Daha fazla da olabilirdi daha az da. Bu yaşlar, bu sektör için jübile yaşları sayılırdı. Keşke, genç bir kız olsaydı. Onun diri vücuduna bıçağın girmesi daha heyecanlı olurdu.

“Ne kadar?”

“İki yüz şekerim.”

Ses kalın olmadığı için trans olmadığı belliydi.

“Çokmuş!”

Kadın umursamaz bir tavırla arkadaki arabayı kesmeye başladı.

“Öyleyse topukla aslanım, zamanımı alma.”

“Sen üşümüyor musun orada?”

“Birazdan ısınacağım nasılsa.”

Trans mırans değil, düpedüz kadındı. Vural cüzdanını çıkardı, içinden iki adet yüzlük çıkarıp gösterdi.

“Birlikte ısınalım. Atla.”

Kadının yüzündeki asık suratlı maske yerini gülümsemeye dönüştü. Kapıyı açıp bindi. Vural gazlarken dikiz aynasından arkadaki abazaların farlarına sırıtarak baktı.

Arabayı ucuz parfüm kokusu sardı. Kadın bir sigara yaktı.

“Koltuğa niye muşamba serdin, çok mu titizsin?”

“Takıntı, diyelim. Seni rahatsız eder mi?”

“İş üstündeyken haşır haşır sesten rahatsız olmazsan, benim için sorun değil.”

“Olmam.”

“Sana söylemem gereken birkaç şey var?” dedi kadın fettan bir ifadeyle.

“Dinliyorum.”

“Önce şu iki yüzlüğü alayım” diyerek elini uzattı. Vural parayı verdi. Kadın parayı alıp çantasına soktu.

Kadın, “Araban sıcakmış,” diyerek kabanının fermuarını açtı.

“Normal erkeksin, değil mi?”

“Herhalde, ne zannettin!”

Vural, kadının ucuz bluzunu delen füzelerini fark etmişti. O bluzun ardında beyaz iki büyük memeyi ve bıçağın o memelerin tam ortasına dalışını hayal etti. Bir an önce bu kadını öldürmeliydi. Heyecandan kuduruyordu. Maltepe sahil yolundan çıkıp Başıbüyük ormanlık yoluna girdiler.

“Ben yine de sorayım da, normal erkek kılığında kimler çıkıyor kimler!”

“Doğrudur.”

“Sert davranmayacaksın!”

“Endişe etmene gerek yok.”

“Arabanın içinde yapacağız.”

“Bana uyar.”

“Prezervatif kullandığın sürece sorun yok.”

“Prezervatif kullanacağım.”

Vural dostça ve sevecenlikle gülümsedi. Kadının şartlarını kabul ederek onu rahatlatmış, güven vererek emniyette olduğunu hissettirmişti. Kadının çantasından arabesk bir şarkının melodi sesi duyuldu. Telefonu çantasından çıkarınca ses arabanın içinde cıyakladı.

“Alo, Elifciğim…… ne oldu canım kızım?………işim var, biliyorsun güzel kızım…….biraz sonra geleceğim……..ben de seni çok özledim….….tamam, gelirken şeker de alacağım. Asuman Ablana ver bakiyim telefonu……. alo Asuman, benim daha birkaç saat işim var. Ben gelmeden sakın çıkma ablacığım, oldu mu?…… Hadi bay.”

Telefonu kapatıp biraz kurcaladı. Bir şeyler yazdı. Gülümsedi.

Duygusal bir sesle, “Kızımdı,” dedi.

“Kaç yaşında?” diye sordu Vural, hiç merak etmediği hâlde.

“Altı. Bu gece beni çok özlemiş. Uykusundan uyanıp beni göremeyince ağlamış.”

“Kim bakıyor ona?”

“Ev arkadaşım var. Bazen annem de geliyor. İdare ediyoruz.”

“Zor.”

“Ne yapacaksın, hayat işte!”

Vural bu orospuyu deşerek küçük kızına da iyilik yapacaktı. Onun da anası gibi ilerde aynı yola düşmesini engelleyecek olmanın huzurunu duydu. Sosyal Hizmetlerde kıza daha iyi bakarlardı. Belki de bakmazlardı. Kimin umurunda!

Dağ yolu ormanlık alanın içinden geçiyordu. Vural kimsenin göremeyeceği kuytu bir yer için etrafına bakınıyordu. Az ilerdeki toprak yolu fark etti. Oraya saptı. Toprak yol, iki katlı bir köy evinin bahçesine kadar gidiyordu. Evin ışıkları yanmıyordu. Bahçede bir motosiklet duruyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Ana yoldan tek tük geçen arabaların sesinden başka etrafta çıt yoktu. Birilerinin onları fark etmesi imkânsızdı. Vural otomobilini çalıların arasına çekti. Farları söndürüp motoru kapattı. Ortalık iyice derin bir sessizliğe büründü.

Kadın üzerindeki kabanı çıkarıp arka koltuğa attı.

“Yağmurluğunu çıkarmayacak mısın?” dedi kadın sabırsız bir tavırla.

“Böyle iyi.”

Kadın yadırgasa da aldırmadı. Yağmurluklu veya yağmurluksuz, fark etmezdi. Nasılsa iki yüz lirayı kapmıştı.

Muşambanın hışırtıları eşliğinde el freninin üzerine gelerek, uzun yağmurluğun altından elini adamın penisinde gezdirdi, pantolonunun fermuarını açtı. Vural da kadının bluzunu çıkardı. Tam hayal ettiği gibi, siyah sutyenin içinden iri memeler ortaya çıktılar. Vural heyecanla ve düzensiz nefes alışlarla memeleri sutyenden kurtardı. Otomobilin camları buğulandı. Vural’ın içi alev alev yanıyordu. Kadının boynu da çok güzeldi. Acaba boğazını mı kesseydi? Kadın fermuarı açıp elini içeriye daldırdı ve Vural’ı rahatlatma mesaisine başladı.

Sen çoktan sertleşmişsin,” dedi kadın. “Amma azgınsın ha!”

“Öyleyimdir.”

Halbuki, Vural, kadının çükünü avuçlamasından değil, bıçağın göğüslere saplanmasını hayal ettiği için sertleşmişti. Kadın, Vural’ın penisini ağzına aldı. İşini ustalıkla yapıyordu. Vural sol elini koltuğun altına götürdü, sakladığı bıçağı sapından kavradı. Kavramasıyla da orgazmın eşiğine geldi. Sağ eliyle kadının önüne eğilmiş başını sevdi, saçından tutup kafasını sertçe kaldırdı. Kadının ağzı penisten ayrıldı.

“Hey, şiddet yok ha!”

Vural’ın yüzünde iğrenç bir gülüş belirdi. Kadını koltuğa yasladı.

Kadın hayretle, “Rahatlamak istemiyor musun?” dedi.

“Birazdan rahatlayacağım. Sen kendini bana bırak.”

Kadının sırtı dikleşince iri memeler Vural’ın gözüne daha güzel gözüktü.

Vural bıçağı kavradı, bir an bıçağın çeliği kadının gözlerinde parladı ve kadın ne olduğunu anlamadan bıçağı memelerinin arasına hızla ve acımasızca sapladı. Saplamasıyla bıçağın tene girişinin o melankolik sesi, o sesi izleyen tiz çığlık, sarsılan beden ve fışkıran kanlar aynı anda oldu. Kadın sarsıldıktan sonra birkaç saniye içinde canını teslim etti. Kafası öne düştü. Vural telefonunu çıkarıp memelerin arasında saplı duran bıçakla kadının fotoğraflarını çekti. Vural’ın yüzü aldığı zevkten çirkin bir maskeye dönüştü. Boşaldı.

Birkaç dakika hareketsizce durdu, zevkin doruklarında dolaştı. Bıçağı göğüslerin arasından çekip çıkardı, üzerindeki kanları kadının eteğine sildi. Bıçağı tekrar koltuğun altına soktu. Cansız bedeni koltuktaki muşambaya üstün körü sardı. Camlar buğulandığı için kontağı döndürüp kendi camını açtı, etrafı kontrol etti. Arazide çıt yoktu. Hava buz gibiydi. Temiz havayı huzurla ciğerlerine çekti. Kargalar ötüyordu. Penceresini kapattı. Uzanıp kadının kapısını açtı, kadını muşambayla birlikte otların arasına itti. Cansız beden boş bir çuval gibi toprağa düştü, muşamba üzerinden sıyrıldı, kadının kafası adama dönük, gözleri açık, öylece kaldı. Vural arka koltuğa uzanıp kabanı da cesedin üzerine fırlattı.

“Üzerine giy, üşütme! Hahahahah…”

Kapıyı kapattı, torpidodan aldığı bir tomar kolonyalı mendille camlara sıçramış kanları sildi, camı açıp kanlı mendilleri de dışarıya fırlattı. Kanla kaplı yağmurluğunu çıkardı, arkaya, paspasa koydu. Motoru çalıştırdı, farları yaktı, geri geri giderek ana yola çıktı ve gözden kayboldu.

Karganın teki gaklayarak çalıların arasında yatan cesedin üzerine kondu. Bedenin cansız olduğuna kanaat getirince gagasını kadının gözüne daldırdı.

Vural’ın canı biraz deniz havası almak istedi. Cinayetten sonra güzel bir deniz havası iyi giderdi. Sahil yoluna inip Bostancı istikametine doğru sürdü arabasını. Derin bir huzur ve müthiş bir rahatlama hissediyordu. Pantolonu yapış yapış olmuştu. Az önce bir cana son veren bıçağını koltuğun altından alıp büyük bir aşkla ve hayranlıkla baktı. Birlikte daha çok işler yapacaklardı.

İlerde arabaların fren ışıkları belirdi. “Lanet olsun, çevirme!” Bıçağı koltuğun altına sakladı. Keşke sahil yoluna girmeyip Ankara yolundan basıp gitseydi. Bok vardı, deniz havası alacak! Daha dikkatli davranmalıydı. Cinayetten sonra âdeta görünmez olmalıydı.

Panik yapmasına, telaşlanmasına gerek yoktu. Sadece, rutin bir trafik kontrolüydü. Cihaza üfleyecek, alkollü olmadığı belli olunca, yoluna devam edecekti. Polisler kırmızı dubalarla yolu daraltmış, sıraya dizilmiş otomobillerin içlerine bakıp bazılarının geçmelerine izin veriyorlar, bazılarını da kenara çektiriyorlardı. Sıra Vural’a gelince polis, elindeki fenerle kenara çekmesini işaret etti. Birkaç metre ilerde polis arabası park etmiş, içinde iki memur ceza yazıyorlardı. Koca göbekli, yaşlıca bir polis arabanın yanına geldi. Vural pencereyi açarken arabanın içine son defa göz atıp etrafta kan olmadığından iyice emin oldu.

“İyi akşamlar beyefendi.”

“İyi akşamlar memur bey.”

“Ehliyet ruhsat lütfen.”

Vural sakin bir biçimde cüzdanından ehliyetini, güneşlikten de ruhsatı çıkarıp uzattı. Polisin asık bir yüzü vardı. Yüz kasları hareketsizdi. Vural en tatlı sesiyle, “Umarım bir sorun yoktur memur bey” dedi.

“Lütfen bekleyin,” diyerek önce arabanın arkasına giderek plakaya baktı, sonra park halindeki polis arabasına gitti, bir şeyler söyledi.

Vural biraz huzursuzlandı. Bu gece polis muhabbeti hiç iyi olmamıştı! “Sadece GBT’yi kontrol ediyorlar, hepsi bu!” diye mırıldanarak kendini rahatlatmaya çalıştı. Rahatlamadı ama. Polis elinde ehliyet ve ruhsatla geri döndü ve Vural’a uzattı.

“Size ceza yazmak zorundayım,” dedi.

“Bir kural mı çiğnedim memur bey.”

“Arka plakanız kirden okunmuyor,” dedi alnını kırıştırarak. “Plaka ışığınız da yanmıyor. Bir kazaya karışıp kaçsanız, sizi nasıl tespit edeceğiz?”

“Çok haklısınız memur bey. Yurtdışından bugün döndüm. Bu kentsel dönüşüm davalarından dolayı biliyorsunuz her yer inşaat, arabalar çabuk kirleniyor. Yıkatacak zamanım olmadı.”

“İhmal etmeyin. Yine de ben cezayı kesmek zorundayım.”

İlk defa gülümsedi.

“Ne gerekiyorsa yapın memur bey. Yarın sabah ilk işim arabayı yıkatmak olacak.”

Polis ceza makbuzunu uzattı. “Plaka ışığını da yaptırın. On gün içinde öderseniz indirimden yaralanırsınız. Yoksa ikiye katlar.”

“Bunu aklımda tutacağım.”

Polis, Vural’ın elini işaret etti. Vural ilk başta polisin ne demek istediğini anlamadı.

“Elinizde kan var beyefendi. Umarım önemli bir şey değildir.”

Vural beyninden vurulmuşa döndü. Başından aşağı kaynar sular döküldü. Elindeki kanı nasıl da fark etmemişti. Hay, lanet şeytan!

“Torpidodan bir şey alırken yanlışlıkla elimi kestim memur bey. Uyarınız için teşekkür ederim.”

“Geçmiş olsun, dikkati olun.”

“Olurum memur bey. Teşekkür ederim.”

Polis, “Bekleyin bir saniye,” diyerek otomobilin içine bakarak arkaya gitti, eliyle plakayı sildi. Vural kanlı yağmurluğu bagaja koymadığına pişman oldu. Eğer polis yağmurluğu fark ederse işi biterdi. İşi biterse de başka kadın öldürme zevkinden mahrum olurdu. Buna katlanamazdı. Daha çok kadın öldürecekti! Polis ellerini birbirine vurarak geri geldi. Vural tüm içtenliğiyle teşekkür etti. Kalkarken dikiz aynasından polisin başka bir arabayı durdurduğunu gördü. Bu hiç iyi olmamıştı! Plakası kayıtlara geçmişti.

“Hay sikeyim deniz havasını!” diyerek yoluna devam etti.

***

Hastalığını ilk fark ettiğinde ve bir kızın canını yaktığında on sekiz yaşındaydı. Bu yaptığından büyük zevk almış, birkaç saniyede orgazm olmuştu. Ebru’ydu kızın adı. Aynı yaştaydılar. Güzel, alımlı, uzun boylu bir kızdı. Üniversite sınavına hazırlanıyordu. Ancak aklı derslerden çok erkeklerdeydi. Güzel fiziğinin bilincindeydi ve o muhteşem fiziği kullanmasını iyi biliyordu. Ebru, Vural’ın oturduğu apartmanın bitişiğindeki apartmanda annesi ve küçük kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Vural’ın ailesi ise Ankaralıydı. Vural tek çocuktu ve İstanbul’a Eczacılık Fakültesinde okumak için gelmişti. Babası iş adamıydı ve oğluna Erenköy’de bir ev kiralamıştı. Vural yalnız yaşıyordu.

Ebru’nun babası ise, beş sene önce ölmüştü. Adam ölüce, genç yaşta dul kalan güzel anne, çocuklarına bakabilmek için hem çalışmış hem de üzerinde hak iddia eden kocasının erkek kardeşiyle uğraşmıştı. Ebru’nun annesi neredeyse çocuk yaşta evlilik yaptığı için çok gençti. Kızıyla aralarında sadece on beş yaş vardı. Zor bir hayat yaşıyorlardı. Ebru ve Vural kısa sürede arkadaş oldular. Ebru, Vural’ın evine sık sık girip çıkıyordu. Zengin bir ailenin çocuğuydu Vural. Sapsız değnekti. Eczacı olacaktı. Ebru için kaçırılmaması gereken bir avdı. Zamanla sıkı fıkı oldular ve çok yakınlaştılar. Bir gün, yine Vural’ın evinde, salondaki koltuğun üzerinde birbirlerine sarılmış televizyon seyrederlerken Ebru, yatak odasına gitmeyi teklif etti. Vural’ın bu ilk deneyimi olacağı için panik oldu. Halbuki, kızda hiç heyecan belirtisi yoktu. Kız, Vural’ı elinden tutup yatak odasına sürükledi. Sanki, kırk yıldır bu işi yapıyordu. Vural tir tir titreyerek soyunurken kız bir çırpıda üzerindekileri çıkarıp yatağa girmişti bile.  Ebru’nun küçük göğüsleri vardı ama dik ve süt gibi beyazdılar. Çıplak bacakları uzun ve pürüzsüzdü. Cildi kaymak gibiydi. Bir süre sessizce yan yana yattılar. Vural, elini genç kızın kalçasına attı, kendine çekti ve dudaklarından öpmeye koyuldu. Bir süre sonra kızdan iniltiler gelmeye başladı. Kız çılgın gibi erkeğe saldırıp âdeta dudaklarını parçalamaya başladı. Kontrolü tamamen eline almıştı. Ama Vural için işler yolunda gitmiyordu. Bir türlü heyecanlanmıyordu. Bu çıplak ve genç vücut onu tahrik etmiyordu. Kız, erkeğin üzerine oturdu ve kalçalarını ritmik bir biçimde ileri geri hareket ettirmeye başladı. Göğüsler, kollar, bacaklar, dudaklar, her şey mükemmeldi. Ama, yanlış giden bir şeyler vardı. Vural tahrik olmuyordu. Kızı sırt üstü yatırdı. Küçük ama dik göğüsleri yaladı, ısırdı tahrik olmadı. Dilini kızın ağzının içine soktu, yine tahrik olmadı. Aşağılara indi, dilini üçgene sokarak yaladı. Yine olmadı. Belki ayak fetişistiydi. Kızın bakımlı ayaklarını öptü, parmaklarını emdi, yine tahrik olmadı. Bir an, umutsuzca elleri kızın boğazına gitti ve bilinçsizce sıkıverdi. Kızın gözleri büyürken Vural işte o anda tahrik oldu ve çükü sertleşti. Hemen ellerini kızın boğazından çekti. Bu sefer, kızı öldürdüğünü hayal etti. Bunu düşününce daha fazla tahrik oldu. Yataktan çıkıp mutfağa koştu, koca bir ekmek bıçağıyla geri döndü. Kız bıçağı görünce korkudan gözleri fal taşı gibi açıldı, çığlık attı. Vural bunun sadece bir fantezi olduğunu söyleyerek kızı yatıştırmaya çalıştı. Koca bıçağı kızın kaygan teninde gezdirmeye başladı. Bıçağın tende gezdiği yerler kızarırken Vural zevkin ve heyecanın zirvelerine tırmanıyordu. Bıçağı süt beyazı memelerin arasından sürterek geçirip zarif boyna ulaştırdığında, o zarif boynu, bir kulaktan diğer kulağa kadar kestiğini hayal ettiğinde neredeyse boşalıyordu. Bıçağı tekrar göğüslerin arasına indirdi. Kızın korku dolu bakışları azalsa da devam ediyordu. Huzursuzluk gözlerine fazlasıyla yansımıştı. Vural bıçağın ucunu tene hafifçe batırdığında kızın nefesi kesilir gibi oluyordu. Vural daha fazla dayanamayarak, kızın gergin ve düz karnına ufak bir çizik attı. İnce bir kan şeridi belirdi. Kız çığlık attı, elini uzatıp çiziğe dokundu. Çizikten çıkan kan biraz çoğalınca Vural boşaldı.

Vural internette yaptığı araştırmada parafili denilen bir tür cinsel sapkınlıkla aynı belirtilerine sahip olduğunu gördü. Parafili, bıçak veya kesici bir aletle birinin canını yakarak veya onu öldürerek orgazm olma haliydi. İlk başlarda, tıpta ismi konmuş bu sapkınlığı olduğuna çok üzülüp çok sarsılsa da, zaman geçtikçe zihninde yarattığı türlü türlü işkence ve öldürme senaryoları onu bu işten çok zevk alır hale getirdi ve bir süre sonra bu tehlikeli ve sapkın düşüncelerin müptelası haline getirdi.

***

Vural ilk cinayetin üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra ortamın artık müsait olduğuna kanaat getirerek, arabasıyla yeniden Bostancı sahiline avlanmaya indi. Cinayeti izleyen ilk bir hafta boyunca polis her gece, kadınların bekledikleri yolun az ilerisinde pusuya yatıp kadınların önünde duran arabaların plakalarını alıyorlardı. Belki de, siyah bir sedan arıyorlardı. Bu yüzden, Vural bir süre arabasını kullanmadı. Olun biteni izlemek için bazen otobüsle, bazen de dolmuşla sahil yolundan geçti. Haftalar geçtikçe polis arabası daha seyrek beklemeye başladı. Bir ay sonra ise, ne polislerden ne de polis arabasından eser kalmıştı. Polisler, katilin ikinci cinayeti işlemeyeceğini düşünmüş olabilirlerdi veya işlese bile, aynı yerde avlanacak kadar aklını kaçırmış olmadığını tahmin ediyorlardı. Halbuki, ne kadar yanılıyorlardı. İkinci kurbanın da aynı yerde bekleyen kadınlardan biri olduğunu öğrendiklerinde boka düşmüş gibi olacaklardı!

Küçükyalı sahilde kimse, kimseyle ilgilenmiyor; kimin hangi arabaya bindiğine dikkat etmiyordu. Dikkat etseler bile, plaka çamurlu olduğu için okunmasına imkân yoktu. Allahtan dün yine yağmur yağmıştı da, yerler çamur olmuştu.

Hafızlarda kalacak tek şeyin; siyah bir Sedan otomobil olduğuydu. İstanbul’da yüzlerce siyah Sedan otomobil vardı.

Vural, “Sarı çizmeli Mehmet Ağa!” diye mırıldandı.

İlk cinayetin üzerinden bir ay geçmesine rağmen polisten ses seda yoktu. Cinayet haberi gazetelerin üçüncü sayfasında ufak bir sütun olarak çıktıktan sonra, toprağa gömülen bir tabut gibi unutup gitmişti. Neden unutulmasın ki; her gün en az üç kadının cinayete kurban gittiği bir ülkede öldürülen bir hayat kadını kimin umurundaydı! Adamın tekinin, intiharından hemen önce sosyal medyada paylaştığı veda konuşması tıklanma rekorları kırarken, bir hayat kadınının kendini köprüden aşağıya atmadan önce yazdığı dokunaklı intihar notu basında yer bile bulamıyordu. Bu yüzden, şu anda Vural’ın yan koltuğunda oturan kadının da cinayet haberi, gazetelerin üçüncü sayfalarında ufak bir başlıkla yer kaplayıp kaybolacaktı.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu kadın merakla.

“Güzel bir yer biliyorum. Sen arkana yaslan, etrafı seyret, müzik dinle.”

Vural radyoyu açıp yabancı bir kanal buldu. Pop müzik çalıyordu.

“Bu müziği sevmedim. Şöyle arabesk falan yok mu?”

Vural kadına nefretle baktıktan sonra kanalları rastgele karıştırdı, arabesk çalan ilk kanalda durdu.

“Bu kanal kalsın mı?”

“Güzel. Kalsın.”

Vural’ın soluk alışları hızlıydı. Bu karıyı bir an önce öbür dünyaya postalamalıydı. Bir süre sonra kadın, “Bu kanalı sevmedim,” diyerek radyo kanallarını karıştırmaya başladı.

Vural yapmacık bir neşeyle kadına radyoyu karıştırabileceğini söyledi. Yine bir çevirmeye takılmadan sahil yolundan çıkıp Ankara yoluna girdi. Göztepe köprüsünden çıkıp Merdivenköy’e yöneldi.

Kadın, ağır arabesk çalan bir kanal bulunca durdu.

Etrafına bakarak, “Nereye gidiyoruz, fazla uzaklaşmayalım,” dedi.

“Merak etme, geri getireceğim. Baş başa kalacağımız sakin bir yer biliyorum.”

Merdivenköy mezarlığının yanından geçerken kadın bir şeyler fısıldadı. Ellerini yüzüne götürüp “Amin,” dedi. Vural, “Dindar bir orospu almışım,” diye geçirdi içinden. Trafiğin az işlediği bir yola girdiler. Evler seyrekleşti, sokakta canlı adına kimse kalmadı. Devasa bir arsanın önüne geldiler. Vural arabayı yoldan çıkartıp toprak araziye soktu. Engebeli arsanın içinde ilerlerlerken sallanıyorlardı. Çalıların en yoğun ve uzun olduğu alana doğru sürdü arabayı.

“Buraları sevmedim, çok ıssız,” dedi kadın.

“Bence çok iyi. Rahatsız eden olmaz. İşimiz uzun sürmeyecek zaten.”

“Karanlıktan istifade edip prezervatif takmamak yok, ona göre!”

Bu karılarda da amma prezervatif takıntısı var, diye geçirdi içinden.

“Merak etme. Önce biraz birbirimize dokunalım. Tenimizi hissedelim.”

“Yarım saati geçerse bir yüzlük daha alırım!”

“Anlaştık.”

Gideceğin yerde paraya ihtiyacın olmayacak, diye mırıldandı Vural.

“Yağmurluğunu çıkarmayacak mısın?” dedi kadın.

“Böyle iyi.”

“Eh, sen bilirsin, benim için hava hoş!”

Elini kadına doğru uzatıp belinden yakaladı, kendine çekti. Dudaklarından öptü. Öperken o dudaklara kaç tane erkeğe sakso çektiğini düşününce midesi bulandı. Soyunmasını söyledi. Kadın üzerindekileri yavaşça çıkardı. Üstü çıplak kalarak memeler ortaya çıkınca Vural ellerini kadının boynuna uzattı ve sıkmaya başladı. Kadının gözleri şaşkınlıktan çarpıldı. Yüzünü buruşturdu ve boğazını bir mengene gibi yakalamış adamın güçlü ellerinden kurtarmaya çalıştı. Vural kadını bıraktı. Kadın can havliyle kapıya sarıldı. Kilitliydi. Adama döndüğünde ona doğrultulmuş kocaman bir bıçakla karşılaştı. Kadının bıçağı görmesiyle, bıçağın iri göğüslerin arasına dalması bir oldu. Vural bıçağı sapına kadar daldırdı ve karnına doğru çekti. Kan fıskiye gibi fışkırdı. Bıçağı saplayıp karna doğru çekme işini daha önce niye düşünememişti! Çok daha büyük zevk veriyordu. Bu işte her zaman yeni şeyler öğreniyordu. Hayatta kalmak için çırpınan beden, sadece et ve kemik yığını olarak, çuval gibi hareketsiz bir biçimde koltuğa düştü. Kadının gözleri şaşkınlık ve acıdan fal taşı gibi açılmıştı. Vural boşaldı.

Kapıyı açıp kadını bir tekmeyle arabadan dışarıya fırlattı. Muşambayı da arkasından atacakken yoldan geçen bir araba durdu. Acaba olan biteni gördükleri için mi durmuşlardı? Şimdi bunları düşünecek vakit yoktu. Vural panikle kapıyı kapattı, motoru çalıştırdı, geri geri arsadan çıktı. İnönü Caddesinden karşıya geçti, Böcekli Caminin yanındaki sokağa saptı, bir çöp konteynırın yanında durdu. Etrafı kolaçan etti, kaldırımlara ve pencerelere baktı, kimsenin olmadığından emin olunca, muşambayı düzgünce katladı, yolcu camını açıp çöp konteynerine fırlattı. Torpidodan yine ıslak mendilleri alarak camlara, konsola sıçramış kanları temizledi. Kanlı yağmurluğunu da çıkarıp arka paspasa koydu. Her ihtimale karşı yağmurluğu çöp konteynırına atmamaya özen gösteriyordu. Onları eve götürüp yakıyordu. Zaten çok ucuz şeylerdi.

Araba uzaklaşınca bir kâğıt toplayıcısı memleketinin türküsünü mırıldanarak çöpe yanaştı.

***

Öldürerek orgazm olma düşüncesi, ur gibi Vural’ın beynini sarmış, zihnini esir almıştı. Artık, bu şahane duyguları zihni yerine gerçekte yaşamak istiyordu. Dikkatli olursa ve iyi plan yaparsa asla yakalanmazdı. Çünkü, polis ondan daha zeki olamazdı.

Eczacılık fakültesinin ilk yıllarında, amfiyi bir sürü öğrenci doldurmuştu. Vural hayatından hiç memnun değildi. Çünkü, bu kadar kız arasından onu heyecanlandıracak bir tane bile gözüne kestirememişti. Bir sıra önünde oturan; kumral, uzun saçlı, ince yapılı kızı incelemeye başladı. Kız, hocanın ağzından çıkan her harfi defterine geçiriyordu. Geleceğin inek eczacılarındandı. Kızla seviştiğini düşündü ama her zamanki gibi hiç heyecanlanmadı. Bu sefer, kızın yatakta canını yaktığını düşündü. Göğüslerine sigara bastırtırdı sonra kırbaçladı ama heyecanlanmadı. Bıçağı kızın çıplak bedeninde gezdirdi sonra da tüm gücüyle çeliği kızın karnına sapladı. Yine heyecanlanmadı. Etrafına bakınarak başka bir kurban aradı. Millet hocanın ağzından çıkan ne varsa havada kapıyor, Vural ise sapıkça fanteziler kuruyordu. Bu sefer üç sıra aşağı odaklandı. Kız çaprazında kaldığı için onu rahatlıkla görebiliyordu. Balık etli, siyah saçlı, tombul yüzlü bir yaratıktı. O da hocanın ağzından her çıkanı defterine geçiriyordu. Bütün inekler bu sınıfa toplanmıştı. Kızı soydu, yatağa yatırdı ve bağladı. Üzerinde bir süre gidip geldi olmadı. Kızın tombul yanaklarına sert tokatlar attı, olmadı; usturayla boğazını kesti, olmadı. Bıçakla karnını yardı, olmadı. Tık yoktu. Yoktu, yoktu! Sadece öldürme fantezisi kurmanın kendini heyecanlandırmaya yetmediğini, fantezinin kahramanı olacak kızın da çekici olması gerektiğini anladı.

Derken, kapı açıldı, bir kız ışık gibi içeriye süzüldü. Hocadan özür dileyip utangaç adımlarla birkaç basamak çıkıp bizimkinin görüş alanında boş bir sıraya yerleşti. Vural, kızı gördüğünde içi zangır zangır titredi. Siyah saçlı, uzun boylu, çok güzel bir kızdı. Buram buram cinsellik kokuyordu. Vural kızdan gözlerini ayıramıyordu. Hemen fantezilerini hayata geçirdi ve anında pantolonu ıslandı.

Kızın ismi Buse’ydi. O günden sonra Vural’ın tek hedefi Buse oldu. Onun arkadaş grubuna girmeyi başardı. Beraber kafelere gittiler. İskambil oynadılar, kimya, tıp, ilaçlar üzerine sohbet ettiler. Sınav zamanları hep birlikte ders çalıştılar. Buse’nin bir sevgilisi vardı. Çocuk İTÜ’de Gemi İnşaat Mühendisliği’nde okuyordu. Yakında Gemi Mühendisi çıkacaktı. Zeki çocuktu. Okul bitince evleneceklerdi. Çocuk da gruba katıldı. Vural, çocuğu sevmemişti. Zıpırın tekiydi. Gözü diğer kızlardaydı. Buse, Kadıköy’de oturuyordu. Derslerden sonra yine hep birlikte Kadıköy barlar sokağında zaman geçiriyorlar, sinemaya gidiyorlardı. Vural, Buse’yi her görüşünde kafasında fanteziler birbiri ardına sıralanıyordu. Buse’yi öldürmeliydi! Ama nasıl? Tam o sıralar, Buse’nin zıpır sevgilisi, onu başka bir kızla aldattı. Buse bunu öğrenince şiddetli kavga ettiler ve ayrıldılar. Takip eden günlerde, kızın morali çok bozuldu. İçine kapandı. Ortalarda pek görünmüyor, derslere girmiyordu. Sınavlardan çakıyordu. Arkadaşlarıyla da daha az görüşüyordu. Arkadaşları onun bu haline çok üzülüyorlar ama ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Vural’ın ise tek derdi: Buse’yi nasıl öldüreceğiydi? Nasıl öldürecekti? Nasıl, nasıl?

Bir gün aklına çok parlak bir fikir geldi!

O gün, fakültenin laboratuvarından eter aşırdı. Sonra, arabaya atlayıp Buse’nin evinin önüne gitti. Kızın evde olduğunu biliyordu. Arabayı park edip kızı beklemeye başladı. Akşama doğru Buse dışarı çıkınca onu takip etti. Mahalleden uzaklaşınca Buse’nin yanına yaklaşıp sohbet etmek için  arabayla dolaşmayı teklif etti. Buse çok gönülsüzce Vural’ın ısrarlarını da kıramayarak arabaya bindi. Feneryolu tren köprüsünün altından geçerek apartmanların arasında kalmış ıssız bir arsaya gittiler. Önlerinden demiryolu geçiyordu. Buse buraya geldiklerine şaşırsa da, Vural’a güvendiği için sesini çıkarmadı. Konuştular. Dertleştiler. Kız içini döktü. Vural kızı zerre kadar dinlemiyordu. Aklı fikri onu öldürmekteydi. Hava karardı. Buse artık eve dönmesi gerektiğini söylediğinde, Vural çevrede kimsenin olmadığından kanaat getirince, kapının gözündeki eterli mendili, eter uçmasın diye içine koyduğu poşetten kıza fark ettirmeden sol eliyle çıkardı, kızın yüzüne bastırdı. Buse direndi, çabaladı ama gücü yetmedi ve eterin de etkisiyle bir süre sonra baygın hâlde koltuğa düştü. Vural hemen kızın üzerindeki giysileri çıkardı. Çevreyi tekrar kolaçan ettikten sonra onu arabadan indirdi, demiryoluna sürükledi. Buse’nin çıplak göğüsleri trenin tekerleklerinin altında ezilecek şekilde kızı raylara yatırdı. Dudaklarına son bir öpücük kondurdu. Çalıların arasına  saklandı. Telefonunu çıkarıp kamerasını çalıştırdı ve kızı çekmeye başladı. Buse’nin rayların üzerinde çıplak yatışı Vural’da heyecan patlamasına neden oldu. Az sonra trenin düdüğü duyuldu. Vural’ın heyecandan elleri zangır zangır titrediği için doğru dürüst çekim yapamıyordu. Eli o kadar çok titriyordu ki, bir eliyle telefonu tutan diğerini bilekten tutmak zorunda kaldı. Biraz sonra banliyö trenin farları gözüktü. Raylardaki çıplak vücut bilinçsizce ve savunmasız bir biçimde kendini trene çoktan teslim etmişti. Çıplak vücut ve göğüsler birkaç saniye içinde demir tekerleklerin altında kalarak ezildi. Kızın gövdesi ikiye biçilip, etraf kan gölüne döndü.  Vural boşaldı.

Daha sonra, çektiği görüntüyü yüzlerce kez izledi ve her defasında boşaldı. Bu onun sırrıydı. Bu onun ilk cinayetiydi. Bugüne kadar hep fantezilerinde öldürmüştü. Ama şimdi, gerçek bir cinayet işlemişti. Öldürme kendisini rahatsız etmemişti, bilakis kurduğu fantezilerden çok daha fazla zevk ve tatmin vermişti. Yakalanmamak için uzun bir süre ara vermeliydi. Bu süre zarfında da, çektiği bu görüntüyle orgazm olacaktı.

Bu görüntü sayesinde uzunca süre sapık fantezilerini doyurmaya başardı ama bir gün yanlışlıkla videoyu silince yeniden işe koyulmak zorunda kaldı.

***

Bir gün, Vural Bağdat Caddesinde eski kız arkadaşı Ebru’yla karşılaştı. Kız daha bir bir güzelleşmişti, daha bir serpilmiş, daha bir çekici olmuştu. Yüzünde bir ton makyaj vardı. Yürürken herkes bir kez daha dönüp bakıyordu. Üniversiteyi girememiş, Şaşkınbakkal’da bir parfümeri mağazasında çalışıyordu. Bugün izin gününde olduğu için geziyormuş. Cadde kafede yemek yediler sonra sinemaya gittiler. Ebru’nun annesi evlenmiş ve Antalya’ya yerleşmiş. Ebru da İstanbul’da kalmış. Eskilerden konuşarak hatıralarını tazelediler. Seviştikleri o günden bahsettiler. Ebru, Vural’a hala öyle garip fanteziler kuruyor musun, diye sordu. Vural bu fantezilerden vazgeçemediğini ama kimseye de zarar vermediği yalanını attı.

Akşam olunca Vural, Ebru’yu evine bıraktı. Ebru, Vural’ı eve davet etti. Ebru iki kadeh çıkarıp şarap ikram etti. Kadehler tokuşturuldu ve kısa bir süre içinde iki koca şişeyi bitirdiler. Ebru sarhoş oldu. Vural’a sarılıp öpüyordu. Yatak odasına gittiler. Vural, Ebru’yu kucaklayıp yatağa yatırdı. Elbiselerini çıkardılar. Sevişmeye başladılar. Vural heyecanlanmadığı için yine sapık fantezilerini zihninden geçirmeye başladı. Tıpkı yıllar önce seviştikleri gibi, kız çılgınca inliyordu. Vural, Ebru’nun bu işte çok usta ve tam bir profesyonel olduğunu anladı. Böyle bir kadını tatmin etmek Vural için imkansızdı. Gerçi, kadını tatmin etmek kimin umurundaydı! Önemli olan tek şey, kendisinin orgazmı zirvede yaşamasıydı. Bunu da nasıl yapacağını gayet iyi biliyordu.

“Seni bağlamama ne dersin?”

Ebru yarı kendinden geçmiş olarak “Fanteziler ha! Zarar vermek yok ama?”

“Söz. Vermeyeceğim.”

“Tamam öyleyse.”

“İp var mı?”

“Banyoda çamaşır ipi var.”

Vural, Ebru’yu yatağa balarken bunun bir oyun olduğunu göstermek için onu öpüyordu. Kadın el ve ayak bileklerinden yatağa çırılçıplak bağlanınca Vural orgazm olmamak için kendini zor tuttu. Mutfağa gidip çekmeceden büyük bir ekmek bıçağı aldı. Bıçağı arkasında saklayarak odaya döndü ve “Sana bir sürprizim var,” diyerek bıçağı çıkardı. Ebru bıçağı görünce bu sefer gözleri fal taşı gibi açılmadı. Gördüklerine ve az sonra yaşanacaklara alışık bir ses tonuyla:

“Yine mi bıçak fantezisi!”

“Vazgeçemedim.”

“Seni sapık! Kesmek yok ama!”

“Anlaştık.”

“Kesmeyeceğim, saplayacağım,” diye mırıldandı.

Vural cep telefonunu çıkarıp kamerasını açtıktan sonra yatağı tam karşıdan görecek şekilde şifonyerin üzerine yerleştirdi. Bıçakla yatağa geri dönüp Ebru’yu öperken bıçağı kaygan tende gezdirmeye başladı. Bıçağın geçtiği yerler kızarıyordu. Ebru bu çiziklere canı yansa bile ses çıkarmıyordu. İnlemeye başlamıştı. Vural kadının memesini tutarak kavradı, sertçe sıktı, bıçağın ucunu meme başının hemen yanına dokundurdu ve bastırmaya başladı. Birkaç saniye sonra bıçağın ucu memeye girdi. Kan, memeden vücuda yayılmaya başladı. Ebru bir çığlık attı.

“Ne yapıyorsun?” diye bağırdı. Artık yaşananların bir oyun olmadığının farkındaydı. Vural kızın yerdeki sutyenini alarak ağızına tıkadı. Vural parmağıyla akan kana dokunup emdi. “Sakin ol, yıllar önce yarım bıraktığım işi tamamlayacağı!” dedi sadistçe gülerek.

Yüzüne acayip bir zevk yayılıyordu. Bıçağı bir kez daha memeye daldırdı ve memeyi parçaladı. Ebru bütün gücüyle inliyor ve iplerden kurtulmaya çalışıyordu. Ama ipler o kadar sıkıydı ki, kızın bırakın kurtulmayı, bir parça hareket etmesine bile müsaade etmiyordu. Ebru acıdan çarpılmış gözlerle Vural’a yalvarıyordu. Vural bu bakışlara aldırmadan, hiç vicdan kırıntısı olmadan, yaptığı işi bitirmeye kararlı görünüyordu. Bıçağı parçalanmış memeden çıkarıp kanla kaplanmış, gergin karna doğru indirdi ve derin bir kesik attı. Bunu yaparken heyecandan tir tir titreyip boşaldı. Çabuk boşaldığı için birden kesim işini bırakıp banyoya koştu. Ebru biran için umutlanmasına rağmen, beş dakika sonra Vural’ın geri dönerek üzerine oturup yine sadistçe gülümsemesi, bu umutlarını boşa çıkardı.

“Orgazm olunca seni bırakacağımı zannettin değil mi? Yanılıyorsun. Çünkü, o kadar güzelsin ki yeniden orgazm olmak üzereyim,” diyerek bıçağı yeniden eline aldı, ucunu göğüslerinin ortasına dayadı, kızın gözlerine baktı ve kızın içine girerken bıçakta karına hiç zorluk çıkarmadan saplandı. Şimdi, Vural ve bıçak kızın içindeydiler. Ebru et ve kemik kalıncaya kadar içinde kaldılar.

Vural, cinayetlerine yine uzunca bir süre ara verdi. Telefonuna çektiği bu çok gizli video sayesinde yıllarca orgazm oldu ve kimseyi öldürmedi. Böylece, hiçbir zaman yakalanmadı.

***

Yıllar sonra, eczanesine bir kadın girdi. Gripten yüzü gözü şiş olmasına rağmen yüz hatları çok güzeldi. Uzun boylu ve yapılıydı. Geniş omuzları vardı. Gözleri menekşe renginde, kızarmış burnu ise düzdü. Yüzündeki tek kusur bu burnuydu. Vural gözlerini kadından alamadı. Kadının parmağında alyans yoktu. Reçeteyi alıp ilaçları verdi. Kadın parayı uzattı, Vural hiç düşünmeden kadının  elini tutup dudaklarına götürdü. Kadının elinin ağırlığı ve sertliği Vural’ı heyecan dalgasına kapılmasına neden oldu. Kadını öldürmek yerine kendisinin bu eller tarafından öldürüldüğünü düşününce zevkten kuduracak gibi oldu. İlk defa içinde mazoşist bir duygu serpiliyordu. Diğer kadınlara karşı hissettiği o vahşi duyguları bu kadında hissetmemişti. Bilakis, bu eller tarafından tokatlanmayı hatta öldürülmeyi düşününce donu vıcık vıcık oldu. Pantolonun ağ kısmında koca bir ıslaklık belirdi. Ölümcül arzularının kaybolmasıyla kadın gözünde daha da kutsallaştı.

Kadının da ona bakışları çok içtendi. O da Vural’dan hoşlanmıştı. Üstelik, kadının milli tekvandocu olduğunu öğrenince Vural’ın hayatının akışı tamamen değişecek, kendini tamamen kadına teslim edecekti. Artık, o bir avcı değil bir köleydi.

Evlendiler ve Vural bir daha o karşı konulmaz öldürme isteğini hissetmedi. Karısının çıplak iri vücudunu normal bir erkek iştahıyla sevdi. Bu belayı yenmişti. Kurtulmuştu ondan. Karanlık arzularını öldürmüştü! Bıçağını son kez bu karanlık arzularına saplayıp ondan sonsuza kadar kurtulmuştu.

Evlilikleri boyunca, Vural mazoşizm sınırlarını zorlamaya başlamış, farklı farklı icatlar çıkarmıştı. Yediği sert tokatlar ona yetmez olmuştu. Canının daha çok yanmasını istiyordu. Böylece, tokatlar yerini sert yumruklara ve yumruklar da yerini tekmelere bıraktı. Vural her yumruktan ve her tekmeden sonra daha sertini arzu ediyordu ve sonunda bir boksör gibi, burnu kırıldı. Dalağı hasar gördü, bir süre hastanede yattı. Yüzü gözü mor dolaştı.

Bu iş birkaç yıl böyle sürdü. Fakat, en sonunda, Vural’ın bu sapıkça taleplerine karısı  daha fazla dayanamadı ve Vural’ı terk etti.

***

Vural, polislerin ne kadar salak ve beceriksiz olduğunu düşündü. İki kadın öldürmüştü, bu beceriksizler hâlâ bir ipucuna ulaşamamıştı. Polisin bu cinayetleri çözemeyeceği belli olmuştu. Daha fazla kadın öldürmesi için önünde bir mani yoktu! Kimdi acaba cinayet masasının başındaki beceriksiz dangalak?

Sadece, şu şişko polise yakalanması iyi olmamıştı ama ondan da bir şey çıkmamıştı. Çıksa çoktan çıkardı. Bu salak polislerde aradaki bağlantıyı kuracak zeka neredeydi ki!

Aslında, yakayı ele verse hiç fena olmayacaktı. Yoksa, yakalanmadığı süre boyunca, bu hastalıklı ruhunu doyurmaya devam edecekti. Ama nerede o günler! İşini sağlama bağlamıştı: Fenerbahçe’de oturduğunu, bir hayalet gibi yaşadığını kimse bilmiyor ki! Hala Bostancı Gösteri Merkezinin sokağındaki evde oturuyor gözüküyordu. Evi kiraya da vermiyordu. Orada oturmadığını sadece komşuları biliyordu ama onların bilmesi Vural için bir tehlike oluşturmuyordu. Çünkü, Fenerbahçe’de oturduğunu bilen kimse yoktu. Muhtara bile bildirmemişti. Tüm yazışmalar, faturalar Bostancı’ya gidiyordu. Vural ara sıra Bostancı’daki eve uğrayıp posta kutusunda biriken zarfları alıyor, aidatı ödüyordu. Arabasını Fenerbahçe’deki evin önüne asla park etmiyordu. Arabası Kalamış’ın ara sokaklarından birinde duruyordu. Eğer arabanın plakası belirlense bile, uzunca bir süre kendisine ulaşamazlardı. Ruhsat Bostancı’daki evin adresine kayıtlıydı. Tamam, ismi ve cismi ortaya çıktıktan sonra fazla kaçamazdı ama o zamana kadar kapağı çoktan yurt dışına atmış olurdu.

İşte! İri yarı bir orospu daha kaldırımda müşteri bekliyordu. “Etrafta başka kadın olmaması çok garip!” Neyse, bunları düşünecek hâli yoktu! Kadının önünde yavaşlayıp durdu. Pencereyi açıp yolcu tarafına eğildi.

“Kaç para?”

“Üç yüz aşkım.”

“Çok istiyorsun!”

“Bu aralar piyasa arttı. Manyağın teki kadınları doğruyor. Baksana, etrafta kadın mı kaldı! Herkes korkuyor.”

“Sen korkmuyor musun?”

“Korksam burada işim ne!”

Vural cüzdanı çıkardı.

“İki yüz elli olur mu?”

“Al voltanı, önümü kapatma! Bu akşam tek tabancayım.”

“Sıkı pazarlıkçısın. Atla.”

Kadın kapıyı açıp yolcu koltuğu sarılmış muşambanın üzerine oturdu. Adam arabayı hareket ettirdi. İri yarı, güzel, seksi bir orospuydu bu. Saçlar siyah, yüz geniş ama çok çekici, yapılı bir gövde, uzun bacaklar…

“Nereye gidiyoruz?”

“Issız bir yer biliyorum.”

“Bu muşamba da neyin nesi?”

“Titizim, diyelim.”

“Ben de titizim, parayı görelim!”

Vural parayı uzattı. Kadın parayı alıp sutyenine soktu. “Kusura bakma, iş bittikten sonra çamura yatan çok yavşak var. Bu yüzden, para peşin!”

“Sıkıntı yok. Keyfine bak.”

Kadın pencereyi açtı. Çini mürekkebine boyanmışçasına yıldızsız bir geceydi. Rüzgâr bıçak gibi kesiyordu. İstanbul’da soğuk bir kış gecesiydi.

Vural yan gözle kadını süzüyordu. Bluzunun altında görünen siyah sutyenin askıları onu heyecanlandırdı. Kadının yüzünden gençlik pınarı akıyordu. Omuzlarına inen siyah saçlar, çok seksi bir hava katıyordu. Bu kadınla özel olarak ilgilenmeliydi. Onu hak ettiği biçimde ölüme göndermeliydi. Önce eterle bayıltırdı. Arabadan çıkarır, yere yatırır, soyar, ellerini bağlar, ağzını bantlardı. Kendine gelmesini beklerdi. Kadın kendine gelince oyunu başlatırdı. Yavaş yavaş keserdi. Keserken onun da bundan zevk almasını sağlamalıydı. O iri çıplak vücut kanla yıkanmalıydı. En sonunda, tek bir hamleyle bıçağı iki göğsünün ortasına daldırmalıydı. Vural bunları düşünürken bir an heyecandan direksiyonun kontrolünü kaybetti, araba sağ taraftaki bariyerlere vururken tekrar direksiyon hakimiyetini sağladı.

“Hoop be! Dikkatli olsana, bakkaldan mı aldın ehliyeti?”

“Kusura bakama, dalmışım.”

“Sikişe giderken ecele gitmeyelim, ona göre.”

“Merak etme, bu akşam mutlaka tadına bakacağım!”

Kadın dudaklarını ıslatıp gözlerini kırpıştırdı. Adam kadının dilini görünce onu da kesmek için yanıp tutuştu. Başıbüyük ormanlık yoluna girdiler. Virajlı yoldan geçip Maltepe Üniversitesini geride bıraktılar. Adam ilk cinayeti işlediği bölgeden geçerken, burada bir orospunun canını almış olmanın gururunu duydu. Şimdi o orospu Vural sayesinde mezarında huzurla yatıyordu. Kadını sikişlerle geçen sıkıcı bir hayattan kurtarmıştı Vural. Tanrıydı o. Bu orospuyu da yere yatırıp bıçakladığında, o çıplak bedenin titreyişini gördüğünde, bıçağın tene girerken çıkardığı o boğuk sesi duyduğunda yeniden Tanrı olacaktı. İlerde bir köpek çiftliği vardı. Çiftliğe gelmeden anayoldan çıkıp toprak yola saptı. Etraf zifiri karanlıktı. Vural yoldan yeterince uzaklaştığın anlayınca arabayı durdurdu, farları söndürdü, motoru kapattı. Titreyen eliyle kadının boynunu sevdi. Ne kadar pürüzsüz bir boyundu. Sol eliyle koltuğun altındaki bıçağı kontrol ettikten sonra kapının altındaki eşyalar için ayrılmış gözde sakladığı eterli mendilin poşetini yine çaktırmadan sol eline aldı. Bir yandan kadını öperken, diğer yandan mendili poşetten çıkarıyordu. Kendini az sonra gerçekleşecek şehvetin büyüsüne o kadar kaptırmıştı ki, kadının elinin çantasına gittiğini fark etmedi bile. Dudaklarını kadının boynundan ensesine doğru kaydırıp tam mendili kadının yüzüne kapatacakken böğründe sert bir şey hissetti.

“Kıpırdama!”

 

 

2

Kadının üstü çıplaktı ve çalıların arasında sırt üstü yatıyordu. Görünen o ki; yüzde yüz ölüydü. Delik deşik edilmiş vücudu bir muşambanın üzerindeydi. Açık olan cansız gözlerinden biri, yaşadığı dehşeti bize bütün açıklığıyla haykırıyordu. Gözlerinden bir diyorum; çünkü, diğer gözü yerinde değildi. Gaklayarak tepemizde uçuşan kargaların ziyafetlerine mani olduğumuz anlaşılıyordu. Kargalar adına üzüldüm. Kadıköy Cinayetlerinde katili bulmama istemeden de olsa yardımcı oldukları için severdim kerataları!

Necati ve ekibi her zamanki gibi işe koyulmuşlardı. Etrafıma bakınarak bu ıssız arazide cinayeti aydınlatabilecek ne bulabileceğimi anlamaya çalıştım. Bir köy evinin dışında hiçbir şey yoktu. Ne bir kamera, ne de bir canlı….hiçbir şey! Yolsan tek tük geçen arabaları saymazsak koca bir hiçliğin ortasındaydık!

Katilin bu ıssız bölgeyi seçmesinden, yakalanmaya pek niyeti olmadığı anlaşılıyordu. Adamımız İstanbul’un bu kuytu ve tekinsiz köşelerini iyi biliyordu.

Serdar elinde pembe bir kimlikle yanıma geldi. “İsmi Songül Biçare. Otuz yaşında. Mersin doğumlu. Emniyette fuhuştan kaydı varmış.”

“Bir adresi var mı?”

“Var. Merdivenköy’de Mezarlık Sokakta oturuyormuş.”

“Cesedi kim bulmuş?”

Serdar gülümseyerek, “Hırsızlar,” dedi.

“Hırsızlar mı?”

Eliyle olay mahallinden yaklaşık iki yüz metre ilerdeki iki katlı köy evini göstererek, “Evi soyuyorlarmış. Bir araba geldiğini görünce paniklemişler. Motorla tüyerlerken cesede çarpmışlar. O sırada da, yoldan bir ekip geçiyormuş, enselemiş bunları. Cesedin o arabadan atıldığını söylüyorlar. Lastik izleri söylediklerinin doğru olabileceğini gösteriyor,” dedi.

“Bir fener getirsene.”

Serdar, Olay Yeri Ekibinden bir fener aldı. Feneri ışığını yakarak lastik izlerine tuttum.

“Olay Yeri bu izleri iyice incelesin,” dedim.

“Başlarında dururum abi.”

Serdar, Necati’ye seslendi.

“Ne var?” dedi Necati sinirle.

“Bu izlere bakmayı unutmayın ha!” dedi sırıtarak.

“Sen kendi işine baksana!” diye hırladı.

İzlerin derinliğinden, tazeliğinden yeni oluştuğu belliydi. Lastiğin izleri toprağa aynan sanki baskı gibi geçmişti. Eğer şüpheli bir araba tespit edersek, lastik izlerini karşılaştırabilirdik.

“Kadının çantasını kontrol ettiniz mi, bir şey çalınmış mı?” dedim fenerin ışığını söndürüp Serdar’a verirken.

“Yok abi, cüzdan ve telefona dokunulmamış. Hepsi çantada.”

Cinayet hırsızlık amaçlı işlenmediğini tahmin etmiştim zaten. Ölen kurbanın mesleği ve yarı çıplak olması cinayetin nedeni hakkında yeterli ipuçlarını veriyordu. Bu bir seks cinayetiydi!

Hırsızlar elleri ters kelepçelenip ekip otosunun arka koltuğuna tıkılmışlardı. Kara kuru, sıska, apaçi kılıklı, yirmi yaşlarına iki tipti. Leş gibi ter ve içki kokuyorlardı. Arabanın ön koltuğuna oturdum, arkaya onlara doğru döndüm.

“Anlatın bakalım gençler, kadını niye deştiniz?”

Kara suratları iyice karardı. “Biz öldürmedik amirim. Valla biz yapmadık.”

“Sizden başka biri mi var lan burada? Siz yapmadınızsa kim yaptı ha?” diye bağırdım elimi havaya kaldırarak.

Suratlarını kaçırarak, “Amirim” dedi biri, “Biz yapanı gördük.”

Diğeri konuşana sitemle baktı. “Atma lan Cafer. Kimseyi görmedik. Sadece araba gördük.”

“Araba maraba, gördük ya işte oğlum! Yoksa cinayet üzerimize kalacak, geri zekalı!”

“Çabuk anlatın lan gördüklerinizi, bok kafalılar!”

“Amirim biz şey ederken…”

“Evi soyarken” diye tamamladım. “Utanma oğlum, utanma; açık açık söyle, mesleğinden niye utanıyorsun?”

Cafer konuşmaya başladı. “Bu İsmail iş yaparken ben de pencerede gözcülük yapıyordum. Bir arabanın farlarını görünce evin sahibi geldi zannettik, hemen topukladık. Dışarıya çıktığımızda, arabanın az ilerde durduğunu gördük. Arabanın kapısı açıldı, bir şey dışarıya atıldı. Sonra araba geri geri gitti.”

“Ulan geri zekalılar, arabadan bir cesedin atıldığını anlamadınız mı?”

“Çok karanlıktı amirim. Anlamadık valla.”

İsmail devam etti. “Araba gözden kaybolunca motora atladık, tam tüyerken, kadının cesedine takıldık.”

Cafer umutsuz bir sesle, “Bu geri zekâlı cesede çarpınca düştük, o sırada yoldan geçen ekip bizi fark etti.”

“Ulan geri zekalılar, araba gittikten sonra çalılara arabadan ne atıldı diye merak edip bakmadınız mı?”

“Bir an önce topuklamak istiyorduk amirim, valla!”

“Tarif edin bakalım şu arabayı?”

Gözlerindeki korku ifadeleri büyüdü. Birbirlerine baktılar.

“Tarif etsenize lan?” diye bağırdım.

“Koyu renk büyük bir arabaydı” dedi biri.

Diğeri, “Çok büyük değildi ama” diye itiraz etti.

Birbirlerine öfkeyle baktılar. “Nasıl büyük değildi oğlum, basbayağı büyüktü işte.”

“Hay sikeyim büyüklüğünüzü,” diyerek araya girdim. “Adamı gördünüz mü, esas onu söyleyin?”

“Görmedik amirim. Arabadan hiç çıkmadı ki.”

“Plaka gördünüz mü?”

“Çok uzaktı amirim. Nasıl göreceğiz!”

“Allah belanızı versin! Sürücü belli olmayan bir araba, plaka yok. Sadece, araba büyük ve koyu renk! Amına koyduğumun çocukları, bu iş size patlayacak gibi geliyor bana!”

Elektrik verilmiş gibi sarsıldılar.

Serdar, Mustafa ve Melike de yanıma geldiler.

Melike ve Mustafa’ya, “Siz niye geldiniz?” diye çıkıştım.

Şaşkınlıkla bana baka kaldılar. Mustafa bir adım öne çıkarak, “Amirim biz de Cinayet Büroda çalışıyoruz,” diyebildi korkuyla.

“Yok ya! Öyle mi!”

Serdar elini ağzına götürmüş sırıtıyordu. Melike, Serdar’a çok fena delici bir bakış atınca yardımcımın yüzü asık bir maskeye dönüştü.

Hırsızları merkeze postaladık. Melike’yi yanıma alıp Merdivenköy’de ki adrese gitmek için yola çıktık.

Maltepe’den Ankara Yoluna inip Göztepe köprüsüne kadar rahat rahat gittik. Gecenin bu saatinde yol açıktı. Trafik akıyordu. Yağmur hızını artırmıştı. Yolun tenha olmasının keyfini çıkarmak için süratimi bir miktar arttırdım. Çok değil ama. Güvenli bir süratte orta şeride yerleştim. Önümdeki otomobille takip mesafesini biraz açarak, tekerleklerinden bizim ön cama vuran yağmurun görüş mesafemi engellemesin önledim.

“Melike, olay mahalline niye geldiğinizi sorarken sözüm sana değildi, yanlış anlama sakın! Ben onu Mustafa’ya söyledim.”

“Tahmin ettim.”

“Şu gazeteci kıza bilgi uçurması aklıma geldikçe herife hınç biliyorum.”

“Halbuki, kinci bir insan da değilsiniz?”

“Bir de kinci olsaydım, sen düşün?”

“Aman aman, olmayın, böyle iyisiniz.”

“Serdar’la aran nasıl Melike?”

Melike benden özel hayatıyla ilgili bu tarz sorulara alışık olmadığı için şaşırdı. Gözlerindeki o derin mutsuzluğu fark etmemek için kadın uzmanı ya da bir psikolog olmaya gerek yoktu. Günlerdir Melike’deki mutsuzluğu fark ettiğim için bu konuyu açmıştım. Mutsuzluğunun Serdar’ın varlığından kaynaklandığından adım gibi emindim. Özel hayatta yaşadıkları beni ilgilendirmezdi ama sorunlar özel hayatla kalmayıp iş hayatına da yansıyorsa, amirleri olarak bana da bir şeyleri sorma hakkı doğuyordu.

Derin bir nefes aldı.

“Amirim, ben tekrar Narkotiğe dönmek istiyorum?”

Bak işte, bunu beklemiyordum.

“Hayırdır, benden mi memnun değilsin?” dedim gülerek.

Carrefour müşterilerini göndermiş, derin bir uykuya dalmıştı. Parkında tek tük birkaç otomobilin dışında araç kalmamıştı. O uykuya az ilerdeki Metro ve Optimum da katılmıştı.

“Şaka yapıyorsunuz, değil mi?” dedi.

“Tabi ki şaka yapıyorum. Benden memnun olmayanın alnını karışlarım!”

“Serdar’la aynı bölümde çalışmak istemiyorum amirim. Onu her görüşümde bana yaptıkları aklıma geliyor, çok kötü oluyorum. İşeme konsantre olamıyorum.”

“Aranızdaki ilişkiye karışmak istemem, ama gördüğüm kadarıyla, bu çocuk seni seviyor. Eğer sevmeseydi, arkandan beş katlı binanın tepesinden atlar mıydı?”

“Benim için gösterdiği büyük cesarete söyleyecek bir sözüm yok. Bunu ona da söyledim. Ama, bu, onu affetmem için bir neden değil. Serdar benim canımı çok yaktı, amirim. Ben onu çok sevmiştim. Tek istediğim, onunla sıcak bir yuva kurmaktı.”

Göztepe köprüsüne yaklaşırken sinyalimi verip sağ yan aynadan arkayı kontrol edip en sağ şeride geçerek köprünün altına girdim, Göztepe sapağından sapıp köprünün üstüne çıktım, ilk sağdan Göztepe Oto Sanayi Sitesi Bölgesine döndüm. Sanayi Sitesine girmeden tekrar sağa sapıp Merdivenköy Mezarlığının önündeki hafif eğimli yokuşu tırmandım.

“Acaba evlilik için biraz erken mi davrandın?” dedim.

“Davranmış olabilirim. Bu konudaki göstereceği tepkisini de anlayabilirdim. Ama, hemen gidip beni aldatması mı affedemiyorum!”

“Haklısın, eşeklik etti!”

Melike’nin gözlerinden yaşlar süzülmeye başlayınca durup dururken bu konuyu açıp kızı üzdüğüme bin pişman oldum.

“Benim için çok değerli bir elemansın Melike. Seni kaybetmeyi istemem. Gerekirse, Serdar’la da konuşurum. Ne dersin, biraz daha düşün?

“Amirim, lütfen bu konuştuğumuzdan ona hiç bahsetmeyin. Ben kararımı verdim. Narkotiğe geçmek istiyorum.”

“Sen yine de acele etme. Sonradan pişman olacağın bir karar verme. Sonra yine konuşuruz.”

Merdivenköy mezarlığının arkasındaki küçük, şirin caminin tam karşısındaki daracık yokuşun başındaydı Mutlu Apartmanı. Beş katlı eski bir binaydı. Atında depo olarak kullanılan kepenkleri indirilmiş iki tane dükkan vardı. Dükkanların önüne üç tane ticari araç park edilmişti.

Eski ve paslı sokak kapısının önüne gelip kırık dökük zili çaldık. Kapı ‘Çat’ diye açılıverdi. Apartmanın ışığını yakıp en üst kata tırmandık. Güzel, çıtı pıtı bir kız kapının önünde durmuş, meraklı gözlerle bizi süzüyordu. Nefes nefese kaldığım için, kısa bir süre kalbimin deli gibi atışının dinmesini bekledim.

“Buyurun?” dedi tedirgin gözlerle kız.

“Songül Biçare’nin evi mi?” dedi Melike.

Benim hala konuşacak takatim yoktu.

Bir an ne söyleyeceğine karar veremedi.

“Kimsiniz?” diyebildi sonunda.

Melike, “Polis,” diyerek kimliğini çıkarıp gösterdi.

Bu arada, benim de nefesim normale döndü, kalbimin deli gibi atışları yatıştı.

Melike, “Girebilir miyiz?” diye sorduğunda çoktan evin içindeydik.

Salona geçtik. Ağır bir sigara kokusu salonu  sarmıştı. Fikirtepe’nin ucuzcu mobilyacılarından alınmış çekyat salon takımı, büyük bir televizyon, sehpanın üzerinde üç bira şişesi, sigara paketleri, izmarit dolu kül tablası, iki tane kocaman akıllı telefon…

Melike, “Adın ne senin?” dedi kıza.

“Asuman.”

Melike kızı kolundan tutup çekyata oturttu.

“Songül nerede Asuman?” diye sordu.

Asuman’ın yüz kasları gerilerek huzursuz bakışlarla bize baktı.

“Ne iş yaptığını biliyoruz Asuman. Bunu saklamana ve bizden korkmana gerek yok. Biz Ahlak Büro’dan değiliz. Cinayet Büro’dan geliyoruz. Songül nerede Asuman?”

Utangaç ve çekingen bir sesle, “İşe çıktı,” dedi.

Artık bir sırrı paylaşmanın rahatlığına kavuşmuştu.

“Songül öldürüldü Asuman!” dedim gayet ifadesiz bir tonla.

Bir an, Asuman ne duyduğunu algılayamadı. Algıladığındaysa baygınlık geçirerek koltuğa düştü.

Melike bana haince baktı.

“Merdivenlerin intikamını aldım!” dedim.

Melike mutfağa gitti, bir bardak suyla geri döndü, bir yerden de kolonya bulmuş. Bir süre sonra Asuman kendine geldi.

“Katili yakalamamız için söyleyeceklerin çok önemli Asuman. Songül’ün bir düşmanı var mıydı?” diye sordu Melike.

Songül’ün bir sapık tarafından katledildiğini tahmin ettiğimiz için bu sorunun ne kadar saçma olduğunu ikimizde biliyorduk. Ama, yine de, adetten de olsa, bu sorunun sorulması gerekiyordu. Böylece, Songül’ün hayatında bilmediğimiz başka ilişkileri yakalayabilirdik.

Asuman yaşadığı ilk şokun ardından kelimeler ağzından yarım yamalak dökülüyordu:

“Yoktu. Bazen manyak müşteriler çıkardı ama Songül onları idare etmesini iyi bilirdi.”

“Nerede işe çıkıyorsunuz?” dedi Melike.

Melankolik bir sesle ve biraz da utanarak “Küçükyalı sahilde,” dedi.

“Tehlikeli değil mi oralar kızım?” dedim. “Canınızı sokakta mı buldunuz. Hırlısı var hırsızı var. Bak, Songül’e. Yarın öbür gün, aynı şeyin senin de başına gelmeyeceği ne malum?”

“Orada çok müşteri buluyoruz.”

“Gecede kaç işe çıkıyorsunuz?” dedi Melike.

Yine utanarak, “Değişiyor. Bazı akşamlar dört, bazı akşamlar altı oluyor.”

“Maşallah maşallah. Siz benden daha çok kazanıyorsunuz!” dedim.

Melike yine bana sert bakışlarını fırlattı.

Karşımdaki kızı şöyle bir tarttım. Göğüsler yerindeydi ama vücut çok zayıftı. Yine de garip bir çekiciliği vardı. Biraz işve, biraz sempati; gecede dört değil on dört abazayı peşine takardı.

“Bir gelirimiz olsa bu boktan işi yapar mıyız?” dedi Melike bakarak. Hemcinsinden destek almaya çalışıyordu.  Melike yumuşak bakışlarıyla kıza o beklediği desteği veriyordu. “Herkes iyi kazanıyoruz zannediyor. Hiç de göründüğü gibi değil. Parayı kim kaybetmiş de biz bulacağız. Kazandığımız üç kuruş para da, kiraya, giyime, yemeğe ve evin ihtiyaçlarına gidiyor.”

Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağlamasının asıl sebebi, bu kötü koşullarda çalışmasından değil, ev arkadaşının cinayete kurban gitmesiydi.  “Toplumda orospu damgası yemişiz. Millet namazında niyazında onun bunun karısına kızına bakar; kimse bir şey demez, bize gelince de mangalda kül bırakmazlar. Kimse bize sahip çıkmıyor. Hep eziliyoruz, horlanıyoruz, dövülüyoruz, öldürülüyoruz…”

Asuman içindeki acıyı kusuyordu. Yapacak bir şey yoktu. Onu bu hayattan nasıl çekip alacaktık. Melike bir anne şefkatiyle kızın saçlarını okşadı.

Melike, “Songül’ün bu gece Bostancı sahile mi gitmişti?” dedi yumuşak bir sesle.

Melike’nin kıza psikolog gibi davranışlarını ve kızın da ona sevecen bakışlarını görünce, gerçekten çok iyi bir elemanımı kaybettiğimi anladım. Allah belanı versin Serdar!

Asuman başını salladı. “Oraya gitti.”

“Saat kaçtan kaça kadar çalışıyorsunuz?”

“23.00’den sabaha karşı 02.00 kadar.”

“Sizin pezevenginiz yok mu?” dedim.

Bu sefer, Melike’nin bakışları çok korkutucuydu. Kadınların sinirlenince neler yapabileceklerini, Kedicik kitapevindeki Berna da bizzat yaşadığım için, Melike’yi daha fazla sinir etmeden sesimi kestim.

“Biz kimseyle çalışmıyoruz.”

“Nasıl oluyor o?” dedi Melike.

“Bostancı sahilde herkes öyle çalışır.”

“Kızım, sizi orada barındırmazlar?” dedim.

“Şimdiye kadar hiç sorun çıkmadı.”

“Bu yüzden biri size gıcık mıcık olmasın?”

“Zannetmiyorum.”

Salonun kapısında çıplak ayak sesi duyduk. “Annem mi geldi, anneciğim, anneciğim,” diyerek salona yarı uykulu gözlerle ufak, şirin bir kız girdi. Songül’ün kızı Elif’miş. Saçlar sarı. Ayaklar çıplak. Üzerinde küçük, şirin bir gecelik. Annesi yerine bizi görünce korkuyla koşarak Asuman ablasının kucağına sığındı. “Annem nerede Asuman Abla’cığım, onu çok özledim!”

Asuman, küçük kıza sarılıp onu öpücüklere boğdu. Hem öpüyor, hem ağlıyordu. “Niye kalktın ablacığım. Annen biraz sonra gelecek. Şimdi doğru yatağa.”

Kız, bize kuşkuyla baktıktan sonra Asuman Ablasının kucağından indi, “Annem bana şeker getirecekti, şekeri sakın yeme, oldu mu?” dedi.

Asuman küçük kıza sarılarak koca bir öpücük kondurdu. “Hiç yer miyim ablacığım. Onların hepsi senin.”

“Tamam öyleyse, ben şimdi yatmaya gidiyorum,” diyerek bize kuşkuyla bakarak salondan çıktı.

Melike göz yaşlarını tutamadı.

Asuman’a aklına bir şey gelirse haber vermesini tembihledikten sonra evden ayrıldık.

Çok boktan bir dünyada yaşıyorduk. Bu katil orospu çocuğunu bir an önce yakalamalıydım.

Mezarlığın arkasından tekrar Ankara yoluna çıktım. Dosdoğru gidip Küçükyalı sapağından Minibüs yoluna indim, cadde üzerindeki Arçelik yetkili satısının karşısındaki yoldan alt geçide girip Küçükyalı sahil yoluna çıktım. Işıl ışıl adaları karşımda görünce biraz ferahladım. Camı aralayıp soğuk ve temiz havanın içeriye dolmasına izin verdim. Evlendirme Dairesinin önündeki arabalar için ayrılmış cebe park ettim. Bir sigara yaktım.

“Rahatsız olur musun?” dedim.

“Keyfinize bakın.”

Motoru susturdum. Buz gibi havaya rağmen yolun karşı tarafında hayat kadınları beşer metre arayla önlerinde dizilmiş arabaların yolcu koltuğu pencerelerine eğilmiş, pazarlık yapıyorlardı. Kimi binip gidiyordu bir meçhule, kimisi anlaşamayıp şansını diğer arabada deniyordu.

“Yarından itibaren burada birkaç gece siviller beklesin Melike. Gerçi, herifin tekrar buraya gelerek avlanacak kadar salak olduğunu zannetmiyorum ya, neyse.”

“Bu işi yapanın bir kişi olduğunu nereden biliyorsunuz?”

“Bilmiyorum.”

Motoru çalıştırıp yola çıktım. Bostancı’dan geçerken iki yarım ekmek kokoreç yemeyi ihmal etmedik. Bostancı her daim, tıpkı abisi Beyoğlu gibi sabaha kadar yaşayan bir semtti. Taksiler yolun sağına dizilmişlerdi. Meyhaneler hınca hınç doluydu. Türkü barlardan, gece kulüplerinden, müzikhollerden müzik sesleri yayılıyordu gecenin içine. Kaldırımlar sigara içenler, kahkaha atanlar, nara atanlar, küfredenler, yalpalayanlar yürüyenler, birbirlerine sarılarak yürüyenler, yalnız yürüyenlerle doluydu. Sarı minibüsler yolcu yakalama umuduyla Bostancı yokuşunun sağ şeridini kapatıp  korna öttürüyorlardı. Sağda park etmiş lüks otomobiller yokuşun başına kadar sıralanmıştı. Bağdat caddesine uzandığımızda yol rahatladı, keşmekeş bitti. Cadde ve kaldırımlarda incin top oynuyordu. Bir zamanların lüks markaları ülkenin kötü ekonomik şartlarından dolayı ve aşırı kiralar yüzünden tası tarağı toplayıp tek etmişlerdi yılların caddesini. Mağazaların çoğu boş vaziyette, yeni enayi dolar kiracılarını bekliyordu. Erenköy’ü geçtikten sonra cadde daha da sakinledi, trafik iyice rahatladı. Kızıltoprak’a beş dakikada geldik, açık olan işkembeciler sabaha karşı gelecek sarhoş müşterilerin bekliyorlardı. Karacaahmet mezarlığının önünden geçerken Melike’nin annesi aklıma geldi.

“Annen nasıl oldu?”

“Kemoterapi başladı.”

“Morali nasıl?”

Sesi durgunlaştı:

“Geçen gün kağıda bir şeyler yazıyordu. Meğerse, vasiyetini hazırlıyormuş.”

“Tedavi nasıl gidiyor?”

“İyi.”

“Çok geçmiş olsun. Yapabileceğim bir şey olursa ara mutlaka, çekinme.”

“Yanımda olduğunuzu biliyorum amirim. Sağ olun.”

Koşuyolu Caddesine çıkarak Melike’yi sitesinin önünde bıraktım. Yolda Oya aradı. Yarın akşam Kadıköy’de buluşmak istedi. Kadıköy’de Oya’yla dolaşmak benim için çok tehlikeliydi. Kadıköy Semra’nın mekanıydı. İtiraz ettim ama üsteleyince kabul etmek zorunda kaldım.

Eve girdiğimde saat gece ikiye geliyordu. Çok uykum vardı. Üzerimdekileri bile çıkarmadan salondaki çekyatta sızdım.

***

Songül Biçare cinayetinin üzerinden bir ay geçmişti. Cinayette hiçbir ilerleme kaydedememiştik. Songül’ün hayatını didik didik ettik, pezevenkleri emniyete çekip tek tek sorguladık ama Songül’ün cinayetini aydınlatacak hiçbir ize rastlamadık. Bu cinayeti, o gece Songül’ü arabasına alan cinsi bir sapık tarafından işlendiğine ikna olmuştum. Bu yüzden, Küçükyalı sahil yolunu her akşam sivil bir polis arabası diktik ama bir şey çıkmayınca, orada beklememizin gereksiz olduğuna karar vererek nöbetten vazgeçtik. Belki de, katil başka cinayet işlemeyecekti.

Bu sefer cesedi, ilk kurban Songül Biçare’nin Merdivenköy’deki evinin yaklaşık beş yüz metre ilerisinde, açgözlü müteahhitlerin gökdelenlerini dikmek için ağızlarının suyunun aktığı devasa büyüklükteki arsada bulduk. Arsa o kadar büyüktü ki, küçük bir Ataşehir kurulabilirdi. Arsaya yıllardır el sürülmediği için otlar adeta orman olmuştu.

Kurbanın yarı çıplak görünce başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Katilin başka bir cinayet işlemeyeceği yönündeki düşüncelerimin ne kadar saflık olduğunu, bıçakla delik deşik edilmiş çıplak kadına bakarken anladım. Kurbanın vücudu göğüslerinin ortasından başlayarak karın deliğine kadar yarılmıştı. Bu da aynı katilin işiydi.

Serdar’ın elindeki pembe nüfus cüzdanında kurbanın ismini Zehra Güzel, yaşının otuz iki ve Muğla doğumlu olduğu yazıyordu. Fuhuştan kaydı vardı. Hayat kadınıydı.

Katilin kurbanlarını tanımadığı ve rastgele seçtiği vakalar beni çok ürkütürdü. Çünkü, bu cinayetlerde, bizi katile götürecek ailevi ya da arkadaş bağlantıları olmadığı için, katilin izini sürmek çok güç olurdu. Katil yakalanıncaya kadar kurban sayısı artardı.

Merkeze döndüğümüzde, dün akşam ekiplerin Böcekli caminin yan sokağında üstü başı kan içinde bir çöp toplayıcısını yakalayarak merkeze getirdiklerini öğrendim. Elbiselerindeki  kanın kendisine ait olmadığı fark edilince, cinayet şüphesiyle bize gönderilmişti. Elbiselerine bulaşan kanın, o siyah arabadan çöp konteynırına atılan muşambadan bulaştığını yeminler ederek tekrarlayıp duruyordu. Siyah araba yine karşımıza çıkmıştı!

Zehra Güzel Kuyubaşı’nda Marmara Üniversitesi kampüsünün karşısındaki sokakta yalnız başına oturuyordu. Zehra Güzel’in çalıştığı yeri belirleyebilmek için, ilk kurban Songül Biçare’nin ev arkadaşı Asuman’ı alıp morga götürdük ve cesedi gösterdik. Asuman, çelik sehpada yatan zavallıyı hemen tanıdı. Böylece, Zehra Güzel’in de, Bostancı Sahil yolunda çalışan hayat kadınlarından biri olduğun öğrendik.

Elimizdeki ipuçları çok sınırlıydı. Katil siyah bir sedan kullanıyordu ve kurbanlarını Bostancı Sahil yolundan seçerek Kadıköy’de avlanıyordu.

Muşambadan aldığımız kan örneklerini Adli Tıp’a gönderilip Zehra Güzel’in kan örnekleriyle karşılaştırıldı. Sonuçlar birbirini tuttu. Bunun üzerine, çöp konteynerinin önündeki apartmanın güvenlik kamerası olduğunu öğrendik ve görüntüleri incelemeye aldık. Sonunda, aradığımız o siyah sedanın görüntüsünü yakaladık. Görüntülere defalarca baktık. Sedan yolcu koltuğu tarafından kameranın açısına giriyordu. Siyah ve kirli bir sedan sokağın köşesinde duran kapağı açık çöp konteynırına yanaşıyor, farlarını söndürüyor, bir süre bekliyor, sonra yolcu camı açılıyor, bir el uzanıp muşambayı konteynıra atıyordu. Sürücü, torpidoyu açarak bir kutu mendil çıkarıyor, ön konsolu, camları siliyor sonra bir tomar mendili konteynıra fırlatıyordu. Sedan uzaklaşırken arka plakası çamurla sıvalı olduğu için okunmuyordu.

Bunun üzerine, Kadıköy’deki bütün trafik ekiplerine arabayı tarif ettik.

Bekleyişimiz uzun sürmedi. Maltepe İlçe emniyetine bağlı trafik ekiplerinin, bir ay önce Maltepe sahil yolunda yaptıkları rutin bir çeviride böyle bir otomobilin çevirmeye takıldığını, polis memurunun hatırlaması sayesinde öğrendik. Aradığımız siyah sedanın bu olma olasılığı yüksekti. Plakaya ceza kesildiği için zanlının kimliğini ve ev adresini hemen tespit ettik. Vural Demir. Bostancı’da, Gösteri Merkezinin sokağında oturuyordu. Akşam eve baskın yaptık ama boş bir daireyle karşılaştık. Komşular, Vural Demir’in dairesinin yıllardır boş olduğunu söylediler. Her ay gelir aidatı öder, posta kutusunu kontrol edermiş. Fakat geçen ay gelip aidatı ödememiş. Evet, siyah bir sedanı varmış.

Katil, Bostancı’da avlanmayı seviyordu ve yine avlanacaktı. Güzel bir planım vardı. Bu sefer elimden kaçamayacaktı!

***

Kadın gözlerini tuhaf bir donuklukla ona dikmişti. Elinde kocaman bir tabanca tutuyordu. Yüzünde ne endişe, ne de korku vardı.

“Ne yapıyorsun?” dedi adam. Sesi genzinden hırıltı gibi çıkmıştı. Başına gelenleri çok iyi biliyordu.

“Buraya kadar sapık. Sert kayaya çarptın. Polis!”

Arabanın içi aydınlandı. Kırmızı mavi yanıp sönen ışıklar etrafa doldu. Kapılar açıldı, kapandı. Konuşmalar, telsiz cızırtıları duyuldu.

Kadın nefret dolu bir ifade ve duygusuz bir sesle, “Beni öldüremeyeceğin için üzüldün mü? Halbuki, bu gece için güzel fanteziler kurmuştun o hasta zihninde, değil mi seni orospu çocuğu!” dedi.

Polisler arabanın etrafını sardı. Silahların hepsi adama doğrultulmuştu.

Melike devam etti. “Nasıl bir his anlatsana? Bıçak bedene girdiğinde ne hissediyorsun? Kadınların çığlık atışından mı, ölüşlerinden mi yoksa bıçağın saplanışından mı zevk alıyorsun seni sapık!”

“Zevk değil. Başka bir şey. Tarif edilemez bir şey,” dedi Vural aldırmaz ve duygusuz bir sesle.

Galip cama vurup Melike’nin kapıyı açmasını istedi.

Melike alaylı bir ifadeyle konuşmasını sürdürdü.

“Mesela, beni deşerken neler hissedecektin?”

Vural pis pis sırıttı. Neredeyse ağzından salyaları akacaktı.

“Bıçak girdiğinde kurbandaki acı ile benim şehvetim birleşiyor ve ölümsüz oluyoruz. Acı, ölüm ve şehvet. Muhteşem üçlü! Bıçak tene zorlanmadan giriyor, ikimizi de soluksuz bırakıyor, geceyi kana boyuyor! Bıçak indiğinde ulaşılmaz o arzu gerçek oluyor, bütün ömre bedel o an. Tanrılaşıyor!”

Vural kaygısızca sırıtıyordu. Bu arada, eli koltuğun altındaki bıçağı kavradığında Melike, “Sakın kıpırdama!” diye bağırdı.

Polisler kapıları açmaya çalışıyorlardı.

Adamın yüzüne ince bir gülüş yerleşti. “Sen bu hissi anlayamazsın. Bu bir hastalık!”

“Hastalıksa tedavi olsaydın orospu çocuğu!”

“Oldum. Evlenerek tedavi oldum. Ama, karım gitti. Terk etti beni.”

Vural utangaç ve çekingen bir ifadeyle ağlamaya başladı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Melike şaşkın bakışlarla karşısındaki caninin rol yapıp yapmadığını anlamaya çalışırken tetikteki parmağını gevşetmiyordu. Adamın gözlerinde hüzün belirdi.

“Bu kadınları öldürmen için bir neden değil! Hastalık ayaklarına hapisten yırtamazsın. Ömrünün sonun kadar parmaklıkların arkasında kalacaksın.”

Adam hüzünlü bir sesle, “Yakalandığıma çok sevindim. Kendimi kontrol edemiyordum. Artık kimseyi öldüremeyeceğim.” Adam bunları söylerken çok içten görünüyordu.

Melike de ilk baştaki sert tavrını biraz yumuşatarak, “Yine de o öldürdüğün zavallı kadınların hesabını vereceksin! Senin yüzünden çocukları annesiz kaldı. Kaldır ellerini,” dedi.

Birden adam korkunç bir kahkaha patlattı. Kahkaha bomba gibi yankılandı arabanın içinde. Melike’nin tüyleri diken diken oldu. Adamın o yumuşak sesi katı bir hâle dönüşüverdi, âdeta şeytanlaştı yeniden.

“Ah! Ne kadar üzüldüğümü bilemezsin!”

Vural ellerini uzatırken tekrar hüzünlendi.

“Tak kelepçeyi, bitsin bu iş. Tak hadi!”

Bu herif ciddi hastaydı!

Melike silahı tutan iki elinden birini beline götürüp kelepçeleri çıkarmaya çalışırken Vural, var gücüyle Melike’nin tabanca tutan eline vurdu, tabanca ön cama fırladı, Melike çığlık attı. Bıçağın çıkması, Melike’ye yönelmesi, dışardan bir tabancanın patlama sesi, kurşunun Vural’ın alnına girmesiyle kafasının parçalanması birkaç saniyede gerçekleşti.

Melike kapının kilidini açtı, kendini dışarıya attı. Galip az önce ateşlediği tabancasını beline soktu. “İyi misin?” dedi.

Melike kafası dağılmış adama bakarak:

“Hiç bu kadar iyi olmamıştım,” dedi.

Çağatay Yaşmut ‘un Karanlık Arzular isimli hikayesi, daha önce 221b dergisinde kısa haliyle yayınlanmıştır.

En Son Yazılar