En başından başlamak gerekirse, o zamanlar bizimkiler yeni evli. Para yok. Zaten alacak bir şey de yok. Her şey karaborsada, ekmek desen karneyle. İkinci dünya savaşı yılları. Annem çalışıyor. Başına gelebilecek en kötü şey hamilelik. Ve evliliklerinin daha üçüncü ayında düşüyorum rahmine. Kocakarı ilaçları, onun sapı bunun çöpü, katıyor, kaynatıyor, kavuruyor. Yok. Olmuyor. Ne içti, ne yuttuysa geliyorum. Çatılardan atlıyor, ata ters biniyor, soğuk sulardan çıkıp, sıcak çamurlara yatıyor. Yok. Olmuyor. Ne yaptıysa geliyorum.
Üstelik dokuz ay, on günlük bekleme süresine de itiraz ederek, tam tamına yedi buçuk aylıkken. Bildiğin fırlama yani. Daha o günlerden başlamış aceleciliğim, yarım bırakmışlığım, taşmışım annemin içinden. Doğuşum bile tez canlılık aslında. Dünyaya geliş macerası bu olunca insanın, sonraki yıllarında da aklı selim olması zor tabi. Dikiş dediğin tutmadı mı tutmuyor.
İte kaka biten orta ile tamamlanınca okul hayatım, kasabadan çıkamadım. Dayı yanında boyacılık, pidecide garsonluk, kahveci yamaklığı derken yaş kemale erdi. Kanımız başladı kaynamaya. Ayşegül’e denk gelişim de o yıllarda oldu.
Kahveden çıktım bir gün, kestirme olsun diye daldım pazara. Hava yağdı yağacak. Nasıl kapadı, sanırsın akşam çökmüş. Mandalinaların, portakalların arasında gördüm ilk. Anasıyla pazar yapıyordu. Beyaz bir şal örtmüş başına, kızıl saçlarının arasında şaldan aktı yüzü. Değdi ya gözüm, ayaklarım beton mu oldu yoksa kök mü saldı bilmem, öylece kalakaldım. Mümkünatı yok kıpırdayamıyorum. Duvara çakılı çivi misali dikilip kaldım yolun orta yerinde. Anası boylu, kızı poslu. Elini bir uzatışı var, mandalina filesini alışı, o kadar mı asil tutulur, bir pazar filesi bir ele bu kadar mı yakışır? Aklım filan uçtu gitti. Kendime söyleniyorum bir yandan “Ulan Seyit diyorum, ananın sözünü dinleyip bir iki pazara çıkaydın da bu dünyalar güzelini önceden göreydin ya!”
Bunlar hesaplaştı pazarcıyla, ayaklarımı nasıl söktüysem yerden, peşlerindeyim. Pazardaki meyvelere sebzelere bakıyor gibi yapıyorum, kalabalığın ardından üç, beş metre uzaktan takip ediyorum. Bir yandan da kendi kendime konuşuyorum. ‘Yok’ diyorum ‘Kesin misafir. Öyle olmasa illa ki tanırım. Bu kadar güzel bir kız bizim kasabada olacak da haberim olmayacak.’
Askerden yeni gelmişim. ‘Acaba’ diyorum ‘Yaşı mı küçük? Ben askerdeyken serpilen tıfıllardan biri olmasın?’ Kafamı uzatıp bakıyorum, anasını da tanımıyorum. Nar tezgahının önündeler, endamı küçük kız gibi değil. Tas tamam kadın işte. Her şeyleri yerli yerinde. Fazlası var eksiği yok. ‘Hem’ diyorum kendime ‘Zamanında tıfılsa tıfıl, şimdiye bak sen.’
Bakmak ne kelime bir tek onu görüyorum. Etrafındaki her şey alacalı, bulacalı. ‘Kimin nesidir, kimlerdendir, misafir midir, köylerden midir?’ diye kendi kendime sorup peşlerindeyim. Bir ara benden taraf bakmaz mı? Dudakları önce bir şüpheyle büzüldü, sonra çapkın bir gülümsemeyle yayıldı. O da gördü beni. Anladı. Sebzelere, meyvelere bakar gibi yapıp, anasını arar gibi dönüp, bir an belli belirsiz bakıyor. O kısacık anda, yolumda mıyım, pazar mı yapıyorum, yoksa peşi sıra takipte miyim kontrol ediyor.
Her seferinde bakıyor, gözüm üzerinde, yolundayım, belli belirsiz başını sallıyor, yüzünde bir aydınlık oluşuyor, dudaklarında tebessüm.
Bunlar analı, kızlı pazarlıklarını yaptılar. İkisinin de elinde ikişer file doldu. Pazarın bittiği yerden top sahası yoluna kıvrıldılar. Kıvrıldılar da o sokak tenha. Annesi anlasın istemiyorum. Aksi gibi yağmur da başlamaz mı? Annesi tedbirli açtı şemsiyeyi, kızını da aldı kolunun altına, ağır ağır yürüyorlar. Bende şapka bile yok. Kafamı eğdim, paltomun yakalarını kaldırdım. Hızımı onların hızına uydurdum. Eve gidince sopa yiyeceğini bildiğinden, ama kaçarsa daha çok yiyeceğini de bildiğinden ayaklarını sürüyerek, annesinin peşinden giden haylaz çocuklardan farkım yok.
Dışarıdan bakan biri için o yağmurda yürümek, salaklığın dik alası. Bana göre aşıklığın. Yağmur daha bir güzel yağıyor üzerime. Annesi dönüp baksa, ‘Evladım neden koşmuyor, ıslanıyorsun?’ diye sorsa ne cevap veririm diye düşünüyorum. Aklımdaki tek soru, tek açmazım bu. Başka bir şey düşünemiyorum. Küçük adımlar atıp aradaki mesafeyi koruyorum. Kız, arada omzunun üstünden bakıyor, nispet yapar gibi annesine sokulup, daha bir giriyor şemsiyenin altına. Yükleri elverdiğince hızlı yürüseler de ben donuma kadar ıslandım. Top sahasına yakın iki katlı evlerden birine girdiler. Kapıdan geçerken uzun uzun baktı kız bana. Güldü. Evi belledim ya başladım koşmaya. Aynı yoldan dönersem bir gören olur diye yolu bitirip, öbür sokaktan eve sapmaya karar verdim. Sonra gören görsün diye karar değiştirip, aynı yoldan geri döndüm. Sanki kuru bir yerim kalmış gibi, yağmur iyice azıttı. Görsen halimi, hiç mi acımaz kuluna dersin?
Yürüdükçe köselelerin içinden su çıkıyor ama başım yukarda. Gözüm pencerelerde. İkinci katın perdesi açıldı. El salladı aceleyle. Perde kapandı. Önce yürüyerek, ardından koşarak, en sonra uçarak gittim eve.
Ertesi gün sordum, soruşturdum. Demiryollarında çalışıyormuş babası. Bir ay önce kimine göre tayinle, kimine göre sürgünle gelmişler. Gelinen yer kuş uçmaz, kervan geçmez bizim kasaba olunca sürgün daha bir aklıma yattıydı ya neyse. Kızın adı Ayşegül’müş. İsteyeni çokmuş. Beyaz Eşyacı Halil kendine istermiş, Mobilyacı Ekrem oğluna. Kunduracı Salih, Marangoz Kalfası Hüseyin, Çorbacı Şinasi bakkalın bildikleri. Daha niceleri göz koymuş, sıradaymış.
Haliyle sırada yerimi alacağım, hatta Ayşegül bana el etti diye ite kaka sıra başına geçeceğim de küçük bir sorun var.
Babası ‘Ne iş yapar oğlunuz?’ diye soracak olsa, babamın vereceği bir cevap yok. Kazmaya sap mı der, sapın ucuna balta mı, boş gezenin boş kalfası mı bilmem.
O da bilemediğinden, belki de sofraya bir kaşıkla bir tas daha istemeyeceğinden, istese bile yetiremeyeceğinden, kendinden mi benden mi utancından ‘kız filan isteyemem’ dedi, kestirdi attı.
O kestirdi attı da bende iş başka. Dünya bir yana Ayşegül bir yana. Gözüm görmez hiçbir şeyleri. Saatlerce bekliyorum, evlerin, damların saçaklarında. Kaldırımda oyalanıyorum, yoldan on kez aşağı, on beş kez yukarı geçiyorum. Beş kez de arka sokaktan dolanıyorum demek. Bazen insafa geliyor, çıkıyor Ayşegül. Peşi sıra koşuyorum, iki satır laflıyoruz. Ben o satırların arasından kendime aşk yaratıyorum.
Baban vermez seni bana diyorum bir seferinde, ‘E kaçır sen de!’ diyor. Her şeyi o düşünmek zorunda kalıyor diye kızıyorum kendime. ‘İstemiyorsan o başka’ diye ekliyor. İstanbul’a gidelim istiyor. ‘İş bulur çalışırız, torunu aldık mı kucağımıza babam yumuşar’ diyor.
Para bulmam lazım. Aklımdaki tek konu bu. Nasıl, ne zaman, kimden, ne kadar filan yok. Para, bulmam, lazım. Üç kelime.
Babası verecek Ayşegül’ü beyaz eşyacı Halil’e. Olmadı Mobilyacı Ekrem’in oğluna, o da olmadı Kunduracı Salih’e ya da Marangoz Kalfası Hüseyin’e belki de Çorbacı Şinasi’ye. Amma illaki birine. Listede ben yokum tabi. Annesine benden laf etmiş Ayşegül, Seyit var demiş. Annesi ikiletmemiş. ‘Babana söyle çulsuzu da kırsın bacaklarını’ demiş, kaşlarını çatarak.
Bir öğlen vakti çıktı dışarı Ayşegül. ‘Babam beni verdi’ dedi, ‘Akşam söz yüzükleriyle geliyorlar’.
Bir sarmaşık kapladı bedenimi. Başımdan ayakucuma. Sıktıkça sıktı. Nefesim kesildi. Akşam ezanında çık dedim kapıya. Kaçalım.
‘Dur hemen dellenme!’ dedi. ‘Önce para bulalım. İş buluncaya kadar, açta kalmayalım açıkta.’ Elini çabuk tut diye de tembihledi. İki gün sonrası için sözleştik. Dayımda yengemi kaçırarak evlendiğinden, şehirde hali vakti yerinde olduğundan ondan borç istemekten başka bir şey gelmiyor aklıma. O da verir elbet, sever beni. Babam konuşur bir süre ya torunla geleceğiz nasılsa seneye. Susar o vakit. Elini sırtıma vurur ama sert vurur, böyle döver gibi anlarım ben onu. ‘Ulan hergele’ der ‘Yine yaptın yapacağını. Bir diyeydin ya hal çaresine bakaydık. Eşek başı mıyız biz?’ diye de sorar. Sanki ben hiç konusunu açmamışım, sanki o hiç olmaz dememiş gibi.
Dayımdan aldığım borcu da koyarım kundağa.
İki gün sonra gidiyorum. Paraları veriyorum Ayşegül’e. ‘Sabah ezanında gel kapıya çıkarım’ diyor. Sabah ezanında gidiyorum anlaştığımız gibi bekliyorum. Baykuş sesiyle ötüyorum, ıslık çalıyorum, yok Ayşegül. Az sonra Beyaz Eşyacı Halil dönüyor köşeden. Beni görünce sıkılıyor belli. Ne yapsa da oyalansa bilemiyor. Daha biz bir merhabalaşmadan mobilyacı Ekrem’in kamyoneti gözüküyor sokağın başında. Önce yavaşlıyor, bizi görünce hızlanıyor. İlerde duruyor, duramıyor gidiyor. Kunduracı Salih, Marangoz Kalfası Hüseyin, Çorbacı Şinasi tam tekmil kapının önünde yığılıyoruz ezan vakti. Mobilyacı Ekrem’in oğlu bir daha giriyor sokağa. Bu kez iniyor kamyonetten. Herkes hep bir ağızdan konuşuyor. Her bir kelimesine lügatta olmayan anlamlar yükleyip, ‘hayır’ diyorum. ‘Hayır ulan! Öyle bir kız değil o!. Sizi kandırmış olabilir ama beni asla. Sevdik birbirimizi’.
Şimdi geriye dönüp baktığımda keşke diyorum ben de herkes gibi kaderime razı gelip, dönseydim eve. Babam döver gibi vursaydı sırtıma, bir hal çaresini bulsaydık.
Paranın değil de öfkenin mi, aldanmışlığın mı esiri oldum, şeytan mıydı kulağımın içindeki bilmiyorum. Yazık ettim Ayşegül’e de geldiği yerden peşi sıra getirdiği sevdiğine de. Keşke diyorum şansım o kadar yaver gitmeseydi de sinirim geçene kadar bulamasaydım ama şeytan işte. Döktü beni peşlerine, daha İstanbul’a varamadan serdim yere ikisini de.
Şimdi tövbe etsem de ne fayda. Tövbe etmenin de bir raconu olacak. Anlamı olacak yani. Öyle eften püften her şeyde meşguliyet yaratmayacaksın. Neyse benim zamanım çok da senin vaktini çalmayalım. Artık daha fazla yanlış anlayacak, hesaplayacak, tutarsız bilet kesecek durumum kalmadı. Müebbeti yedim.