Canımın sıkıldığı günlerdi… Eşimle aramız yaklaşık bir aydan beri iyi değildi. Ufak ufak sorunların birikip bir volkana dönüştüğü günlerde, hakaretlerin başladığı bir gece kapıyı vurup çıkmıştım. Sorun benim için önemliydi. Eşim aynı düşünmüyordu. Ona göre benim fedakarlık yapmam ve oluşan bu durumu tamamen kabul etmem gerektiği fikrindeydi. Bana göre de asıl sorun biriktirilmiş olan bir takım olumsuz düşüncelerdi. Ben kendi açımdan haklıydım. Ona sorarsanız o da kendi açısından haklıydı. İki taraf da haklı ise oluşan bu soğukluğun adı haliyle anlaşmazlık oluyor. Kapıdan çıkarken sinirliydim. Bir daha dönmem artık bu eve diye düşünüyordum… Nereye gideceğimi bile bilmeden gecenin on birinde uzaklaştım ondan.
Aradan saatler, günler, hatta haftalar geçti… Eşimi özlemeye başladığımı itiraf etmeliyim. Ondaki acayip inat, kendine olan aşırı güven, sanırım beni aramasını önledi. Bir iki zayıf mesaj hep haklı olduğunu ima eder tarzdaydı. Hep o haklıydı. Ben haksız. Hep ben onun istediği gibi olacaktım. O ise olduğu gibi…
Özel hayatımın olumsuzlukları iş hayatıma da yansımıştı. Zaten aksi düşünülemezdi. Hep dalgın, hep sıkıntılıydım. Konsantrasyon sıkıntısı çekiyor, iş ortamında vakit geçiremiyordum. İşten çıkınca da canımın sıkıntısı devam ediyordu. Akşam olunca sabah olmasını, sabah olunca da akşam olmasını istiyordum…
İşte böyle vaktin zor geçtiği sıkıcı bir günün akşamında işten çıktıktan sonra geçici olarak kaldığım o küçüçük daireye dönmek istemedim. İzmir’de hava kararmak üzereydi. Akşam vakti sokaklar kalabalıklaşmaya başlamıştı. Yoğun cuma gününün bitişinde herkes evine ulaşmak için telaş içerisindeydi. Alsancak’tan kafamdaki düşüncelerle birlikte ara sokaklardan Basmane’ye doğru yürümeye başladım. Aslında nereye gittiğimi bilmiyordum. Hafif hafif yağmaya başlayan yağmur altında öylesine yürüyordum. Basmane Garı’nın önündeki kalabalığın arasından geçip, Tilkilik istikametine yöneldim. Bir şeyler içeyim, bu civarlarda mutlaka uygun bir yer vardır diye düşünürken, dükkanların arasında kalmış ve çoğu kimsenin gözünden kaçma olasılığı yüksek olan o minicik dükkan ve kapısındaki ufacık yazı dikkatimi çekti. Dar Kapı Meyhanesi isminden sonra kapısına baktım. Hakikaten dar bir kapısı vardı. İsmini bundan mı alıyordu? İsmini bir kenara bırakıp içeri girdim. Hepsi metal ayaklı olan beş masanın olduğu, floresan lambalarla aydınlatılmaya çalışılmış ufak bir mekandı. Çok rahat olmayan sandalyelerinin bazılarının üst kısmı pas tutmuştu. Giriş kapısının hemen önünde yere serilen bir iki gazete yağmur zamanlarında paspas görevi görüyordu. Ufak dükkanın sol tarafında mezelerin konulduğu eski bir camlı buzdolabı vardı. Daha doğrusu iki sıra rafı bulunan bu eski buz dolabının üst katı mezelere ayrılmasına rağmen alt katı tamamen soğan, domates, çeşitli meyvalar ile birlikte üstleri kapalı birçok plastik kabın adeta sıkıştırıldığı bir ardiye deposu gibiydi. Dükkanda hiç müşteri yoktu. Ben içeri girince tezgahın arkasındaki kişi, buzdolabının ışığını yakarak sanırım mezeleri bana göstermek istedi. Ama daha sonra da kapatmadı. Demek ki, onun için de ilk müşterinin içeri girmesiyle gece başlamıştı. Buzdolabına doğru yürümektense sağ tarafta bulunan ve diğerlerine göre nispeten daha küçük olan bir masaya oturdum. Masanın üzerinde örtü yoktu. Sağ tarafındaki az miktarda peçetenin yer aldığı bir peçetelik ile tuzluk ve biberlik masanın dekorasyonunu tamamlıyordu. Masaya oturunca buz dolabının arkasında duran ve bu mekanın sahibi, garsonu ve aynı zamanda aşçısı olduğunu düşündüğüm oldukça uzun boylu ve kilolu bir şahıs bana doğru geldi. Önüne bağladığı ve tüm göbeğini örten beyaz önlük uzun süre yıkanmadığından olacak oldukça kirli ve lekeliydi.
“Buzdolabındaki mezelere bakmak ister misin?” diye sordu. Ben de “Gerek yok, sen tazelerinden bir iki tane getir.” diye yanıtladım.
“Sıcak bir şey düşünür müsün? Sakatatlar, köfte, sucuklu, kaşarlı köftem var.”
Pek iştahım yoktu ama böyle sorunca “Kaşarlı köfte olsun ama getirmek için acele etme.” dedim.
Arkasından beklenen soru geldi. “Ne içersin?”
“Rakı alayım, yirmilik olanlardan.”
“Yirmilik bizde bulunmaz.”
Yanıtı oldukça sertti. Bunun üzerine ben de “Otuz beşlik olsun o zaman.” dedim.
Hiç yanıt vermeden yanımdan ayrıldı. Biraz sonra fasulye pilaki, salata ve yoğurtlu patlıcandan oluşan mezelerimi ve tabii ki rakımı getirdi. Bardaklar beklediğimden daha temizdi. Günün sıkıntılarını atmak için ilk rakımı biraz sert hazırladım. Sert rakının sıcaklığı mideme doğru giderken dikkatimin dağılması biraz sıkıntılarımı azalttı sanki…
“Peynir ister misin?” diye seslendi
“Olur bir dilim alayım.”
Peynir de rakının yanında iyi gider doğrusu. Getirdiği peynir fena görünmüyordu. Ufak bir parçayı ikinci yudum rakıyla birlikte tattım. Sert ve tuzlu, tam meyhane peyniriydi.
Üçüncü kez bardağıma rakımı döktüm. İyi ki otuz beşlik söylemişim, yoksa yetmeyecekti diye düşünürken kapı gürültü bir biçimde açılarak iki yeni müşteri dükkana girdi. Girerken konuşmalarına yüksek sesle devam ettiklerinden biraz rahatsızlık vericiydiler. Yan masalardan birisine oturup, şişman aşçıya seslendiler.
“Usta masayı donat!”
Aşçı hiç sesini çıkartmadan başıyla tamam işareti yaptıktan sonra, o da bu yüksek sesli konuşmadan rahatsız olmuş olacak ki müzik açma ihtiyacını hissetti. İlk parçayı Zeki Müren söylüyordu.
“Daha benden ayrılmadan başka sevgili buldun.”
Şarkının sözleri içtiğim rakı ile karışınca beni bu yönde bir düşünceye yöneltti.
Acaba başka birini mi buldu? Ondan dolayı mı bu sorunları bilerek çıkarttı, diye düşünmeye başladım. Tüm ortam adeta kaybolmuş sadece bu düşünce beynimi doldurmaya başlamıştı. Daha önce bu yönden hiç düşünmemiştim. Olabilir mi? Olabilir. Neden olmasın? Kim acaba ?…Çalıştığı şirket oldukça büyük. Epey çalışan var. Oradan da olabilir..Başka yerden de… Düşüncelerim canımın sıkılmasına neden oldu. Nereden aklıma getirdim ki bu olasılığı diye iç geçirirken bardağımdaki rakının bitmiş olduğunu fark ettim. Bir duble daha doldurdum. Rakımın ilk yudumunu içeceğim sırada kapı yine gürültülü bir şekilde açıldı. Bu sefer üç kişi içeri girdi. Aşçı, garson ve mekanın sahibi olan kişi hemen yanlarına giderek boynunda bulunan bezi eline aldı ve masalarını silmeye başladı. Mutlaka tanıdığı kişilerdi. Zaten hiç sipariş vermeden masalarının üstü dolmaya başladı.
Yeni gelenlerden birisi sigara çıkartıp diğerlerlerine uzatırken “Bizim kül tablasını unuttun galiba?” diye yüksek sesle bağırdı. Bizim garson hemen yetmişlik rakıyla birlikte kül tablalarını masaya getirdi. Sigara dumanı mekanı doldurken bu yeni gelenlerin kendi aralarındaki konuşmalarından Zeki Müren’in sesi de duyulmamaya başladı.
İçlerinden birisi yine yüksek sesle “Televizyonu açsana haberleri dinleyelim.” deyince isteği derhal yerine getirildi. Canım sıkılmaya başlamıştı. Buraya haberleri dinlemeye değil kafamdaki düşünceleri kendimle paylaşmaya gelmiştim. Gürültü, sigara dumanı ve ızgaradan çıkan koku ufak dükkanı doldurmaya başlayınca kalkmak zamanı diye düşündüm. Rakının kalanını bardağıma döküp üzerine su koymadan içmek istedim. Ama alışık olmadığım bu tarz, bir yudumdan fazlasını içmeme engel oldu. Ben de diğerleri gibi sesimi yükselterek “Usta hesap alsana!” diye bağırdım. Sesim biraz fazla çıkmış olacak ki içerideki herkes bana baktı. Ben onlardan oldukça rahatsız olmuştum. Bu sefer de onlar rahatsız olsun diye düşünerek bakışlara hiç aldırmadım.
Aşçının “Köfteni getiriyordum.” demesine aldırmadan “Başka sefer yerim sen onu da hesaba ilave et.” dedikten sonra hesabı ödeyip dışarı çıktım.
Yağmur ve soğuk şiddetini arttırmıştı. Gecenin erken saatleri olmasına rağmen sokak boşalmıştı. Köşe başında yağmur altında portakal satmaya çalışan arabalı seyyar satıcıdan başka hiç kimse yoktu. Boş ve ıssız sokaktan İkiçeşmelik Caddesi’ne doğru yürürken dağılan düşüncelerim yine eşim üzerinde yoğunlaşmaya başladı. İçkinin verdiği cesaret mi böyle düşünmeme sebep oluyordu, yoksa onu gerçekten özlemiş miydim? Karmaşık düşünceler içerisinde belki de bilinçsizce telefonumu çıkartıp ismini tuşladım. Telefon yaklaşık beş kere çaldıktan sonra açıldı.
Soğuk ve kısık bir ses tonuyla “Aloo…” dedi.
Sesimi yükseltmeden “Merhaba,nasılsın?” diye sordum.
“Nasıl olacağım? İyiyim işte..Seni dinliyorum.”
Çok soğuk bir konuşma tarzıydı bu. Beklediğim gibi değildi. Buna aldırmadan konuşmama devam ettim.
“Seninle yarın Çeşme daha doğrusu Şifne Termal Otel’e gidelim mi?”
Bir anda olmadık anda gelen bu sorunun onu şaşkınlığa uğrattığını farkındayım ama bundan beş dakika önce benim aklımda bile bu program yoktu. Hatta düşünmeden söylediğimi itiraf etmeliyim. Daha önce birkaç kare Şifne Termal Otel’de kalmış, sıcak su havuzu ve otelin sakinliği çok hoşumuza gitmişti. Bilinçaltımda onun da hoşuna giden bu eski programın yeniden hoşluk yaratacağını düşündüğümden olsa gerek bir anda aklıma geldi. Uzun bir süre yanıt vermedi. Yağmur altında durmuş heyecanla ne diyeceğini bekliyordum.
“İçki mi içtin?” diye sordu.
“Evet ama çok değil.” diye yanıtladım.
Gene bir sessizlik oldu.
“Aramızdaki problemleri konuşmadan böyle bir geziye gitmek doğru mu?”
Uff sıkılmıştım bu tür sığ konuşmalarından. Yine onlardan birisiyle karşı karşıyaydım. Sinirlenmeden yanıt verdim. ‘Konuşmak istersen böyle sakin bir ortamda konuşmak ikimiz için de iyi olmaz mı?’
Gene suskunluk… Yağmur şidddetini iyice arttırır ve bulunduğum saçağın altını artık terk etme zamanımın geldiğini hissettirirken son bir kere daha sordum. “Yanıtın nedir?”
Gene bekleme…
Ne kadar beklediğimi bilmiyorum ama ayakkabımın içerisine su dolmaya başladığı hissediyordum.
“Tamam gidelim.”
Sonunda istediğim yanıtı almıştım. Fazla uzatmadan ve de tatil günleri geç uyanmayı sevdiğinden “Yarın öğlene doğru seni almaya gelirim.” dedim.
Bu sefer düşünmeden hızlıca cevap verdi. “Tamam, yarın sabah görüşürüz. İyi akşamlar.”
2.BÖLÜM
Ertesi gün saat tam onda evinin önündeydim. Bol miktarda nergis almayı unutmamıştım. Adeta arabanın içi nergislerle dolmuştu. Telefonunu çaldırıp kapattım. Eskiden beri aramızda bir şifre olan bu mesaj, geldim demekti. Herhalde bunu unutmamıştır diye düşünürken, arabaya doğru yaklaştığını gördüm. Hazırmış, beni bekliyormuş demek. Bu hoşuma gitti. Daha önce görmediğim kırmızı, dar pantolonu, siyah kazağı ve kırmızı yağmurluyla hoş bir görüntüsü vardı.
Oturacağı koltuğun nergislerle dolu olduğunu görünce çok mutlanmış olacak ki, biraz da şımarık bir ses tonuyla “Şimdi ben nereye oturacağım?” diye sordu.
Çiçekleri arka koltuğa doğru alırken “Senin için her zaman yer açarım.” Dedim.
Parfümünün kokusuna karışan çiçek kokusu, hafiften başımın dönmesine yol açtı.
Ocak ayının son günleri olmasına rağmen hava güneşli ve mevsim normallerine göre sıcaktı. Dün akşamki yağmurdan eser kalmamıştı. Kahvaltı etmemiş olduğunu düşünerek, Güzelbahçe yakınlarında sayıları her gün artan kahvaltı salonlarının birinde mola verdik. Güzel bir kahvaltı sonrası istikametimiz Çeşme’ydi. Havuz için erken miydi? Erken. Ne yapalım? O anda aklıma geldi. Arkeolojiye ve tarihi eserlere ilgisini bildiğimden hoşuna gideceğini düşünerek bir öneride bulundum. Bir arkadaşım, Çeşme’de büyük bir alışveriş merkezinin arka tarafında, Rumlardan kalma çok büyük bir ev olduğunu ve yerel halkın bu eve Saray ismini verdiğini söylemişti. Önerim, o eve bakmaktı. Eşim tabii ki derhal kabul etti. Biraz sorarak, biraz da dolaşarak aradığımız evi bulduk. Saray denilen evden geriye hiçbir şey kalmamış. Günümüze ulaşan sadece iki adet büyük su sarnıcı. Kısmen belli olan bahçe duvarları oldukça geniş bir alanı çevreliyor. Bir zamanlar belki de gerçekten saraymış ama şimdi bunlardan başka görülecek bir şey yok.
“Bu kadar zahmet sadece bunları görmek için miydi?” diyeceğinden endişe etmeme rağmen hiçbir şey söylemedi. Benim de söyleyecek bir şeyim yoktu tabii ki…
Bundan sonra hiç oyalanmadan Şifne’ye, bir gece kalacağımız Termal Otel’e ulaştık. İlk işimiz otelin bahçesinin büyük bir bölümünü kaplayan sıcak su havuzuna girmek oldu.
Havuzda hiç kimse yok. Yaz aylarında iğne atsan yere düşmez derler ya . O kadar dolu oluyor. Ama kışın haliyle boş. Ben bu zamanlarını daha çok seviyorum. Hava soğuk, su sıcak. Çok keyifli oluyor.
Eşimin enfes vücudunu da seyretmeyi özlemişim. Belinin kıvrımları ufak bir bikinin kapattığı ve taşacakmış gibi duran göğüsleri beni eskisine göre daha çok heyecanlandırdı. Onun için havuz faslını oldukça uzattım. Vakit hızla geçti. Hava kararmaya başladı.
Yandaki küçük otelin açık olup olmadığını bilmiyordum. Yer de ayırtmamıştım aslında. Kendi kendine gelişen bir fikirdi buraya gelmemiz. Bir sorayım bakalım. Açıkmış. Ama hiç müşteri yok. Sorun değil diye düşünerek geceyi burada geçirmeye karar verdik.
Odamızda bir süre dinlendikten sonra, “Sahildeki restoranlardan birisine gidelim” dedim.
Deniz kıyısında, lüks olmayan üç dört tane balık lokantası var. Hepsi açık. Kapılarının önündeki zayıf ışık, isimlerinin görülmesine olanak sağlıyor. “Bu olsun.” diyerek bir tanesinin kapısından içeri girdik. Ortasında büyük bir kömür sobasının yandığı tahta masalı küçük bir yer. Bizden başka iki veya üç masada müşteri var. Kapıdan girerken yaşlı garsonun ‘Balıklarımız günlük’ dediğini hatırlıyorum. Sahilde olduğuna göre mutlaka öyledir diye düşündüm. Siparişlerimiz geliyor. İlk lokmalardan sonra etrafa bakıyorum. İki masada ikişer kişi en arka masada ise tek başına oturan bir kişi bu gecenin müşterileri. İki masa kadar ilerimizde oturan çiftin hararetle bir şeyler konuştuklarını görüyorum. Sanırım tartıştıkları ciddi bir konu var. Diğer masada oturan genç bayan ile yaşlı bey evli mi acaba? Ya arkada tek başına oturan kişi neden tek gelmiş?
Balıklarımızın tadına bakma zamanı. Balıklar güzel pişmiş. Rakı da güzel. Bir kadeh… Bir kadeh daha derken epey vakit geçti sanırım. Etrafa baktım sadece en arka masadaki adam kalmış, diğerleri gitmiş. O da eşimi mi izliyor? Ben bile fark ettirmeden karımın düzgün bacaklarını ve dar bluzunun gizlediği vücut hatlarını izliyordum. Bu gece ondan her zamankinden daha çok tahrik olduğumu hissediyorum. Yabancı birisinin tahrik olması daha doğal gibi geliyor bana. Bizi izliyor mu? Eşimin bana göre muhteşem görüntüsü onu da tahrik edebilir. Bilemediğim için düşünmekten vaz geçiyorum. Kendi kendime gülümserken kıskandığımı düşünüyorum.
Karım, “Ne oldu, kendi kendine gülüyor musun?” diye sordu.
“Güzel bir gece gülelim, eğlenelim.” diyerek lafı değiştirmeye çalıştım.
Bu arada saat de gecenin on biri olmuş. Vakit ne kadar hızlı geçti. Artık otele dönme zamanı. Dışarıda hava buz gibi. İçeride gürül gürül yanan sobanın sıcaklığından fark etmediğimiz soğuk hava dışarı çıkınca hissediliyor. Restoranların zayıf ışıkları da sönmüş. Bir iki elektrik direğinden yansıyan ışığın aydınlattığı yoldan otele doğru yürüyoruz. Tam o sırada tüm yerleşimin ışıkları birden kesilince koyu siyah bir karanlık ortalığı kapladı. İlk anda hangi yöne doğru gideceğimizi bilemedik. Lokantadaki masanın üzerinde duran kibriti yanıma almam iyi olmuş. Onunla yolumuzu biraz aydınlatıp otele doğru yürüdük. Yolumuzu kaybetmesek bari.
Birden arkamızda bir ses duyar gibi oldum. Restoranda tek başına oturan adamı hatırladım. Yemek sırasında sürekli bizi izliyor gibiydi. Arkamızdan mı geldi acaba? Niyeti nedir? Hızla bunlar geçti aklımdan. Başımı birden arkama çevirdim. Kimse yok. Olsa da bu karanlıkta görmek mümkün değil zaten.. Sesler kesildi. Etrafı dinliyorum. Hafif esen rüzgarın çıkarttığı bir uğultudan başka ses yok. Zar zor oteli bulduk. Hemen arabamıza binip uzaklaşalım diye düşünürken arabamızın anahtarlarının resepsiyon da kaldığını fark ediyorum. Gündüz arabayı çekmek için almışlardı geri getirmediler. İçimi bir sıkıntı kaplıyor. Otelde bizden başka hiç kimse yok. Ne kalan başka bir müşteri ne de otel görevlisi. Son kibritimizle odanın kapısını açıp içeri girdik. İlk işim kapıyı sıkıca kilitlemek oldu. Eşim hiç konuşmuyor. Sessizce yatağın kenarına oturdu. Korkmuş olmalı. Adeta kıpırdamadan duruyor. Ben de ne yapabiliriz diye düşünüyorum. Gözüm karanlığa biraz alışınca, tatsız bir haberle veya lafazan bir arkadaşın uzun sürecek konuşmalarıyla karşılaşmamak için yanıma almadığım cep telefonumu aramaya başladım. El yordamıyla bulmak mümkün değil gibi. Telefon yok. Işık yok. İnanılmaz bir sessizlik içerisinde odamızdayız. Yavaş adımlarla pencereye yaklaştım. Uzakta bir yerde hafif bir ışık görüyorum. Bu el fenerinden mi geliyor? Yok değil. Daha çok bir mum ışığına benziyor. Dikkatli bakıyorum. Bu titrek ışığı denizde balıkçılar mı yaktı? Veya Plaj kısmında birisi mi var? Aklıma bizi izlediğini düşündüğüm kişi geliyor. Yoksa o mu geliyor bu tarafa? Merakla ve endişeyle ışığı izlemeye çalışarak pencereden dışarı bakıyorum. Sahildeki ışık zaman zaman görünüp kayboluyor. Bu arada gözüm karanlığa iyice alıştı. Cep telefonumu arıyorum. Her şey kötü gitmez ya, bunu bulmam gerek. Çantalarımız nerede? Neyse ki çantaya ulaşıyorum. Telefon da içinde. Hemen ışığından yararlanarak odayı aydınlatıyorum. Odamızda ses çıkartmadan ve de konuşmadan bekliyoruz. O anda kapının önünde bir ses duyar gibi oldum. Bu otelin oda kapıları direkt olarak bahçeye açıldığı için bahçeden mi geldi ? Yoksa kapının önünde birisimi var diye düşünüyorum. Dikkatli dinledim. Evet bir ses var. Çok hafifte olsa duyuluyor…
“Kim var orada ?” diye bağırdım.
Ses kesildi. Ama kısa bir süre sonra gene başladı. Kapının önünde ayaklarını paspasa sürten birisinin çıkardığı sesler gibiydi. İyice gerilmiştik. Ne yapacağımızı bilmiyorken birden elektrikler geldi. İlk işim telefonun bitmek üzere olan pilini doldurmak için prize takmak oldu. Daha sonra dışarıyı dinledim. Sesler kesilmişti. İçimin rahat etmesi için kapıyı açıp dışarıya baktım. Kapının önünde kimse yoktu. Bahçeye doğru biraz yürüdüm. Bahçedeki bir iki ışık, ortamı tam olarak aydınlatmasa bile yine de hiç yoktan iyiydi. Ortalık sakindi, hiç kimse görülmüyordu. Çok uzak olmayan bir yerden köpek havlamaları duyuluyordu. Otelin köpeği yoktu, büyük olasılıkla etraftaki çiftliklerin birinden geliyordu sanırım. Odaya döndüm. Eşim geceliğini giymiş, yatağa uzanmıştı. Yanına gitmek için sabırsızlanırken uzaktan geldiğini düşündüğüm bir silah sesi duydum.
3.BÖLÜM
Eşim uykuya dalmış, silah sesini bu yüzden duymamıştı. Benimse keyfim kaçmış, uyumaktan vazgeçmiştim. Sabaha kadar nöbet tutmaya karar verdim. Otel odası güvenli sayılmazdı.
Zayıf bir kilidin olduğu kapı… Bahçenin hemen kenarında bir balkon… Ve onun camlı kapısı… Hepsi, güven vermekten çok uzaktı…
Eşimin derin bir uykuya daldığı için duymadığı silah sesi neydi? Etraftaki köpekler neden havlamışlardı? Otelde bize yardım edebilecek hiç kimse yok. Böyle savunmasız zamanlarda insanın başına her şey gelebilir. Huzursuzum fakat bunu kendime bile belli etmeden sedirin üzerinde sessizce oturuyorum.
Aradan bir süre geçtikten sonra balkon kapısından dışarıya bakarken polis arabasından geldiğini düşündüğüm, mavi kırmızı renkli tepe ışıkları bahçenin içerisini aydınlatmaya başladı. Merakım gittikçe artıyor, ne olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Dikkatli dinleyince duyulan fakat anlaşılamayan konuşmalar hissettim. Konuşmaları anlamaya çalıştım ama bu mümkün olmadı.
Gidip baksam mı? Çok merak ediyorum ama eşimi yalnız bırakmakta istemiyorum. Oldukça derin uyuyor zaten.
Bir müddet sessizce bekledim. Polis geldiğine göre tehlike bitmiş demekti. Yani dışarı çıkabilirdim. Kapıyı kilitler, balkon kapısının arkasına ağır koltuğu koyar, kısa bir süre sonra da geri dönerim diye düşündüm. Bahçeden geçerek seslerin yoğun olduğu otelin ön tarafına doğru yürüdüm. Biraz ileride dört kişilik bir grup vardı. Ve yerde yatan bir ceset…
Gruptakilerden biri yanıma yaklaştı.
“Merhaba, ben Çeşme Emniyet Müdürlüğü’nden Komiser Öz. Bu otelde mi kalıyorsunuz?”
“Evet, dün akşam geldik eşimle birlikte. Sesleri duyunca merak edip dışarı çıktım.”
“Bu kişiyi tanıyor musunuz?”
Dikkatli bakınca dün gece restoranda tek başına oturan adam olduğunu anladım.
“Tanımıyorum ama dün gece yemek yediğimiz restoranda tek başına oturuyordu. Etrafa ve bize dikkatli baktığını hissedince aslında tedirgin olmuştuk.”
Genç komiser gittiğimiz restoranın ismini defterine yazdıktan sonra “Bir de oraya soralım. Belki onlar tanıyordur.” diyerek etrafındaki iki polis memuruna bilgi verdi.
Polislerden biri sordu. “Komiserim adli tabip ne zaman gelecek?”
“Haber verdik, birazdan burada olur. Savcının da gelmesini beklemek zorundayız. Anlayacağınız daha uzun bir süre bir yere gitmek yok. Kim bu adam neden öldürüldü? Bunlar da en kısa sürede yanıtlanması gereken sorular olarak bizi bekliyor.”
Olay ilgimi çekmişti. Ne olacağını merak ediyordum. Komiser Öz sürekli telsiziyle merkeze bilgi verirken, ben de eşimi merak ettiğimden odamıza doğru kısa bir ziyaret yaptım. Sessizce odanın kapısını açtım. İçeride hiç ses yoktu. Eşim hâlâ derin bir uykudaydı. İçim rahat etti. Cep telefonumu alarak tekrar bahçenin önündeki polislerin arasında beklemeye başladım. Gece duyduğum seslerle bu olayın bir ilgisi var mıydı? Bu öldürülen kişi birilerinden kaçmak isterken otele doğru mu gelmişti? Yoksa bu kişiyi takip edenler mi otelin içerisinde bekliyorlardı? Sorular, sorular zihnimin içerisinde dolanıp duruyorlardı.
Az sonra resmi bir araba ile savcı, hemen arkasından adli tabip geldi. Savcı kısa bir inceleme sonucunda gerekeni yaparsanız deyip ayrıldı. Adli tabip bir bayandı. Hatta şimdiye kadar gördüğüm en güzel doktordu. Uzun boylu, sarı saçlı, beyaz tenliydi. Sıkıca sarıldığı beyaz paltosu ve aynı renkteki kısa çizmeleri ile çok çekici görünüyordu. Cesedi inceledi, başından aldığı tek kurşunla vefat ettiğini ve kurşunun giriş yerini tutanaklara geçirdikten sonra, tahmini ölüm zamanı yaklaşık bir saat önce diye bildirdi. Ceset otopsi için adli tıp kurumuna gitmek üzere cenaze arabasına konulurken Komiser Öz de diğer memurlara “Şimdi yapacağımız bir şey yok, yarın gelip incelemesini yaparız.” dedikten sonra arabasına doğru yöneldi. Benim de odama döndüm, sedirin üstünde oturarak sabahın olmasını bekledim.
Bu kısa gezide eşimle sorunlarımızı çözme konusunda aramızda bir konuşma geçmemişti. Kendimize ve gelecek günlerimize ait yeni bir plan da yapmamıştık. Buna rağmen kısa birlikteliğimizdeki uyumumuz, birbirimizi anladığımızı, birbirimize hak verdiğimizi bize göstermiş, birlikteliğimizin devamını sağlama açısından çok olumlu olmuş ve sonuçta tekrar birlikte olmamızı sağlamıştı.
4.BÖLÜM
İzmir’ e döndükten sonra ertesi gün, hatta diğer günlerde de başta yerel gazeteler olmak üzere pek çok gazeteyi inceleyerek bu olay hakkında bir bilgi aradım. Fakat tek satır bile bahsedilmiyordu. Aradan sanırım iki ay kadar bir zaman geçmişti. İş için Çeşme’ye gittiğim bir gün tesadüfen Çeşme Emniyet Müdürlüğü’nün önünden geçerken, yine bu olayı hatırladım. Komiser Öz beni hatırlar mı? Yanına gideyim mi acaba? derken kendimi içeride buldum. Odasındaydı. Beni hemen hatırladı. Gece karanlıkta kısa bir süre görmüş olmasına rağmen beni tanıması hoşuma gitti. Çok zekiydi. Komiserin çay ikramından sonra konu ile ilgili ilk sorumu sordum.
“Olayla ilgili bir gelişme oldu mu?”
Bu soruyu sorduğuma nedense hiç şaşırmadı. Sadece bir şey söyleyip söylememek arasında kararsız kaldığını hissettim. Olay gazetelere yansımadığına göre bir takım gizli bilgiler içeriyor olabilirdi. Biraz düşündükten sonra anlatmaya başladı.
“Kimseye bahsetmeyeceğinize emin olduğum ve bu olayı gerçekten merak ettiğinizi hissettiğim için size biraz bilgi vereyim. Yaklaşık beş yıl kadar önce gazetelere Çeşme ile Yunanistan’ın Sakız Adası arasında bir kaçakçılık şebekesinin yakalandığına dair bir haber çıkmıştı. Bunu hatırlıyormusunuz?”
O aralar işim nedeniyle Çeşme’ye çok sık gelip gittiğim, çoğu kez de orada kaldığım için ilgimi çeken bu olayı hatırlıyordum. Çeşme’nin en batı noktası olan Uç Burnu civarında gözden uzak bir ev kiralayan kaçakçılar, Çeşme ile Sakız Adası arasında özellikle içki ve insan kaçakçılığı yapmaktaydılar. Evin etrafında başka hiçbir yerleşim olmadığı gibi konum olarak sahilin yakınında olması onlar için büyük avantajdı. Ayrıca evin önündeki deniz kıyısında inşa ettirdikleri iskeleye rahatlıkla yanaşabilen deniz motorları uzun bir süre kaçakçılık işine devam etmelerine olanak vermişti. Büyük siyah otomobillerini gören herkes onlarla karşılaşmaktan çekinirdi. Zaman zaman evlerinde yabancı konukların katıldığı, eğlenceli partiler düzenledikleri bilinirdi. Evin etrafında daima silahlı kişiler nöbet tutar, yakınlarından hiç kimsenin geçmesine izin verilmezdi.
“Evet çok iyi hatırlıyorum. Sanırım daha sonra bu kişiler yakalandılar.”
Komiser Öz benim hatırlamama biraz şaşırdı.
“İşte bu kişi de onlardan birisiydi. Büyük bir vurgun sonrası istihbarat alan özel timler evi bastı. Evdekiler şaşkındı. Ne yapacaklarını bilemeden teslim ol ihtarına karşı ateşle karşılık verdiler. Daha sonra yakalanacaklarını anlayınca bir kısmı polisleri oyalarken diğerleri evi ateşe verip bazı evrakların ve kaçak malların yanmasını sağlayıp teslim oldular. Onları ihbar eden, tahmin edeceğin gibi geçen gün başına kurşun sıkılmış halde bulunan şahıstı. İhbar etmeden önce kendisi için oldukça büyük miktarda parayı da yanına alarak hem polisten, hem de arkadaşlarından kaçmayı başarmıştı.”
İlgiyle dinliyordum.
“Muhtemelen nasıl olsa uzun süre hapiste kalırlar, belki de hiç çıkmazlar diye düşünüyordu. Mahkeme ilk etapta her birisine on beşer yıl hapis cezası vermesine rağmen yaklaşık dört yıl sonra hapisten çıktılar. Tabi artık ne paraları vardı, ne de itibarları. Hepsi buhar olup gitmişti.”
Komiser öz, ilginç bir olaydan bahsediyordu. Hiçbir sözünü kaçırmadan dinlemeye devam ettim.
“Hem kendilerine ait olduğunu düşündükleri paralarını hem de yıllar geçtikçe büyüyen intikamlarını almak için bu sahsı her tarafta aramaya başladılar. Tahminime göre bulmaları zor olmadı. Kadınlara düşkünlüğünü bildiklerinden belki de buraya çağırmak için bir kadın tuzağı kurdular. Burası sadece tahmin, tam olarak bilmemiz mümkün değil.”
Evet çok bilinmeyenli denklem çözülmeye başlamıştı. Demek ondan restorana yalnız gelmiş, sürekli etrafa bakarak bayanın gelmesini beklemişti. Restorandan çıktıktan sonra da kuytu bir köşede kendilerine göre intikamlarını almışlardı. Olay çözülmüştü. Kalkarken Komiser Öz’e çok teşekkür ettim. Kartımı uzatarak, İzmir’e geldiğinde aramasından çok memnun olacağımı söyledim.
“Kordon boyunda balık keyfi yapalım. Mutlaka bekliyorum. Hem sizde hikaye çoktur. Ben ve eşim zevkle dinleriz.”
Komiser Öz de beni tanıdığından çok memnun olduğunu İzmir’e gelirse mutlaka arayacağını söyledi
“Peki” dedim, “neden bu olaya basına yansımadı?”
Komiser Öz bu soruyu beğenmemişti sus işareti yaptıktan sonra ‘Mutlaka bir sebebi vardır’ derken göz kırpmayı da unutmadı. Anlamıştım. Tekrar teşekkür edip yanından ayrılırken odasına,o gece gördüğüm, adli tabip uzmanı olan genç doktorun girdiğini gördüm. Gerçekten çok güzeldi. Kapının yanından geçerken göz göze geldik. Koyu yeşil renkli gözleri muhteşemdi. Selam verdim. Tanımamış olacak ki yanıt vermeden boş gözlerle bana baktı. Komiser Öz’ün yanına gelmişti. Yoksa aralarında duygusal bir ilişki mi vardı? Umarım vardı. İkisi de birbirlerine çok yakışıyorlardı.