Bir itirafla başlayayım yazıma: Ben küçükken kiralık katilleri çok karizmatik bulurdum ve tek başıma oynadığım bazı oyunlarda, western filmlerinden ilhamla o dönemki tabirle ‘kovboyculuk’ oynamadığım zamanlarda, bu filmlerdeki karaktere öykünerek onları canlandırırdım. Sanırım o döneme ait hatırladığım ve bana ‘kiralıkların’ karizmatik olduğunu düşündürten film Don Siegel tarafından yönetilen ve başrollerinde Lee Marvin, Angie Dickinson, John Cassavetes ve o filmden yaklaşık 17 yıl sonra ABD’nin 40. Başkanı seçilecek olan Ronald Reagan’ın yer aldığı The Killers (1964) olmuştu. Kiralık katil filmlerindeki genel bir klişeden, onları kimin kiraladığının peşine düşüp istemeden parçası oldukları komployu ortaya çıkarmaya çalışan kiralık katilleri konu alan filmde beni çeken cinayetler değil Lee Marvin’in ekran karizması, bugün bile hala sinema tarihinde ikonik bir stil imajı olarak kabul edilen gri ipek takımı, siyah güneş gözlükleri ve şapkasıydı. Tabi zamanla sinemaya ve filmlere ilgim arttıkça her kiralık katilin o kadar karizmatik olmadığını, kiralık katillerin farklı şekillerde temsil edildiklerini gördüm.

Sinemanın sevdiği konularından biridir kiralık katiller ve hikayeleri. Lee Marvin örneğinde olduğu gibi karizmatik oyuncular tarafından karizmatik ve ‘cool’ karakter olarak çizildikleri filmlerin sayısı bir hayli fazladır ama örneğin Luc Besson’un Leon: The Professional (1994) filmde olduğu gibi sadece öldürmeyi bilen, zekaları yüksek olmayan karakterlere de bürünebilirler. Coen Kardeşler’in efsanevi No Country for Old Man (2008) filminde Javier Bardem’in Oscar kazandıran bir performansla hayat verdiği Anton Chigurh karakterine bakalım. Sinema tarihinin en kötü ve ilginç karakterlerinden biri olan psikopat kiralık katil Chigurh, cool ve karizmatik olmaktan uzak; bir makine ruhsuzluğu ve hissizliğiyle önüne çıkan herkesi öldürür.
Ne kadar karizmatik, psikopat veya işlerinde iyi (profesyonel) olsalar da onların da bir geçmişi ve hayatı vardır. Başka bir deyişle ‘katiller de sever.’ Hikayelerin dramatik boyutlarını arttırmak için filmler bir insanın niçin ve nasıl kiralık katil olduğu üzerinde de durabilirler. Kimi kader kurbanıdır, kötü bir ailede yetişmiş ve istemeden bu yola düşmüştür. Kimi eski asker, istihbaratçı veya polistir ve tek bildiği şeyi kamu hizmetini bıraktıktan sonra özel sektörde kendi için yapmaya devam eder. Mafyaya karşı açılan bir davadaki tanıkları ve davayı yürüten savcılık görevlisini öldürmesi için tutulan kiralık katilin ve tesadüfen bindiği taksinin şoförünün gece boyunca süren serüvenini anlatan Michael Mann’ın başyapıtları arasında yer alan Collateral (2004) örneğin böyle bir karaktere sahiptir. Kiralık katil Vincent (Tom Cruise) kendisine bu işi ne kadar zamandır yaptığını soran taksici Max’a (Jamie Foxx) şöyle cevap verir: “Kamu hizmetindeyken mi özel sektörde mi?”
Kiralık katiller kendi başına, bağımsız olarak çalışan; bir tür girişimci veya esnaf-serbest meslek sahibi olarak kabul edilebilirler. Serbest meslek makbuzu veya bir tanıdık şirket üzerinden fatura kestirmedikleri kesindir elbette! Fransız Yeni-Dalga’sının manevi kurucusu sayılan ve kara-film türünü yenileyen başyapıtların bazılarına imza atmış olan Jean-Pierre Melville’in efsanevi Le Samurai (1967) tam anlamıyla bu tarz bir kiralık katilin hikayesidir. Kendisini bir gece kulübünün sahibini öldürmesi için tutan ama sonrasında ona ödeme yapmak yerine onu öldürmeye kalkan işvereni bulup intikam almak isteyen kiralık katil Jef Castello (Alain Delon) sinema tarihinin en sofistike ve karizmatik kiralık katil karakterlerinden biridir. 1972 tarihli Ömer Lütfi Akad’ın yönettiği ve başrolünde Cüneyt Arkın’ın oyunculuk tarihinin belki de en müthiş performansını sergilediği Yaralı Kurt da benzer bir hikayeyi anlatır. Selim İleri’nin Graham Green’in A Gun for Sale romanından esinlenerek oluşturduğu senaryo kiralık katil Ali’nin Tefeci Hilmi’yi öldürdükten sonra aldığı dolarların sahte çıkması üzerine onu tutanların peşine düşmesinin hikayesidir. Dönemin Yeşilçam kurallarına uygun olarak arada melodrama göz kırpsa da seyredilmeye değer bir yapıt olarak Türk Sineması’ndaki yerini almıştır. Luc Besson’un yönettiği Leon’da Jean Reno’nun canlandırdığı Leon tam anlamıyla böyle bir kiralık katil değildir mesela. Ona iş bağlayan bir tür komisyoncu/menajer ile çalışır; dolayısıyla tam bağımsız sayılmaz.
Bağımsızlık demişken son dönemde aksiyon sinemasının en önemli serilerinden biri haline gelen ve tamamen hayali-karizmatik kiralık katillerin sürreal dünyasında geçen John Wick’ten de bahsetmeden olmaz. Keanu Reeves’in canlandırdığı John Wick, karısının ölümü sonrasında tuttuğu yastan dolayı işten elini eteğini çekmiştir ama işte kader, Wick’in geçmişte çalışmış olduğu bir mafya babasının şımarık oğlu ile karşılaşmasından sonra yeniden ağlarını örmeye başlar; Wick fiziksel olarak gömdüğü silahlarını çıkarır, karizmatik haline geri döner ve film de oradan sonra kopar tam anlamıyla. İntikam hikayeleri sadece Wick serisinin değil pek çok kiralık katil filminin ana veya yan temaları arasında yer alır. Yukarıda sözünü ettiğim Le Samurai da bu intikam hikayelerinden biridir.

Kiralık katilleri tutanların iş bittikten sonra onlardan kurtulmak istemesi de bu türün önemli temaları arasında yer alır. Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli isimlerinden Jim Jarmusch’un 1999 tarihli yapımı Ghost Dog: The Way of the Samurai da benzer bir temaya sahiptir. Günümüz dünyasında Samuraylar’ın Bushido Kanunu’na göre yaşayan Ghost Dog isimli (Forest Whitaker) bir kiralık katil, onu tutan bir çete patronu tarafından ortadan kaldırılmak istenir. Jarmusch belki de sinema tarihindeki tek örnek olarak kiralık katil teması üzerine bir sanat filmi çekmiştir. Bu filmin Melville’in Le Samurai’ından belirli oranda etkilendiğinin de altını çizmek lazım. Hollandalı yönetmen Anton Corbjin’in George Clooneyli The American (2010) filmi de yine işvereninin ortadan kaldırmak istediği gizemli ve karizmatik bir kiralık katilin hikayesine odaklanır. Film özellikle İtalya’nın eski kasabalarının tarihi ve doğal güzellikleriyle kendine has görselliği ve elbette Clooney karizması için bence seyredilmeyi hak eder.
İki kiralık katilin birbirleri ile mücadelesi de, ki geniş bir yorumla Freudyen Odipal kompleksin bu türe uyarlanması olarak da okunabilir, tür içinde ilgi çekici temalardan biridir. Charles Bronson’un oyunculuğunun ve ekran karizmasının zirvesinde olduğu bir dönemde, 1972’de Michael Winner tarafından çekilen The Mechanic tecrübeli bir kiralık katil olan Arthur Bishop’un (Charles Bronson) kanatları altına aldığı ve yetiştirdiği genç meslektaşı/çömezi Steve McKenna (Jan-Michel Vincent) ile mücadelesini anlatır. Richard Donner imzalı 1995 tarihli Assassins de tecrübeli ve şöhretli bir kiralık katil Robert Rath (Sylvester Stallone) ile onu öldürüp şöhret sahibi olmayı hedefleyen Miguel Bain (Antonio Banderas) arasındaki mücadeleyi aktarır beyaz perdeye.
Uluslararası olayların, espiyonaj hikayelerinin de kiralık katil teması ile buluştuğu filmler olmuştur elbet. Bunların en ünlüsü elbette casusluk ve politik gerilim edebiyatının başyapıtları arasında yer alan Frederick Forsyth’un romanı The Day of the Jackal’ın büyük yönetmen, dört Oscarlı Fred Zinnemann tarafından aynı adla; kitabın yayınlanmasından sadece iki sene sonra uyarlanan filmdir. ‘Çakal’ kod adlı bir uluslararası kiralık katil, Fransız aşırı sağ bir paramiliter örgüt tarafından Fransa Başkanı Charles De Gaulle’e suikast düzenlemek üzere tutulur. Filmin bir tür yeniden çevrimi olan (bu kez müşteri Rus Mafyası, hedefse ABD Başkanının eşi First Lady’dir) The Jackal (1997) iki büyük aktör, Bruce Willis ve Richard Gere’in ekran karizmasına yaslanan yönetmen Michael Caton-Jones tarafından çekilir. Yine Luc Besson’un zamanla bir külte dönüşen; hatta sinemada kendi içinde ayrı bir alt-tür oluşmasına bile neden olan 1990 tarihli Le Femme Nikita da devlet içindeki gizli örgütlerin operasyonlarında kullanmak üzere suçluları eğiterek elit birer suikastçıya/katile dönüştürmelerinin hikayesidir.

Kiralık katil filmleri üzerine konuşurken Hong Kong filmlerine de ayrı bir parantez açmak icap eder. Özellikle sonraları Hollywood’da da adından çok söz ettiren filmler çeken aksiyon filmlerinin büyük ustası John Woo’nun her biri meraklısına ayrı bir seyir zevki veren gun fu türündeki (silahlı çatışmalar ve savaş sanatlarından hareketleri bir arada kullanma ki kurşun balesi olarak da adlandırılabilir) yapıtları unutulmamalıdır. Bir külte dönüşen ve sadece Woo’nun değil başrol oyuncusu Chow-yun Fat’in de uluslararası bir yıldıza dönüşmesini sağlayan The Killer aynı zamanda kiralık katillerin vicdanlı ve iyiliksever insanlar olabileceğini de gösterir. Kiralık katil Ah Jong (Chow-yun Fat) son görevi sırasında kaza ile kör olmasına neden olduğu bir kadına aşık olur ve onun göz ameliyat masraflarını karşılamak için son bir görevi kabul eder. Oysa bu son görev bir tuzaktır; Jong kendini Hong Kong Mafyası ile polis arasında bulur. Stephen Tung’un savaş sanatları ustası ve aktör Jet Li’nin başrolde olduğu Hitman- Contract Killer (1998), aksiyon-suç türünün ustalarından Johnnie To Kei-Fung’un yaşlı ve genç kiralık katillerin mücadelesini anlattığı Fulltime Killer (2001) ile ailesinin intikamını almaya çalışan eski bir kiralık katilin macerasına odaklandığı Vengeance (2009) Hong-Kong sinemasının bu alt-türe diğer armağanları olarak görülebilir. Hong Kong ve Uzakdoğu sinemasının son dönemdeki en önemli isimleri arasında yer alan, belki de en önemli ismi sayılabilecek Wong Kar-wai’nin film-noir ve sanat filmi türlerini bir araya getiren ve genel olarak bir kiralık katil hikayesi olmayan ama ana karakterleri arasında hayatı bırakmayan bir kiralık katile de yer veren Fallen Angels (1995) bu açıdan dikkate değerdir.
Kiralık katilleri romantik komedilere koyarsak ne olur? Bu sorunun cevabını da iki film veriyor bizlere: Grosse Pointe Blank (1997) ve Mr. & Mrs. Smith (2005). Ayrıca komedi-aksiyon türünün başarılı bir örneği olarak The Hitman’s Bodyguard (2017) da böyle bir listede kendine yer bulabilir.
Sinemada kiralık katil filmlerinden söz ederken mafya hikayelerinin vazgeçilmez karakterleri olan mafya tetikçilerinden de bahsetmek gerekir kanımca. Öncelikle onlar ile kiralık katiller arasındaki kategorik ayrımı doğru yapmak ve ikisini birbirleriyle karıştırmamak gerekir. Evet, onlar da özünde para karşılığı öldürürler ve evet bazı durumlarda aradaki ayrım çok büyük olmayabilir ama mafya tetikçileri kiralık katiller gibi bağımsız değildirler. Onları bir şirketin maaşlı elemanları olarak düşünebilirsiniz. John Houston imzalı kara komedi Prizzi’s Honor (Prizziler’in Onuru-1985) filminde Jack Nicholson’un canlandırdığı Charley Partanna böyle bir karakterdir. Prizzi ailesinin verdiği işleri yerine getirir. Keza Sam Mendes’in 2002 tarihli Road to Perdition filminde Tom Hanks tarafından canlandırılan Michael Rooney de benzer bir karakterdir; bir mafya babası için çalışır. Tarantino’nun The Pulp Fiction’da (1994) tuvalete giderken silahını mutfakta unutan John Travolta’nın sinema tarihine geçen karakteri Vincent Vega ve ekürisi hayatın anlamını arayan Samuel L. Jackson’un hayat verdiği Jules Winnifield da mafya tetikçisi rolleri arasında sinema tarihindeki yerlerini almışlardır.

Aynı şekilde gizli ama özel, hiçbir devlete bağlı olmadan, uluslararası ve uluslar-ötesi faaliyetler gösteren örgütler için çalışan suikastçılar de mafya tetikçileriyle benzer bir kategoride değerlendirilebilir. Babası da aynı örgüt için çalışan ve örgüt tarafından elit bir suikastçı olarak yetiştirildikten sonra örgütle mücadeleye girişen genç bir adamın aksiyon dolu hikayesini anlatan Kazak yönetmen Timur Bekmambetov’un Wanted (2008) filmi, ki James McAvoy ve Angelina Jolie’nin ekran uyumunun pek de başarılı olduğu söylenemez, son dönemde bu konuya sahip yapıtlar arasında ilk akla gelenlerden biridir. Uyum demişken yazmadan edemedim: 1994 tarihli Sylvester Stallone’un bombalar konusunda uzman bir kiralık katili canlandırdığı ve yanına Sharon Stone’u aldığı The Specialist de ekran uyumsuzluğu konusunda o filme rahmet okutan bir başka kiralık katil filmidir.
Çok kuvvetli bir oyuncu kadrosuyla sağlam ve gerilim dolu senaryosuyla benim çok sevdiğim filmlerden biri olan Jaume Collet-Serra’nın Unknown (2011) filmi de uluslararası komplolar yapan ve elit suikastçılar istihdam eden bir gizli örgütün dahil olduğu bir suikast komplosuna odaklanır ve seyredilmeye değerdir.
Kiralık katillerden, mafya tetikçilerinden ve uluslararası komploculardan bahsettik. Yazıyı silahını ve öldürme becerisini kiralayan; ekmeğini silahını kullanarak kazanan iki farkı gruptan da kısaca söz ederek kapatalım: Paralı askerler ve silahşörler.
Paralı askerlik aslında kökü eski çağlara kadar giden bir olgudur. İlk çağlarda Pers Kralları’nın yoğun olarak kullandıkları paralı askerler, yani para karşılığı bir orduda savaşanlar, Bizans İmparatorluğu’nda ve sonrasında da Ortaçağ Avrupa’sında feodal beylerin, İtalyan şehir devletlerinin veya orduları küçük kralların emrinde savaşan şövalyeler olarak tarihin sahnesinde yerlerini almışlardır. Özellikle İtalyan Şehir Devletleri’nin ve Papalık Devleti’nin Rönesans döneminde ve Avrupa din savaşları sırasında paralı askerlerden oluşan ordularını yöneten ‘Condottieri’ler ayrı bir tarihi önem taşır. Mesela Preveze Deniz Savaşı’ndan tanıdığımız Andrea Doria, Cenevizli bir deniz ‘Condottiero’sudur ve amiral olarak kendi ülkesi Ceneviz dışında Papalık Devleti’nin, İspanya ve Fransa Krallıkları’nın donanmalarını yönetmiştir.
Modern dönemle ve özellikle de ulus devletlerinin ortaya çıkışıyla birlikte paralı askerlik bilindiği anlamıyla ortadan kalkmıştır. Askerlik ulus devletlerin vatandaşları için mecburi bir ‘vatan görevi’ haline gelmiş; savaşmak da devlet, vatan, millet için yapılması gereken bir sorumluluğa dönüşmüştür. Bu dönüşümle birlikte günümüzde paralı askerlik, ki özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı ve Afrika’daki bazı ülkelerdeki iç savaşlardan dolayı sık sık duyduğumuz Wagner ile yeniden gündemde, boyut değiştirmiştir. Çoğu eski özel harekat askerlerinden ve özel tim elemanlarından oluşan paralı asker grupları kimi zaman bir Afrikalı diktatör için kimi zaman elini kirletmek istemeye devletlerin veya büyük uluslararası şirketlerin gizli operasyonları için para karşılığı savaşmışlardır modern dönemlerde. Yakın zamandaysa paralı askerlik bağımsız bireyler veya gruplardan daha çok Rusya’da Wagner, ABD’nin özellikle Irak ve Afganistan’da kullandığı DynCorp veya Blackwater gibi ‘özel askeri şirketler’ aracılığıyla varlığını kurumsal bir boyutta sürdürmektedir.
Gerek eski dönemde şövalyelik gerekse de modern dönemde ‘paralı askerlik’ olsun bu kavramlara yönelik de bir çok film çekilmiştir. Büyük bir çoğunluğu ‘B-Movie’ veya ‘Trash’ olarak da adlandırabileceğimiz düşük bütçeli önemsiz filmler olsa da aralarında ilgi çekici olanları da mevcuttur. Bunlar arasında The Dogs of War (1980), Ronin (1998), 13 Hours: The Senet Soldiers of Benghazi (2016), Extraction I-II (2020-2023), The Expendables Serisi (2010-) gibi aksiyonu bol, ekran karşısında heyecanlı vakit geçirmenizi sağlayacak filmler mevcuttur. Bu alanda ben iki filme dikkat çekmek isterim: İlki Ortaçağ’da paralı askerlerin şiddet ve salgın dolu hayatını anlatan Paul Verhoeven’ın 1985 yılında çektiği tarihi dram Flesh and Blood. Diğeri bir uluslararası şirket tarafından darbeyle görevinden alınan Afrikalı bir devlet başkanını kurtarmaları için tutulan bir grup paralı askerin serüvenini anlatan ve özellikle de Richard Burton, Roger Moore, Richard Harris ve Hardy Kruger’den oluşan oyuncu kadrosuyla dikkat çeken The Wilde Geese (Yaban Kazları – 1978).

Son olarak silahşorlar… Keza onlar da silahlarını kiraya veren; silahlarını kullanma ve öldürme yetenekleriyle ekmeklerini kazanan insanlardır. Gerçi bazı filmlerde silahşorların da kiralık katil olarak tutulduklarını görmek mümkündür ama esas itibariyle bir kişiyi, bir bölgeyi veya grubu korumak amacıyla tutulurlar. Bu konuya eğilen en önemli film elbette sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden biri olan Akira Kurosawa’nın 1961 tarihli Youjimba’sıdır. Uğradığı kasabada o kasabaya hakim olmak isteyen çeteler tarafından tutulan bir samurayın hikayesini anlatan filmin konusu sinema tarihinin bir başka büyük efsanesi Sergio Leone’ye de ilham vermiş; Leone bu konuyu Western dünyasına uyarlayarak 1964’de ‘Spagetti Western’ türünü başlatan bir diğer sinema başyapıtını, A Fistful of Dollars’ı çekmiştir. Yine Akira Kurusawa’nin 1954 tarihli başyapıtı Seven Samurai John Sturges tarafından 1960’da Western’e uyarlanmış ve ortaya yine bir büyük sinema klasiği The Magnificent Seven çıkmıştır. Denzel Washington’un oynadığı Man on Fire (2004 – yön: Tony Scott) ve The Equalizer serisi (2014-2023 – yön: Antoine Fuqua) gibi bu tür ile çok ortak yanı olan; acımasız kötüleri cezalandıran geçmişi karanlık ve şiddet dolu acımasız iyi karakterin hikayelerini anlatan filmlerden de bu bağlamda söz etmeliyiz.

Suç/polisiye genel türüne ait bir alt-tür olarak da tanımlayabileceğimiz kiralık katil filmlerinin ortaya koyduğu karizma ve büyü son dönemin The Hitmen veya Smokin’ Aces, Bullet Train gibi hikayeden ve gerçeklikten uzak; çizgi roman estetiğine sahip yoğun grafik/dijital şiddet içeren filmleriyle ortadan kalkmaya başladı. Bunların yanında Jason Statham’ın bol aksiyonlu, kavgalı dövüşlü kiralık katil ve modern silahşör filmleri de türe katkı yapmaktan çok uzak; Statham’ın karizmasına ve atletik becerilerine dayanan gişe amaçlı yapımlara dönüştü. Bu filmlerle hikaye ve oyunculuk bir kenara itilirken görsellik, şiddet ve aksiyon her şeye hakim oldu. Ben hâlâ The Killers ve The Mechanic gibi psikolojik gerilime, oyunculuğa dayanan filmleri özlüyorum.