Rihanna’nın “Lift me up” adlı şarkısı Barbados sokaklarında yankılanıyordu. Tüm ada halkı hemşehrileri olan Rihanna ile gurur duyuyordu. Ulusal kahramanlarıydı Rihanna onların. Devlet nişanı ile ödüllendirilmişti. Caddelerde onun sesi yankılanırken Barbadoslular şarkıya dans edip tempo tutarak ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Bunlardan biri de Tekin Karo’ydu. Barbados caddelerinde Rihanna’nın şarkılarına eşlik etmeyi her zaman severdi.
“Teko” lakabıyla tanınıyordu. Otuz dokuz yaşındaydı. Karayipler Denizi ile Atlas Okyanusu arasındaki bu adanın Saint Michael bölgesinde, Başkent Bridgetown’da yaşıyordu Teko. Yani Rihanna’nın doğduğu yerde. Beş yıl önce buraya yerleşmiş, iki yıl önce de Barbados vatandaşlığına geçmişti. Geçimini kiralık katillikten sağlıyordu ama bunu çevresi bilmiyordu. Paralı, maceraperest biri olarak tanınıyordu.
Bu işten hayli yüklü paralar kazanmış, adada kendine şahane bir ev almıştı. Sonra adanın tarihçesini öğrenmişti: Nüfusu ağırlıklı olarak Afrika kökenlilerden oluşan adaya Barbados ismi, adayı gözlemleyen Portekizli denizci Pedro a Campos tarafından verilmiş. Burada Barbados ismi Portekizce “os barbudos” ya da İspanyolca eşanlamlısı “los barbudos” kelimesinden gelmekteymiş. Her iki anlamda da “şu sakallılar” anlamına gelen ifadenin adaya özgü incir ağaçlarından mı yoksa adada o dönem yaşayan yerlilerden mi kaynaklandığı hâlâ bilinmemekteymiş.
Teko’nun asıl doğup büyüdüğü yer İstanbul’du. Öksüz ve yetimdi. Balat’ta bir cami avlusunda bulunup Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmişti. Kurum çalışanları tarafından çok sevildiği için sahip çıkılmış ve büyütülmüştü. Tekin ismini kurumda onu çok seven kadın bir bakıcı koymuştu. Tekin, onun çok sevip bir kazada kaybettiği nişanlısının ismiydi. “Umarım senin hayatın benim Tekin’im gibi talihsiz olmaz,” demiş ve ismini kulağına fısıldamıştı. Daha sonra orta hâlli bir aile onu evlat edinmiş ve iyi bir insan olarak yetiştirmişti. Sessiz, sakin, çalışkan bir öğrenciydi. Okul yaşamında başarılı olmuş, üniversiteye girmiş ve kimya mühendisliği bölümünü bitirmişti. Askerdeyken çok iyi nişancı olduğu için dikkatleri üzerine çekmişti. Daha sonra üstlerinin yoğun ısrarı üzerine askerlikte kalmış, dağlarda komando olarak çarpışmış ve yaralandıktan sonra uzun bir süre tedavi görmüştü. Ancak sağ bacağındaki aksaklık nedeniyle askerliği bırakmak zorunda kalmıştı. Yine de namı öyle yayılmıştı ki nişancılığından ötürü teklifler almaya başlamıştı. Bu cazip tekliflerden biri de kiralık katil olması yönündeydi. Ama ona bu teklifi yapanlar kiralık katil adını telaffuz etmemiş, bu dünyadaki işe yaramaz, gereksiz insanları ayıklama fırsatı olarak görmesini istemişlerdi.
Teko başta bu tekliflere pek sıcak bakmamıştı. Onu yetiştiren ailesini trafik kazasında kaybedince ortada kalmış, iş bulamamıştı. O da yüzlerce işsiz kimya mühendisinden biri olmuş, diplomalı işsizler kervanına katılmıştı. Geçim sıkıntısına düştüğü için teklifleri düşünmeye başlamıştı. Sonra teklif edilen paranın cazibesine kapılmış, bu sefaletten çıkış olarak görmüş ve kabul etmişti. Ancak bazı şartları vardı. Bunların başında öldüreceği kişinin masum olmaması, yani ilk yapılan teklifte olduğu gibi gerçekten gereksiz olması gerekiyordu. Başkalarının namusuna göz diken, tecavüzcü, hırsız, soyguncu, vurguncular ve katiller, onun öldürmekten rahatsız olmayacağı kişilerin başında geliyordu. Böylece kendini kahraman olarak görebilir, yaşamına bir anlam kattığını düşünebilirdi. Kadın erkek fark etmiyordu ama çocuk öldürmek kesinlikle listesinde yoktu.
Tabii o sadece kendisine teklif getiren arabulucuların bilgileriyle yetinmiyor, kiraladığı özel dedektifler sayesinde bu bilgilerin doğruluğunu da teyit ettiriyordu. İyice emin olduktan sonra harekete geçiyordu. Hayli profesyonel davranıyordu.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde iş yapmıştı. Öldürdüğü insan sayısı kırkı bulmuştu. Bu cinayetler ona servet kazandırmıştı. Öldürdüğü kişiler arasında halkına zulmeden siyasetçiler de yer alıyordu.
En unutamadığı ve haz duyduğu eylemi Türkiye’de gerçekleştirmişti. Genç bir kıza aracıyla çarpıp ölümüne neden olduktan sonra onu balkondan atarak intihar süsü veren bir bakan oğluyla ilgili bir işti. Bakan, oğlunun olayını nüfuzunu kullanarak örtbas etmişti. Soruşturma tamamlanmış, olay intihar olarak kayıtlara geçmişti. Ama herkes biliyordu ki olay intihar değil, bir tür cinayetti. Acılı aile adalet istiyordu ama kimse bir şey yapamıyordu. Neyse ki bu adaletsizliğe illegal yollardan da olsa karşı çıkan, bunu hazmedemeyen birisi veya birileri vardı. Bu olayla ilgili kiralandığında işi seve seve kabul etmişti. Hem bakanı hem oğlunu aynı anda evlerinin terasında otururken birer kurşunla başlarından vurarak öldürmüştü. Üstelik bu iş için fiyatını yarıya bile düşürmüştü.
Dünyadaki bazı iyiler, kötüleri öldürmek için onu kiralıyorlardı. Bu gerçek miydi? En azından o böyle düşünmek istiyor, böyle umuyordu. Tuttuğu dedektifler ona öldüreceği insanlar hakkında bilgi veriyordu… Eğer yanlış bilgi veriyorlarsa, günahları onların boynunaydı…
Unutmadığı eylemlerden bir başkasını yine Türkiye’de gerçekleştirmişti. Önemli bir siyasetçinin, gemileriyle uyuşturucu taşımacılığı yaparak ülkesinin gençlerini zehirleyen oğlunu öldürmüştü. Hatta bunun için oldukça düşük bir ücreti bile kabul etmişti. O siyasetçiyi de öldürmek istemiş ama bir türlü fırsat bulamamıştı.
Türkiye’deki bu iki olay hariç, en büyük serveti siyasi suikastlardan elde etmişti. Parasını peşin olarak alıyor, aracılara ve onunla iş birliği yapanlara ödemelerini yaptıktan sonra güvendiği bankalardan birine yatırıyordu. Barbados kaçakçılar ve kara para aklayıcıları için bulunmaz bir cennetti. Burayı bu nedenle daha çok seviyordu.
Bu adaya yerleşmesine sebep olan da bir suikasttı. Uyuşturucu baronlarına hizmet eden, onları koruyup kollayan, yasaları onların lehine düzenleyen elli beş yaşındaki Kolombiyalı siyasetçi Miguel Wilmar’ı öldürmüştü. Brezilya’nın Sao Paulo kentinde müdavimi olduğu lüks bir kafede otururken uzaktan dürbünlü tüfekle başından vurulmuştu ünlü siyasetçi. Büyük ses getiren bir eylem olmuştu. İşi tamamladıktan sonra her zamanki soğukkanlılığıyla bir hayalet gibi ortadan kaybolmuştu. Brezilya’dan Barbados’a geçmiş, orada bir süre kaldıktan sonra Londra’ya uçmuştu. Barbados’ta kaldığı süre içerisinde bu adayı çok sevmiş ve buraya yerleşme kararı almıştı. Birkaç sene sonra da bu hayalini gerçekleştirmeyi başarmıştı.
Sonra da gelsin, Dolce Vita!
***
Interpol tarafından aranıyordu ama kimliğini ele vermediği için bugüne kadar rahat bir yaşam sürmüştü. Kendisini gizlemeyi ve açık vermemeyi iyi başarmıştı. Interpol’ün yakın takibinde olduğunu biliyordu. Çember hâlâ daraltılamamıştı. Yine de ne olur ne olmaz diyerek profesyonel işini minimum seviyeye indirmiş, teklifleri çok az kabul eder olmuştu.
Adadaki yakın komşusu, Leonardo Elkin adında yakışıklı, Venezuelalı, otuz yaşlarının başında bir gençti. Ailesinden miras kalan parayı burada yiyordu. En azından ona böyle söylemişti. Adada gününü gün ediyordu. Sahilde, Karayipler ayaklarının altında, lüks bir villada yaşıyordu. Bir partide tanışmışlar ve birbirlerine hemen ısınmışlar, bir süre sonra çok iyi dost olmuşlardı. Teko da ona kendisinin zengin bir aileye mensup bir mirasyedi olduğunu anlatmıştı.
Birikimlerini yatırıma dönüştürmüş, hatta adada küçük bir bar açmış, adını da “Teko” koymuştu. Kimya bilgisini içki yapımında, kendine özgü karışımlar hazırlayarak, çok sevilen kokteyller yaparak ortaya koyuyordu. Fena para kazanmıyordu. Dolara ve altına yatırım yapıyordu. Türkiye’de de birtakım girişimlerde bulunmuştu. Özellikle ülkesinde iyi bir yatırım kabul edilen gayrimenkul alımları yapmıştı. Oradaki işlerini güvendiği bir avukatı yönetiyordu. Ayrıca ona çocukluğunda sıcak bir yuva olan Çocuk Esirgeme Kurumu’na yüklü bağışlar yapıyor, ismini gizli tutuyordu. Büyük bir mağazada müdür olarak çalışan Sandra isminde Dominikli genç bir sevgilisi vardı. Haftada üç kez buluşuyorlar, yemek yiyorlar, eğleniyorlar ve sevişiyorlardı. Evlenmeyi düşünmüyordu. Yaşadığı hayata, geçmişine baktığında evliliğin ve çocuk sahibi olmanın ileride büyük sorunlara yol açabileceğini düşünüyor ve hemen bu düşünceyi aklından siliyordu.
Geceleri bar ve sevgilisi Sandra dışında takıldığı tek kişi Leo’ydu. Leo barın müdavimlerindendi. Haftada üç dört kez kalabalık bir grupla bara gelir ve bol bahşiş bırakarak ayrılırdı. Leo ayrıca onu birkaç kez serserilerden de korumuştu. O nedenle Leo’ya kendini borçlu hissediyordu. Ondan para almak istemiyordu ama Leo bunu asla kabul etmiyor, “Biz dostuz, iş başka dostluk başka,” diyerek geri çeviriyordu.
Leo silaha meraklıydı. Evinde çeşitli silahları vardı ve binanın bodrum katına bir atış poligonu bile yaptırmıştı. Bir gün iyi nişancı dostları arasında bir atış partisi düzenlemiş, Teko’yu da davet etmiş, “Senin de atıcılığını görelim,” demişti. Teko istemeyerek de olsa davete katılmıştı. Leo’yu geri çevirmek istemiyordu. Onu hem seviyor hem de güveniyordu.
Teko “Ben atıcılıktan anlamam,” demiş, yarışmaya katılmamayı tercih etmişti. Leo dışındaki yarışmacılar nişancılıkta pek de iyi değillerdi. Leo yarışı önde götürüyordu. Teko gecenin ilerleyen saatlerinde aldığı alkolün etkisiyle gaza gelmiş, birden yarışmaya katılmak istediğini söylemişti. Herkesin hayret dolu bakışları arasında hedefleri on ikiden vuruyordu. Leo şaşkınlıkla yanına gelmiş, omuzuna vurarak “Vay, bir de bilmiyorum, anlamam falan diyordun, sen de ne cevherler varmış dostum!” demişti. Ancak yarışmayı sonunda Leo kazanmıştı. Teko yarışmayı Leo’nun kazanması için son atışını kötü yaparak birinciliği Leo’nun almasını sağlamıştı. Leo’nun bunu anlayıp anlamadığını ise hep merak etmişti.
Teko’nun en büyük takıntısı yaşamın anlamıydı. İnançlı biri olmadığı için yaşamış olduğu bu hayat onu bu sorunun yanıtını aramaya yöneltmişti. Yalnız kaldığında bunları düşünüyor, bu tür kitapları okuyordu. Varoluşçuluk felsefesine kafayı takmıştı. Her şey insanla, onun varoluşuyla başlamıştı. En sonunda “Siz ne anlam yüklerseniz yaşamın anlamı odur” mottosunda karar kıldı.
Yaşama anlam katan, yaşamı anlamlı kılan biziz.
“Benim yaşamımın anlamı da dünyadaki kötüleri yok etmekmiş,” diyordu içinden. Bu düşünce onu rahatlatıyor ve keyiflenmesine sebep oluyordu. Sonra bol bol içiyor, kafayı buluyordu.
Leo’yla da zaman zaman bu konuyu tartışıyorlardı ama Leo inançlı biri olduğu için konuyu kısa kesmeyi tercih ediyordu.
Bir gün Leo, yanında Teko’nun tanımadığı bir kız arkadaşıyla bara geldi. Kız çok güzeldi. Teko kıza ilk görüşte vurulmuştu. Leo durumu fark edince kızın adının Gabriela olduğunu söyleyerek onları tanıştırdı. Kız tuvalete gitmek için yanlarından ayrıldığında onun uzaktan akrabası olduğunu ve onunla herhangi bir ilişkisi olmadığını, sadece çok iyi arkadaş olduklarını söyledi. Teko ile baş başa kaldıklarında Gabriela hem stilist hem de model olduğunu anlattı. Gecenin sonunda kız Teko’nun aklını başından almıştı. Gabriela da ona ilgi göstermiş, yeniden görüşmek üzere ayrılmışlardı. Ondan sonraki günler ve geceler Teko ile Gabriela sürekli görüşür olmuşlardı. Bu durumu fark eden ve kabullenemeyen Sandra, Teko’yu ağır sözler sarf ederek terk etti. Teko, Sandra’yı da seviyor ve onu kaybetmek istemiyordu. Ama yine de Gabriela’ya olan ilgisi çok daha ağır basmış, bu ayrılığı fırsat bilip Sandra’yı hiç aramamış, barışmak, gönlünü almak için kılını bile kıpırdatmamıştı. “Bir süre böyle gitsin bakalım,” deyip kestirip atmıştı.
Gabriela ile işi ilerletmişti artık. Onu evine davet ediyor, geç saatlere kadar konuşuyor, içiyor, gülüşüyor, eğleniyorlardı. Bir gece barda Leo, Teko’nun yanına geldi. “Gabriela ile ilgilendiğini, birlikte olduğunuzu görüyorum. Senden ricam, onun istemediği bir şeyi ona asla yapma, onu üzmeni hiç istemem,” diyerek Teko’yu bir şekilde baskıladı. O konuşmadan sonra Teko, Gabriela ile ilişkisinde daha dikkatli ve özenli olmaya başladı. Sağ ayağı hafif aksadığı için kadınların yanında kendini huzursuz hisseden Teko, Gabriela ile kendini bulmuştu. Sandra bile ayağıyla ilgili ona sorular sormuştu ama Gabriela hiç oralı olmuyor, ayağını görmezden geliyordu. Bu, Teko’nun hoşuna gitmişti.
Ancak ilişkilerinin üçüncü ayında Gabriela ani bir kararla ülkesine, işinin başına döndü. Bu karar onunla ciddi bir ilişkiye girmeye hazırlanan Teko’yu derinden sarstı ama çabuk toparlandı. “Belki böylesi daha iyi, onunla evlenmeyi istiyorum ama sonu iyi olmaz,” diye düşünerek kendini teselli ediyordu. Gabriela ayrılırken ilişkiyi tam koparmamış, fırsat bulduğunda geleceğini söylemiş, “Ama sana hiçbir zaman umut veremem Teko, ne olur beni affet!” demişti. İşin tuhafı onunla geçirdiği üç aylık sürede Teko kızın elini bile tutmayı başaramamıştı. Arada Leo olduğu için kızın istemediği bir davranışı yapmaktan kaçınmıştı. Birkaç kez kıza yaklaşmak istemiş ama Gabriela bu yakınlaşmalarına karşılık vermeyince pek üstüne gitmemişti. Gabriela gittiğinden beri zaman zaman birbirlerine mesajlar atmayı sürdürseler de bu mesajlarda güçlü bir sevgi, aşk hissedilmiyordu. Teko, Gabriela’ya âşık olmuştu ama onun mesafeli tavırları ona olan yakınlığını yeniden gözden geçirmesine yol açmıştı. Çünkü anladığı kadarıyla Gabriela da onu sevmişti ama muhtemelen ona âşık değildi. Yani kızı pek çözememişti, bu yüzden ilişkiyi zamana bırakmaya karar verdi.
Sandra’yı aramak istiyordu ama aylardır kızı aramadığı için bir türlü cesaret edemiyor, pişmanlık duyuyordu. Teko depresyona girmişti.
***
“Keşke iyi para kazanacağım bir teklif gelse de biraz kafamı dağıtsam,” diye düşündüğü sıralarda beklenen teklif gelmişti.
Mesajda arabulucu yeni görevini söylemişti. Brezilya’da Sao Paulo’da halkçı, iyi bir politikacıyı öldürmeyi planlayan kendisi gibi bir başka kiralık katili öldürecekti. Sao Paulo kentinde Barbados’a yerleşmesine neden olan bir politikacıyı yıllar önce öldürdüğünü anımsadı. Hedefinde yine aynı kentte, bu kez iyi bir politikacıyı öldürmeye niyetli kötü bir kiralık katil olacaktı. Riskli bir işti.
“Şu işe bak,” dedi.
Güvendiği adamlarına kiralık katilin kim olduğunu danıştı ama kimse pek bir şey bilmiyordu. “Benim gibi kendini iyi gizlemiş bir kiralık katil daha ha!” dedi içinden. Bu durum pek hoşuna gitmemişti. Politikacı hakkında verilen bilgilerin doğru olduğunu ve söylenen tarihte Sao Paulo meydanında bir konuşma yapacağı bilgisi de teyit edilmişti. Ama yine de içine bir kurt düşmüştü. Bu adı sanı bilinmeyen, kendisine benzeyen hayalet tetikçi kimdi? Bir ara işi kabul etmemeyi düşündü ama teklif edilen para çok yüksekti ve iş öncesi paranın tamamını alacaktı. Bu para çok istediği lüks yatı almasına ve artık emekli olmasına yetecek kadar büyük bir paraydı.
Kiralık katile kafayı takmıştı. Belki de önceden tanışmış ya da ismini duymuş olduğu biriydi. Birçoğunu ismen biliyordu ama bilmedikleri de çoktu. Kiralık katillerin de sayıları gün geçtikçe gittikçe artıyordu.
Kiralık katilin politikacı Brezilyalı Andre Enzo’yu öldüreceği tarih, saat ve yer belliydi. Enzo meydanda konuşmaya başlayacağı sırada öldürülecekti. Tetikçinin onu vuracağı binanın hangisi olduğu, kaçıncı katta yer alacağı, hangi pencereden ateş edeceği ayrıntılı olarak belirtilmiş hatta krokisi bile çizilmişti. Teko iki gün önceden oraya gidip birtakım incelemelerde bulunacak, kendi katını ve odasını da görecek, yani bir tür prova yapacaktı. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. İstediği silah her zamanki gibi odaya getirilecek, nasıl kaçacağı, kimlerin yardımcı olacağı da öncekilerde olduğu gibi yapılacak provada belirlenecekti.
Beklenen tarih yaklaşıyordu. Teko uçakla Brezilya’ya uçtu. Önceden belirlendiği gibi gerekli incelemeleri, provaları yaptı. Politikacı meydanda öğleden sonra saat üç gibi konuşacaktı. Teko sabahtan çıkıp çevreyi kolaçan etmiş, saat on bir gibi odasına gelmiş ve silahını yerleştirmişti. Tetikçinin ateş edeceği binanın tam karşısında, onun katıyla hemen hemen aynı hizadaydı. Aralarında yaklaşık yüz elli metrelik bir mesafe vardı. Gizemli katilin penceresinde şimdilik hiçbir hareketlilik göze çarpmıyordu.
Vazgeçemediği silahı McMillan TAC-50 atışa hazırdı. Etkili menzili 2.000, azami menzili 7.000 metre olan, Amerikan yapımı, Afganistan savaşında da çok kullanılan, uzun menzilli keskin nişancı tüfeğiydi. Bir tüfek için oldukça uzun menzilli olması ve bilinen en uzun mesafeden atılan mermi ile öldürme rekorunu kıran keskin nişancının silahı olması onu ünlü yapan özelliğiydi. Eğer iyi nişan alınırsa bir uçak pilotu bile vurulabilirdi bu silahla.
Attığı mermi çekirdeğinin çıkış hızı 824 m/s hızındaydı. Şimdiye kadar Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Fransa ve Türkiye‘nin ordusunda bulundurduğu bu silahın tetik gribine sahip olması ve şarjör ile doldurulması, onun pratik özelliklerinden birkaçıydı.
Bu modelle çok sayıda kötü adamı tahtalı köye yollamıştı. Ondan önce askerlik döneminde de dağlarda bu tüfekle çok başarılı işler yapmıştı.
Saat üçe çeyrek kala meydan kalabalıklaşırken hedefteki katilin penceresinde bir hareketlilik gözlemledi.
Beklenen an geliyordu. Tetikçi başında kepiyle tüfeğinin başında eli tetikte kıpırdamadan bekliyordu. Kepini önüne eğdiği için yüzünü seçemiyordu. Muhtemelen başından vuracaktı. Meydanda sesler yükseliyor, politikacı kürsüye ilerliyordu. O kürsüye geldiğinde Teko nefesini tutmuştu.
O anda telefonuna bir mesaj geldi. Sadece arabulucuyla görüştüğü özel telefonunu her zaman ne olur ne olmaz diye yanında açık tutardı çünkü her an bir değişiklik olabilirdi.
Mesaj her zamanki arabulucusundandı. “Hey Teko! Nişan aldığın katın iki kat yukarısındaki pencereye bak!”
“Neler oluyor?” dedi içinden. Dediği yere baktı. Göz göze gelmişlerdi. Yüzü tanıdıktı. Elindeki tüfeği Teko’ya yöneltmişti. Tetiğe bastı. Teko’nun tetikteki eli paramparça oldu, kurşun sekerek sol omuzuna saplandı. Elinde derin bir acı hissederek kapıya doğru koştu ancak kapı açılmıyordu. Teko acı içinde kıvranıyordu. O anda tuzağa düştüğünü anladı.
Bir süre sonra kapı açıldığında karşısındaki kişi birkaç dakika önce pencerede gördüğü ve ona ateş eden kişiydi.
“Leo sen!”
“Evet Teko, ben Leo!”
“Kimsin sen?”
“Gerçek adım Mateo. Mateo Wilmar. Bu isim sana bir şey ifade ediyor mu?”
Teko şaşkınlıkla bakıyordu.
“Yıllar önce vurduğun Miguel Wilmar’ın oğlu!”
“Hatırladım,” diye fısıldadı Teko. “Nasıl anladın, beni nasıl buldun?”
“Herkes bulunur dostum, sonsuza dek gizlenemezsin. Dünya küçük, teknoloji sayesinde daha da küçüldü.”
Teko başını sallarken Leo devam etti.
“Babam öldükten sonra şehirdeki bütün kamera kayıtlarını tarayıp görüntülerden tüm şüphelilerin listesini yaptık. Bunlar arasında senin görüntün de vardı. Yüzlerce kişiyi büyük bir titizlikle araştırdık. Eleyerek iz sürmeye devam ettik. Müthiş paralar harcadık. Senin sağ bacağında bir aksama vardı. Bir binadan çıkmış meydana doğru yürüyor ve endişeyle çevreye bakınıyordun. Yüzünü taradık. Ama seni bulmak, kimliğini ortaya çıkarmak çok kolay olmadı. Yıllarımızı aldı. Sonunda izini sürdük ve seni bulduk. Kiralık katil olduğunu öğrenemedik önceleri, ama askerdeki başarılarını, nişancılığını saptadık. Sonra mevcut arabulucularla temasa geçtik. Senin gibi bir adamın tetikçi olup olmadığını soruşturduk. Ama istediğimiz yanıtı alamadık. Kimse seni tanımıyordu. Yalnız bir arabulucu vardı, bir türlü ona ulaşamıyorduk. Sürekli izini kaybettiriyordu. Sonunda bulduk. Seni tanıdığını belirledik. Arabulucuya dudak uçuklatan bir para teklifinde bulunduk. Eğer kabul etmezse ailesini bulup öldüreceğimizi söyleyip tehdit ettik. Küçük kızını ve ailesini kontrol altında tutup onu korkuttuk. Sonunda bize yardımcı olmasını sağladık. Paranın yarısını verince rahatladı. Yarısını da iş bitince vereceğimizi söyledik. İtiraz etmedi. Bülbül gibi öttü ve seninle ilgili her şeyi anlattı. Barbados’ta oturduğunu öğrenince biz de oradan ev alıp yanına yerleştik. Sonra seninle tanıştık ve gerisini biliyorsun. Bu arada arabulucu bize her türlü yardımı yapmaya devam etti tabii. Sana bu işle ilgili mesajları o attı. Son olarak telefonuna gönderdiği mesajda sana yukardaki kata bakmanı söyledi. Aslında onun telefonunu kullanan bendim. Sıra seni suçüstü iş üstünde yakalamaya gelmişti. İşte şu an o an.”
“Yani bu sahte olayı da sen ayarladın, öyle mi?”
“Evet. Özetle her şeyi ben ayarladım. Bu suikast da dâhil tüm senaryoyu ben planladım. Seni ava giderken avlamayı hep hayal etmiştim… Seni babamı öldürdüğün şehirde vuracaktım. Ama öldürmeyecektim. Sen artık yavaş yavaş, acı çeke çeke öleceksin… Ha, o pencerede gördüğün cansız bir mankendi, bilgin olsun.”
“Gabriela da işin içinde miydi?”
“Evet, onun seninle ilişkiye girmesini sağladım. Gabriela evini, her şeyini araştırdı. Sana yakınlaşarak hakkında her şeyi öğrenmeye çalıştı. Yakında senin ziyaretine gelir merak etme! Seni unutamamış, ayrıca sana bir sürprizi olacaktır sanırım.”
Leo kapıya giderken birden durdu.
“Biliyor musun bu keyfi tatmayı çok istiyordum. Sonunda bu amacımı gerçekleştirdim. Hani sen hep sorardın ya ‘Yaşamın anlamı nedir?’ diye. Benim için de yaşamın anlamı buydu işte…Adios dostum!”
“Leo!”
“Efendim!”
“Baban kötü bir adamdı. Bunu biliyorsun değil mi?”
“Hiçbir şey göründüğü ya da sana anlatıldığı gibi değildir. Onu yaşamak lazım. Kötü kim, iyi kim, hiçbir zaman emin olamazsın. Belki sen daha kötüsün… Neyse bunu düşünmek için bol bol zamanın olacak.”
***
Teko hastanede gözünü açtığında Gabriela ona bakıyordu.
“Gabriela!” dedi yavaşça.
“Merhaba Teko!”
Gabriela cebinden bir kimlik kartı çıkartıp Teko’nun gözüne tuttu.
“Mateo’nun Gabriela adında bir akrabası var ama o ben değilim. Benim adım Beatriz Carvalho, Interpol’den… Seni tutuklamaya geldim.”
Teko, Brezilya’da yargılanarak müebbet hapse mahkûm edildi. Cezasını çekmek üzere Sao Paulo’nın ünlü hapishanesi Carandiru’ya nakledildi. Yaşamının yeni anlamı olarak aylarca şunu düşündü:
“Eğer buradan çıkarsam arabulucum olacak o alçağı ibretiâlem olsun diye öldüreceğim…”
Ama Teko çıkamadı. Hapse girdikten yaklaşık altı ay sonra şişlenerek öldürüldü.
Yatağının altında bulunan notta, Türkiye’deki avukatına verilmek üzere bir vasiyetname yazmıştı.
“Eğer üzerime kayıtlı mallarım hâlâ duruyorsa onları Türkiye’deki Çocuk Esirgeme Kurumu’na ve Barbados’ta yaşayan Sandra’ya bırakmak istiyorum.”
Avukatı vasiyetnamesini yerine getirmek için harekete geçti. Uzun uğraşların sonunda bazı malları ve bankadaki paraları kurtarabildi. Ancak Çocuk Esirgeme Kurumu ve Sandra bu vasiyeti kabul etmedi.