Ed Frank, verdiği siparişi getiren garson kıza gülümseyerek teşekkür etti. Tepsideki hamburger pek iştah açıcı görünmese de gecenin bu saatinde ve bu berbat yerde bundan daha iyisini bulamayacağını biliyordu.
Stockwell’den sonra yol iyice tenhalaşmış, o küçük şehirdeki bir kafeye girip akşam yemeğini yemediği için bin kere pişman olmuştu. Boğazına düşkün biri değildi ama açlığa karşı eskiden beri garip bir tahammülsüzlüğü vardı. İki saat boyunca tek bir konaklama yerine rastlamamak tam sinirlerini bozmak üzereydi ki, kırmızı neon ışıklarının aydınlattığı Mickey’in Restoranı karşısına çıkmıştı. O da hemen keyifle direksiyonu kırmış, restoranın önünde duran külüstür bir kamyonetin yanına arabasını park etmişti.
İçeride fazla müşteri yoktu. Sadece şişman bir adam önündeki peynir tatlısını tıkınmakla meşguldü. Herhalde dışardaki külüstürün sahibi oydu. Ed’i görünce ona dik dik bakmış, sonra yeniden tatlısını yemeye devam etmişti.
Ed, cebinden telefonunu çıkarttı. Onu gören garson kız uzaktan seslendi.
“Maalesef burada çekmiyor. Bir yere telefon edecekseniz barın arkasındakini kullanabilirsiniz. Parasıyla tabii.”
Ed başını salladı. “Yok hayır, bir yere telefon edecek değilim. Bu saatte zaten herkes uyumuştur. Saat gece yarısını çoktan geçti. Ben sadece haritaya bakacaktım.”
Garson kız masaya yaklaştı. “Trenton’a mı gidiyorsunuz?”
“Evet. Sanırım daha dört saatlik yolum var.”
“En az beş saat. Ama sizin yerinizde olsaydım sabahı beklerdim.”
“İşte bu imkansız. Sabah sekiz buçukta orada olmam lazım.”
“İş meselesi mi?”
“Evet, bilirsin işte.”
Garson kız bir an durdu. Sonra, ciddi bir sesle, “Bakın,” dedi, “O yol bu saatlerde biraz tehlikelidir.”
Ed, arkasına yaslandı. “Biliyorum, yol dağların üzerinden geçiyor. Bazı tehlikeli dönemeçleri varmış.”
Garson kız, “Onlar önemli değil,” dedi, elini havada sallayarak. “Daha kötü şeyler var.”
Ed, huzursuzca oturduğu yerde kıpırdandı.
“Ya. Ne demek istediğinizi daha açık anlatır mısınız?”
Garson kız, önemli bir konudan söz etmeye hazırlanan birinin tavırlarıyla, “Bayım,” dedi. “Belli ki ülkenin çok uzak bir köşesinden geliyorsunuz. Buralarda olup bitenlerden haberiniz yok. Aklı başında hiç kimse, gece yarısından sonra, sabah güneş doğana kadar o yoldan Trenton’a gitmez burada. Öyle değil mi Fred?”
Fred, az ilerdeki şişman adam olmalıydı ki, bu soruya cevap vermek lütfunda bulundu.
“Kesinlikle. Bu saatte Trenton’a gidenin aklından şüphe ederim.”
Garson kız, Ed’in önündeki boş tabak ve bardağı alıp mutfağa gitti. Az sonra, dumanı üzerinde iki fincan kahveyle geri döndü. Kahvelerden birini Ed’in ününe koydu, kendisi de geçip karşısına oturdu.
“Fred de Trenton yönüne gidiyor. O taraftaki küçük bir kasabaya.”
Külüstür kamyonetin sahibi onlara bakarak, “Grantham!” dedi yüksek bir sesle. “Çuval fabrikası var orada. Her ay en az iki defa giderim.
Eskiden olsa bütün gece yolda olurdum. Ama şimdi, sabaha kadar burada bekliyorum. Güneş doğmadan yola devam etmem.”
Garson kız, Ed’in gözlerinin içine bakarak, “Siz de aynısını yapmalısınız,” dedi. “Güneş doğmadan yola devam etmemelisiniz.”
Ed, “Hiç sanmıyorum,” dedi. “Yola devam etmek zorundayım. Aksi halde işimi kaybederim.”
Garson kız, “Ama,” dedi. “Hayatınızı kaybetmekten daha kötü bir şey değil bu.”
Ed şaşırmıştı. “Ne demek oluyor bu şimdi?” diye sorarken sesinde meraktan çok bir gerginlik vardı.
“O yolda son üç ayda yedi cinayet işlendi,” dedi garson kız, derin bir iç çekerek. “Yedi kişi vahşice öldürüldü. Hepsi de arabalarının içindeydi. Teğmen Brigley benim akrabamdır. O anlattı. Arabalar yolun kenarında sabah saatlerinde bulunmuş. Katil, zavallıları adeta doğramış. Tam bir kan banyosu yani. Brigley, bu işi yapanın bir manyak olduğunu söyledi. Gazeteler seri katil diye yazdı. Cinayetlerin hepsi Trenton dağ yolunda ve gece yarısından sonra, iki ile beş arasında işlenmiş. Manyağın arabaları nasıl durdurduğu, içerisine nasıl girdiği hala bir sır. Üstelik kapıların hepsi kilitliymiş. Arabaların anahtarı da içerdeymiş. Son cinayet bir hafta önce işlendi. Oklahoma’lı bir kadın doktor öldürüldü. Stockwell’e gidiyormuş. Oradaki hastanede çalışmaya başlayacakmış. Zavallıyı kimse uyarmamış gece yola çıkmaması için. Az da olsa ara sıra gelip giden vardı o yoldan ama, son cinayetten sonra, geceleri kimse gitmez oldu. Size tavsiyem, beşe kadar buradan bir yere ayrılmamanız. Güneş beşi on geçe doğuyor. O saatte siz de yola yeniden koyulabilirsiniz.
Ed’in ağzı kurumuştu. Önündeki fincanda kalan kahvenin hepsini bir dikişte içti.
Garson kız ayağa kalktı, boş fincanı alıp barın arkasına gitti, oradan bir gazete tomarıyla geri döndü. Elindekileri Ed’in oturduğu masaya bıraktı. Bunlar yerel gazetelerdi. Trenton Post, Stockwell Star ve StockNews. Hepsinde de az önce dinlediği cinayetlerle ilgili fotoğraflar ve haberler vardı.
Kızın anlattıkları doğruydu. Gerçekten de korkunç cinayetler işlenmişti burada. Ed, içini bir tedirginliğin kapladığını hissetti. Bir an için aklından restoranda üç dört saat pineklemeyi geçirdi. Kahvesini içer, peynir tatlısını yer, biraz da uyurdu. Baltimore’dan beri altı saattir araba kullanıyordu. Dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bunu hayal etmek bile güzeldi ama, müdüründen aldığı talimatı hatırlayınca, kafasındaki hayaller bir anda kayboldu. Arabasının bagajındaki paketleri saat tam dokuzda Bay Mulligan’a teslim etmek zorundaydı. Şirketin prensipleri böyleydi. Bay Mulligan gibi bir müşteriyi kaybetmeyi kimse istemezdi. Rakiplerin müşteri kapmak için fırsat kolladıkları bir piyasada mal teslimatını zamanında yapmamak, Ed’in sonu olurdu. Yeni evinin taksitlerini ödemeye başladığı şu günlerde işsiz kalmayı göze alamazdı.
Hesabı öderken, garson kız, endişeli bir sesle, “Dikkatli olun,” dedi. “Yolda sakın durmayın ve kimseyi arabanıza almayın.”
Ed, başını sallayarak kıza göz kırptı. “Merak etme. Zaten oyalanacak zamanım yok.”
Arabasını çalıştırıp park yerinden ayrıldı. Anayola girmeden önce, garson kızla şişman adamın, restoranın dışına çıktıklarını gördü. Onu izliyorlardı. Sanki bir sirk cambazına bakar gibi bakıyorlardı.
Ed, “Lanet olsun!” dedi ve gaza bastı. Farların beyaz ve güçlü ışığının aydınlattığı ıssız yolda onunkinden başka tek bir araç yoktu. Radyonun düğmesini çevirdi. Bir müzik istasyonu buluncaya kadar kurcaladı. Sonunda, Chris Rea’nın sesi hoparlörden duyuldu. Road to Hell çalıyordu. Ed, “Ortama bundan daha uygun bir şarkı olamazdı,” diye düşündü.
Bir göl kıyısından geçerken saate baktı. Üç buçuktu. İki saattir direksiyon başındaydı. Zaman ilerliyor, fakat yol bitmek bilmiyordu. Aksi gibi, bir de yağmur yağmaya başlamış, görüş mesafesi kısaldığından hızını düşürmek zorunda kalmıştı.
İşte tam bu sırada biri çıktı karşısına. Bir adamdı bu ve yolun tam ortasında duruyordu. Farların ışığında onu elleri havadayken bir an için görebildi sadece. Sonra ani bir refleksle direksiyonu sola kırdı ve yolun kenarındaki çamura saplanarak durdurabildi arabayı. Her şey çok hızlı olup bitmiş, ne olduğunu anlayamamıştı. Birinin cama vurduğunu duyuncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Kapıyı usulca açtığında karşısında sırılsıklam olmuş, temiz yüzlü –hatta buna bebeksi bile denebilirdi- genç birini gördü.
Adam nefes nefeseydi ve kesik kesik konuşuyordu. “Kusura bakmayın, benim yüzümden oldu. Öyle durmamalıydım orada. Ama ne yapayım? Başka çarem yoktu.”
Ed yavaş yavaş kendine geldi. Olup bitenleri hatırladı. “Deli misiniz siz? Ne işiniz var orada? Az kalsın size çarpabilirdim. Canınız mı susadınız?”
Adam, yüzündeki yağmur damlalarını kolunun tersiyle silerek, “Haklısınız,” dedi. “Ama başka çarem yoktu. Sizi başka türlü durduramazdım.”
Ed, birden kendisini toparladı. Garson kızın anlattıkları gelmişti aklına. Adamın gözlerine baktı. Masmaviydi ve bir kedininki gibi parlıyorlardı.
Adam, Ed’in aklından geçenleri anlamışcasına, “Endişelenmeyin,” dedi. “Size bir kötülük yapacak değilim.”
Ed sordu. “Ne istiyorsunuz? Para mı?”
“Saçmalamayın. Ben sizden sadece bana yardım etmenizi istiyorum.”
Ed, kapıyı kapatıp oradan derhal uzaklaşmayı düşündüyse de arabayı saplandığı çamurdan tek başına kurtaramayacağını hatırlayarak bundan vaz geçti.
“Tamam,” dedi. “Size yardım ederim ama önce arabayı şuradan çıkartalım. Arkaya geçip biraz iter misiniz?”
Genç yabancı, mavi gözleriyle Ed’e dik dik baktı. “Sakın bana oyun oynamayın,” dedi. “Arabayı iteceğim ama arkadan değil, yandan. Kapı da açık olacak. Beni burada bırakıp gitmenize göz yumamam.”
Dediği gibi yaptı. İş bitince arabaya bindi, arka koltuğa oturdu, kapıyı kapattı ve “Hadi artık gaza basın,” dedi telaşlı bir tavırla. “Çok geciktim.”
Arabayı asfalta çıkartan Ed, yabancıyı dikiz aynasından süzerek, “Sorun nedir? Neden beni durdurdunuz?” diye sordu.
“Arabam yolda kaldı,” genç adam. “Nerdeyse bir saattir yürüyorum. Ne bir araba geçti, ne bir ışık gördüm yolun kenarında.”
“Peki, benim ne yapmamı istiyorsunuz?”
“Stockwell’e gitmemizi sağlayacak en yakın yerleşim yerine bizi götürmenizi.”
“Biz mi?”
“Evet. Beni ve karımı.”
“Karınızı arabada mı bıraktınız?”
“Ya ne yapaydım? Benimle birlikte yürütse miydim?”
“Şey… Yani, gece yol ıssız. Tehlikeli olabilir.”
“Başka çaremiz yoktu. Hem arabanın kapıları kiltli. Karım, benden başka kimseye açmaz kapıyı.”
“Yoksa siz de mi Stockwell’deki hastaneye gidiyorsunuz?”
“Evet. Nereden anladınız?”
Ed, cevap vermedi. Bu genç adam onunla oyun mu oynuyordu yoksa aptalın biri miydi? Stockwell’e gidiyormuş, arabası bozulmuş, karısını arabada bırakıp bir saat yardım bulmak için yürümüş… şimdi bunlara inanmalı mıydı? İnsan karısını,hem de böyle ıssız ve tehlikeli bir yolda, üstelik gecenin bu saatinde nasıl yalnız bırakır? Neden arabada birlikte kalmadılar? Pekala sabahı bekleyebilirdi. Nasıl olsa bir araç geçer, onlara yardım ederdi. Evet, evet, bu genç yabancının anlattığı hikaye çok saçmaydı.
Yağmur hala devam ediyor, silecekler çalışıyor, araba hafif bir homurtuyla ilerliyordu. Ed, durumdan hoşnut değildi. Yabancının suskunluğu onu rahatsız ediyordu. Dikiz aynasından tam seçemiyordu ama gene de yüzünün düzgün hatlarını fark edebiliyordu. Yakışıklı bir adamdı. Gezetelerin yazdığı bebek yüzlü denen tiplerdendi. Tıpkı katiller gibi. Bebek yüzlü katiller…
Bir şeyler yapmalıydı. Duruma hakim olmalı, kontrolü ele geçirmeliydi. Adam doğru söylüyor da olabilirdi. Belki gerçekten arabası yolda kalmıştı ve karısı da içinde onu bekliyordu. Eğer böyleyse, kadının yerinde olmak istemezdi doğrusu. Belki de herşey yalandı ve bu masum suratlı herif ona bir tuzak kurmuştu. Allah kahretsin. Bu adamı arabasına almamalıydı. Restorandaki garson kız ona sıkı sıkı tembih etmişti oysa.
Bu adamın, Trenton yolundaki seri cinayetleri işleyen katil olmaması için hiçbir neden yoktu. Apansız ve olmadık bir yerde karşısına çıkmış, arabasına binmişti. Herhalde diğer kurbanlarını da buna benzer biçimlerde kandırmış olmalıydı. Yolda kalmış birine yardım edecek merhametli bir insan mutlaka eninde sonunda çıkardı. Çıkmasa bile ona yaptığı gibi zorla durmalarını sağlamış olması da akla uygundu.
Neden hiç konuşmuyordu acaba? Belki de yorgundu. Gerçekten yağmurun altında bir saat yürümüşse bitkin olması normaldi. Ama eğer katilse, son cinayetini nasıl işleyeceğini tasarlıyor da olabilirdi. Bu düşünce, Ed’in içini titretti. Sinirlerine hakim olmalı ve hemen bir plan yapmalıydı. Birden, torpido gözündeki büyük tornavida aklına geldi. Tamam, bu işine yarayabilirdi. Ama onu oradan nasıl alacaktı?
“Kurulanmak için kağıt peçete ister misiniz?”
Peçeteler torpido gözündeydi. Eğer bu bahaneyle oraya uzanabilirse, tornavidayı da alabilirdi.
Arkadan tek kelimelik bir cevap geldi.
“Hayır.”
Ed’in duymak istemediği bir cevaptı bu. Normal biri olsa isterdi. Ancak aklında başka şeyler olan biri, mesela bir katil, umursamazdı sırılsıklam bir vaziyette arabanın arka koltuğunda oturmayı.
Ed, tam panik atak geçirmek üzereyken arkadaki, “Birkaç tane alayım,” dedi.
Yabancının fikrini değiştirdiğini düşündü Ed. ‘Hata yaptığını fark etti herhalde’, diye geçirdi içinden. ‘Kendisinden kuşkulanacağımı anladı. Zaman kazanmak istiyor.’
Uzanıp torpido gözünü açtı. Elini iyice soktu içine. Hay Allah, nerdeydi şu tornavida?
Sonunda buldu. Usulca alıp ceketinin cebine yerleştirdi. Sonra peçete kutusunu arkaya uzattı.
Aradan beş dakika geçmemişti ki, yabancı, “Tamam,” dedi. “Şu ilerdeki köprüyü geçtikten sonra sağa yanaşın.”
Ed, köprüyü görmüştü. Demek planın uygulanacağı yer burasıydı. Artık ne olacaksa olacak ve bu iş burada bitecekti. Sağ elini yavaşça ceketinin cebine doğru götürdü. Kendisini güvende hissediyordu. Üzerinde gizlediği bir silah yoksa, bu bebek yüzlüyle çok kolay başa çıkabilirdi. Bundan emindi.
Ed, arabanın hızını azalttı. Köprünün sonuna gelince durdu. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Yolun diğer tarafında park etmiş bir araç vardı.
“İşte, karım orada,” dedi yabancı adam.
Aynı anda arabadan indiler. Yolun kenarındaki araca doğru koştular. Arabanın kapılarını açmaya çalıştılar ama kilitliydi. Gördükleri manzara ise korkunçtu. Ed, dehşet içinde arabanın içine baktı. Midesi bulanıyor, gözleri kararıyordu. Çıldırmış gibi çığlıklar atan genç adamın bütün anlattıkları doğruydu. Karısını arabada bırakmış, kendilerine yardımcı olacak birini bulmak için dakikalarca yürümüştü. Ve şimdi, geride bıraktığı o arabanın içi adeta bir kan banyosu halindeydi. Genç kadının cesedi arka koltukta yığılıp kalmıştı.
Ed, dehşet içinde arabada elleri kan içinde bir başka kişinin daha olduğunu farketti.
Katil oradaydı. Arabanın içindeydi…
Ve Ed, herşeyi birden anladı. Gerçeği tüm çıplaklığıyla gördü.
Ama artık çok geçti…
Hikâyemiz burada bitmiyor elbette.
Bundan sonrasını siz yazacaksınız.
Hikâyede verilen ipuçlarından yararlanarak, katilin, içerden kilitli arabaya nasıl girdiğini ve kadını nasıl öldürdüğünü eğer tahmin edebiliyorsanız cevabınızı bize yazınız.
Doğru cevabı veren okurlarımızdan üçü bizden Çağatay Yaşmut‘un Şarkılar Susunca isimli romanını kazanacak.
Herkese bol şans.