“… Anlatayım. Onu yakından bir kere görmüştüm. Albayın evinde. Her şey aslında o gün başladı.
Öğleden sonraki briç partisine geç kalmak üzere olduğumu fark edince çiçek tarhımın son düzenlemelerini yapıp eve girdim. Giderken takacağım şapkayı kutusundan çıkarıp fırçalayan oda hizmetçim Elsa, akşam yemeği için hazırlığa girişen aşçı kadına yardım ediyordu. Ona seslenmeden hızla hazırlandım. Evden çıkar çıkmaz rahibin karısı ile burun buruna geldik. Koşturmaktan yanakları kızarmıştı. Yüzünde beni gördüğüne şaşırmış gibi bir ifade vardı. Aslında her zaman yüzünde şaşkın bir ifade ile gezerdi. Yaza veda partisinin son davetiyelerini dağıttığını söyledi. Tüm kasaba bütün bir yaz bu parti için hazırlanmıştı. Kasabanın seçkin kadınları terzilerine yeni elbiseler sipariş etmişlerdi. Kısa, uzun, dalgalı, düz peruklar hazırlatılmıştı. Kasabada yeni olduğumdan daha önce hiç katılmadığım parti için ben de heyecanlanmaya başlamıştım. Yeni romanımı yazmak için geldiğim bu kasabanın halkı bir anda bana kucak açmış her türlü etkinliğe ısrarla çağırmaya başlamışlardı. Hele doktorun eşi hayır cevabını asla kabul etmiyordu. Etine dolgun neşeli bir kadındı. Kasaba ile ilgili tüm dedikoduları ondan öğrenebilirdiniz. Briç toplantısındakilerin de tek konuştuğu şey bu partiydi, o gelene kadar. Albay, Bayan Rutherford’u da briçe davet etmişti. Oyuna katılmadı, izlemekle yetindi. Çok sessiz bir kadındı. Mutsuz olduğunu düşünmüştüm. Oyunun sonunda ev sahibi bize bahçesini gezdirirken, onun bir köşede Bay Rutherford’un genç sekreteri ile tartıştığını gördüm. Sonrasında kimseye açıklama yapmadan gitmişti.
Beklenen gün geldiğinde olacakları bilmeden tüm kasaba Bay Rutherford’un köşkünün devasa bahçesinde toplanmıştık. Ünlü romancı Ariadne Oliver da davetliler arasındaydı. Albay Smith’in anlattığı safari maceralarını dinler gibi görünüyordu. Albay iyi bir anlatıcı değildir. Bayan Oliver’ın çok sıkıldığına bahse girebilirdim. Onunla tanışmak için bir fırsat arıyordum. Kitabım için bana yardımcı olabilirdi. Ona soğuk bir içecek götürebilirim diye düşündüm. İçeceklerin olduğu çadıra yaklaştığımda komik bıyıkları olan bir yabancıya çarptım. Adam eğilerek selam verdi. Tam ondan özür dilerken evin hanımının çığlığını duyduk. Herkes çığlığın geldiği pencereye doğru bakıyordu. Fransız olduğunu tahmin ettiğim yumurta kafalı adamın bakışları ise benim omzumun üzerinden arkamda kalan kamelyaya takılmıştı…”
Yukarıdaki satırları okurken aklınızda bir yazar ismi canlandı mı? Hafif bir çağrışım? Canlanmadıysa aralara serpiştirdiğimiz anahtar kelimelere aşina değilsiniz demektir. Biraz daha ipucuna ne dersiniz?
Yazarımızın kitaplarındaki kasabalar, kasabaların kendi içinde birbirini yakından tanıyan halkı, onların arasındaki karmaşık ilişkiler ya da gizemli geçmişler; 1900’lü yılların ilk yarısında İngiltere’deki yaşama dair birçok ipucu barındırır. Bu kasabanın/köyün mutlaka rahibi, doktoru hatta bunların ilginç eşleri olmalıdır. Egzotik yerlerde bulunmuş emekli askerimizi, suratsız, aksi ve zengin aristokratımızı, onun hovarda yeğeni ya da mirastan pay uman kardeşini, bir zamanlar sahnenin tozunu yutmuş olan güzel ama sinirleri bozuk bir kadını da ekledik mi neredeyse karakterleri tamamladık sayılır. Az daha atlıyordum, çalışanlar… Zengin amcamızın sadık ve becerikli sekreterini, çocuklarının gizemli dadısını, öldürüldüğünde çığlık atarak cesedini bulmak için hazır bekleyen hizmetçi kızı, emektar kâhyayı unutmamalı. Bir de maktul olan zengin amcamızın evi yolgeçen hanı gibi olmalı. Bir zamanlar Afrika’dayken tanıştığı biri aylarca o köşkte konuk olarak kalabilmeli, hatta evin genç hanımı ile flört edebilmeli mesela. Kuzeninin karısının kardeşi gibi ne alaka diyeceğiniz bir genç kız, evin içinde narin nazenin gezebilmeli ve duymaması gereken konuşmalara şahit olabilmeli. Kadınlar, hisli, hassas, kırılgan; erkekler cesur, centilmen ve mağrur olmalı. Evin bakımlı bir bahçesi, bahçede çardak ya da kamelyası olmalı. Köşkün içinde çok güzel tablolar ve antika mobilyalar sergilenmeli. Cinayete, gizli konuşmalara ya da son açıklama toplantısına mekân olması için evimizin olmazsa olmazı kütüphanesi de unutulmamalı. İyi niyetli ama pek de akıllı olmayan Scotland Yard müfettişimiz soruşturmanın başında Poirot’ya ukala yabancı muamelesi yapmalı ya da Miss Marple’ı küçümsemeli, sonuçta ise kaderine razı olup ne denirse onu yapmalıdır.
Kasaba olmazsa bir tren, gemi ya da uzak bir ülkede bir otel de mekânımız olabilir. Sonradan görme zenginlerin leydiler tarafından hor görüldüğü, gizemli bir yabancının ufak bir deftere sürekli notlar aldığı, güneşten faydalanılan balkonlarda çayların içildiği, kimin odasına kimin girip çıktığı belli olmayan otelde peş peşe gelen ölümler… Bilindik karakterler arasında gözler bir ismin üzerinde toplanmışken ortaya çıkan masum görünüşlü katiller…
Hala bulamadıysanız siz hiç Agatha Christie okumamış olmalısınız. Polisiyenin kraliçesi Agatha Christie kitaplarının sıkı hayranları, kitabın adı ya da yazarı gizlenmiş olsa bile, daha ilk satırlarda o kitabın bir Agatha eseri olup olmadığını anlayabilirler. Yazarın öyle kendine özgü anlatım tarzı vardır ki son zamanlarda piyasada “Polisiyenin Yeni Kraliçesi” olarak lanse edilen, Monogram Cinayetleri kitabında Poirot karakterini kullanan Sophie Hannah bile, her ne kadar Belçikalı dedektifimize oldukça sadık kalsa da, o özgünlüğe ulaşamamıştır. Agatha kitaplarında var olan lezzet biraz da yazarın klişelerinden gelir. Yukarıda bahsettiğimiz anahtar kelimelere benzer klişeler…
Tüm kitaplarında yaşamın böyle olmadığını biliyoruz elbette. Eğer yazarın hayranıysanız lütfen itiraf edin, yukarıdaki satırlar gerçekten çok tanıdık gelmedi mi? Klişeleri olsa da, bazıları birbirini anımsatsa da yayınlanışının üzerinden geçen onlarca yıla rağmen Agatha kitapları yeri kolay dolmayacak klasiklerdir. Yazının başında biraz denediğimden biliyorum; Agatha olmak hiç de kolay değil!