Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

CASUS EDEBİYATINDA KARAKTERLER GEÇİDİ -1

Diğer Yazılar

Bülent Tunga Yılmaz
Bülent Tunga Yılmaz
1975 yılında Samsun’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi, sosyoloji ve kültürel çalışmalar alanında lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı. Weitz Center for Sustainable Development’dan Yerel Kalkınma ve Kamu Yönetimi konusunda diploması bulunuyor. Çalışmaları ağırlıklı olarak AB-Türkiye İlişkileri, toplumsal araştırma, akademi-endüstri ilişkileri ve proje yönetimi alanında yoğunlaşan Yılmaz evli ve Kerem isminde bir çocuk babasıdır. Aİlesiyle birlikte Dubai’de ikamet etmektedir.


Casus edebiyatı söz konusu olduğunda, türün hayranı sağlam bir okuyucu olsun olmasın hemen herkesin aklına tek bir karakter gelir: James Bond. Bu çok anlaşılabilir bir durum; keza Bond karakteri konu olduğu filmler, bu filmler etrafında oluşturulan fantezi ve casusluk dünyasıyla nerdeyse özdeş hale gelmiş modern zamanların en önemli popüler kültür ikonlarından biridir. Öte yandan Bond elbette bu dünyanın tek kurmaca karakteri değil. Onun dışında da casus edebiyatına damga vuran bir dizi önemli karakter mevcut.

Bond’un ardından, özellikle türün meraklıları dışında iyi sinema seyircilerinin bile hemen aklına gelen ve casus edebiyatının en büyük ismi olarak kabul edilen, John Le Carre tarafından yaratılan George Smiley var. Casus edebiyatının en çok tanınan bu iki karakteriyle kapsamlı bir analiz daha önce Dedektif Dergi’de yayınlanan John Le Carre, Ian Fleming’e veya George Smiley, James Bond’a Karşı: Casuslar Dünyasında Gerçek ve Fantezi başlıklı yazımda bulunabilir.

Flemming’in tüm romanları Bond üzerine kuruludur. Le Carre ise Smiley’in ana veya yan karakter olarak yer aldığı toplam on bir adet ‘Smiley romanı’ yazmıştır ama doğrudan Smiley ile özdeşleştirilemez. Buna karşın Bond, yaratıcısını da aşmış; ondan bağımsız bir kimliğe bürünmüştür. Bugün yoldan geçenlere sorulsa önemli sayıda insan en az birkaç Bond filmi seyrettiğini söyler ama Bond karakterini kimin yarattığını bilemeyecektir. Daha da ileri gidersek Ian Flemming adını hayatı boyunca hiç duymamış ama Bond filmlerini büyük bir merakla takip etmiş ciddi sayıda insanla da karşılaşırız. Smiley ise türün ve iyi filmlere meraklı bir avuç seyircinin bilebileceği ama türe katkıları, bence Bond’dan daha fazla olan bir hayali kahramandır.

Türe damga vurmaktan söz etmişken bu iki karakter dışında casus edebiyatının bir başka büyük karakterinden de söz etmek gerekir. Bu karakterin casus edebiyatının tümden değişmesine; onun saygın bir edebi tür olarak kabul edilmesi ve ciddiye alınmasına katkıları büyük olmuştur. Peki kimdir bu casus edebiyatın en büyükleri arasında yer alan hayali karakter? Pek çokları için bu türün gelmiş geçmiş en büyük yapıtı olan The Spy Who Came in from the Cold’un anti-kahraman karakteri Alec Leamas. Leamas, kaybeden, alkolik, ahlaki açıdan sorunlu bir anti-kahramandır ve bir ajandan/casustan çok varoluş sıkıntıları içinde yaşamın anlamını yitirmiş bir orta kademe gangstere benzer. Sadece şu sözleri bile onu casus edebiyatının en derinlikli, dolayısıyla da analize ve anlamaya değer karakteri haline getirir:

“Casusların ne halt olduğunu sanıyorsun? Tanrının veya Karl Marx’ın sözlerine aykırı olarak yaptıklarını ölçen ahlak filozofları mı? Hayır değiller… Onlar sadece benim gibi bencil p.çlerdir: Küçük insanlar, ayyaşlar, ne idüğü belirsiz, kılıbık kocalar; kokuşmuş yaşamlarını kovboy-kızılderilicilik oynayarak parlatmaya çalışan memurlar… Onların keşiş gibi bir hücrede oturup yanlış karşısında doğruyu tarttıklarını mı sanıyorsun?”

Alec Leamas, elbette bu dizide ilk karakter olarak yer alacak ve bir sonraki yazım onun analizi üzerine olacak.

Casus edebiyatında Bond, Smiley ve Leamas dışında iz bırakan karakterlerden bazıları sadece meraklıları tarafından bilenmekte; bu yüzden de bu karakterlerin popülerlikleri türün okuyucularıyla sınırlı kalmaktadır. Kimi karakterlerse Bond kadar olmasa da özellikle sinema ve televizyon sayesinde geniş bir kitleye ulaşmayı başarmıştır. Bu sayıda casus edebiyatına damgasını vurmuş bazı önemli karakterlerin analizlerini yapmaya çalışacağım bir yazı dizisine başlıyorum. Giriş niteliği taşıyan bu ilk yazıda genel olarak bu karakterlerden ve yaratıcılarından kısaca bahsetmeyi; bu karakterleri kısaca tanıtarak literatürdeki önemlerinin altını çizmeyi amaçlıyorum. Yazı dizisinde sadece edebiyat alanında yaratılmış karakterleri ele alacağım. Yoksa söz konusu casus ve ajanlar olduğunda doğrudan televizyon ve sinema için yaratılmış onlarca karakterden söz edebiliriz ve bunların büyük çoğunluğu bulundukları mecranın da avantajıyla geniş kitleler tarafından tanınmışlardır. Dolayısıyla casus/ajan karakterlerinden bahsederken en azından bilgi vermek amacıyla sinema ve televizyon dünyasında yaratılan bu karakterlerden söz edilmelidir diye düşünüyorum.

60’larda büyük bir popülerliğe ulaşan ve Diana Rigg’i Emma Peel rolü ile bir ikona çeviren The Avengers dizisinin John Steed – Emma Peel ikilisi; soğuk savaş sırasında Rus ve Amerikan gizli servislerinin bir araya gelerek oluşturdukları hayali teşkilat U.N.C.L.E operasyonlarını anlatan The Man from U.N.C.L.E dizisinde ve sonrasında sinema uyarlamasında  beraber çalışmak zorunda kalan Rus Illya Kuryakin ve Amerikalı Napoleon Solo; dokuz sezon devam eden ve post-9/11 sonrasındaki yeni dünya düzenini anlatan Homeland Serisi’deki Carrie Mathieson; her sezonu 24 saatlik bir günü anlatan ve bu özelliğiyle televizyon tarihine geçen aksiyon dizisi 24’deki operasyon ve saha ajanı Jack Bauer; beş sezon ve 105 bölümlük ABC dizisi Alias’ın başrolündeki çift taraflı ajan Sydney Bristow; İngiliz centilmenleri görüntüsü altında dünyanın en iyi ajanlarını anlatan ve çizgi-roman estetiğiyle genç kuşaklarla da buluşan Kingman’deki Harry Hart; ‘Amerikan günlük yaşamına sızmış Rus’ paranoyasını ekrana yansıtan yoğun gerilimli The Americans’ın Elizabeth – Philip Jennings çifti; apokaliptik bir Berlin’de geçen soğuk savaş öyküsü Atomik Blonde’da seksi ama ölümcül Lorraine Broughton ve elbette imkansız operasyonların ajanı; her görevi “sonunu düşünen kahraman olamaz” diyerek kabul eden IMF (Impossible Mission Force) üyesi Ethan Hunt beyaz perde ve ekrana yansıyan ve iz bırakan casuslar/ajanlar arasında ilk akla gelenler olarak sıralanabilir.

Espiyonaj yazını söz konusu olduğunda ana karakterler yanında yan karakter geçidinden de bahsedebiliriz. Bunlar Bond’un M’i veya Felix Leiter’ı veya Smiley’nin yanındaki Jim Prideaux veya Peter Guilliam gibi üzerlerine roman yazılacak derecede derin karakterlerdir. Bu dizide bu kadar detaya inmeyip sadece ana karakterler üzerine odaklanacağım.

Bu yazının asıl konusuna, yani espiyonaj edebiyatının önemli karakterlerine gelirsek:

Benim bu yazı dizisi için seçtiğim ve dolayısıyla da kişisel görüşüme göre casusluk literatüründe Bond ve Smiley dışında önemli izler bırakan beş karakter şöyle:

Harry Palmer

Yemek kitapları ve tarih üstüne de kitaplar yazmış olan İngiliz yazar Len Deighton (tam adıyla Leonard Cyrill Deighton) 1962 yılında, Fransa’da tatildeyken bir casus romanı yazar: The IPCRESS File. İsimsiz, işçi sınıfından gelen; her yanıyla Bond’un tam bir anti-tezi olan ve bir anti-kahramanın bütün karakteristik özelliklerini taşıyan bir İngiliz gizli servis ajanının macerasını anlatan bu roman büyük bir ticari ve edebi başarı kazanır. Bu yapıttan sonra Deighton, – roman sadece üç ülkede, ABD, Birleşik Krallık ve Fransa, 2,5 milyondan fazla satmıştır – aynı kahramanın yer aldığı dört roman daha yayınlar: Horse Under Water (1963), Funeral in Berlin (1964), Billion-Dollar Brain (1966) ve An Expensive Place to Die (1967). Bu romanlar da benzer derecede başarı kazanır. Deighton edebi yeteneği, türe getirdiği yenilikler ve yapıtlarındaki sofistike anlatı teknikleriyle John Le Carre, W. Somerset Maugham, Eric Ambler ve Graham Greene ile aynı kategoride değerlendirilir. Öte yandan, Flemming ve onun Bond karakterinde olduğu gibi benzer bir süreç Deighton ve isimsiz karakteri için de geçerli olur: Yazar, karakter ve romanlar dünya çapında popülerliğe ve kült seviyesine sinema ve filmler sayesinde ulaşır. Karakterin ‘Harry Palmer’ adını almasının, edebiyatın sınırları dışına taşan bir üne kavuşmasının ve Michael Cain’in de sayesinde bir büyük 60’lar fenomenine dönüşmesinin hikayesi sadece Harry Palmer’a ayıracağım dizinin üçüncü yazısında.

CASUS EDEBİYATINDA KARAKTERLER GEÇİDİ -1 1
Michael Cain, Harry Palmer rolünde…

Quiller

İngiliz romancı ve oyun yazarı Elleston Trevor, ki en bilinen yapıtı sinemaya da uyarlanan The Flight of the Phoenix romanıdır, ismini (gerçek ismi değil kod adıdır) bir başka büyük İngiliz yazar Sir Arthur Quiller-Couch’tan alan bir gizli ajan karakteri yaratır ve bu karakter üzerine bir dizi roman yazar. Bunlardan özellikle The Berlin Memorandum (1965) casus edebiyatının en önemli başyapıtları arasında yer alır. Quiller, sofistike ve düşünsel metodlar kullanan; silah taşımayan ama çok usta bir şoför, pilot, dilbilimci ve savunma sanatlarında olağanüstü bir ustalığa ulaşmış çok özgün bir karakterdir. Romanlarda özellikle fiziksel mücadeleler önemli bir yer tutar. Quiller, Palmer kadar olmasa Bond’un anti-tezi bir karakterdir. Silah kullanmaması (özel tabancası Walther PPK adeta bir fetiş nesnesidir Bond için), kaba güçten ziyade sık sık sofistike, düşünsel metodlara baş vurması ve Bond’un aksine son derece kötü/çekici olmayan mekan ve coğrafyalarda faaliyet göstermesi onun anti-Bond bir karakter olarak değerlendirilmesine olanak tanır. İlginçtir, Trevor 1965-1996 arasında toplam 19 Quiller romanı yazmasına rağmen sadece ilk roman The Berlin Memorandum yayınlanmasından bir sene sonra 1966’da The Quiller Memorandum adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Senaryo uyarlaması Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İngiliz oyun yazarı Harold Pinter tarafından yapılan ve Oscar, Altın Palmiye, Altın Küre ödüllü ünlü İngiliz yönetmen Michael Anderson tarafından yönetilen filmde Quiller Amerikalı olarak aktarılır. Quiller, ünlü Amerikalı Oyuncu, Oscar adayı, Altın Küre sahibi George Segal tarafından canlandırılır ve filmde Alex Guiness, Max von Sydow ve George Senders gibi sinema tarihin en efsanevi oyuncuları arasında yer alan özel isimler de yer alır. Bond filmlerinin bestecisi, efsane John Berry’nin müzikleri de filme ayrı bir stil ve atmosfer sağlar.

CASUS EDEBİYATINDA KARAKTERLER GEÇİDİ -1 2
George Segal, Quiller olarak 1966 yapımı The Quiller Memorandum‘da…

Sam McCready

Sam McCready, casus edebiyatına ve popüler kültüre ‘Çakal’ karakterini armağan etmiş; aralarında The Day of Jackel, Odessa File, The Fourth Protocol, The Dogs of War ve The Fist of God gibi önemli yapıtlarının da olduğu 12’den fazla romanı sinemaya uyarlanmış ve yapıtları 30’dan fazla dilde 100 milyona yakın satmış İngiliz casus ve gerilim yazarı Frederick Forsyth’un yarattığı bir karakterdir. McCready’nin bu listede yer alan karakterler arasında önemli bir farkı vardır: Forsyth bu karakteri İngiliz ITV televizyonu için hazırladığı ve toplamda altı adet televizyon filminden oluşan Frederick Forsyth Presents serisi için yaratmıştır. 1989-90 yıllarında yayınlanan bu serinin ardından da Forsyth 1991 yılında McCready’nin ana karakter olduğu The Deceiver adlı romanı yazmıştır. Başka bir deyişle önce televizyon için yaratılmış; romanı sonradan yazılmıştır. Romanın adı, İngiliz Gizli Servisi’nin Aldatma, Dezenformasyon ve Psikolojik Operasyonlar Birimi’nin yöneticisi McCready’nin kurallara uymamasına rağmen başarılı olmasından dolayı aldığı ‘The Deceiver’ (aldatıcı) lakabından gelir. Romanın adı aynı zamanda Soğuk Savaş döneminde ajanlarının kuralların dışında çıkmasına operasyonların başarıyla sona ermesi durumunda ses çıkarmayan Gizli Servis’in Soğuk Savaş’ın bitmesi ardından faaliyetlerini yeniden tanımlama sürecinde bu ajanlara birer ders vermek istemesi ve onları kullandıktan sonra bir kenara atmasının bir tanımlaması olarak da okunabilir. Roman aynı zamanda İngiliz Gizli Servisi içinde ve Servis’in İngiliz Hükümeti ile ilişkisinde yaşanan kişisel çekişmeleri; CIA ve onun İngiliz Gizli Servisi içindeki destekçilerinin teknolojinin yoğun kullanımını öneren yenilikçilerin ‘modern’ ve ‘yenilikçi’ espinonaj yöntemleri ile başını McCready’nin çektiği ve bu yeni yöntemlerin yeterli olmayacağı ve aldatılmaya yol açabilecek açıklar barındırdığından dolayı insana ve saha operasyonuna dayalı eski tarz haber alma yöntemleri de korumak isteyen gelenekselciler arasındaki yaklaşım farklarını da tartışır. Forsyth için bu tema diğer bazı önemli romanlarında (özellikle The Fist of God) da yer alan önemli bir konudur. Romanın sonunda Forsyth çok sağlam bir öngörü ile Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte başlayan yeni dünya düzeninde de başka dertler ve sorunlar olacağını; dolayısıyla da espiyonaj faaliyetlerinin alan ve boyut değiştirerek devam edeceği mesajını verir. Bu öngörüsünde onun uzun yıllar bir dış haberler ve diplomasi muhabiri olarak çalışmasının; dünyanın farklı bölgelerindeki çatışmaları (özellikle bütün dünyada bir muhabir olarak tanınmasını sağlayan 1967-70 Nijerya İç Savaşı) yakından izlemesinin de etkisi büyüktür. Forstyh gerek İngiliz Gizli Servisi içindeki hizipleşmeyi gerekse de Soğuk Savaş sonrası dünyayı anlaması ve anlatması açısında John Le Carre ile benzerlikler taşır. Ayrıca yıllar sonra Nijerya’daki dönemde gönüllü olarak MI-6 için çalıştığını itiraf eder. O da Le Carre kadar olmasa da belli düzeyde işin mutfağına hakimdir.

CASUS EDEBİYATINDA KARAKTERLER GEÇİDİ -1 3
Frederick Forsyth Presents tv dizisinden bir sahne.

Jason Bourne

Jason Bourne bu listede bulunan diğer kahramanlardan farklı olarak haberalma alanında çalışan bir ajandan ziyade bir operasyon adamı, bir katildir.  Tüm bu karakterler içinde Bond’a en yakın olandır ama onunla arasında çok önemli bir fark bulunur. Bond filminde onun öldürme yetkisi ile ilgili olarak vurgulanan bir olgu vardır: “Öldürme yetkisi aynı zamanda bir öldürmeme yetkisidir de. Dolayısıyla 00 ünvanı taşıyan bir ajan tetiği çekmek kadar çekmeme kararını da alabilmelidir.” Bourne sadece ve sadece tetiği çeksin diye yetiştirilmiş ve sadece bu misyonla bir dizi bio-kimyasal süreç sonunda adeta bir robota, bir tür ekipmana dönüştürülmüş, istihbarat dünyasındaki tabiri ile, bir varlıktır (asset). Jason Bourne karakteri, gerilim edebiyatının en çok satan yazarları arasında ilk sıralarda yer alan Robert Rudlum’un 1980 yılında yayınlanan The Bourne Identity romanı ile doğmuştur. Rudlum 1980-90 arasında Boune Triology  olarak da bilinen üç adet Bourne romanı yazmıştır. Ludlum’un 2001’deki ölümünden sonra seriyi bir diğer ünlü yazar Eric Van Lustbader devam ettirmiş ve 11 adet Bourne romanı kaleme almıştır. Lustbader sonrasında da seri bir başka ünlü psikolojik gerilim yazarı Brian Freeman ile devam etmiştir. Toplamda 18 Bourne romanı yayınlanmıştır.

CASUS EDEBİYATINDA KARAKTERLER GEÇİDİ -1 4
Jason Bourne, sinemada Mat Damon’un hayat verdiği bir karakter oldu.

Jason Bourne’ın asıl adı David Webb’tir. Vietnam’da görevli bir Amerikalı Dışişleri görevlisiyken Vietnam Savaşı sırasında bir bombalamada ailesini kaybetmiş ve sonrasında da bir arkadaşının aracılığıyla CIA’in elit ölüm timi Medusa’ya katılmıştır. Bourne Vietnam Savaşı sonrasında, ölü olarak ilan edilmesine rağmen, acımasızlığı ve operasyonlardaki başarısı yüzünden CIA’in gizli operasyon programı Treastone kapsamında görevlendirilir. Bir operasyon sırasında Akdeniz’de seyreden bir yatta vurulur ve denize düşer. Bir süre sonra İtalyan balıkçılar tarafından kurtarılır ama yeniden yaşama döndüğünde hafızasını kaybetmiştir; geçmişine dair hiçbir şey hatırlamamaktadır. Tüm Bourne serisi, işte Jason Bourne’un geçmişi hatırlama ve onun bu hale gelmesine neden olan kişilerden intikam alma hikayesine dayanır.

Bourne, her ne kadar 33 dilde 300-500 milyon arası kitap sattığı tahmin edilen Ludlum gibi çok popüler bir yazar tarafından yaratılmış ve kitap olarak önemli satış miktarlarına ulaşmış olsa da 2002’den itibaren Matt Damon ile özdeşleşmiş bir sinema karakteri olarak küresel bir popülerliğe ulaşmıştır ve denebilir ki o da Bond gibi kitapların ve edebiyatın sınırlarını aşarak sinemasal bir kült karaktere dönüşmüştür. Bourne, Ludlum yazınının tipik bir özelliği olarak niteleyebileceğimiz ‘kötüye karşı iyinin’ savaşının bir başka uzantısıdır. Onu yapıtlarının çoğunda bir kahraman veya bir grup idealist insan mevcut durumu korumak ve egemenliklerini devam ettirmek isteyen hükümet kurumlarına ve askeri/sivil küresel örgütlere karşı mücadele ederler. Bourne, bence derinlikten ve sofistike bir edebi bağlamdan yoksun; komplo ve aksiyon yönü çok daha fazla ağır basan karakter olarak olması gereken yerde, sinemada anlamını bulmuştur. Senaryonun gerilim aksiyona izin veren içeriği, Paul Greengrass’ın müthiş yönetimi ve Damon’un beyaz perde karizmasına çok başarılı yan karakterler de eklenince zamanı unutturan ve sinema tarihine iz bırakan bir aksiyon ve gerilim serisi ortaya çıkmıştır. Meraklıları Greengrass ve Damon ortalığının çok başarılı bir ürünü olan ve ABD’nin Irak Savaşı’na eleştirel bir gözle bakan The Green Zone filmini de kaçırmasınlar.

Jack Ryan

Bu listede çok özel bir yere sahip olan ve dolayısıyla da kendisine özel bir yazıyı hakeden bir karakter de Jack Ryan. Casus ve askeri-bilimsel gerilim türünün en büyük isimlerinden biri olan Tom Clancy tarafından yaratılan ve tıpkı Flemming gibi yazarı ile özdeşeleşen Ryan, ününü ve popülerliliği kitaplarıyla beraber sinemaya ve televizyona da borçludur. Clancy yaşamı boyunca Rynverse olarak adlandırdığı 17 roman yazmıştır. Karakterin popülerliği ve sinemadaki başarısı üzerine ailesi karakterin edebiyat alanında da devam etmesini istemiş ve Clancy’nin ölümünden sonra 22 adet daha Ryan romanı yazılmıştır.

Baltimorlu bir polis dedektifinin ve bir hemşirenin oğlu olan Ryan ekonomi alanında diploma sahibi olmasına rağmen Amerikan Deniz Piyadeleri’ne katılır. Bir NATO tatbikatı sırasında ağır yaralanınca ordudan ayrılmak zorunda kalır ve The Wall Street’de başarılı bir borsacı olur. Borsada ciddi bir miktar kazandıktan sonra Georgetown Üniversitesi’nde tarih alanında doktora yapar ve Donanma Akademisi’nde tarih dersleri vermeye başlar. Akademide tanıştığı birinin önerisiyle CIA’e geçiş yapar. Önce bir danışman ve analist olarak başladığı bu yeni kariyerinde CIA’de başkan yardımcılığına kadar yükselir. Ryan’ın önlenmez çıkışı onun farklı dönemlerde iki kez ABD Başkanlığı’na kadar ulaşmasıyla sonuçlanır.

CASUS EDEBİYATINDA KARAKTERLER GEÇİDİ -1 5
John Krasinski, Jack Ryan’da…

Politik olarak Clancy Amerikan Muhafazakarlığının sağında yer alır. Ronald Reagan’a ithafen onun biyografisini yazmış; 9/11’ün sorumluları arasında Amerikan Liberallerini de gören birinden bahsediyoruz. Nitekim kitapları da Amerikan milliyetçiliğinin, küresel hegemonyasının ve gücünün yansımaları ile doludur. Soğuk Savaş döneminde ve sonrasındaki dünya düzeyinde Sovyetler ve Rusya’ya yönelik yaklaşımlarında da yoğun olarak Reagan döneminin doktrinlerin etkileri görülebilir. Öte yandan politik olarak aynı yerde durmasanız bile Clancy’nin Ryan başta olmak üzere yarattığı karakterlerin derinlikleri ile askeri stratejiler ve teknoloji, istihbarat alanı ve dünya uluslararası konjonktürü hakkında bilgi düzeyi ve yarattığı aksiyon dolu gerilime hayran olmamanız zordur. Ben de sıkı bir Ryan hayranıyım. Özellikle sinemada Harrison Ford döneminin filmleri benim için müthiş anıları da beraberinde getiren önemli yapıtlardır. Ayrıca Amazon Prima tarafından yapılan ve maalesef dördüncü sezonu ile veda eden Jack Ryan Dizisi’ni de çok başarılı bulduğumu ve her bir sezonu yayına başlar başlamaz iki günde seyretmeyi tamamladığımı söylemeliyim. Daha detaylı bir Ryan analizi bu yazı dizisinin dördüncü ve son bölümde…


Not: Meraklısına casus filmlerin müziklerinden oluşan bir Spotify listesi…

En Son Yazılar