Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

JOHN LE CARRE, IAN FLEMING’E VEYA GEORGE SMILEY, JAMES BOND’A KARŞI: CASUSLAR DÜNYASINDA GERÇEK VE FANTEZİ

Diğer Yazılar

Bülent Tunga Yılmaz
Bülent Tunga Yılmaz
1975 yılında Samsun’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi, sosyoloji ve kültürel çalışmalar alanında lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı. Weitz Center for Sustainable Development’dan Yerel Kalkınma ve Kamu Yönetimi konusunda diploması bulunuyor. Çalışmaları ağırlıklı olarak AB-Türkiye İlişkileri, toplumsal araştırma, akademi-endüstri ilişkileri ve proje yönetimi alanında yoğunlaşan Yılmaz evli ve Kerem isminde bir çocuk babasıdır. Aİlesiyle birlikte Dubai’de ikamet etmektedir.

Casus edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük yazarı John Le Carre (gerçek adıyla David John Moore Cornwell) vefat edeli neredeyse iki yıl oluyor. Ölümünden sonra yayınlanan son romanı Silverview ile birlikte 60 yıllık yazı serüveni boyunca 26 roman yazan Le Carre ile ilk tanışıklığım TRT’de Köstebek adıyla gösterilen BBC yapımı mini dizi Tinker, Tailor, Soldier, Spy sayesinde olmuştu ama ustanın tüm romanlarını orijinal dilinde okumaya; romanlarından uyarlanan filmleri seyretmeye ve hakkında yazılanları, konuşulanları takip etmeye başlamam biraz geç -2011’de Tinker, Tailor, Soldier, Spy kitabının sinemaya uyarlamasını seyrettikten sonra- gerçekleşti. Usta yazarı okumanın ötesinde, onun hakkında daha kapsamlı bir şekilde düşünme ve bu düşüncelerimi yazıya dönüştürme çabalarım ise asıl olarak ustanın kişisel ve edebi yaşamında önemli bir yıl olan 2015’den itibaren hızlandı. 2015 Ekim’inde Le Carre hakkında yazılmış en kapsamlı biyografi ‘JOHN LE CARRE: The Biography’ yayınlandı. Adam Sisman tarafından Le Carre’nin onayı ile kaleme alınan, dolayısıyla da bir tür resmi biyografi kabul edilen kitap o ana kadar yazar hakkında yazılan en derin ve kapsamlı çalışmaydı. Biyografisinin yayınlanmasının yanısıra 2015 büyük ustayı efsane haline getiren ve onunla özdeşleşen başyapıtı ‘The Spy that Came in From the Cold’ dan aynı adla Martin Ritt tarafından uyarlanan ve ana karakter Alec Leamus’u büyük İngiliz aktör Richard Burton’un canlandırdığı filmin de vizyona girişinin 50. yıldönümüydü.

2015 Le Carre ve okuyucuları için önemli bir yıldı ama aynı zamanda casus edebiyatının bir başka efsanesi olan Ian Flemming de o yıl Le Carre kadar olmasa da gündemdeydi.  1953 yılında yayınlanan ‘Casino Royal’ ile birlikte Flemming’in dünyaya tanıttığı casuslar dünyasının en popüler kahramanı James Bond’a adanan serinin 24. filmi  ‘Spectra’ da o yıl gösterime girdi. Resmi olarak Flemming’in romanlarının uyarlama haklarına sahip olan EON tarafından yapılmayan ama James Bond karakteri üzerine çekildikleri için ‘Bond’ filmi olarak kabul edilebilecek üç filmi de dikkate alırsak ‘Spectre’ 27. film olarak sinema ve Bond tarihindeki yerini aldı.

Dünya casus edebiyatı tarihinin kesinlikle en popüler ismi olan Flemming tek bir karakter üzerine yoğunlaşmış ve o karakteri ile özdeşleşmiştir. Bugün eminim Bond’u aslında bir edebi karakter değil bir film kahramanı olarak görenlerin ve Flemming’i hiç duymayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Le Carre ise Bond gibi bir tek karaktere bağlı kalmamış: kitaplarında farklı karakterler yaratmıştır. Öte yandan Le Carre’ın yarattığı karakterler içinde bir tanesi diğerlerinden farklı olarak özel bir yere sahiptir: George Smiley.

Ian Fleming yaşamı boyunca toplamda Bond’un ana karakter olduğu 11 roman ve iki kısa hikaye yazmıştır. Le Carre ise toplamda yazdığı 26 roman içinde en tanınmış karakteri George Smiley’e dokuz tanesinde yer vermiştir:

Call for the Dead’ (1961)

A Murder of Quality’ (1962)

The Spy Who Came in From the Cold’ (1963)

The Looking Glass War’ (1965)

Tinker Tailor Soldier Spy’ (1974)

The Honourable Schoolboy’ (1977)

Smiley’s People’ (1980)

The Secret Pilgrim’ (1991)

‘A Legacy of Spies’ (2017)  

Le Carre’ı okuyan, bilen ve seven okuyucuların çoğunluğu için Smiley, Le Carre ile yarattığı tüm karakterler arasında en çok özdeşleşmiş olanıdır. Hatta Smiley, ustanın sadece soğuk savaş dönemi romanlarına konu alan casusluk dünyasının sembolik bir üyesi değil; onunla ilgili çok önemli otobiyografik unsurlar içeren bir tür ‘alter-ego’dur da aynı zamanda. Nitekim yazımın başındaki epigrafta da alıntıladığım gibi Le Carre de bir anlamda bunu itiraf etmektedir. Le Carre’ın en otobiyografik romanı olarak kabul edilen ve Sisman’ın kitabından önce Le Carre’ın gerçek yaşamı, özellikle de İngiliz Gizli Servisi’ne dahil olma süreci hakkında ipuçları ve bilgiler veren kaynaklar arasında en önemlisi olarak kabul edilen ‘A Perfect Spy’ ustanın Smiley ile benzerliklerine açık veya kapalı olarak değinir. Öte yandan 1995 yılındaki bir söyleşisinde Le Carre, Smiley karakterini yaratırken Oxford Üniversitesi’ndeki hocalarından Vivian Green’den de esinlendiğini söylemiştir. Smiley karakterinin kaynakları arasında İngiliz Gizli Servisi’nin eski yöneticisi Sir Maurice Oldfield olduğu iddia edilmişse de Le Carre bu iddiayı reddetmiştir.

Bond da tıpkı Le Carre gibi bir başka İngiliz gizli servis elemanının; Ian Fleming’in yarattığı bir karakterdir ve tıpkı Le Carre’ın Smiley’de yaptığı gibi Fleming de Bond’u yaratırken gizli servis deneyimlerinden esinlenmiştir. Bond, Smiley’den yaklaşık sekiz yıl daha yaşlıdır. Fleming tarafından 1953 yılında Casino Royal romanı ile yaratılmıştır Smiley’in ilk ortaya çıkışı ise 1961’de yayınlanan Call for the Dead ile gerçekleşmiştir.

Adam Sisman, Le Carre biyografisinde ustanın sadece bir casusluk romanı yazarı değil yaşayan en önemli romancılardan biri olduğunu ifade eder. Le Carre’ın The Spy who Came in from the Cold (Soğuktan Gelen Casus) ile birlikte en büyük başyapıtı olan Tinker, Tailor, Soldier, Spy (Köstebek) başta olmak üzere Karla Triolgy (Karla Üçlemesi)sadece casusluk/polisiye türünün değil modern edebiyatın da en önemli yapıtları arasında yer alır. Bu bağlamda da Smiley bir casus karakteri, Le Carre’ın tarifi ile bir haberalma bürokratı olmanın ötesinde Patricia Highsmith’in ünlü ‘Ripley’si gibi kendi türünün sınırlarını çoktan aşmış, varoluşçu bağlamda, varoluş, aşk, yaşam, inanç, sadakat gibi aşkın kavramlar üzerine düşünmemizi sağlayan ‘edebi’ bir karakter olarak kabul edilmelidir. Smiley, yer aldığı her roman tekrar tekrar okunduğunda sadece kendisi hakkında değil aynı zamanda onu yaratan tarihsel, politik ve toplumsal arka plan hakkında da şaşırtıcı detaylar keşfetmemizi sağlayan bir karakterdir. Özellikle Karla Üçlemesi ile derinlik açısından edebiyatının en üst noktasına ulaşan Le Carre Smiley’yi bu türün en popüler karakteri olan ve özellikle de Ian Flemming’in ölümünden sonra sinemada adeta yeniden yaratılan Bond’unun entelektüel ve politik bir anti-tezi haline getirir. Bu noktada önemli bir hususun da altını da çizmek zorundayız: Flemming’in yarattığı Bond ile özellikle yazarın ölümünden sonra sinema ve popüler kültür adına karakterin edebi bağlarının tamamen koparılmasıyla bir fanteziye, Le Carre’ın tabiri ile bir kültür pornografisine dönüşen Bond arasında çok önemli farklar bulunmaktadır. Dolayısıyla Bond ile ilgili olarak yapılacak bir tartışmada Flemming’e haksızlık yapmamak gerekir. Flemming’in romanlarındaki Bond daha derin ve çok boyutlu; varoluşsal dertleri olan, sorunlu, Flemming’in kendi sözleri ile “İlginç olmayan ve sıkıcı biridir. Aynı zamanda da kadınlarla sorunlu bir ilişkisi vardır.” Öte yandan Flemming’den farklı olarak Le Carre bir casus romanları yazarı olduğu kadar politik bir yazardır da ve romanları aynı zamanda istihbarat servisleri aracılığıyla batı demokrasilerini de sorgulamaktadır. Bond’un politika ile ilişkisi ise yok denecek kadar azdır. O bir asker ve bir görev adamıdır; verilen emirleri uygular ve amacı görevini yerine getirmek, getirirken de iyi vakit geçirmektir.

Smiley: Dilenci, Sirkte Bir Cambaz veya Aslan Terbiyecisi?

“Kısa, tıknaz ve en iyi ihtimalle orta yaşlı; görünüşü itibariyle dünyanın ona kalmayacağı Londra’nın mazlumlarından biriydi. Bacakları kısa, yürüyüşü hızlıydı. Kıyafeti pahalı, üzerine oturmamış ve aşırı ıslaktı. Bir dul olduğu izlenimini veren pardesüsü  siyahtı. Nemi emmesi ve tutması için seyrek dokunmuştu. Ya manşetleri çok uzundu ya da kolları çok kısaydı; pardesüsünü giydiğinde manşetleri parmaklarını kapatıyordu. Gösteriş için şapka giymiyordu; şapkaların onu komik yaptığına inanıyordu. ‘Rafadanlık gibi’ demişti güzel karısı onu terk etmeden hemen önce ve onun eleştirileri sık sık olduğu gibi varlığını sürdürmekteydi.”

(John Le Carre, Smiley hakkında Köstebek’ten)

Le Carre’nin neredeyse her romanının belli bir çizginin ve standartın üzerinde olduğu sanırım abartılı bir yorum olmaz. Öte yandan gerek soğuk savaş romanları gerekse de ‘Night Manager’ (Gece Müdürü) ile başlayan soğuk savaş sonrası döneme ait yeni romanları olsun, hepsi arasında tek bir tercih yapılması istenirse bence Köstebek hala en iyisidir. Le Carre, Smiley’nin ana veya yan karakter olarak yer aldığı toplam dokuz roman yazmıştır ama bu romanlar içinde Smiley’nin özel bir yerinin olduğu yapıt kuşkusuz Köstebek’tir. Tüm Le Carre romanları gibi Köstebek de hikayesi ve özellikle de ortasından itibaren okuyucuyu adeta kendinden geçiren gizemi ve gerilimi için okunacak müthiş bir romandır ama aynı zamanda Dickens ve diğer bazı büyük edebi ustaları anımsatacak düzeyde karakterleri ile de bir edebi başyapıttır. İngiliz Gizli Servisi’nin (Le Carre oraya ‘Circus’ (Sirk) adını verir romanlarında) tepe yönetimini oluşturan her bir karakter, George Smiley (Beggar Man/Dilenci), Percy Allelline (Tinker/Tenekeci), Toby Esterhase (Poor Man/Yoksul Adam), Bill Hayden (Tailor/Terzi), Roy Bland (Soldier/Asker) ve teşkilatın başındaki Control ile yan karakterler Peter Guillam, Jim Prideaux üzerlerine ayrı birer roman inşa edilecek derecede derinliklidir ve iyi okuyucuyu kendilerine hayran bırakır.

Le Carre romanlarında casusları veya gizli servis bürokratlarını/memurlarını yüceltmez ve kutsamaz. Aksine onları bireyselliklerini ve toplumsal aidiyetlerini, kendinden menkul ve çoğu zaman ahlaki olarak tartışmalı ve yanlış bir kahramanlık, yalnızlık ve ölüm için feda etmiş birer yitik karakter ve anti-kahraman olarak betimler.

Flemming ve Le Carre’yi kıyaslamak için 1974 tarihli Köstebek romanından önce Soğuktan Gelen Casus’a bakmak gereklidir. Romanın anti-kahramanı Alec Leamas Smiley’nin de ötesinde bir Bond anti-tezidir. Bir başka İngiliz casusluk romanı yazarı ve askeri tarihçi Len Deighton’un yarattığı Harry Palmer da Bond’un anti-tezi olma konusunda Leamas ile benzer özellikler gösterir. Ayrı bir yazıyı hakedecek kadar önemli olan Deighton ve Palmer’ı bir başka yazıya bırakıp tekrar Leamas’a dönersek, alkolik, parasız, her türlü cazibeden uzak bu haberalma emekçisi Bond ile ayrı dünyaların insanıdır. Casusluk mesleğini bir fantezi haline dönüştüren; politik ve ahlaki açıdan sürekli haklı olan Bond’un aksine Leamas, casusluk mesleğinin ve casusların soğuk ve fantezi dünyasından çok uzakta pis ve gayri-ahlaki bir dünyaya ait olduklarını gösterir ve şöyle der, tek suçu ona aşık olmak olan zavallı Nan Perry’e:

“Casusların ne halt olduğunu sanıyorsun? Tanrının veya Karl Marx’ın sözlerine aykırı olarak yaptıklarını ölçen ahlak filozofları mı? Hayır değiller… Onlar sadece benim gibi bencil p.çlerdir: Küçük insanlar, ayyaşlar, ne idüğü belirsiz, kılıbık kocalar; kokuşmuş yaşamlarını kovboy-kızılderilicilik oynayarak parlatmaya çalışan memurlar… Onların keşiş gibi bir hücrede oturup yanlış karşısında doğruyu tarttıklarını mı sanıyorsun?”

Smiley ise Bond’dan olduğu kadar Leamas’dan da farklıdır; Bond ile Leamas arasında bir yerde konumlanır. Leamas gibi dekadan değildir; vatanına, batı demokrasisine ve nihayetinde de casusluk mesleğine karşı aşırı bir kin ve nefret duymaz. Bu kavram ve değerlere  bir şekilde bağlıdır. Bu bağlılığın altında Smiley’nin kurum ve insanlardan çok göreve bağlılığı ve bir şekilde sınıfsal bir arka planın da etkisi vardır. Leamas, MI-6’de görev alanların çoğunluğunun aksine üst-orta sınıftan değil işçi sınıfından gelir. Bu açıdan burjuva toplumu ile de bir derdi vardır. Smiley ise orta sınıf bir aileden gelir. İngiliz elit ve yönetici topluluğunun neredeyse tamamı gibi bir özel okuldan (public school) ve Oxford veya Cambridge’den birinden (Oxford Üniversitesi Lincoln Koleji) mezundur.

Smiley, Leamas gibi trajik ve öfkeli değil; hüzünlüdür. Hüzünlü olduğu gibi onu tanıyanlara ve elbette okuyanlara da hüzün verir. Görünüşü kıyafetlerini umursamayan biri gibi pejmürde değildir. Aksine Smiley üstüne başına önem gösterir. Kıyafetleri pahalıdır ama bedeni üzerine oturmaz. Le Carre yarattığı Smiley’yi şöyle tanımlar:

“Kısa, şişman ve orantısız, gerçekten de kötü kıyafetlere çok harcıyor gözükmektedir.”

Flemming’in yüksek edebiyat olarak tanımlanmasa da kendi içinde edebi erdemlere sahip romanlarının ana karakteri olmanın getirdiği belirli bir entelektüel derinlikten kurtulan ve bir beyaz perde fantezisine dönüşen Bond ise her dönem bir moda ikonudur. Mükemmel bedenine tam oturan, kimi zaman Savile Row’un en iyi terzilerinin elinden çıkan, kimi zaman da en kaliteli ve pahalı markalara (Brioni, Tom Ford) ait takım elbiseler ile Bond erkek giyiminin de ikonlarından biri haline gelmiştir. Nasıl seyrek dokumalı; parmaklarını kapatan pardesüsü bize Smiley’nin bir dul olduğu izlenimini veriyorsa üzerine oturmuş, en kaliteli kumaştan dikilmiş müthiş takım elbisesi ve onu tamamlayan aksesuarları ile (Bond’un saatleri de her zaman önemli konudur. Fleming, kendisi gibi, ona da Rolex taktırır ama Bond 1990’larla beraber Omega’ya geçer) Bond tam bir erkek fantezisi, bir cazibe kaynağıdır. Bond’un fantezi dünyası ve cazibesi onu aynı zamanda bir ticari pazarlama-reklam metasına dönüştürür; filmlerde sık sık çıplak gösterilerek de bir erkek arzu nesnesi olarak sunulur. Kaslı ve müthiş formdaki bedeniyle Bond ve kısa bacaklı tıknaz vücuduyla Smiley bambaşka dünyaların insanlarıdır.

Bond’un dünyasında Büyük Britanya hâlâ üstünde güneş batmayan imparatorluk ve en büyük küresel güçtür; dünyaya Majesteleri’nin hizmetindeki Bond gibi bir süper kahramanla hükmetmeye devam eder. Amerikalılar, ki çoğunlukla CIA ajanları olarak yer alırlar Bond’un dünyasında, silik karakterlerdir. Kimi zaman beceriksizlikleri ile ya Bond’un yardımına muhtaç kalırlar ya da Bond’un başını derde sokarlar. Diğer durumlarda da Bond’a bazı konularda yardım eden bir tür yancıdan ibarettirler. Oysa Le Carre romanlarında, özellikle de Köstebek’de bu çok net bir şekilde vurgulanır, artık İngiltere bir imparatorluk değildir. İronik bir biçimde ‘kuzen’ olarak tanımladıkları Amerikalılara bağımlıdırlar. Asıl patron onlardır. Smiley’nin hüznünün bir bölümü de bundan kaynaklıdır. Hatta Köstebek’in haini Haydon da bu nedenden dolayı ihanet eder servise. Düşmanlığı ülkesine değil Amerika’yadır. Smiley’nin Control’un yerine geçen Allelline’ı sevmeme nedenlerinden biri de budur: O Amerikalılara fazla bağımlıdır. MI-6’in onların onaylarına ve elbette operasyon güçlerine muhtaç olduğunu çok fazla belli eder. Le Carre bir röportajında ona Köstebek’i yazdıran gizli servis yıllarındaki Kim Philby sonrası dönem deneyimlerini anlatırken “Amerikalılar’ın durmadan içlerindeki (İngiliz Gizli Servisi) köstebeklerden bahsettiğini ve onları uyardıklarını” söyler. Bir bakıma ‘burunlarının önündeki bile göremeyen İngilizler’ patrondan azar işitirler işleri batırmasınlar diye. Nitekim Cambridge Beşlisi’nin ortaya çıkması ile yüzyılın en büyük karşı casusluk skandalına imza atan İngilizler için bu travmanın etkisi politik ve askeri haberalma alanında hala görülmektedir. Le Carre’ın ifadesiyle “Philby sonrasında İngiliz Gizli Servisi’nde kimse kimseye güvenmemeye başlamış ve herkes kendi gölgesinden bile şüphe eder hale gelmiştir.” Smiley işte bu travmanın bir sonucu olan paranoyanın da üstesinden gelme çabasının baş aktörlerinden biridir. Bond bir İngiliz ulusal fantezisi ise Smiley bir İngiliz ulusal gerçeğidir bir bakıma; hala mağrur, hala zekayı kullanacak bir kapasiteye sahip ama aynı zamanda sorunlu, kaybetmiş bir karakterin bazı noksanlarını istemese de taşıyan çok boyutlu ve karmaşık bir kimlik. Hala iş görüyordur ama eksiklerle doludur; sonunda başarılıdır ama bu başarının tadına varamayacak kadar kendinden ve çevresinden şüphelidir.

Smiley’in içinde bulunduğu atmosfer 70’lerin depresif ve dekadan İngilteresidir. Bond ise uluslararası bir kahraman olarak dünyanın en güzel yerlerinde ve mekanlarında majestelerinin hizmetindeyken aynı zamanda gününü de gün eder; anın keyfini çıkarır: Bond bir hedonisttir ve hele de konu kadınlarsa, dünyanın görüp göreceği en büyük çapkındır. Tüm kadınlar ona hayrandır; o da gördüğü tüm güzel kadınlara. Smiley ise güzel ve aristokrat karısı Lady Ann’e aşıktır ama Ann onu ‘Terzi’ Bill Haydon ile aldatır. Smiley, aldatılan ama hala karısına aşık bir erkek olarak bu olayın etkisinden hiç kurtulamaz. Köstebek’in girişinde Le Carre yaptığı Smiley tasvirinde şapka giymemesinin nedenlerinden biri olarak olarak karısının sözlerini gösterir ve onu terkeden karısının sözlerinin hala etkili olduğunu anlatır. Bond bir maço olmanın ötesinde, adeta misojiniden[1]  muzdarip gibidir.

Köstebek ve sonrasındaki Karla Üçlemesinin diğer iki romanı, bir ölçüde Smiley’nin bu travmadan kurtulma çabasının hikayesidir. Smiley bu travmayı ülkesine, Sirk’e ve görevine sadık kalarak ve onlara sığınarak atlatmaya çalışır. Le Carre, Smiley’nin Philby sonrası dönemin travmasının üstesinden diğerlerine göre daha kolay gelmesinin bir nedeni olarak da onun karamsarlığını gösterir. Smiley insanlık ve mevcut dünya hakkında o kadar derin bir karamsarlık içindedir ki insanlardan beklentisi yok denecek kadar azdır. Smiley’de görülen bu tavır Le Carre’ın romanlarında gizli servisler özelinde politik olduğu kadar kişisel bir hesaplaşmanın da yapıldığını gösterir. Le Carre, bir röportajında casusların çoğunlukla çocukluk travmalarından kurtulmak için bu mesleğe girdiklerini aktarır. Roman karakterleri de benzer şekilde travmatiktir.

Le Carre romanları sadece gizli servislerin nasıl çalıştığını anlatan ve oralarda görev yapan kişilerin karakter özellikleri ile zenginleştirilmiş varoluşçu gerilim-casusluk başyapıtları değildir. Le Carre’ın açık bir şekilde ifade ettiği gibi aynı zamanda gizli servislerin modern batı demokrasilerinin bir bürokratik aygıtı olarak da analiz edildiği politik yapıtlardır. Le Carre bu konuda şöyle der: ‘‘İstihbarat Örgütleri düşmanlarımız kadar demokrasimiz için de bir tehlike olabilir.’’ Smiley karakterine ilham verenler arasında yer alan ve gizli servis yıllarında yazarın arkadaşı olan John Bingham Le Carre’ı ‘gizli servislerin gizli dünyasını fazlasıyla ortaya koyduğu’’ için suçlamıştır. Le Carre’ın gizli serviste mentorü olan Bingham ile kişisel ilişkisi; Bingham’ın Le Carre romanlarında gizli servis elemanlarının sunuluş biçiminden fazlasıyla incindiği ve eski yakın dostundan hakettiği saygıyı görmediği iddiası elbette bu tartışmanın bir boyutudur ama politik bağlamda Le Carre, Bingham’ın ve onun gibi düşünenlerin inandığı veya inanır gözüktüğü gibi gizli servisi sevmek ve ona bağlı olmak vatanı sevmek, ona bağlı olmak ve hizmet etmektir düşüncesini kabul etmez. Soğuktan Gelen Casus’ta Leamus’un ağzından yukarıda alıntılanan sözcükler Le Carre’ın gizli servis ve elemanları hakkındaki görüşlerinin edebi bir coşku içeren, aynı zamanda gerçekçi bir ifadesidir. Le Carre’ın romanlarındaki politik tonun zamanla artması ve soğuk savaş sonrası romanlarında günümüz dünyasındaki uluslararası-küresel güç mücadelelerini şekillendiren konuları (Afrika’da post-kolonyal dönem sonrası sömürü, şirketlerin kar hırsı, İslamcı terör, silah kaçaklığı ve üçüncü dünyadaki iç savaşların finanse edilmesi, kara para aklama ile finans dünyası, devlet ve mafya arasındaki ilişkiler) ele alması ustanın soğuk savaş sonrası dünyasına çok daha politik ve eleştirel bir şekilde baktığını ortaya koymaktadır.

Le Carre’ın soğuk savaş sonrası romanlarında devletlere ve kapitalist dünya sistemine getirdiği eleştiriler, günümüz dünyasında gizli servislerin üstlendiği roller ve özellikle de günümüz demokrasilerindeki konumlarının tartışılması açısından da ilginç bir bağlam oluşturmaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin hemen ertesinde, 1991’de yayınlanan The Secret Pilgrim’de Smiley, teşkilata yeni katılan genç meslektaşlarına seslenirken şöyle der:

Haydutlar lider olmaya devam ettikçe casusluk yapacağız. Zorbalar, çılgınlar ve yalancılar bu dünyada varolmaya devam ettikçe casusluk yapacağız. Uluslar çıkar mücadelesine, politikacılar aldatmaya ve tiranlar fetihler başlatmaya devam ettikçe ve tüketiciler kaynaklara ve evsizler eve, açlar gıdaya ve zenginler aşırılığa ihtiyaç duydukça, sizi temin edebilirim ki seçilmiş mesleğiniz güvendedir.”

Tekrar Bond’a dönersek… O bu konularla ilgilenen bir gizli servis bürokratı değildir. Bond, Le Carre’ın soğuk savaş sonrası romanlarında çizdiği daha karmaşık ve analizi zor dünyanın gerçekçiliğinden uzak fantastik ve komplocu bir dünyaya aittir. Nitekim ona fantezi boyutunu veren büyük oranda da bu dünyadır. Küresel suç imparatorluğu ‘Spectra’, Le Carre’ın The Night Manager veya Single & Single gibi romanlarında anlattığı yeni küresel dünyanın devlet dışı yeni küresel suç aktörlerinin bir metaforu olarak da okunabilir ama bu büyük oranda gerçeklikle ilişkisi kesik, görünmez bir düşmanın metaforudur. Oysa Le Carre’nin anlattığı bu yeni küresel dünya ve özellikle de onu oluşturan karmaşık-çok boyutlu güç ve ilişki ağları insanların günlük yaşamlarını etkileyecek kadar gerçektir ve bu dünya Bond’un 7,65’lik Walther PPK veya Q’nun yarattığı teknolojik oyuncakları ile mücadele edebileceğinin çok ötesindedir.  

Yıllar önce BBC’nin Tinker Tailor Soldier Spy dizi uyarlamasıtek kanallı TRT’de Köstebek adıyla gösterilmişti. Çocuk halimle konudan değil ama dizideki gerilimli atmosferden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Smiley’yi oynayan Alec Guiness bana daha çok bir dede gibi gözükürken Jim Pardeux’u oynayan büyük aktör Ian Bannen’in yüzü uzun süre hayalimden gitmemişti. Sonrasında ergenliğe girmiş bir çocuk için elbette daha büyük zevkler ve fanteziler sunan Bond bir casus olarak Smiley’yi ve Pardeux’u hemen unutturdu. Le Carre’yi keşfetmeden çok önce Flemming’in Bond romanlarını okudum; fırsat buldukça da film uyarlamalarını izledim. Casusluk romanları benim için o dönem ‘ciddi’ kitapları okuma sürecinde, bu önemli okumalar arasında biraz ferahlama arzusunu tatmin ediyordu. Hatırlıyorum; Living Daylights’ı 2 kere üst üste seyretmiştim. Bana haberalma dünyasını ve gizli servis mitolojisini sevdiren Bond olmuştu. Yıllar sonra Le Carre’ı keşfettiğimde -ki itiraf etmem gerekirse çok geç bir keşiftir bu- özellikle Köstebek’in atmosferi, karakterlerinin derinliği ve edebi muhteşemliği beni çok etkilemişti. Sonrasında Karla Üçlemesi’nin soğuk savaşın karanlık, acımasız ve donuk gerçekliğinde insanı arayışı, Gece Müdürü’nün soğuk savaş sonrası yeni küresel düzenin analizine erken ve ileri görüşlü bir şekilde soyunması, Single & Single’daki yeni Rusya ile batı demokrasilerinin ilişkileri ve batı dünyasında kapitalizmin ve finansal sistemin kâr için neler yapabileceğini göstermesi veya The Constant Gardener’da sömürgecilik sonrası Afrika’ya bakışı Le Carre’nin büyük bir yazar olduğunun kanıtlarıydı. Buna ek olarak tercihini reel politikten, devletlerden ve gizli servislerden değil hümanist bir yaklaşımla insandan yana yapması Le Carre’yi sadece en büyük gerilim ve casusluk romancısı değil aynı zamanda çağının tanıklığını yapmaya çalışan önemli bir entelektüel de yapmaktadır. Bu dönemde Bond ise devasa küresel bir reklam kampanyasına, maço, saldırgan ve geç kalmış bir ergenlik fantezisine, Le Carre’nin tabiri ile bir kültürel pornografiye dönüştü. Yine de haksızlık yapmayalım. Bond olarak sadece iki film dayanabilen Timothy Dalton’un ve seriye A Time to Die ile veda eden son Bond Daniel Crieg’in Bond yorumları bir nebze de olsa casuslar dünyasının bu en popüler kahramanını yaratıcısı Fleming’in romanlarındaki portresine yaklaştırdı ama beyaz perdedeki yansımasına bir derinlik kazandırmada yeterli olamadı. Bond Flemming romanlarının bir gölgesi olarak kaldı.


[1] Misojini: Kadın düşmanlığı.

En Son Yazılar