Müge, tavanı camla kaplı çatı katındaki odasında yatağının üstüne sırtüstü uzanmış, muhteşem kızıllıktaki ay’ı seyrediyordu. Ay, parlak yıldızların arasında bir yakut taşı gibi duruyordu.
Bu yaz, kendine ayırdığı bir aylık tatilini Antalya’nın Demre ilçesinde geçirmeye karar verdi. Sevgili komşusu Perinur’un burada, geniş bahçe içerisinde güzel bir yazlığı vardı. Perinur, her sene Mayıs ayının sonuna doğru yazlığına gider ufak tefek tadilat işlerini yaptırır ve Ekim ayının sonuna kadar kalırdı. Müge, her yaz olmasa da arada bir hafta kaçamak yapardı Demre’ye, ama bu sefer Perinur’un ısrarına dayanamamıştı.
Dolunay’ın muhteşem kızıllıktaki görüntüsüne bakıp, “Gökyüzü açıkken, deniz sakinken ve dolunay yükseliyorken, her ne yapıyorsan bırak, sahile git; otur ve seyret! Ve sonrasında düşünmenin olmadığı ülkeye varacaksın, saf bilgeliğin olduğu yere!*” Dedi kendi kendine. Sahilde olmasa bile düşünmenin olmadığı ülkedeydi artık.
Perinur, sabah erkenden kalkmış yetmişli yılların sevilen pop müzikleri eşliğinde, kabaran hamurları özenle şekillendirip kızgın yağda kızartıyordu. Uzun zamandır burnunda tüten hamur kızartmasını Müge’yi de bahane ederek sabah kahvaltısına hazırlıyordu.
Müge, evi saran kızartma kokusunu alınca birden çocukluğuna gitti, rahmetli babaannesinin her hafta sonu büyük bir tepsi kızarttığı hamurları, İdil ve kuzenleriyle birlikte nasıl kapıştıkları geldi gözünün önüne.
“Günaydın Perinur’cum, sayende çocukluğuma döndüm. Tek farkla, kuzenler yok! Artık istediğim kadar yiyebilirim. Dora gelmedi mi hala?”
“Ben de merak ettim, bu sabah yoga dersi uzadı galiba. Aslında dersini tam vaktinde bitirir ama meraklı komşularımız onu soru yağmuruna tutmuşlardır mutlaka, birazdan gelir.”
Dora, Pernur’un yakın komşusuydu. Kırklı yaşların ortasında, kumral, uzak doğuluları andıran bir yapısı vardı. Yurt dışında yüksek lisansını yaparken yoga ve meditasyona merak sarmıştı. Tezini verdikten sonra uzak doğuda birçok ülke gezmiş ve bu alanda uzmanlaşmıştı. Sitede, yoga dersleri veriyor ve toplu meditasyon yaptırıyordu.
Dora’nın, herkesi meraklandırdığı kadar korkutan bir özelliği vardı, RÜYALARI!
Geçen yaz, site sakinlerinden dört kişi birer hafta ara ile hayatını kaybetmişti. Hepsinin yaş ortalaması seksen civarındaydı herhangi bir sağlık sorunları da yoktu. Dora’nın yoga derslerine hiç aksatmadan katılıyorlar, akşamüzeri yürüyüşlerini de ihmal etmiyorlardı.
Dördü de gece uykularında hayata veda etmişlerdi. Dora, onları rüyalarında kendisine veda ederlerken görmüştü ve bunu onların yakınlarıyla da paylaşmıştı. Bu, site sakinlerini biraz ürkütse de Dora’ya olan sevgilerini azaltmamıştı ama yine de bazen akıllarına “ Acaba sıradaki ben miyim?” sorusu gelmiyor da değildi.
Müge ve Perinur, dayanamayıp kahvaltıya oturdular. Çok geçmeden, Dora üstü başı toz toprak içinde kapıda göründü.
“ Hayrola güzel kızım bu ne hal, ne oldu sana böyle?”
“ Rambo! Ah Rambo! Gene Sadi Beyin gül bahçesini eşeliyordu, zar zor çıkardım onu bahçeden, neden eşeliyor o bahçeyi anlamıyorum.” Dedi Dora soluk soluğa. Hemen gidip elini yüzünü yıkadı ve masaya oturdu.”Acaba onu mu özledi?”
“ Sahi Sadi Bey nerede? Geldiğimden beri görmedim onu, evinde kalan kim?” Dedi Müge merakla.
Sadi Bey, Perinur’un karşısındaki villada oturuyordu. İstanbul’da tekstil üzerine üretim yapan fabrikasını devredip kendini emekliye ayırmıştı. Yetmişli yaşların ortalarında eski İstanbul beyefendilerindendi. Eşini, evliliklerinin ilk yıllarında kaybetmişti ve bir daha hiç evlenmemişti. Hayatta olan tek yakını ağabeyinin oğlu Haldun’du.
“ Sadi Bey şimdi Kapadokya’da, rahmetli eşi ile orada geçirdiği günleri yâd ediyor.” Dedi Perinur. “ Ama ona dargınım, insan bir allahaısmarladık der değil mi? Yeğeni aracılığı ile selam yollamış bana, bir beyefendiye yakıştıramadım doğrusu!”
“ Evinde yeğeni Haldun kalıyor.” Dedi Dora arkadan “ O da amcası gibi kibar bir adam ayrıca çok yakışıklı, Rambo’ya da çok sevecen yaklaştı. Tamam, site sakinleri olarak koruyup besliyoruz ama tam tersini yapanlar da azımsanamaz bu günlerde.”
Haldun, anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmişti, onu Sadi Bey büyütmüştü. Babası memur annesi ev hanımıydı. Sadi Bey, iş hayatında aldığı riskler sayesinde dişiyle tırnağıyla gelmişti bu günlere, ağabeyi ise memur olmayı tercih etmişti. Sadi Bey, Haldun’un tahsiliyle yakından ilgilenmiş, onu hep yurt dışında okutmuştu. Şimdi başarılı bir mimardı Haldun.
“ Oooo! Birilerini çok etkilemişe benziyor bu Haldun Bey, yanılıyor muyum yoksa?”Dedi Müge yüzünde hınzır bir gülümsemeyle.
“ Etkilenmedim desem yalan olur, bakalım zaman neler gösterecek. Biliyor musunuz beni sabah kahvesine davet etti.”
“ O zaman sabah kahvelerimizi Haldun Bey oğlumuzda içiyoruz.” Dedi Pernur, Dora’nın itiraz etmesine fırsat vermeden “ Biliyorum güzel kızım sadece seni davet etti ama Sadi Beyi merak ediyorum, bakalım neden böyle aniden gitmiş Kapadokya’ya. Sonrasını merak etme, bir bahane bulur izin ister kalkarız Mügeyle.”
Dora ve Müge bu ani ziyaret fikrini daha sindiremeden, kendilerini Perinur ile birlikte Sadi Beyin bahçesinde buldular.
Haldun, bahçeye yeni gül fidanlarını dikmekle meşguldü.
“ Kolay gelsin genç adam, bizleri sabah kahvesine kabul eder misin?” Dedi Perinur.
“ Amcam da bana geç adam diye hitap eder, teşekkür ederim. Tabii buyurun.”
Haldun onları süs havuzunun yanındaki kamelyaya oturttu ve kahveleri hazırlamak için mutfağa gitti. Kahve fincanlarını, kahveyi ve tepsiyi bulması biraz zamanını almıştı. Gündelik rutin işler için gelen yardımcı kadın, hemen her gün bir şeylerin yerini değiştiriyordu ve bu, onu çok sinirlendiriyordu. Mutfakta gereğinden fazla kalmıştı ama kahveler bol köpüklüydü, bu da kendisini affettirmeye yeterdi.
“ Özür dilerim sizi fazla beklettim, gündeliğe gelen yardımcı kadın her gün bir şeylerin yerini değiştiriyor, kahve makinesi dışında gene her şeyin yerini değişmiş.” Dedi Haldun.
“ Amcanın, böyle apar topar hiç haber vermeden gitmesini yadırgadım doğrusu Haldun Bey oğlum. Biz çok eski komşuyuz şurada, insan bir uğrar değil mi ama!”
“ Haklısınız efendim, bana da gitmeden bir gün önce telefon açıp haber verdi. Eşi rahmetli olmadan önce Kapadokya’ya gitmişler, güzel anılardı diye bahseder her zaman. Çok şaşırdım, kendisini yolcu etme teklifimi bile geri çevirdi hatta bu konuda baya ısrar etti. Benden, hepinize selamlarını iletmemi ve tatilimin tadını çıkarmamı istedi.”
“ O zaman bırakalım da anılarını gönlünce yad etsin.” Dedi Perinur.
Kahveler bitince Perinur ve Müge izin isteyip kalktılar.
Müge, Dora’nın birer hafta arayla hayata veda eden kişilerin ona nasıl rüyasında göründüklerini merak ediyordu.
“ Bana Dora’dan biraz bahseder misin, bu ölen dört kişiyi nasıl görmüş rüyasında.”
“ Dora, siteye üç yaz önce taşındı, evin giriş katını yoga ve meditasyon için hazırladı ve çalışmalarına başladı. Site sakinlerinden, yogayla ilgilenenleri evinde topladı, ücretsiz bir hafta dersler verdi. Herkes çok memnun kaldı hatta çoğu önceden kayıtlı olduğu merkezi bile bıraktı. Biliyorsun hepimizin yaş ortalaması yetmiş ve üzeri, derslerden sonra herkes kendini daha da zinde hissetti. Ölenleri yakından tanımıyorum, zaten yoga da yapmıyorum. Neyse konumuza dönersek, hepsi çok sağlıklı kadınlardı hiç aksatmadan derslere katılıyorlardı. Hiç birisi tek başına yaşamıyordu, çocukları ve torunları vardı gayet iyi bakılıyorlardı. İlginç olan, gece uykularında vefat etmiş olmalarıydı, aileleri onları yataklarında ölü bulmuşlardı. Dora da çok üzüldü bu duruma tabii. Ailelerine taziyeye gittiğinde, onları ölmeden önce rüyasında gördüğünü ve onlardan mesaj getirdiğini söylemiş.”
“ Mesaj neymiş peki?”
“ Öldüklerine üzülmemelerini, yaşantılarına devam etmelerini ayrıca daima onlarla birlikte olduklarını bilmelerini istemişler.”
“ Bu ölen dört kişinin ölüm sebebi neymiş? Otopsi yapılmıştır herhalde değil mi?”
“ Yapıldı güzel kızım, ölüm sebepleri yaşlılığa bağlı olarak diye söylendi ailelerine.”
“ Rüyalarla ilgili çalışmalar hala sürüyor. Ama şu bir gerçek, yapılan araştırmaların sonuçlarına göre çok sayıda insanın geleceğe dair rüyalar gördüğüdür. Belki de Dora da onlardan bir tanesi.”
“ Çok şükür! Dora, Sadi Beyi rüyasında görmedi.” Dedi Perinur derin bir nefes alarak.
Akşam yemeğini verandadaki büyük masaya hazırladılar, keyifleri yerindeydi, Sabah Kekova’ya düzenlenen tekne turuna katılmaya karar verdiler.
Dora ve Haldun akşam yemeğini dışarıda yemişlerdi. Dönüşte evlerine gitmeden Perinur ve Müge’nin verandada oturduklarını görünce selam verdiler. Perinur, onları soğuk ev limonatasının tadına bakmaları için davet etti.
Ertesi sabah, tekne turu için bütün hazırlıkları tamamlamışlardı, Dora da onlarla birlikte gidiyordu.
Perinur, direksiyona geçmiş hazır beklerken, Müge plaj çantalarını bagaja yerleştirdi ve ön koltuktaki yerini aldı. Geçerken Dora’da alıp yola koyuldular.
Tekne, bütün yolcuları aldıktan sonra hareket etti. Üçü de hallerinden gayet memnundu, koyların güzelliklerini seyrederken, akvaryumu andıran denizin mis gibi kokusunu içlerine çekiyorlardı.
“ Kızlar, bu güzel ortamın atmosferini bozmak istemiyorum ama…”
“ SADİ BEYİ RÜYANDA GÖRDÜN!!” Dedi ikisi birden.
“ Hayırdır inşallah!” Dedi Perinur, korku dolu gözlerle Dora’ya bakarak “ Hadi anlat, merakta bırakma bizi.”
“ Etraf çok sisliydi, Sadi Bey sisin içinden göründü. Çok ilginç bana sadece el salladı ve tekrar sisin içinde kayboldu.”
“ Şimdi konuyu kapatıyoruz veee bu muhteşem koyları geçerken içimizdeki negatif duyguları salıyoruz yerine doğanın bütün enerjisini çekiyoruz! Anlaştık mı?” Dedi Müge, kollarını açıp gökyüzüne bakarak.
Kekova’nın muhteşem Tersane koyunda yüzmek, binlerce yıllık Bizans kalıntıları arasında tarihi yaşamak çok iyi gelmişti onlara.
Müge, sabah erkenden kalktı. Uyku mahmurluğunu atmak için odasının penceresini açtı, temiz havayı içine çekti ve pencereden etrafı seyretmeye başladı. Henüz kimse uyanmamış diye içinden geçirirken, Sadi Beyin bahçesinde, cep telefonuyla hararetli hararetli konuşan bir kadın gördü. Rambo ‘da bahçedeydi ve rutin kazma işlemine devam ediyordu. Bahçede gül namına bir şey kalmamıştı, görünüşe göre çukur da epey derinleşmişti.
Muhtemelen, Sadi Beyin günlük temizlik işlerine gelen kadındı ve artık Rambo’nun bahçeyi talan etmesinden bıkmıştı. Haklıydı da, bu kaçıncı olmuştu. “Kesin belediyeyi arıyordur, hemen gidip onu bahçeden çıkarmalıyım, bir de bahçeyi eskisinden güzel yaptıracağımıza dair söz vermeliyim.” Diye söylendi kendi kendine. Tam hazırlanırken sirenlerin seslerini duydu ve tekrar pencereye koştu.
“ Neler oluyor böyle? Bütün polis teşkilatı ve ayrıca bir ambulans? Aman Tanrım! Hepsi Sadi Beyin evinin önüne dizelendi!” Dedi bağırarak.
Siren seslerine Müge’nin de bağırması eklenince, Perinur ve Dora koşarak onun odasına geldiler. Müge, sabah neler gördüğünü anlatırken bir yandan da sığabildikleri kadar pencereye doluşup olanı biteni anlamaya çalışıyorlardı.
“Sadi Bey evde olmadığına göre Haldun Bey oğlum geliyor aklıma. Yoksa eve hırsız mı girdi? Sakın ona bir şey yapmış olmasın? Dedi Perinur, elleriyle ağzını kapatarak.
“ Ben üzerimi değiştirdim nasıl olsa, hemen gidip neler olduğunu öğreneceğim!” Dedi Müge.
“Güzel kızım, seni oraya almazlar baksana her tarafı kuşattılar!”
“Olsun! Ben yine de gidip şansımı deneyeceğim, burada oturup bekleyemem.”
Dora, pencereye adeta mıhlanıp kalmıştı, donuk gözlerle seyrediyordu etrafı.
Müge, Perinur’un bütün ısrarlarına rağmen koşarak evden çıktı ve soluğu, bahçe kapısını girişe kapatan polis memurlarının karşında aldı.
Görevli polis memurları, Müge’nin bütün ısrarlarına rağmen neler olduğunu söylemedikleri gibi, onun eve gitmesini birazdan amirlerinin yetkisiyle sitedeki herkesin ifadesini alacaklarını söylüyorlardı.
Müge, görevli memurlarla cebelleşirken bahçeden, sert ifade içeren bir ses yükseldi. “ Bekletin hanımefendiyi İsmail! Geliyorum şimdi yanınıza!”
“Emredersiniz amirim.” Dedi görevli memur.
Çok geçmeden, sivil giyimli, esmer, uzun boylu, ellili yaşların ortalarında amirleri geldi yanlarına.
“ Günaydın. Cinayet masasından Fahri Tok. Siz kimsiniz? Bu evde mi yaşıyorsunuz?”
“ Hayır, ben karşı evde yaşayan Perinur hanımın misafiriyim, İsmim Müge Kılıç. Neler olduğunu öğrenmek istiyorum, lütfen!”
“ Bu eve gündelik temizliğe gelen Dilek Korkusuz isimli şahıs, sitede beslenip bakılan Rambo ismindeki köpeğin gül bahçesini kazmasıyla ortaya çıkan bir ceset bulduğunu bildirdi bize. Dediğine göre, bu sabah geldiğinde köpeğin bahçeyi talan ettiğini görümüş onu uzaklaştırmak istemiş. Yanına gittiğinde kazdığı çukurda kalın, siyah çöp poşetine sarılı cesedi görmüş. Yine dediğine göre köpek cesedi çıkarmaya çalışıyormuş. Adli tabip ve ekibi cesedi çıkardı ve ön incelemelerini sürdürüyor.”
“ Cesedin kimliği belli mi?”
“ Evin sahibi Sadi Okçugil, yardımcısı teşhis etti biraz önce.”
“ Nasıl olur? Sadi Bey Kapadokya’ya gitmişti! Demek hiç gitmemiş, Rambo bize onu anlatmaya çalışıyordu!” Dedi Müge gözlerinden yaşlar süzülerek.
“ Müge Hanım, üzüntünüzü anlıyorum başınız sağ olsun. Ayrıntılı ifadeler için geleceğiz, yalnız siz ayrılmadan bir şey sormak istiyorum. Maktulün yeğeni Haldun Okçugil’i tanıyor musunuz? Amcası, sözde Kapadokya gezisine çıktıktan bir gün sonra gelmiş buraya, yardımcı kadın dünden beri kendisini görmediğini söylüyor.”
“ Kendisiyle iki gün önce tanıştım, dün sabah erkenden tekne turuna çıktık ve geç vakitte döndük. O yüzden görmedim.”
Fahri, Müge’ye teşekkür etti. Eve kadar eşlik etmesini istediği memura, kendisi gelene kadar kapıda beklemesini söyledi.
Pernur ve Dora, Müge’yi verandada korkuyla bekliyorlardı. Müge, Fahri’den ne öğrendiyse hepsini anlattı. Perinur, gözyaşları içinde koltuğa yığıldı, Dora’nın da durumu pek farklı değildi.
“ Kim böyle bir şey yapar ki Sadi Beye? Kimseye zararı olmayan, kibar, yardımsever, çok iyi bir insandı!” Dedi Perinur, hıçkırıklara boğularak.
“ Haldun neden ortada yok? Nereye gitmiş olabilir ki?” Dedi arkadan Dora.
Müge, onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Bildikleri bu kadardı, keşke sorularına cevap verebilseydi.
Neredeyse öğlen olmuştu, Perinur iyice huysuzlaşmıştı. Her on dakikada bir ne zaman gelecekler diye soruyordu.
Nihayet kapı çaldı, Dora yerinden bir ok gibi fırlayıp hemen kapıyı açtı. Fahri, kendini tanıttıktan sonra, onu bekleyen memurla birlikte içeri girdi.
Fahri, önce baş sağlığı diledi, yanındaki memur cebinden not defterini çıkardı ve hazır beklemeye başladı. Herkesin, kim olduğunu, nerede oturduğunu, ne iş yaptığını, Sadi Beyi nereden tanıdıklarını sordu ve doğru not alındığından emin oldu.
“ Komşunuz Sadi Okçugil’i en son ne zaman gördünüz?” Dedi Fahri.
“ Gitmeden bir gün önce gördüm onu, hiç de geziye hazırlanan bir hali yoktu. Her zamanki gibi bahçesinde sabah kahvelerimizi içip sohbet ettik. Öğleden sonra sitemize gelen seyyar bostandan meyve ve sebzelerimizi aldık, Dora’nın siparişlerini evine bıraktık hatta akşam yürüyüşüne bile çıktık. Rahmetli eşini çok severdi, ama şimdiye kadar anılarını yad etmek için Kapadokya’ya gitmemişti. Bende çok şaşırdım.” Dedi Perinur.
“ Ben de aynı gün gördüm, bazen siteye gelen seyyar bostanın geliş saatini unuturum, son anda hatırlayıp gittiğimde de sebze ve meyveler çoktan bitmiş olurdu. O bunu bilirdi, sabahtan telefon açar ne istediğimi sorardı ve hepsini alır getirirdi hiç üşenmeden. Bu bahaneyle, yogaya gelen kızların nasıl gençleşip güzelleştiklerini görüyorum, içim açılıyor doğrusu diye espri yapmayı da ihmal etmezdi.” Dedi Dora ağlayarak.
“ Yeğeni Haldun Okçugil’i tanıyor musunuz?”
“ Tabii tanıyorum, her yaz mutlaka gelir. O gelmeden günler öncesinden, Haldun gelecek şunu alayım çok sever, Haldun plaj havlularını değiştirmemi istedi, Haldun bu sefer arkadaşlarını da getirecek der dururdu. Amca-yeğen, çok güzel vakit geçirirlerdi. Tuhaf…” Dedi Pernur, birden konuşmasını yarıda kesip.
“ Ne oldu Pernur Hanım? Tuhaf olan ne? Söyleyin biz de bilelim. Size tuhaf gelen bizim için çok önemli bir ipucu olabilir.” Dedi Fahri.
“ Şimdi hatırladım! Onu son gördüğüm gün, yeğeni Haldun’un geleceğinden hiç bahsetmedi.”
“ Emin misiniz Perinur Hanım?”
“Eminim tabii, Sadi Beyi on beş yıldır tanıyorum. Her yaz, Haldun gelmeden bir hafta önce ona telefon ederdi. Gerçi amcasını sık sık arardı ama geleceği günü özellikle bir hafta önceden söylerdi.”
“Bunu bir sebebi var mıydı peki? Neden özellikle bir hafta önce geleceğini söylüyordu?”
“Sanırım arkadaşlarını getirdiği için, çünkü Sadi Bey anca evi hazırlatırdı. Kolay mı evladım, tek başına yaşayan yetmiş küsur yaşındaki adamın kalabalık misafir grubunu ağırlaması?”Dedi Perinur, sanki arkadaşı hala hayattaymış gibi.”
Fahri’nin çalan cep telefonu dikkatleri ona çevirdi, sanki herkes onun telefonuyla gelecek bir haberi bekliyormuş gibiydi.
Karşısındakine hiç tepki vermeden dinleyen Fahri telefonu kaptı ve merakla bakan gözlere aldırmadan sorularına devam etti.
“ Siz Haldun’u ne zamandan beri tanıyorsunuz?”
“Geçen yaz tanıştık, arkadaşları da yoga yapıyormuş onları tatilleri bitene kadar derslerime getirdi. Bu yaz Rambo sayesinde onu yakından tanıma fırsatı buldum ve bir kez akşam yemeğine çıktık hepsi bu.” Dedi Dora.
Fahri, Dora ve Perinur’a gündelik işler için gelen kadın hakkında da sorular sordu ama beklediği cevabı alamadı. İkisi de onun, Sadi Beyin katı kurallarından dolayı sadece evin işleriyle meşgul olduğunu, fazla ortalarda görünmediğini söylediler.
“Müge Hanım, sizin burada misafir dedektif olarak bulunduğunuzu söylememe gerek yok sanırım. Şile’de mösyö Bogart, Demre’de Rambo, hadi bakalım kolay gelsin. Bize getireceğiniz önemli delilleri merakla bekliyoruz. Gerçi Rambo bizim elimizde, ama siz yine de umudunuzu kaybetmeyin.” Dedi Fahri, yüzünde meydan okumanın verdiği bir tebessümle.
“Hiç şüpheniz olmasın.” Dedi Müge.
“Son olarak, ekip arkadaşlarımız Haldun Okçugil’i Otel Altuga’da gözaltına almışlar. Sorgulama için merkeze götürüyorlarmış. Otopsi tamamlanıp, kriminal ekibin raporları çıkınca sizleri tekrar merkeze davet edeceğim. Ayrıca, bu yardımcı kadın Dilek Korkmaz’da şu anda sorgulama için merkezde.”
“ Ama Rambo’ya ne olacak? Onu uyutmayacaksınız değil mi?” Dedi Dora, aniden ayağa kalkarak.
“Neden öyle düşündünüz? Biz de en az sizin kadar onlara sevgi ve merhamet gösteriyoruz. Merak etmeyin kendisine çok iyi bakacağız, tanıklığı bittikten sonra onu kendim getirip size teslim edeceğim.”
Faruk ve yanındaki memur, müsaade isteyip evden ayrıldılar. Müge, Perinur ve Dora oturdukları yerde öylece kala kalmışlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
“Haldun amcasını öldürmüş olamaz değil mi?” Dedi Dora, sessizliği bozarak.
“Bir şey söylemek için çok erken, sabırla bekleyeceğiz.”Dedi Müge.
Sabah çalan kapının sesiyle uyandılar, gelen Haldun’du. Kılık kıyafetini değiştirmiş, sakal traşı olsa da uykusuz , kan çanağına dönmüş gözleri onun perişan halini gizleyemiyordu.
İçeri girmek istemedi, veranda da oturmayı tercih etti. Üçü de meraklı gözlerle ona bakıyorlardı.
“Biliyorum, siz de benim amcamı öldürdüğüme inanıyorsunuz!” Dedi Haldun, gözlerindeki yaşları gizlemeye çalışarak.
“Kimin neye inandığı önemli değil Haldun Bey, eğer masumsanız bu hemen ortaya çıkacaktır zaten müsterih olun.” Dedi Müge.
“Önceki akşam, üzerinde çalıştığımız bir proje için yurt dışından gelen misafirlerimle Altuga Otelindeydim. Misafirlerim, otelde kalmayı tercih ettiler ve ben de onlarla birlikte kaldım. Sabah, polislerin kapıyı çalmasıyla uyandım, apar topar beni merkeze götürdüler. Öğlene kadar sorgu odasında amirleri Fahri Tok’u bekledim, o gelene kadar da bana hiçbir şey söylemediler.”
“Neden avukatını aramadın Haldun?”Dedi Dora.
“Neden arayayım? Ben suçlu değilim ki, hem sonra bu içinde bulunduğum durumu daha da zorlaştırır.”
“Sen bilirsin evladım.”Dedi Perinur.
“Amcamı kim öldürmüş olabilir? Adamcağızın hiç düşmanı yoktu, fabrikasındaki bütün çalışanları onu çok severdi. Yedi yaşımdan beri onunlayım, beni bir kere azarlamadı, en iyi şekilde okuttu. Başka akrabamız da yok.”
“Belki var, bu kadar emin olmayın bence. Amcanızın durumu gayet iyi ve bütün mirası size kalıyor değil mi?”Dedi Müge.
“Benim amcamın mirasına ihtiyacım yok! Çok çalıştım, büromu açmak için ondan para istemedim, işlerimi büyütürken de keza öyle. Serveti bana kalmasa da, maddi açıdan durumum gayet iyi. Akrabalara gelince, bundan eminim aile albümünde herkesin yeri var ve ne yazık ki uzun yaşayan kimse yok. Yetmiş yaşını gören sadece Sadi amcam var ama şimdi o da bırakıp gitti beni.”
“Her şey yoluna girecek genç adam, sabırlı olmalıyız. Onu kim öldürdüyse mutlaka bulunacak buna eminim.”Dedi Perinur, Haldun’un omzuna dokunarak.
Perinur, Müge, Haldun ve Dora bütün bir günü Sadi Beyi anarak geçirdiler, herkes onunla ilgili anılarını anlattı, hem güldüler hem ağladılar. Akşam, Haldun oteline dönmek üzereyken telefonu çaldı, emniyetten arıyorlardı.
Emniyet müdürlüğüne hep birlikte gittiler, kimse Haldun’u yalnız bırakmak istemiyordu. Ayrıca gelişmelerden de haberleri olsun istiyorlardı.
Emniyete vardıklarında, görevli memur onları karşıladı ve Fahri’nin odasına götürdü. İçeri girdiklerinde, Sadi Beyin yardımcısı Dilek Korkusuz’da odada olduğunu gördüler. Kısa bir selamlaşmadan sonra Fahri onları tam karşısında olacak şekilde oturttu.
“Tam tahmin ettiğim gibi hepiniz gelmişsiniz, Dilek Hanım da burada. Kendisi dünden beri misafirimiz.”Dedi Faruk, masasındaki yerini alırken.
“Otopsi raporu ve kriminal laboratuarından gelen sonuçları biraz önce aldım. Maktul Sadi Okçugil’in otopsi raporuna göre kanında, Balon balığının(Lagocephalus sceleratus) zehrine rastlamış. Balon balıkları tetradoksin adı ile bilinen güçlü bir zehirli madde içermektedir ve bu madde 300 dereceye kadar ısıtıldığında bile bozulmamaktadır. Aynı zamanda, renksiz, kokusuz, tatsızdır. Midesinden alınan sıvı örnekte ise bu madde, somon balığını yemesi ile vücuduna girdiği tespit edildi. Bunun üzerine amcanızın daimi müşterisi olduğu balıkçıyı sorguladık. Tanınmış bir balıkçı, şimdiye kadar böyle bir şeyin başına gelmediğini söyledi. Sıcak sularda gezen bu balıklar son zamanlarda balıkçıların ağlarına takılsa da amcanızın yediği balık ithal Norveç somonu. Diğer balıklardan ayrı olarak derin dondurucu da tutuluyormuş ve isteyen müşterilerine özel sipariş olarak getirtiliyormuş. Bu da demek oluyor ki katil bu zehri özel olarak temin edip, balığına boca etmiş. Zehrin iç organlara verdiği zararla, sıcak, nemli ve gübreli toprağın da etkisiyle beş günlük süre zarfında çürüme hızlı bir şekilde gerçekleşmiş. Adli tabibin titiz çalışmaları sonucu, vücudunda ölüm sonrası açılmış yaralar ve morluklara rastlandı. Rambo, cesedi çıkarmak için sarılı olduğu naylonu dişleyip parçalamış, köpeğin ağzından aldığımız örnekler bunu doğruluyor. Cesedin sarılı olduğu poşet, her yerden temin edilebilir siyah, kalın sanayi tipi çöp poşetlerinden. Kriminal incelemelerin sonuçlarına gelirsek, evin her yerinde sizin, amcanızın ve Dilek Hanımın parmak izlerine rastladık. Amcanızın cep telefonunu, yatak odasındaki komodinin çekmecesinde bulduk ve üzerinde sizin parmak izleriniz var. Teknik ekip, arama kayıtlarını ve en son aradığı kişileri tespit etti. Aradığı son kişi sizsiniz ve dediğiniz gibi sözde geziye çıkmasını haber verdiği gece.” Dedi Fahri, Haldun’a bakarak.
“Amcamı ben öldürmedim! Neden anlamıyorsunuz? Size kaç defa söyleyeceğim, onunla telefonda konuştuğum akşam çalışanlarımla toplantıdaydım.” Dedi Haldun bağırarak.
“Sakin olun lütfen Haldun Bey. Bunu biliyoruz, çalışanlarınızla tek tek konuştuk merak etmeyin. Uçuş saatlerinizi de kontrol ettik. Sizi suçlayacak delil yok elimizde, ama şimdilik. Araştırmalarımızı derinleştirdik, bakalım içinden neler çıkacak. Şimdilik bu kadar, lütfen haberimiz olmadan şehir dışına çıkmayın. Geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim.”
Perinur, emniyette kaldıkları süre içersinde Dilek’i göz hapsine almıştı. Sanki onu bir yerden tanıyor gibiydi ama nereden? Eve dönerken yol boyunca hep bunu düşündü.
Yorucu bir gecenin ardından herkes odasına çekilmişti. Perinur, ne kadar çabalasa da, Dilek’i aklından çıkarıp uyuyamıyordu. Başucundaki saate baktı, sabahın üçü olmuştu, kalktı odasında bir iki tur attı ve “Kızları uyandırmalıyım, bunu yapmalıyım çünkü çıldırmak üzereyim!” Dedi kendi kendine.
Dora ve Müge’yi de uyku tutmamıştı, sanki Pernur’u bekliyorlardı. Üçü birlikte mutfağa indiler ve soğuk limonatalarını alıp masanın başında toplandılar.
“Seni dinliyoruz Perinur’cum. Uykularını kaçıran Dilek için ne söyleyeceksin bize.”Dedi Müge.
“Ben o kadını bir yerde gördüm ama nerede hatırlayamıyorum. O gözleri, elini çenesinin altına koyup etrafa attığı şuh bakışlar bana bir şeyler söylüyor ama ne?
“Sadi Beyin evine kahveye gittiğinde, sana ikram yaparken görmüşsündür o bakışları olamaz mı?”Dedi Müge.
“Bak şimdi, benim de aklıma takıldı. Bu kadının gözünde kalın çerçeveli ve numarası hayli yüksek gözlük yok muydu? Rambo’yu bahçeden çıkarmaya gittiğimde, o da elinde köpek mamasıyla koşup gelmişti Haldun’la yanımıza. Şimmmdi hatırladım!”Dedi Dora elini masaya vurarak.
“Evet evet, gözlüksüz ben de görmedim onu, ama dün gözlükleri yoktu. O yüzden bana birini çağrıştırdı!”Dedi Perinur.
“Belki lens takmıştır, lenslerin temizliği zor ve meşakkatli, günlük ev işleri, bahçede toz toprak, o yüzden takmıyordur. Ne var bunda?”Dedi Müge.
“Gözleri meydana çıktı işte! Daha önce ellerini çene….. “ Dedi Perinur cümlesini tamamlayamadan dondu kaldı.
Dora ve Müge, şakın şaşkın onun yüzüne bakarak ne zaman cümlenin sonunu getirecek diye bekliyorlardı.
“Kızlar ben onu bir resimde gördüm! Ama bu kadar genç değildi, sonra saçları da uzundu, sanki burnu da kemerli gibiydi. Aman Tanrım! Sadi Beyin karısı yaşıyor! Bu o, inanın bana o!”Dedi Perinur ayağa kalkıp bağırarak.
“Emin misin? Kadın yıllar önce ölmüş, adamcağız hala yasta gibiydi. Bence Sadi Beyin ölümü seni çok etkiledi, hak veriyorum tabii eski dosttunuz.”Dedi Dora.
“Diyelim ki öyle, nerede gördün bu kadını? Sonra Sadi Bey, neden karısını ölmüş gösterip yanında gündelikçi olarak çalıştırsın?”Dedi Müge.
“Geçen yaz tabii! Geçen yaz, birer hafta arayla ölen komşularımızın ailelerine, birlikte taziyeye gitmiştik. Çok duygulandık doğal olarak. Bana hadi gel Dilek Hanım bize birer kahve yapsın da içelim demişti. Biz, kamelyaya geçip oturduk, birkaç defa Dilek Hanım diye seslendi cevap alamayınca kalktı kahveleri kendisi yaptı. Kahvelerle birlikte elinde, ağaç oymalı eski bir kutuyla geldi. Bana, rahmetli eşinin fotoğraflarını gösterdi, fazla fotoğraf yoktu ama bir tanesi vardı ki hiç akıllardan çıkacak gibi değildi. Siyah beyaz bir portre çekimdi. O fotoğrafta, uzun siyah saçlı, esmer, iri siyah gözlü, kıvrım kıvrım uzun kirpikleri, dolgun dudakları, hafif kemerli bir burnu olan kadın vardı. Bir elini çenesinin altına koymuş, hafif yan dönmüş ve o şuh bakışlarla çekilmiş fotoğrafı. Sadi Bey bundan kimseye bahsetmememi söyledi çünkü ilk defa bana gösteriyormuş bu fotoğrafları. Evinin hiç bir yerinde de eşini hatırlatan fotoğraflar yok.”
“Neden böyle bir şey yapsın ki? Tanıdığım herkesin evinde, eşleri vefat etse de en az bir iki fotoğraf vardır, ilginç doğrusu.”Dedi Dora.
“Ben de sordum aynı soruyu. Bana, güzel anılar hafızalara kazınmalı, her gün fotoğraflara bakıp üzülmek beni çok yıprattı. O yüzden bu kutunun içinde muhafaza ediyorum onları.”
“Şimdi bu kadının burnu kemerli değil, gözleri siyah, esmer, saçları kızıl ve kısa, dudaklarına ve kirpiklerine dikkat etmedim doğrusu. Yaşıyor mudur gerçekten?”Dedi Dora.
“ O kutuyu bulmalıyız tabii polisler bizden önce bulmadıysa.”Dedi Müge.
“Ama bunun için eve girmemiz gerekiyor, daha sarı kordonları kaldırmadılar ev hala soruşturma kapsamında.”Dedi Dora.
Müge, Dora’dan Haldun’u aramasını ve hemen anahtarla birlikte gelmesini istedi.
Üçü de hazırlanmıştı. Ellerinde şamdandan çıkardıkları mumlar ve el feneri vardı. Tam bir saat sonra Haldun geldi. Müge’nin fikrine pek sıcak bakmasa da çaresiz kabul etti. Mirası için amcasını öldüren ünlü mimar Haldun Okçugil damgasını yemek istemiyordu.
Eve vardıklarında, bahçe kapısındaki sarı kordonu kaldırıp dikkatlice altından geçtiler ve sessizce giriş kapısına ulaştılar. Haldun, cebinden anahtarı çıkardı ve kapıyı açtı.
Evin dört odası, üç banyosu vardı. Önce Sadi Beyin yatak odasından başladılar. Her yeri, en ince ayrıntısına kadar aramalarına rağmen hiçbir şey bulamadılar.
Dora, salonun bahçeye çıkan kapısını yanında duran büyük buda heykelini hayranlıkla inceliyordu.
“Amcam bu tuhaf şeyi neden burada tutuyordu hiç anlamıyorum. Yanlış anlama ama bu kocaman göbekli, korkunç bir yüz ifadesine sahip buda heykeli, insana nasıl huzur verir ki?”Dedi Haldun yüzünü buruşturarak.
Müge, Dora ve Haldun’a doğru yaklaştı “Bu heykelin burada durmasının bir anlamı olmalı!”Dedi.
Hepsi heykelin etrafında toplandı, sağını solunu kurcalamalarına rağmen bir şey bulamadılar.
Dora, buda heykelinin göbeğine eliyle hafifçe vurarak “Bizi ne kadar umutlandırdın, olmadı şimdi.”Der demez heykelin göbeği hafifçe öne doğru geldi. Aradıkları kutu artık ellerindeydi.
Kutuyu alıp evden çıkmak üzereyken karşılarında, elinde tabancayla Dilek duruyordu .
“Minnettar olmam için bir sebep daha! Kutuyu bana getirir misin Haldun Bey!”
“Amcam resimlerini göstermiş olsaydı eğer, hala hayatta olurdu. Söylesene neden öldürdün onu? Para için mi?”Dedi Haldun dişlerini sıkarak.
“Duygusala bağlayacağız demek! Kolay olmadı tabii, çok sevdiği somon balığını tıkınırken yarım saat sonra öleceğini bilmiyordu zavallıcık. Sana zarar vermem için bana tutamayacağım sözler verdirdi sonra seni aradı. Ne acıklı değil mi?
Haldun, ona saldırmak için hamle yapmaya kalktı ama Dilek silahı başına dayadı.
“Acele etme Haldun Bey, daha sevgili kocamın servetini bana devrettiğine dair gereken belgeleri imzalamadan öldürmek istemiyorum seni.”
Haldun geri çekildi, Dilek’in uzattığı belgeleri aldı ve kutuyu ona verdi.
“Sadi Okçugil, sevgiden anlamaz, cimri bunak. Beni neden öldü gösterdi merak ediyorsunuzdur, sizi onun yanına paketlemeden önce anlatayım.”
Müge, Perinur ve Dora hiç kıpırdamadan oldukları yere adeta çakılmışlardı. Haldun, kendisini siper edercesine onların bir adım önünde duruyordu.
“Çok sevgili kocam, benden yirmi yaş büyüktü. Fakir bir ailenin kızıydım ve onun fabrikasında çalışıyordum. Ona aşık değildim ama parası vardı ve evlendik. Ben başka birini seviyordum, gizli gizli görüşüyorduk o da meteliksizdi tabii ama aşk işte ne yaparsın. Uzatmayayım, siz de bu arada bildiğiniz duaları okuyun içinizden vakit kaybetmeyelim. Nerede kalmıştık? Bizi takip ettirmiş, hepsini yüzüme vurdu ama hakkını yemeyeyim çok anlayışlı davrandı. Benden ömür boyu utanç duyacağını söyledi. Boşandıktan sonra, yeni bir kimlik verdi bana. Kimsesiz ölen birinin yerine geçirdi beni, nasıl dediğinizi duyar gibiyim ama prosedürlere ayıracak zamanım yok. Biraz da para verdi ve beni başından defetti. Meteliksiz sevgilimle evlendim. Onun verdiği parayla da kenar bir mahallede tuhafiye dükkânı açtık. Onu, yakından takip ettim ve bunu planlamam yıllarımı aldı. Kocam, iki yıl önce ölünce planımı hemen harekete geçirdim. Yanında hizmetçi olmak hiç de kolay değildi ama serveti için değerdi. Sonrasını biliyorsunuz işte.”
“Yakalanmayacağından nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”Dedi Müge.
“Biliyorum işte! Kutu ben de, evraklarda imzalandı mı tamamdır?
“Bu kadar kolay kurtulamazsın! Cesetlerimizi ne yapacaksın?”Dedi Haldun.
“Sen o güzel kafanı yorma Haldun’cum! Ama yine de söyleyeyim, bu evi cesetlerinizle birlikte yakacağım!”
Dilek son cümlesini tamamlar tamamlamaz, kapı büyük bir gürültüyle kırıldı. Bir anda içerisi polislerle doldu. Hemen Dilek’i etkisiz hale getirdiler, Fahri onu emniyete götürmeleri için emir verdi.
Dilek, adeta çılgına döndü, çırpınıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu
“Lanet köpek! Sana da lanet olsun Haldun! Sen! Kokoş ihtiyar cadı!….” Diye bağırarak polis arabasına doğru gidiyordu Dilek
Fahri, herkesin iyi olduğundan emin oldu ve onlara eve kadar eşlik etti. Perinur, Fahri ve diğerlerinin ısrarlarına rağmen doktor çağrılmasını istemedi. O, sadece evinde olmak istiyordu.
Ertesi sabah Fahri, Rambo’la birlikte, bir torba mama ve yeni bir tasmayla Perinur’un kapısını çaldı.
Herkes, onu gördüğüne çok mutlu olmuştu.
“Nereden bildiniz bizim Sadi Beyin evinde olduğumuzu.” Dedi Müge.
“Aslında biz Haldun Beyden ziyade Dilek Korkusuz’la ilgileniyorduk. Onu, cesedin bulunduğu günden beri emniyette misafir ettik, hiç zorluk çıkarmadı. Yalnız fazla samimiydi, belli bir rutini vardı onu hiç bozmadan sorulara cevap veriyordu. En önemlisi de Sadi Beyi sanki önceden tanıyormuş gibi anlatmasıydı. Onu, takibe aldık, Haldun Beyinde telefonunu dinlemeye aldık. Sizin de cinayeti aydınlatan ipucunu bulmadan tatiliniz tatil olmayacaktı. Bunun da duyumunu alınca harekete geçtik.”Dedi Fahri.
Perinur, elinde bir sürahi ev yapımı limonatasıyla verandaya geldi ve herkesin bardağını doldurdu.
“Sadi Bey, rüyamda bana el sallarken aslında hepimize veda ediyordu. Senin limonatanı da çok severdi, bu bardaklar onun için olsun. Rüya bilinç dışına açılan kral kapısıdır**” Dedi Dora, limonata bardağını kaldırarak.
*Ahmet Murat İldan
**Sigmund Freud