Okurlarımızdan gelen hikâyeleri yayınlamaya devam ediyoruz. Bu sayımızda değerli okurumuz Burak Demir’in gönderdiği hikâyeye yer verdik. Beğenerek okumanızı dileriz.
Selim arabasının arka koltuğuna yaslanmış, gözlerini kapamış, düşünüyordu. Dün gece evine biri girmişti. Uyanmış, sesini duymuş ama içeri gireni görememişti. İşin garibi, para, değerli antika eşyalar, pahalı saatlerle dolu evden hiçbir şey çalınmamıştı. Zenginlerin yaşadığı, bol kodamanlı bir sitede yaşıyordu. Bu insanlar yaşadıkları yerlere kendini beğenmişlik ve samimiyetsizlikle birlikte bolca parayla görgüsüz pahalılık getirirler ve bütün bunları koruyacak adamları olur. Selim’in sitesi de böyleydi, para vardı, korumalar da vardı. Güvenlik memurları, siteyi kameralarla gece gündüz izlerlerdi. Ama dün gece bir faydaları dokunmamıştı. Polise haber verilmiş, onlar da gelip inceleme başlatmışlardı. Kamera kayıtlarına bakılmış, hepsinin silindiği görülmüştü. Güvenlik elemanı, kayıtları kendisinin sildiğini itiraf etmiş ama ilginç bir şekilde neden sildiğini hatırlamadığını söylüyordu. Polis elemandan şüphelenmiş ve göz altına almıştı.
Şoför Kazım, “Her günkü kafeye mi gidiyoruz efendim?” diye sorarak Selim’i düşüncelerinden ayırdı.
Selim, “Hayır, sen sürmeye devam et.”
“Peki efendim.”
Selim, her gün iş çıkışı kahve içmeye gittiği italyan kafesine gitmiyordu. Yola baktı, aklında gitmek istediği bir yer yoktu ama içinden gelen ve davranışlarına etki eden bir dürtüyle nereye gideceğini biliyordu. Arabanın camından bakarken gitmek istediği yeri gördü. “Arabayı sağa çek,” dedi. Kazım, Selim’i sarsmamaya çalışarak yavaşladı ve arabayı durdurdu, kapıyı açmaya koştu. Selim arabadan indi, ” Sen gidebilirsin” dedi ve önünde durdukları mekanın açık kapısından içeri girdi. Ön yüzü camlarla kaplı, aydınlık, ufak bir pastaneydi. Kapısında kırmızı ve sarı tonlarda dikkat çekici harflerle poğaça, açma, simit, börek yazıyordu.
Selim pastane içinde dolaştı, camın kenarında iki kişilik bir masanın yanında durdu. Sandalyelerden biri doluydu, bir adam oturmuş camdan dışarı bakıyordu. Adama “Oturabilir miyim?” diye sordu. Adam başını çevirmeden, eliyle karşışındaki sandalyeyi işaret etti. Selim adamın karşısına geçip oturdu. Adam dönüp Selim’in yüzüne bakmadı, Selim de başını çevirip camdan dışarıya bakmaya başladı. Kaldırımda yaşlı bir adam, dalgın ve yavaş yavaş yürüyordu, yoldan arabalar geçiyordu. Bir süre yolu izlediler ama Selim dayanamadı. “Merhaba, ben Selim,” dedi. Adam yüzünü Selim’e çevirdi. Koyu kahverengi, göçük, büyük gözleri vardı, sulu denilemezdi ama buğuluydular, gizemli bir hüzün saçıyorlardı. Dudakları büyük ve dolgundu, adam siyahi değildi ama bir beyaz ne kadar esmer olabilirse o kadar esmerdi. Başının önündeki saçlar sağdan ve soldan dökülmüş, büyük bir M harfine dönmüşlerdi.
Adam, “Biliyorum,” dedi.
“Neyi biliyorsun?”
“Seni biliyorum, Selim, Hakim Selim.”
“Nasıl biliyorsun, ben seni tanımıyorum.”
Adam cevap vermedi, öylece Selim’in yüzüne bakmaya devam etti. Selim hakimlik hayatı boyunca bir sürü kişinin canını yakmıştı , damarına bastığım biri mi acaba diye düşündü. Kalkıp da neden buraya geldim dedi kendi kendine. Camdan dışarı baktı, gerekirse kaçmak için hazırladı kendini.
Selim, “Bak, sen kimsin bilmiyorum, niyetin ne onu da bilmiyorum ama bak hakim olduğumu biliyorsun, büyük bir adam olduğumu biliyorsun, önemli yerlerde güçlü dostlarım var bana zarar versen bile bunu sana ödetirim,” dedi.
Adam, “Ben,” dedi. “Ben bazı insanlara zarar veririm, çoğunluğunu öldürürüm, benim işim budur.”
Paltosunun cebinden bir silah çıkardı; masaya, önüne koydu. Silahı görünce, Selim’in tüm kaçma ümitleri söndü. Hızlı davranıp silahı adamın önünden kapmayı düşündü ama yapamazdı, silah adama çok yakındı. O zaman başka çare yok diye düşündü, ya adamı kandıracak ya da başka biri gelene kadar oyalayacaktı. Nasıl olduysa kendini öldürmek isteyen birinin ayağına gelmişti.
“Sana kaç para verdilerse daha fazlasını verebilirim, beni vurmana gerek yok.”
“Para için yapmıyorum.”
“Bir yakınını hapse mi attım, sana zarar veren birini cezasız mı bıraktım?”
“Hayır, ama haklısın herkes para için ya da zarar gördüğüm için yaptığımı sanır.”
“Çok kişiyi öldürdün yani. Para için değilse neden öldürüyorsun?”.
Selim bir çeşit manyakla karşı karşıya olduğunu anladı; artık tek umudu biri gelene kadar zaman kazanmaktı.
Adam, “Sence neden öldürüyorum?” dedi.
Selim, bu soruya başka bir soruyla karşılık verdi. “Önemli kişileri mi öldürüyorsun?”,
“Hayır”,
“Zenginleri mi?”,
“Hayır” ,
“O zaman kimleri öldürüyorsun?”,
“Sen nasıl zengin oldun?”,
“Ben mi, hakimim işte ben.”,
“Nasıl zengin oldun!”,
“Hakimim”,
“Hakimliğini hakkıyla yapıyor musun?”
“Evet”.
Adam ayağa fırladı, masadaki silahı eline aldı, Selim’e doğrulttu.
“Şimdi söyle nasıl zengin oldun, sadece hakimlik mi yaptın?”,
“Evet”,
“Söyle lan söyle, yediğin haltları söyle!”,
“Tamam, tamam dur, söyleyeceğim. ”
“Ben…”
“Söyle lan söyle!”
“Bak, ben aslında hiçbir şey yapmadım, şartlar beni buna zorladı. Yoksa ben işini bilen namuslu bir haki…”
“Kes lan kes, n’aptın onu anlat sen!”
“Tamam, tamam. Ben davalarda suçluyu kayırmak için paralar aldım, büyük paralar çok büyük paralar ama bunda benim bir suçum yok ki, kim almaz küçük çabalar karşısında büyük meblağları.”
Selim bu korkunç durumda bile suçunu itiraf etmenin huzurunu hissetti içinde.
Adam nefes nefeseydi, silahı masaya koydu, yeniden oturdu. Selim artık biri gelsin diye dua ediyordu, itiraftan sonra infaz gelirdi hep.
Selim zaman kazanmak için, “Peki nasıl öldürüyorsun, hep kurşunla mı?” diye sordu.
Adam, “Konuşarak öldürürüm, aslına bakarsan şimdiye kadar kimseyi başka şekilde öldürmedim.”
“Nasıl?”
“Hipnoz ve telkin yoluyla. Onlarla konuşurum; onlar da kendilerini benim istediğim zaman, benim istediğim yer, benim istediğim şekilde öldürürler. Bazen uyurlarken konuşur, telkinlerde bulunurum; bu da işe yarar. Bu arada bugün emekliye ayrılıyorum biliyor musun? “.
Adam gülümsedi.
Selim bir kahkaha koyverdi, zaman kazanmak için uzun uzun güldü.
Adam, ” Çevrene bi baksana, sen de anlayacaksın ” dedi. Selim etrafa baktı, sanki geldiğinden beri ilk defa başka masaları görüyordu. Bir sürü boş sandalye vardı, pastanede onlardan başka kimse yoktu.
Adam, “Buraya neden geldin, neden her gün gittiğin kafene gidip kahveni içmedin, neden tüm bu boş masalara rağmen geldin karşıma oturdun?”
Adamın söyledikleri doğruydu, gerçekten de bilmeden, farkına varamadan tüm bu dediklerini yapmıştı. Selim, ne diyeceğini bilemedi. Adamın dedikleri tutarlıydı. Şimdi kendi kendini mi öldürecekti?
Selim, “Sen… Dün gece gelen sen miydin?”,
“Evet, istersen kalkıp gitmeye çalış, kaçabilirsen arkandan gelmeyeceğim, peşini bırakacağım,” dedi adam.
Selim sandalyeden kalkmaya çalıştı, olmadı. Elleriyle masadan destek alıp denedi, yine sonuç yoktu. Oturduğu yerde zıplamaya çalıştı ama sadece sandalye üzerinde sekti, başaramadı, sandalyeden kalkıp gidemiyordu. Vazgeçti, sakince oturmaya başladı, kesilmeye götürülen bir koyunun teslimiyetine büründü.
Adam elini silahın üzerine koydu ve ileriye doğru itti; silah Selim’in önünde durdu. Selim hiçbir bilinçli hareket göstermeden, farkında olmadan alıp verdiği nefes gibi silaha uzandı ve eline aldı.
Adam, “Son bir şey daha. Bazı insanlara zarar verdiğimi çoğunu da öldürdüğümü daha önce söyledim. Neden bazılarına sadece zarar verip, bazılarınıysa öldürürüm biliyor musun? Çünkü ben insanlar en çok neden korkarlarsa onu yaparım, çoğu en çok ölümden korkar. Peki Selim, senin en büyük korkun nedir, ölmek mi? ”
Selim düşündü, en çok ölmekten mi korkuyordu? Hayır, ölmekten daha çok korktuğu bir şey vardı, kapalı, dar, havasız bir mekanda kalmaktan delicesine korkardı, yüksek derece klostrofobi sahibiydi. Daha önce ölümü çok düşünmemişti ama kapalı mağaraların, nefessiz oyukların kabuslarını çok görmüştü.
Selim, “Hayır, en çok korktuğum şey ölmek değil, en çok korktuğum şey kapalı mekanlar, dar alanlar, klostrofobim var”, dedi.
Adam, “Biliyorum, gideceğin yeri çok seveceksin” diye mırıldandı ve gamzelerini göstererek genişçe gülümsedi.
Selim silahı doğrulttu. Adama üç el ateş etti.