Niyazi Dayı, toprağa sapladığı pulluğu ile tarlasını sürerken bir yandan da aklından, geçen seneki mahsulden ellerinde kalan hayal kırıklığını geçiriyordu. Besmeleyle başlamıştı işe bu sabah da. Bereket fışkıran topraklar, iki senedir suya hasret bir sekilde kuraklık çekiyordu. Kuruyan toprak cılızlaşmış, sanki amansız bir derde yakalanmış dermansız bir hasta gibi günden güne eriyordu. 15’lik oğlan Nizam, topraga ayak bastığında ayağının altında uzanan yarıklara bakarak “ninenim elleri gibi” deyip sırıtmıştı. Oğlunun yüzündeki tebessümü bozmamak için ses etmemişti Niyazi ama en az o topraklar kadar çoraktı şu an yüreği. Yağmur, ah yağmur! Bir yağsa sadece kıraç toprağa değil, besbelli asıl yüreğine su serpecekti. Bir kaç ay önce köy imamının eşliğinde Tınaztepe’ye çıkmışlar, uzun uzun yağmur duası etmişlerdi. Hanımlarının itaatsizliğine, kızlarının açılıp saçılmasına bağlamıştı hoca o zaman bu bereketsizliği. Ve şimdi kızgın Tanrı, tüm köyü kavuruyordu. Alnındaki teri boynundaki eşarba silip Massey’in gazına yüklenince şaha kalkar gibi dikildi burnu traktörün. “Heyt beeee” taksitini ödeyemediğinde satmak üzereyken avradı yetişmişti imdadına. Tövbe bozdurtmam dediği anasından yadigar bileziği sarrafa satıp paraya çevirmişti. Belki de şu yağmurları dindiren karısı. O gün hoca konuştuktan sonra eve gelip uzun uzun izlemişti Zeynep’i. Üst üste bir şeyler istedi imtihan etmek için. Çaydan başlayıp hamur ile kömbe yaptırana kadar. Gık demedi Zeynep, hazır etti herşeyi. Hiç de itaatsiz gelmemişti hocanın dediği gibi. Yoksa keserdi hesabını. Belki de hoca yanılmıştı o gün. Ya da kendisini terkeden karısının intikamını, gücü yetebildiği ölçüde tüm kadınlardan almak istiyordu müritleri aracılığıyla. Oğlu, pulluğun uzerinde ayakta dikilmiş, babasına, pulluğu kaldırması gerektiği zamanlarda bağırıyordu. Alınlarından boncuk boncuk ter süzülürken, ikisi de çıkınlarında getirdikleri fasulye domatesin hayalini kuruyorlardı. Sonra güçlü canavarın pulluğu, birden bir şeye takıldı. Çocuk telaşla babasına seslendi;
“Bubaaaaaa, Bubaaaaaa moturu durdur.”
Panikleyen admın eli ayağı birbirine dolandı. Toprağın yüzünde beliren büyük, kavisli, kiremit renkli sırt, Niyazi’yi son derece heyecanlandırdı. Çünkü üç beş sene önce hemen derenin ardındaki bahçede, Kocaburunların Mustafa arazide bir küp altın bulmuştu. Tüm şehir çalkalanırken Mustafa, ardında karıyı ve iki çocuğu da bırakıp kayıplara karışmıştı. Köy ahalisi neden define bize nasip olmadı diye dövünmekten geride kalan kadına ve yetime üzülmeye pek de fırsat bulamamıştı. Nihayet bu sefer talih Niyazi’ye gülmüştü. Hemen oğlana seslendi;
“Cevizin belinden kazmayla küreği kap getir. Çabucak.”
Oğlan, hızla seğirterek soluğu cevizin altında aldı. Babası ileriden halen daha kendisine ünlüyordu. İki elinde kazma ve kürekle, biraz önce toprağın bağrında açtıkları yara izleri gibi duran yarıkta, kesiklere basarak koşarken ayakları birbirine dolanıyordu.
Teri ile ıslanmaya başlayan toprak, yarim saatlik bir uğraştan sonra dev bir küpü, ağzı mühürlü halde sunmuştu Niyazi’nin huzuruna. Muhtemelen içi altın dolu bir küptü bu. Aynı hayalindeki gibi. Etrafına bakınan Niyazi, oğlana dönerek; “Bana bak, bundan kimseye bahsedersen yakarım canını. Çabuk köşede bekleyeko yol ağzında. Gözetçilik yap, biri gelirse de ıslık çalıver.” Çocuk, yine denileni yaptı. İki eline birden tüküren Niyazi kazmanın sapını kavrayıp bir indirişte küpün ağzını kırdı. Ve o an, adamın içini dışına çıkaran, ilk nefeste genzini yakan berbat bir koku fışkırdı dışarı. Kusmamak için birkaç kez böğürdü ve en sonunda ağzını yüzünü boynundaki tülbentle kapadı. Ama asıl şoku, kendini hazırlayıp küpün içine bakınca yaşayacaktı. Çürümüş ceset parçaları kendisini bekliyordu.
Hayvani bir öğürüşle kusmaya başladı. Yediği ne varsa çıkardı hemen ayağının dibine. Çenesinden akan kusmuğu gömleğinin koluna sürdü doğrulurken. Ardından, fırladığı gibi traktörün tepesine çıkıverdi. Durumu, hiç vakit kaybetmeden komutana haber etmeliydi. Koşa koşa girdiği karakolun binasında telaşlı halini gören Yusuf astsubay, ivedilikle sordu;
“Hayırdır Niyazi Dayı, neyin var?”
“Daha ne olsun be komutan, yetiş git benim tarlaya acelece. Topraktan bir küp içinde ölü çıktı.”
“Sen ne diyorsun dayı?” diye atıldı hemen öne astsubay Yusuf. Mavi gözleri, sanki yuvalarından fırlayacakmış gibi birden büyüdü. Kaşlarını çatıp askere seslenirken çatallaşan ton, heyecanını ele veriyordu. “Umut, transiti getir çabuk, çabuk.”
Mavi transitin tepe lambası ışıl ışıl yanıp sönerken araç da köy meydanından Tınaztepe’ye doğru hızla yol alıyordu. Belki de köy halkı; iki sene öncesi Toksözlerin Lütfü’nün çalınan sığırlarının peşi sıra giden bu arabayı, ikinci kez böyle hızla giderken görüyordu.
Savcıdan da önce muhabirlerin de olay yerine damlamasının ardından köy, panayır yerine dönmüştü sanki. Sadece eskilerin hatırladığı ve hiç unutamadığı, köy enstitüleri döneminden kalan bir gelenekti panayır kültürü burada. Gönen’deki bu enstitü kapandıktan sonra da belli bir süre daha gelenek devam etmiş, fakat çok uzun süre tutunamamıştı. Köy enstitüleri ile canlanmaya başlayan ticaret, panayır kültürünü de doğurmakla kalmamış, enstitünün fukara talebelerinin de marifetlerini bu panayırlarda sergileme imkanını beraberinde getirmişti. Fakir köylü çocukların bilimle ve sanatla buluşturma projesinin temellerinin atıldığı bu köy enstitüleri uzun vadede de gariban cumhuriyetin ilerisi için kurtuluş reçetesiydi belki de. Ta ki sonra gelen hükümetlerin, bu gariban köylü çocukların asıl ihtiyaçlarının, bilim, eğitim ve sanat değil de din olduğunu düşünüp, enstitüleri kapatırken yerlerine yurdun dört bir yanını Kur’an kursaları ve imam hatipler ile donatana kadar.
Yusuf Astsubay; “Küpün içinden ceset değil de hazine çıksaydı yine aynı heyecanla ve panikle gelecek miydi ki Niyazi dayı?” diye içinden geçirdiği sorunun cevabını aslında gayet iyi biliyordu. Yolda susmadan konuşan Niyazi Dayı’nın anlattıkları geçen kış yaptığı Alacahöyük gezisini ve küplerin içinde gömülen insanları getirdi aklına. Gezi boyunca rehberin söylediklerine merakla kulak kabartmıştı. Hatta sonra üzerine düşüp, bu konuyu lojmana gider gitmez araştırmıştı. M.Ö. 2.700 ile 1.800 yılları arasında kullanılan bu mezarlarda ölüler, cenin pozisyonunda konumlandırılarak gömülürlerdi. Yani küp mezarlardaki amaç da bu yöndeydi.
“Geldikleri gibi gitsinler.”
Hitit’lere kadar dayanan bu geleneğin seneler sonra basit bir köy yerinde hortlaması ürpermesine neden olurken, “Avraza” adıyla tarih sahnesine çıkan Isparta’nın da Hitit’ler döneminde doğması garip bir tesadüf olmalıydı. Hititler’den Persler’e, Persler’den Roma İmparatorluğu’na ve Bizans’tan Türkler’e uzanan köklü bir tarihe ev sahipliği eden Isparta, bundan böyle, binlerce yıl sonra hortlayan geleneğin uzantısı bir ceset ile anılacaktı.
Yusuf komutan ve beraberindekiler ilk incelemelerin hemen ardından olay mahalinde güvenlik çemberi oluşturarak savcıyı bekleyeme başladı. Olay yerine intikal eden bölge Cumhuriyet savcısı ve adli tıp tabibi yaptığı incelemelerde olaya ışık tutacak pek fazla delile rastlamadı. Toprağın altında geçirdiği zaman, ceset üzerinde kimlik tespitini neredeyse mümkün kılmayacak şekilde deformasyona sebep olmuştu. Ayrıca traktörün pulluğu olaya ışık tutmasa bile aydınlatılmasına yardımcı olabilecek tüm olası ayak izi veya benzeri delilleri ortadan kaldırmıştı. Küpün içinde bulanan maktulün kadın olduğu söylenebilirdi. Ölüm nedeni veya zamanı konusunda kesin bir tespit yapmak pek mümkün gözükmese de yapılacak kemik ve doku analizleri olayın tahminen ne kadar eski olduğunu dair fikir verebilirdi. Ancak kendilerine yardımcı olabilecek farklı bir kanıt, küpün içinde onları bekliyordu. Maktule ait olmayan başka birine ait kumaş parçası!
Kokuşmuş et, bir anda adeta tüm tarlaların üzerine sindi. Tüm köy, bu lanetli çürümüş kokudan arınamayacaktı sanki. Siyahlaşmış ve erimeye başlamış et parçalarının arasından görünen kemikler, Yusuf’un aklından bir türlü çıkmıyordu. Şimdi öncelikle cesedin kime ait olduğu bulunmalıydı. Öyle yıllar değil, bir kaç saat içinde bu cinayet, efsanelere ve rivayetlere dönüşecekti bile. Ve astsubay Yusuf da bunu en iyi bilenlerdendi. Böyle kırsal ve dışa kapalı bir yerleşim yerinde katilin ortaya çıkarılması ne kadar uzarsa, hikaye o kadar mitleşecek, dini kaygılar ve korkular, mistik bir şekilde her gece köyün üzerine sis gibi çökecekti.
***
GÖMÜ BULMA DUASI – HİKAYE DEVAM EDİYOR
Günler geçtikçe çözülmeyen cinayetin Yusuf’un üzerine yüklediği mesuliyet giderek yerini suçluluk duygusuna bırakıyordu. Kendi mıntıkasında işlenen cinayetten haberi olmadığı gibi suçlu veya suçluları yakalamak adına da elinden bir şey gelmiyor oluşu onu kahrediyordu. Her gün yaptığı duaların ve evde kıldığı namazın yanı sıra Cuma günlerini de bir fırsat yaratıp camiide geçirmeye çalışıyordu. Yine bir Cuma hutbesinde minberden seslenen hocanın vaazı karşısında kanı dondu. Çünkü konu; katledilen zavallı kadın ile ilgiliydi. Hocaya göre; kadına uygulanan vahşet her ne kadar ağır bir cezalandırma olsa da, kadının da mutlaka bunu hakedecek bir şeyler yapmış olabileceği kesindi. Çünkü kadın “şeytanın ortağı ve cehennemin odunu” idi. Fakat onu asıl şaşırtan ise tepkisiz bir şekilde, kafaları önde hocayı dinleyerek onaylayan cemaatti.
Çıkar çıkmaz soluğu hocanın yanında almak istedi ancak hoca bir mevlide katılacağı için acele çıkmak zorundaydı. Bunun üzerine, çıkışta cemaatin içinde arkadaşı Avukat Mehmet’in yanına ilişip, adeta fısıldayarak; “Bu hocanın nesi var böyle?” dedi. Mehmet gür sakalları, geniş ve açık alnı, seyrelmiş saçları ve gözlüğüyle aslında avukattan çok cemaatin en ateşli müridi gibi duruyordu. Halbuki o da çoğu gibi, sadece Cuma’dan Cuma’ya Müslüman olduğunu hatırlayanlardandı. Mehmet, sanki yıllardır birinin kendisine sormasını beklediği sırrı salık verircesine hocanın karısı ile yaşadıkları fırtınalı evliliği, kadına uyguladığı şiddeti, üzerine getirdiği imam nikahlı onbeşlik zevcesini ve nihayet zavallı kadının tüm bunlara katlanamayarak gidecek kimi kimsesi olmasa bile bir gece bunu nasıl terk edip gittiğini bir çırpıda anlattı. “Tüm köy halkı bunun kadınlara karşı olan hıncını ve husumetini bilir de acısına saygıdan pek ses etmez,” dedi avukat.
***
Yusuf her zaman olduğu gibi makamına girer girmez kepini ve askeri paltosunu çıkarıp odasındaki metal dolaba astı. Masasına geçtiğinde komutanlık makamına iletilen adli tıp raporu ve savcının tutanağını gördü. Nihayet rapor gelmişti. İnceledikten sonra sandalyesinden doğrularak kepini başına geçirip aceleyle dışarda bekleyen araca koştu. Onun hareketlendiğini gören emir eri uzman çavuş herhangi bir talimat beklemeksizin direksiyona geçti. “Yürü Umut camiiye gidiyoruz, şu bizim hocayla bir konuşalım.”
Camii’de karşısında Yusuf Komutan’ı gören köy imamı Azmi neler olduğuna pek anlam veremedi. Yine de vakur bir tavırla “buyur Yusuf Komutan” diyerek gelenleri avlunun dış kenarında adeta bir ofis gibi kullandığı müştemilata götürdü. Yusuf aklını kurcalayan tüm soruları sordu. Hoca adını anmaktan bile hicap duyduğu karısı hakkında ardı arkası gelmeyen sorular karşısında kızarıp bozardıkça, Yusuf’un içindeki kuşku daha da derinleşiyordu.
Köyün toprak yolları üzerinde tozu dumana katarak ilerleyen minibüsün ön koltuğunda Yusuf, dikiz aynasından arka koltuğa baktıkça haftalardır üzerine çöken ağırlığı sanki omuzlarından atmış gibi hafiflediğini hissediyordu. Arkada kelepçeli kollarını dizlerinin üzerinde birleştirmiş köy imamı Azmi, kederden ve korkudan sanki daha da soluklaşmış yüzünü yere çevirmiş, sakince oturuyordu. Yusuf sorgulama sırasında şüphe götürmez bir şekilde olayın failinin Azmi olduğunu anladı. Bulunan maktulün tahmini ölüm tarihi ile Azmi’nin eşinin köyü terk edip gittiği vakit neredeyse birebir uyuyordu. Yusuf henüz yolda giderken sorgulama için savcıya telefonundan haber verdi. Biraz sonra bu hayduta herşeyi itiraf ettireceklerinden emin halde nizamiyeden giriş yaptılar. Birkaç saat içinde savcı karakola vardı.
“Evet, Yusuf. Anlat bakalım.”
Yusuf, Azmi’nin anlattıkları ile köydeki söylentiler arasında bağlantıyı vurgulayarak izlenimlerini ve şüphelerini savcıya anlattı. Savcı konuya vakıf olabilecek kişilerin karakola getirilmesini istedi. Kadın’ın babası, kardeşi, Avukat Mehmet derhal bulunup getirildi. Tek tek ve çapraz sorgulamanın ardından savcı odadakileri çıkartıp Yusuf’a döndü.
“Anlatılanlara bakılırsa imam, karısı kaçmadan evvel civar köylerden olan Hacılar’dan henüz reşit olmayan bir kız getirip imam nikahı ile evlenmiş, yani karısının üzerine kuma getirmiş. Bunca yıl adamın kahrını çeken kadın kendi üzerine bir de kuma getirilmesini artık hazmedemeyip Azmi’yi terk etmiş gözüküyor. Olayın ardından hıncını yeni eşinden çıkartan Azmi kısa sürede kızı kaçırtmış. Kanaatlerinde haklı gibisin Yusuf. Senin iddia ettiğin gibi Azmi karısını öldürmüş, buna bir şekilde tanıklık etmiş olan genç kız da kaçmış olabilir. Ama amacımız suça suçlu bulmak değil, asıl suçluyu bulmak” dedi.
“Maalesef sadece söylentiler veya varsayımlardan yola çıkarak imamın hakkında suçlama dosyası düzenleyemem. Bunları destekleyen somut deliller olmalı. Şimdilik imamı nezarette tutalım. Gidip şu kızı bir sorgulayalım.”
***
Titreyen elleri, konuşurken takındığı ürkek tavır ve ağlamaklı gözleri Nilüfer’in yaşadığı tramvayı henüz atlatamadığını açıkça ortaya koyuyordu. Kız küçük yaşta hem evlilik yapmak zorunda kalmış, hem de gittiği evde muhtemelen gördüğü şiddet karşısında çaresiz kalmıştı. Yusuf biraz ısrar edince, titreyen dudaklarından kelimeler dökülmeye başladı. Babası yaşındaki koca evine gittiğinde yaşadıklarını anlatıyor, bazen durup ağlıyor, bazen de “beni tekrar oraya götürmeyeceksiniz değil mi?” diye teyit alıyordu. Hocanın ilk karısı ile arasında yaşanan o şiddetli kavgaları, kadının genç gelini bir türlü kabullenmeyişini ve adamın sürekli bu konuda kadını tehdit etmesini, karısının da kendisine olan nefretini dili döndüğü ölçüde anlatabildi. Yusuf için bunları dinlemek bile alabildiğine zorken, yaşına rağmen yaşadıkları karşısında kızın gösterdiği olgunluğa hayranlık ve saygı duydu. Hatta gözlerini kaçırmaya çalışan kızın anlatmadığı daha neler vardır diye aklından geçirdi.
Nezarete alınan hoca sorgulamalarda karısının hangi cehennemde olup olmadığını bilmediğini söylerken nefretini kusmaktan da geri kalmıyordu. Karısı ile kavgasını, ona uyguladığı şiddeti kabul ediyordu lakin bir kadının bunlardan ötürü evini terk edip gitmesini içine sindiremiyordu. Hiç de merak etmiyorum nerede olduğunu deyip duruyordu. Savcı ise ikna olup sonunda hocanın evi için arama emri çıkarmıştı. Kriminal ekip de maktul ile uyuşabilecek bir delil için evi alt üst etmiş, araştırmaya başlamıştı. Kadına ait neredeyse hiçbir eşya yoktu evde. İmam karısının evi terk ettiği gecenin hemen ertesinde evde kadına ait ne var ne yok bahçeye yığarak yakmıştı. Bir is tabakası halinde gökyüzüne yükselen dumanlarla birlikte öfkesinin de uçup gitmesini umut ederek.
Ve beklenen delile çok geçmeden ulaşıldı. Yatak odasındaki yüklüğün en alt bölümünde imamın karısının başörtüsü olarak kullandığı tülbentler bir hurç içinde duruyordu. Her ne kadar yıkanmış, temiz olarak saklansalar da içinden kadına ait olan birkaç parça saç bulmak mümkün olmuştu. Analiz için saçlar şehir merkezindeki kriminal laboratuarına götürüldü. Aynı gün maktulün kafa tasında bulunan saç kıllarından alınan örneklerle karşılaştırma yapıldı. Ve malumun ilamı raporda ortaya kondu. Bulunan ceset imamın karısına aitti!
Yusuf’a göre artık katilin imam olduğu su götürmez bir gerçekti. Azmi henüz itiraf etmese de eve yeni getirdiği taze gelini kabul etmeyen karsından tümden kurtulmak için belli ki kadını öldürmüş ve cesetini ortadan kaldırmıştı. Şüphe çekmemesi için de bütün köye kadının evden kaçtığına, kendisini terk ettiğine dair bir hikaye uydurup anlatılmıştı. Lakin parçaya uyumayan tek şey, küpün içindeki küçük kumaş parçasının kadına veya imama ait olmamasıydı. DNA testi başka bir erkeğe ait olabileceğini söylüyordu. Durumun daha karışık bir hal alması Yusuf’u içinden çıkılamaz bir buhrana sokmuştu. Hoca gözaltına alınsa da küpteki kumaş parçasının kime ait olduğu ortaya çıkmadan bu cinayet aydınlığa kavuşmayacaktı. Azmi’ye cinayette yardım eden biri mi vardı? Araştırmalar sonucu görüldü ki, köyde dedikodu olarak yayılan kadının bir sevgilisinin olduğuna dair söylentileri doğrulacak bir kanıt da yoktu. Ama bunu yine de en iyi, o evde yaşayan diğer kişi bilebilirdi. Genç kuma Nilüfer…
Komutanı tekrar karşısında gören kız fazlasıyla şaşırmış ve paniklemişti. İlk gördüğünde daha aklı başında olan kızın, anlam veremediği panik içindeki tutumu Yusuf’u şaşırtmıştı. Yusuf, yeni delillerin bulunduğunu ve katilin imam olamayacağını söyleyerek kızı biraz zorlamaya karar verdi. Yusuf sordukça Nilüfer daha da geriliyordu. Verdiği cevapların bir kısmını daha önce anlattıklarıyla karşılaştırdığında çelişkili ifadeler içeriyordu. Yusuf evden dışarı çıktığında gömlek cebindeki sigarasından bir dal alıp yaktı. Dışarıda bekleyen askere kafasıyla gidelim işareti yaparken ağzından çıkan dumanın ardından düşünceli gözleri zor seçiliyordu. Minibüse bindikleri sırada Yusuf’un telefonu çaldı. Arayan Savcı Bey’di. Yusuf hemen cevap verdi;
“Buyrun efendim. Ben de şüphelenerek oraya gelmiştim… Ne diyorsunuz sayın savcım! Derhal, alıkoyup getiriyorum.”
Savcının talebi üzerine olaya karıştığına dair şüphe taşıyan kişilerin hepsinin cep telefonları son birkaç gündür dinleniyordu. Nilüferin’in telefonundan bir numara ile sürekli mesajlaşma ve görüşme trafiği yaşanmıştı. Telefon numarası tuhaftır ki Ağrı’da sinyal veriyordu. Kayıtlara bakıldığında numaranın Recep Alaz ismine kayıtlı olduğu anlaşılmıştı. Recep Nilüfer’in köyünden 50’li yaşların ortalarında bir çiftçiydi. Yusuf Recep’in nerede olduğunu sorgulamak için gittiği köy kahvesinde, Ağrı’da onun tam olarak nerede olduğunu öğrenmeyi beklerken bizzat kendisini eliyle koymuş gibi buldu. Nilüfer’i de alarak her ikisini sorgulamak üzere savcının talimatı doğrultusunda karakola getirdi. Recep’in neler olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Savcı’ya ve Yusuf’a kaygı dolu gözlerle, yalvarırcasına bakıyor. Yaşanan herneyse bir suç işlemediğini, kendi halinde bir çiftçi olduğunu anlatıyordu. Savcı Recep’in durmak bilmez yakarışlarına aldırmadı;
“Kes lan! Maval okumayı bırak da sorduklarıma cevap ver.”
Recep devletin kibar ve saygın savcısının üslubu karşında bir anda buz kesti.
“Nilüfer’le ne ilişkin var? Geçen hafta neredeydin? Şehir dışına çıktın mı?”
Recep sorulanlar karşısında eveleyip, geveliyor. Panikten doğru düzgün bir cevap veremiyordu. Konuşamadıkça karşısındakilerin bakışlarında gizlenen şüphenin daha da arttığını görüp giderek saçmalıyordu. Savcı ağzındaki baklayı çıkardı;
“Cep telefonun bir iki güne kadar Ağrı’dan sinyal veriyormuş, Nilüfer’le işlediğiniz cinayetten dolayı izini kaybettirmek için mi Ağrı’ya gittin?”
Recep bir anda donakaldı. “Savcı Bey, komutanım, ben Ağrı’da falan değildim. Hatta hayatımda hiç gitmedim. Aha cep telefonum burada belki bir hata olmuştur.”
“****8976 numara sana ait değil mi lan?” Savcı giderek sinirleniyordu.
“Hayır komutanım, tövbe savcım. Bu benim numaram değil.”
Yusuf Recep’in uzattığı telefonu elinden çekip aldı. Savcının az önce söylediği numarayı telefona tuşladığında ekranda rehberde kayıtlı bir isim belirdi. Ahmet!
Yusuf hemen atıldı. “Ahmet kim? Bu numara ona ait.”
Recep endişeyle yanıt verdi “Ahmet benim yeğen. Şimdi Ağrı’da askerlik yapıyor.”
***
İki gün sonra soruşturma emri ile askeri birliğinden teslim alınan Ahmet Isparta’ya getirilerek Nilüfer ile birlikte çapraz sorguya alındı. Her ikisi de kısa sürede olayı itiraf ederek tüm detayları anlattı. Recep’in olayla uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Babası küçük yaşta ölen yeğenine dağıtım izninden geldiğinde cep telefonu almış ve hat çıkartarak kontör yükletmişti. Ahmet dağıtım izninde yanında götürdüğü cep telefonuyla köydeki sevgilisi Nilüfer’i arıyor, hasret gideriyordu. Bir gün Nilüfer’in imam nikahı ile evlendirildiğini öğrendiğinde birliğinden izin alarak köye gelmiş, Nilüfer’le birlikte kaçma planı yapmışlardı. Fakat kaçsalar da kendisi eninde sonunda yakalanarak birliğine teslim edilecek ve Nilüfer ortada kalacaktı. Nilüfer’in anlattıklarından yola çıkarak bir kurtuluş planı yaptılar. İmamla sürekli tartışan karısını öldürerek olayı imam yapmış gibi gösterecekler ve tutuklanan imamla birlikte Nilüfer’e özgürlüğünü kazandıracaklardı. Nilüfer’in yardımıyla Ahmet avludaki tuvaleti kullanmak üzere gece yarısı dışarı çıkan kadını kaçırmış, boş arazide boğarak öldürmüştü. Kadını imam Azmi’nin arazisine gömdüğünü düşünürken, gecenin karanlığında farklı bir yere gömmüş ve ertesi gün panikle kaçıp gitmişti. Sonrasında kendisine ulaşmaya çalışan Nilüfer’in de telefonlarına cevap vermeyen genç olayın üzerlerine kalacağından korktuğundan Nilüfer’e kaderine boyun eğmesini söyleyerek çaresizce vazgeçtiğini dile getirmişti. Olayı Azmi’nin üzerine yıkmak isteyen Nilüfer, olur da bulunan cesetle birlikte gerçekler ortaya çıkar endişesiyle susmuş fakat imamın kötü muamelelerine de dayanamayarak evden kaçmıştı. Her ikisi de bu cinayeti unutmaya çalışarak hayatlarını akışına bırakmıştı. Ta ki Niyazi tarlasında tesadüfen ceseti buluncaya kadar. Bulunan cesetle birlikte panikleyen Nilüfer ısrarla Ahmet’e ulaşmaya çalışınca yazdıklarından kendilerini ele vermişti.
Olayın aydınlanmasının ertesi günü Yusuf odasına gelerek kepini ve paltosunu odanın köşesinde duran metal dolaba astı.
“Ne kadar güzel bir gün değil mi Umut?”