Şiddetli bir sarsıntıyla uyandım. Deprem oluyor sandım. Bir depremzede olarak travmamı henüz atlatamamıştım ve depremi düşünmeden geçirdiğim bir gün bile olmamıştı nicedir. Otobüste olduğumu hatırlayınca rahatladım. Meğer bozuk yoldan geçerken sarsılmışız. Otobüste uyumaktan nefret etmeme rağmen yoğun ve yorgun bir günün ardından başladığım yolculuğun ilk saatlerinde dalmıştım. Diğer yolcular horul horul uyuyorlardı. Yaşı geçkin muavin de birbirlerine sarılıp uyumuş genç çiftin arkasındaki boş koltukta uyuyakalmıştı.
Bir dakika, biri kıpırdanıyor. Otobüse binerken dikkatimi çeken, önümdeki koltukta oturan tilki suratlı adam önce etrafını kolaçan ediyor, sonra elindeki nesneyi yan taraftaki ikili koltuğun koridor tarafında oturan kadına doğru uzatıyor. Boynundaki ve kollarındaki altın takıları yüzünden dikkatimi çeken kıpır kıpır, ufak tefek kadın uykusunda bile hareket ettiği için nesneyi ona değdiremiyor. Bu da o garip rüyalarımdan biri olabilir, diye düşünürken gözlerimi ovuşturdum. Yooo, rüya falan görmüyordum. O sırada bir şehre girdik ve sokak lambaları görüşümü açtı. Tilki Surat’ın elinde küçük bir şırınga vardı. Artık hangi pis niyetle şırıngayı kadına saplamaya çalışıyorduysa bir türlü beceremiyordu. Işıklı yoldan geçerken Minyon Kadın daha da hareketli uyumaya başlamıştı. Uyuyormuş numarası yapıp sağ ve sol gözümü nöbetleşe açarak teyakkuzda bekliyordum. Tilki Surat sağa sola, öne arkaya durmadan kıpırdayarak altınlarını şıngırdata şıngırdata yatan Minyon Kadın’a şırıngayı saplayamayınca sinirinden veya kazara kendi bacağına sapladı. Bense tarafsızca olanları izliyor ve içten içe otobüste kendime bir eğlence bulup oyalandığım, böylece uyumak zorunda kalmadığım için seviniyordum. Tilki Surat beş dakika kadar sonra horlamaya başladı. Şırıngasındaki sıvı, muhtemelen bir domuzu bile uyutacak güçteydi.
Otobüse mutlak sessizlik hâkim olmuşken bir dinlenme tesisine yaklaştığımızı fark ettim. “İrem Bağı Turizm’in sayın yolcuları, otobüsümüz yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir, afiyet olsun.” Anons kulaklarımda çınlarken molada yapacaklarımı kafamda sıraladım. Yolculardan bazıları kurulmuş saat gibi anonsu duyar duymaz yerlerinden fırlayıp kendilerini dışarı attı. Bazıları gerinip gözlerini ovuşturarak kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Tilki Surat, kıpırtısız horluyordu. Hedefi olan Minyon Kadın ilk uyanıp fırlayanlardandı.
Otobüsten indim, bir sigara yakıp dumanını savurdum geceye. Cep telefonuma baktım. Saat 02.34’tü ve mesaj falan yoktu. Tuvalete gittim. Genç kadınlar saç baş düzeltirken orta yaşlılar yüzlerine su çarpıyorlardı. Dışarı çıkıp dinlenme tesisinin lokanta bölümüne baktım. Yol arkadaşlarımdan bazıları çay, çorba içerken ben onları izledim çaktırmadan. Mola yerlerinde bir şey yiyip içme huyum yoktu çünkü gece yiyicilerden değildim ve bayat çay içmektense otobüste verilen poşet çaylardan içmeyi tercih ediyordum. Bedenimi açmak için volta atmaya başladım. Gökyüzü yıldızlı ve ayçalıydı. Kafamdaki anılar, düşünceler de volta atıyordu.
Molanın bitişini duyuran anonsla otobüse bindik tekrar. Muavin kendilerini mola yerinde unutan yolcuları topluyordu. En son binen yolcu, ilk bindiğimizde de kendisine çarpan orta yaşlı, saçsız adamla tartışırken dikkatimi çeken, kırklı yaşlarda, yalnız ve gergin bir adamdı. Bulanık su yeşili gözlerinin timsah gözlerinden farkı yoktu.
33 dakika sonra tekrar yola çıkmıştık. Muavin içecek ve atıştırmalık servisine başlarken yolculardan bazıları telefonlarına, bazıları önlerindeki koltuğa yapıştırılmış ekranlara bakıyorlardı. Tilki Surat uyumaya devam ediyordu. Öldü mü acaba, diye dikkatle baktım. Kısa bir nefes tutulmasından sonra horlamayı patlatınca yaşadığını fark ettim. Sonra da uzun süredir çoğu kişiye anormal gelen şeylerin bana normal gelmesine şaştım. Aslında gördüklerimin benim kuruntum mu yoksa gerçek mi olduğuna bir türlü karar verememem, deprem travmasının bana düşteymişim hissi vermesi gibi nedenlerdi beni bu hâle getiren. Sade kahve ve kek istedim. Yiyip içtiklerimizin çöpleri toplanırken orta yaşlarda, irice, kalın sesli kadın yolcunun feryadıyla irkildik.
“Kocam, kocam yok, durun!”
Otobüs durdu. Şoför ayağa kalkıp muavini azarladı. Muavin sağa sola bakınırken “Adam otobüse binmişti, ben gördüm,” dedi. Herkes yanına yönüne bakarken ben koltukların altına bakıyordum oturduğum yerden.
Kalın sesli kadın, “Kaptan geri dön, kocam mola yerinde kaldı,” diye tepinmeye başladı. Onun arkasında oturan kadınlardan biri yanındakine, “Kocasını sevseydi otobüse biner binmez fark ederdi gelmediğini, numara yapıyor karı. Hem koca da koca olsa… Yaygarayı bıraksın da yola devam edek,” deyince kalın sesli kadın onu duydu ve bağırdı. “Sen ne diyorsun be!” Diğeri de “Gerçekleri söylüyom, zoruna mı gitti?” diye gardını aldı. Derken iki kadın saç başa birbirine girdi. Muavin, şoför ve yolcular onları ayırıp sakinleştirmeye çalıştılar. Kalın sesli kadın hava alma bahanesiyle otobüsten inip ıssız yolda ilerlemeye kalkışınca muavin onu kolundan tutup otobüse geri getirdi. Yolcuların bazıları homurdanmaya başlamıştı. Kimi kayıp adamı, kimi karısını, kimi de muavini suçluyor, yollarından oldukları için çemkiriyorlardı. Minyon Kadın altın şıkırtıları eşliğinde hop oturup hop kalkıyor, bense her zamanki gibi olanları izliyordum. Bu sırada otobüse binmediği fark edilen adamın Timsah Göz’le tartışan kişi olduğunu hatırladım. Önden ikinci sıradaki tekli koltukta oturan Timsah Göz’ü görmek için ayağa kalktım. Adam, avını bekler gibi kıpırtısız duruyordu. En sonunda şoför otobüsün mikrofonundan nihai kararı bildirip kaosa son verdi:
“Sayın yolcularımız, mola yerindeki yetkililerle görüşüp durumu bildirdim. Otobüse binmeyen şahsın hanımını en yakın benzinlikte indirip geri dönmesi için ayarlamalar yaptım. Bilet sözleşmesinde, yolcuların otobüse zamanında binmemesinden mesul olmadığımız yazıyor. Lütfen herkes bundan sonra dikkatli olsun. Şimdi yola çıkıyoruz, hepinize hayırlı yolculuklar.”
Otobüs Uzun Yayla’da uzun uzun yol alırken kayıp adamın karısı arada bir içini çekip sızlanıyordu. Olan bitene aldırmayıp yarım kalan uykularına devam edenler de telefon ve tabletlerden abuk sabuk şeyler izleyenler de huzursuzdu. Bense dijital bir dergiden deneme ve öyküler okuyordum, arada bir yola ve gökyüzünde olanlara bakarak. Nadiren göz kırpan yıldızların ve tilkilerin sürprizleri dışında yol da gökyüzü de sakindi.
Uzun Yayla’nın sonunda, ilk benzinlikte durduk. Muavin ve şoför, kocası kayıp kadını orada indirip ilgili kişilerle görüşürken ben, bazı tiryakiler ve çişini tutamayanlar fırsattan istifade, otobüsten inip hacetlerimizi gördük. Her şey on iki dakikada olup bitti.
Tekrar yola çıktığımızda muavin kelle sayımı yapıyordu. Suratından, bir kaybımız daha olmadığını anladım. Bir saat daha yol aldıktan sonra sıradaki mola yerinde durduk. Ben yine volta atıp uyuşmuş bacaklarımı, kollarımı açmaya çalıştım. Hava aydınlanmak üzereydi. Yola devam anonsunu duyunca gönülsüzce otobüse bindim. Daha çok yolumuz olduğunu düşünerek sıkılırken mola yerinde birbirinden ayrılan genç çiftin kadın olanın mola alanında dönüp durduğunu, anlayamadığım bir şeyler söylediğini fark ettim. Herkes merakla ona bakıyor, muavin de şoföre hararetli el kol işaretleri yapıyordu. Meraklı yolculardan bazıları otobüsten inip ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Onlardan biri otobüsün arka kapısına gelip can sıkıcı haberi verdi. Genç çiftin erkek olanı kayıptı.
Yolcular haberi birbirlerine iletirken tuhaf yorumlar yapanlar da oluyordu. Yolculuğun uğursuzluğundan tutun da firmanın kötülüğüne, muavinin dikkatsizliğinden şoförün umursamazlığına dair söylemler… Tilki Surat’a baktım. Horuldamaya devam ediyordu. Timsah Göz’e baktım, umursamaz gözlerle pencereden dışarı bakıyordu. Yarım saatlik mola kırk beş dakikaya kadar uzadı. Ben ve birkaç kişi hariç herkes otobüsün dışında, kimi arama çalışmalarına yardımcı olmak, kimi akıl vermek için uğraşıyordu. Otobüsten inip bir sigara daha yaktım. Benzinliğin yanından çıkıp ana yola giren mafya tipi siyah otomobil dikkatimi çekti. Film kaplı camlarından içerisi görünmüyordu. Genç çiftten kadın olanı tesisin giriş merdiveninde oturmuş söylenerek ağlıyordu. “Nişanlımı bulun n’olur, ben onsuz yaşayamam…” Kadına acıdığım için belki, ben de etrafa göz gezdirdim kayıp genci bulabilmek umuduyla. Derken muavin dışarıdaki herkesi toplayıp otobüse yönlendirdi. O sırada bir polis otosu gelmişti. Otobüsün şoförü hem şoför değişim zamanı geldiği için hem de yetkili olarak polislere yardımcı olmak amacıyla orada kaldı, tabii genç kadın da.
Geri kalan herkes otobüse bindikten sonra yeni şoför mikrofonu açıp açıklama yaptı: “Sayın yolcularımız, kayıp genç adamın bulunması için polis çağırdık. Biz görevimizi yaptık. Artık yola devam edebiliriz. Hepinize hayırlı yolculuklar.”
Kendisine bir şeyler sormak isteyenlere sol işaret parmağıyla sus işareti yapıp sağ işaret parmağıyla ön camdaki ‘Lütfen şoförle konuşmayınız’ yazısını gösteren yeni şoför, herkesin sustuğunu görünce gaza bastı. Muavin oflaya puflaya içecek ve atıştırmalık servisine başlar başladı. Yolcular sorularını muavine yöneltti. O da “Bilmiyorum abi/abla/kardeş, bakıyorlar. Ben görmedim. Herkesi nasıl takip edeyim? Mola verince herkes çil yavrusu gibi dağılıyor,” diye ters cevaplar verince homurtular arttı. Ben bir şey sormadım, söylemedim. Poşet çayımı içip krakerimi yerken bu yolculuğun depremden daha sarsıcı olmadığını düşünüyordum.
Homurtular, yerini horultulara ve telefon/tablet biplemelerine bıraktığında açık, güneşli bir yaz gününe başlamıştık. Yanından geçtiğimiz tarım arazileri, bahçeler, köyler, kasabalar güne uyanmıştı. Tilki Surat’ı kollamak bende alışkanlık olmuştu. Baktım, yüzyıllık uykusuna devam ediyordu. Altına işememişti. Kulaklıkla dinlediğim şarkıya mı ona mı güldüm, bilmiyorum. O sırada yanımdan geçen muavinin bezgin ve yadırgayıcı bakışlarını fark ettim. İçimden, “Ne var yani, her şeye rağmen gülebiliyorum,” dedim.
Kendimi dinlediğim müziklere kaptırmış eğlenirken güneş iyice yükselmiş, öğle vaktini bulmuştu. Tilki Surat birden yattığı koltuktan kalkıp etrafa hülyalı gözlerle baktı, sonra tekrar koltuğa yığılıp horlamaya devam etti. Ben kahkahamın ucunu kaçırıp devamını elimle boğdum. Bana dönen birkaç başa aldırmadım ama muavinin, başımda cehennem zebanisi gibi dikildi. Ciddileşmeye çalışarak “Şu adam saatlerdir uyuyor, neyi var acaba, bu hiç normal değil,” dedim.
Muavin bir süre bana bakıp ne söyleyeceğini düşünmüş olmalı ki sonunda “Hanımefendi, yirmi beş yıldır muavinlik yapıyorum. Memleketin gitmediğim yeri, görmediğim yolcu tipi kalmadı. Bazıları yola çıkar çıkmaz böyle bayılır, yol boyu uyur. Bazıları da sizin gibi hiç uyumaz,” dedi.
Gayriihtiyari, “Eeee?” dedim.
O da “Bunlar normal şeyler…” dedi.
“Peki,” deyip konuyu kapattım ama “Bunlar normal şeyler…” ifadesi beynimde yankılanıp durdu. Aslında her şey ve herkes normal, bir ben anormalim, diye düşünmeye başladım. Zaten son zamanlarda normal düşünemiyordum. Deprem öncesinde de pek normal sayılmazdım çünkü toplumun normlarına uymuyordum. Bunları düşünürken alnımda bir çift gözün ağırlığını hissettim. İstemsizce kafamı kaldırıp baktım. Timsah Göz kısılmış, çamur gibi gözleriyle bana bakıyordu. Başımdan ayağıma ürperdim. Kalan yol boyunca onu ve kendimi kollamam gerektiğini düşününce canım sıkıldı. Son yıllarda iyice alıştığım tek başınalık ve yarı özgürlüğümün azıcık bile kısıtlanması düşüncesi beni boğuyordu.
Aradan kaç saat geçti bilmiyorum, yine mola verdik. Otobüsten inince havayı kokladım, temiz ve kaliteli tost kokuyordu. Dinlenme tesisi de temiz ve düzenli görünüyordu. Kafeterya bölümüne gidip sade kaşarlı tost ve çay söyledim. Yanılmamıştım, tost gayet lezzetli, çay iyiydi. Keyifle yiyip içtim. Üstüne de sigaramı tellendirdim. Timsah Göz ortalıkta görünmüyordu. Tekrar otobüse bindiğimizde vakit öğleyi geçmişti. Bu arada otobüsten inenler ve yeni binenler olduğu için yolcuları takip etmem zorlaşmıştı. Tilki Surat uyumaya devam ediyordu. Otobüs hareket ettiğinde altınları şıngırdayan Minyon Kadın’ı göremedim. İnmiş olmalı, diye düşünürken yanında oturan orta yaşlı, emektar yüzlü kadın, bir süre şaşkınlıkla etrafa bakındıktan sonra yanındakinin gelmediğini söyledi. Muavin atılıp onun dinlenme tesisinde karşılayanının olduğunu, zaten orada inecek olduğunu söyleyince kadın şaşırıp, “Ama bana daha ileride ineceğini söylemişti,” dedi. Muavin, şöyle bir omuz silkmekle geçiştirdi kadının merakını. Kadın susup düşüncelere daldı. Timsah Göz’e baktım çaktırmamaya çalışarak. Elindeki tespihi döndürüp duruyordu. Tespihin boncukları hakiki taş olmalıydı, sesi şıkır şıkırdı.
Dış yolculuğum sürerken iç yolculuğumda hayatımı düşünüyordum. Ömrümün boktan zaman dilimlerinden birini daha yaşıyor, allak bullak olmuş kafamla, öfke hariç hissizliğimle, içimdeki psikopatla mücadele etmeye çalışıyordum. Depremde yıkılan binaları yapan müteahhitlere, onlara imar izni veren bürokratlara, belediye başkanlarına, rant için onlara yol açan milletvekillerine kin tutuyor, hepsini birer katil olarak görüyor; müteahhitlerin kaçtığını, diğerleri hakkında yapılan suç duyurularına rağmen dava açılmadığını öğrendikçe onları öldürmek istiyordum. Öfkem, sıradan insanları ve olayları es geçecek kadar büyüktü. Yine de içip kafayı bulduğum zamanlarda basit nedenlerden ötürü tanıdık tanımadık birilerine çatmıyor değildim. Neyse ki her defasında yanımda beni anlayan arkadaşlarım oluyordu da başıma açtığım belaları kısa sürede savuşturuyorlardı. Yola çıkmadan önce içtiğim iki kadeh cin tonik arıza çıkarmama yetecek miktarda olmadığı hatta beni gevşettiği için kimseye sataşmamıştım. Kendimi toparlamam için birkaç aya daha ihtiyacım vardı ve eğer deprem olmazsa İstanbul’da iyi vakit geçirecek, kafamı dağıtıp toplayabilecektim.
Otobüs seyrinde, herkes kendi âlemindeyken Bolu yakınlarında askerlerce durdurulduk. Her zamanki gibi kimlik kontrolü için durdurulduğumuzu düşünürken askerlerin yanı sıra polisleri görünce işlerin karıştığını anladım. Timsah Göz’e baktım. Oturduğu koltuğun iki yanına sıkıca tutunmuştu. Yaydığı gerginlik dalgaları bana kadar ulaşıyordu. Komutan olduğunu tahmin ettiğim biri, otobüse girip herkesin ifade vermek için dışarı çıkması gerektiğini, otobüste arama yapılacağını duyurdu.
Yolculardan biri, “Gerekçeniz nedir, bize açıklama yapmanız gerekiyor,” deyince komutan azarlarcasına “Gerekçeyi emniyet amirimiz size söyleyecek,” dedi.
Hepimiz bu gelişmenin kayıp yolcularla ilgili olduğunu tahmin etmiştik ama çoğu yolcu “Ne oldu, neden bizi sorgulayacaklar?” demekten kendini alamadı. Bir er kimliklerimizi topladı sonra otobüsten indirilip asker merkezi konteynırın önünde sıraya dizildik. Herkes tedirgin, ben hissiz, duruyorduk. Tilki Surat’ı uyandıramadıkları için tepesine bir asker dikip otobüste bıraktılar. Önce şoför ve muavinin ifadesi alındı, sonra koltuk numarasına göre yolcuların. Bu arada güneşin alnında, etrafımız asker ve polislerle çevrili beklemek bunaltıyordu bizi. İfadesini verip çıkanların şaşkın, bezgin, tedirgin yüzlerini incelemekle oyalanıyordum. Timsah Göz’ün, ifadesi alındıktan sonra bir kenarda bekletilmesi dikkatimden kaçmadı. 29 numaralı yolcu olarak bekleyişim uzun sürdü.
Sıra bana geldiğinde konteynıra girip klimanın serinliğini hissedince fiziksel olarak rahatladım ama psikolojik açıdan huzurum kaçtı. Karşımdaki orta yaşlarda, iri kıyım, esmer, bira göbekli adam beni baştan ayağa süzdükten sonra bana masasının ön sağındaki koltuğu işaret etti, oflayarak oturdum. Adam, kendisini Cinayet Büro Amiri Tarık Alpagu olarak tanıttı. Nereden gelip nereye, hangi amaçla gittiğim gibi sıradan sorulardan sonra yolculuk esnasında olağandışı bir şeylere tanık olup olmadığımı sordu. Ben de kısa bir tereddütten sonra Tilki Surat’ın yaptığından söz ettim. Amir bir kahkaha patlatıp, “Yahu bu zamanda yolculuklarda insanları uyutup altınlarını yürüten kaldı mı? Her taraf kamera dolu,” dedi.
Ben de gülümseyerek “Eğer düş görmediysem, bu doğru, adam hâlâ uyuyor, gidin otobüse bakın,” dedim.
Bunun üzerine amir, “Senden önce hiçbir yolcu hatta şoförle muavin bile bundan söz etmedi,” dedi ve hızla kalkıp otobüse gitti. Döndüğünde yanındaki komisere otobüsün kamera kayıtlarını almasını ve ambulans çağırmasını emretti. Ben soran gözlerle ona bakıyordum. “Adam kör kütük uyuyor. Dürtükledim, ayağa kalkıp etrafa baktı bir an, sonra tekrar koltuğa yığılıp horlamaya devam etti,” dedi. Böylece düş görmediğimden emin oldum ve rahatladım az da olsa.
Timsah Göz’den şüphelendiğimi, bana hiç tekin biri gibi gelmediğini söylemek istedim ama vazgeçtim çünkü burada hisler değil, somut deliller geçerliydi. Hislerimde yanılmamışsam, ki çoğu zaman yanılmam, Timsah Göz’ü elbet tutarlardı.
Amir boğazını temizleyip, “Yol boyunca uyumamışsınız,” dedi.
Önce şaşırdım sonra bir kahkaha patlattım. “Uyumamak suç mu?” dedim.
Amir ciddiyetini daha da artıran bir kaş çatışıyla “Herkesi dikizliyormuşsunuz,” dedi.
Ben yine kendimi tutamayıp güldüm. “Amir Bey, ben yolculuk sırasında uyumaktan nefret ederim üstelik bir depremzede olarak kazara dalsam bile otobüs sarsılınca deprem oluyor zannedip korkuyorum. Bu yüzden uyumadım. Ayrıca insanları gözlemlemek hoşuma gidiyor, size sürekli onları dikizlediğimi söyleyen her kimse yanılıyor. Arada dergi okuyup yolu izleyerek müzik dinliyordum,” dedim.
Amirin çatılmış kaşları düzeldi. “Size son bir sorum var. Mola yerlerinde gördüğünüz olağandışı bir şeyler var mı?” dedi.
Konteynırın alçak tavanına bakıp düşündüm. Mafya tipi otomobilden bahsetmenin pek anlamlı olmadığına karar verip “Yok,” dedim. Amir, ifadem alınırken söylediklerimi kâğıda geçiren polis memuruna işaret etti. Polis memuru ifademin yazılı olduğu kâğıdı bana uzattı. Yazılanlara göz attım. Bazı yazım hataları dışında söylediklerimle bağdaşmayan bir şey yoktu. Kâğıdı imzaladım. Dışarı çıktığımda ifadesi alınan diğer yolcuları otobüse tekrar bindirmelerine rağmen beni bindirmeyip bir kenara çektiler. Başıma bekçi diktiklerini tahmin ettiğim polis memuruna, “Beni niye bırakmıyorsunuz?” diye sordum.
O ise “Emir böyle…” demekle yetindi. O sırada yüzümde yine ağır bakışlar hissettim. Timsah Göz az ileride yanındaki askerle durmuş bana bakıyordu. Bu defa yanımdaki polisten güç aldığımdan mıdır nedir, ben de gözümü dikip baktım. Birkaç saniye sonra gözünü devirip başını öne eğdi.
Ayakta bekletilmek sinirimi bozmuştu. Bu arada benden neden şüphelendiklerini düşünüyordum. Acaba farkında olmadan kayıp yolculara bir şey mi demiş, bir şey mi yapmıştım? İyi de kayıp yolcuların başına ne geldiğini söylememişlerdi ki? Sadece bir cinayet soruşturması için ifademizin alındığını açıklamışlardı. Kayıp yolcular cinayete mi kurban gitmişlerdi? Sarhoşken ona buna çatmışlığım vardı evet, içimde bir psikopat olduğunun da farkındaydım ama kayıp yolcuları öldürmek için hiçbir gerekçem yoktu. Üstelik bugüne kadar başka kimseyi öldürmemiştim, sadece kafamda tasarlamıştım. Kendimden şüphe etmemin anlamsızlığına gülüp geçmek istedim ancak kendimden emin de değildim ki… Belki de uyumayan bir yolcu olarak tanıklığıma başvurmak için beni kenara ayırmışlardı. Kafam allak bullak bunları düşünürken az ileride benim gibi kenarda bekletilen muavinle göz göze geldik. Bana, anlam veremediğim bir edayla bakıyordu. Bezgin, yorgun, kararmış suratıyla omuzları düşmüş, kendini ayakta zor tutan muavine “Neler oluyor?” anlamında bir işaret çaktım. Her şeyden vazgeçmiş bir ifadeyle boynunu büküp iki elini yanlarına açtı. O sırada gözlerinde saliselik garip bir ışık çaktı ya da bana öyle geldi. Off, bu belirsizliklerden bıkmıştım artık. Depremden sonraki aidiyetsizlik hissim, üzerinden aylar geçmesine rağmen şehirlerin, en önemlisi insanların toparlanamayışı belirsizliğin baş sorumlusuydu ve bütün bunları iyileştirmek beni katbekat aşıyordu.
Beynimde cirit atan düşüncelerden bunalıp gökyüzüne baktım. Hiç bulut yoktu. Güneş ışınları tüm vahşiliğiyle saldırıyordu. Az ileride açılıp dağıtılmış valizimi gördüm. Acıdım hâline. Giysilerimin güneş ışığında solacağını düşündüm. Sonra güldüm. Deprem, bende eşyalara karşı soğukluğa yol açmıştı. Öte yandan, insanlar solarken giysinin ne önemi vardı?
Otobüsten indirilişimizin üzerinden yaklaşık iki saat geçmişti. Nihayet bir ambulans geldi. Acil müdahale ekibi ambulanstan inip otobüse bindi. Tilki Surat’ı muayene ettiklerini eğilip kalkmalarından anladım. Sonra onu bir sedyeye koyup ambulansa taşıdılar. Ambulans siren çalarak gittiğinde tüm yolcuların ifadesi alınmıştı. Otobüs şoförünü bizim gibi tutmamışlardı. Ortalıkta sinirle dolanıp duruyor, arada sigara içiyordu. Canım sigara çekti. Valizim gibi sırt çantama da el koymuşlardı. Tersleneceğimi düşünerek sigara istemedim.
Timsah Göz’ü tekrar içeri aldılar. On dakika kadar sonra elini kolunu sallaya sallaya otobüse bindi. Nasıl olur, diye düşünürken depremden sonra hislerimin beni olur olmaz zamanlarda yanılttığını hatırladım. Kendimden iyice korktum. Ben bu düşüncelerle cebelleşirken muavini tekrar sorguya aldılar. Yirmi beş dakika sonra amir konteynırdan dışarı çıkıp şoföre, yolcuları alıp gidebileceğini söyledi. Amire seslenip, “Beni unuttunuz mu?” diye sordum.
Amir yanıma yaklaşıp bir sigara uzattı ve “Seninle daha işimiz bitmedi,” diyerek soran gözlerime aldırış etmeden uzaklaştı. Elimdeki sigaraya anlamsızca baktım bir süre, sonra başıma dikilen polis memurundan çakmak istedim. Sigaramdan derin nefesler çekerken belki de yarı özgür hayatımın sonuna geldiğimi düşündüm.
Aradan beş yıl gibi gelen beş dakika geçmişti ki bir hareketlilik oldu. Muavini kelepçeleyip polis aracına bindirdiler. Bir an sevindim katil ben değilim diye, sonra suç ortağı olabileceğimi düşününce sevincim dağılıp yere saçıldı.
Amir gelip karşımda dikildi. “Sen de bizimle geliyorsun.”
“Neden?” diye sordum cılız bir sesle. Duymazlıktan geldi. Beni amirin bindiği araca bindirdiler kelepçelemeden. Gayriihtiyari bileklerimi okşadım. Arka koltukta yalnız oturttular. Amir öndeki yolcu koltuğuna oturdu. Bir süre suskunca yol aldık. Sorularımı cevapsız bırakmaları sinirimi bozduğu için soru sormadım. Derken amirin çenesi açıldı. İyi bir dinleyici olduğumu düşündüğünden mi, bana acıdığından mı, sessizce bekleyişimi ödüllendirmek istediğinden mi bilmiyorum, anlattı olan biteni. Kayıp yolcular ölü bulunmuş mola yerlerinde. İlki -orta yaşlı, saçsız adam- tesisin arka bahçesindeki bir ağaca asılmış. İkincisi, genç adam, benzinliğin arka tarafındaki kuytuda boğazı sıkılarak öldürülmüş. Üçüncüsü kayıp değil de ineceği yerde indiğini sandığımız altınlı Minyon Kadın da boynu kırılarak. Tüm bu cinayetleri muavin işlemiş. Muavin, asrın felaketinde tüm ailesini kaybetmiş bir depremzedeymiş. Son zamanlarda içine kapandığı, dalgın ve gergin olduğu, bazen durduk yere kavga çıkardığı söyleniyormuş. İfadesi alınırken bu yolcuları, sadece sinirini bozdukları için öldürdüğünü söylemiş. Orta yaşlı, saçsız adam, ayakkabısını çıkarıp otobüsü kokuttuğu için onu uyarınca karısına hava atmak amacıyla kendisine çıkışması sinirini bozmuş. Genç adamın nişanlısıyla birlikte çok mutlu olması, Minyon Kadın’ın yerinde duramayışı, ikide bir kendisinden su vb. şeyler istemesi, gereksiz sorular sorup kafasını şişirmesi sinirini bozmuş. Beni de uyumadığım için öldürmek istemiş ama fırsat vermemişim. Milleti dikizlediğimi iddia eden de oymuş.
Ağzım ayrık, duyduklarıma inanmaya çalışırken, “O zaman neden beni götürüyorsunuz?” diye sormayı akıl ettim sonunda.
“Seni, uyanamayan adam hakkındaki iddiaların için alıkoyduk. Adli Tıp’ta inceliyorlar onu. Sonuç çıkınca seni salacağız,” dedi amir.
“Peki, kenara ayırdığınız bulanık yeşil timsah gözlü adamı niye bıraktınız?” diye sordum. Amir, bir süre gözlerini sağa sola oynattıktan sonra sorumu cevaplamaya karar verdi.
“O, başka bir hikâye. Adam uzman çavuşmuş. Bir çatışma sırasında kafayı sıyırmış. Malulen emekli etmişler. Otobüslere, trenlere binip yolculuk etmeyi alışkanlık edinmiş. Kimseye zararı yokmuş.”
Vay be, dedim içimden, o bulanık kısık gözler bu yüzdenmiş demek… Kalan yol boyunca hepimiz sustuk.
Bolu merkezindeki Emniyet Müdürlüğü’ne vardığımızda ilk işim tuvalete gitmek oldu. Sonra bana çay getirdiler. Çantamı teslim ettiklerinde müdürlüğün bahçesine çıkıp sigara içmeme izin verdiler. Beni defalarca arayan ve mesaj yazan kuzenime ve arkadaşıma “İyiyim, bir karışıklık oldu, sonra anlatırım,” mesajını yazıp olanları ballandıra ballandıra anlatmanın hayalini kurarken Marquez’in Anlatmak İçin Yaşamak kitabı ve herkese, her şeye yabancılaşmamın korkunç boyutları geldi aklıma. Aradan bir buçuk saat geçmişti. Amir beni büroya çağırdı. “Uyuyan adamı incelemişler. Kanında bol miktarda uyku ilacı bulunmuş, bacağında iğne izi, cebinde şırınga. Haklıymışsın. Ben hâlâ bu zamanda bu eski numarayı yapanın aklına şaşıyorum. Adam ya aptal ya da kaçık,” deyip güldü. O sırada bir polis memuru elindeki dosyayla içeri girdi. Amir dosyayı alıp göz gezdirdi sonra gülümseyerek bana baktı. “Al işte, adamımız kıdemli soyguncu, hırsız, dolandırıcıymış. Eskiden bu uyutup soyma işlerini çok yapıyormuş, kaç defa içeri girip çıkmış.” dedi.
Rahat bir nefes aldım. “E, artık ben kalkayım, buradaki işim bitti.” dedim.
Amir kaşlarını çatıp “Yoo, seninle işimiz bitmedi daha!” dedi yüksek sesle. Omuzlarım ve başım önüme düştü. O sırada amir kahkahayı patlattı.
SON