Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

OZAN ILGIN 25: MAHKEME

Diğer Yazılar

Tuğba Turan
Tuğba Turan
1972, Ankara doğumlu olan Turan, 1990 yılında Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip devlette çalıştıktan sonra 2008'de Karabük-Eflani ilçesine serbest eczane açtı. Kendisini 2003 doğumlu bir erkek evlat, üç köpek, on (zaman zaman daha fazla) kedi annesi olarak tanımlamaktadır. Safranbolu’da yaşıyor. Zalifre Yazıları isimli basılı dergide makaleleri yayınlanan yazarın Gölge e-Dergi'nin son yirmi sayısında fantastik hikâyeleri yer almıştır. Dedektif Dergi’nin kuruluşundan beri yazdığı 30 bölümlük Tilda ve Diğerleri isimli polisiye hikayeleri kitap haline gelmiştir. Kişisel sayfası olan tugbaturan.com'da tüm yazılarını yayımlayan yazar aynı zamanda Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesidir. Eserleri: Adı Cemre Olacak (Roman) 2020, Herdem Yayınevi Dedektif Tilda ve Diğerlerinin Olağanüstü Maceraları (Polisiye Hikâye) 2021, Herdem Yayınevi Dedektif Dergi (Polisiye Hikâye Seçkisi, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Kırmızı Battaniye (Polisiye Hikâye, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Dark Polisiye – İkinci Kitap 2021, Dark İstanbul Yayınları

Kırılsa da kanadımız. Asiye çıksa adımız. Bilen bilsin. Duyan duysun gülüm. Böyledir bizim sevdamız.

Ben, uyuşturucu ilaçlarla tuzağa düşürülüp Güvercin Ana isimli hain kadının evinde hapsedilmişken, replikam Ozan, Sultanat Eyalet-Şehri’nde fırtına gibi esmişti. İnandığım, uğrunda yaşadığım, yolunda öleceğim tüm değerleri yerle bir etmekle kalmamış üstelik bunu güya bana ait olan sosyal medya hesaplarından dünya aleme göstere göstere yapmıştı. Dürüstlük ve mütevazılığın düzeltemeyeceği yanlışlık yoktu diye düşünüyordum. Ta ki o makûs mahkeme celbi elime geçinceye kadar. Replika Ozan’ın yediği haltlar birer silah halinde fezleke edilmiş ve namlusu direkt bana çevrilmişti. Tilki tilkiliğini anlatacaktı elbet ama inşallah postu elden gitmezdi.

***

Vali-başkan İkram Papazoğlu’nun Jhezi Park direnişçileri hakkında sürekli tekrar edip durduğu bir “Camide içki içtiler” yalanı vardı. 1 Haziran’da bu direnişçilere “çürük ve sürtük” dedi. Çürük kelimesini, askere gidemeyen yani homoseksüel erkekler için kullanmıştı. Keza LGBT üyesi olmak onun gözünde başlı başına bir küfürdü zaten. Sürtük kelimesi içinse “Milletin diliyle konuşuyoruz” diyerek açıklama yaptı. Yani özrü kabahatinden de büyüktü.

***

Sultanat Başsıvacılığı makamından gönderilen mahkeme celbinde bana şu suçlar isnat ediliyordu:

SEVAP lideri Vali-başkan için özel koruma birliği kurup SSOK yetkilerini kötüye kullanmak:

    SEVAP lideri İkram Papazoğlu için özel koruma birliği kurdum. Birliğin başına geçip her gittiği yerde Vali-başkana etten ve çelikten bir duvar örmeyi kendime bir görev bildim.

    Vatandaşa haksız yere orantısız güç uygulamak:

    Özgürlükleri için sokaklara dökülmüş genç kızları ve kadınları polislere coplattım.

    Temel hak ve hürriyetlerden biri olan haber alma hakkına engel olmak:

    Polislerin kadınları coplamasını haber yapan gazetecileri içeri tıktım.

    Özgürlükçü bir vatan şairinin dizelerini okuyan kişiyi haksız yere mahkemeye sevk etmek:

    Kendini bilmez bir şairin ‘Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ dizesinin yazılı olduğu pankartı taşıyan bir kadını, toplumu önce bölücülüğe sonra da teröre sevk ediyor diye mahkemeye sevk ettim.

    77 katlı Bel-Bil kulesinden bir dubleks rezidans zimmetine geçirmek ve bilabedel işgal etmek:

    Bana 77 katlı Belediye Bilişim-Bel-Bil Kulesi’nden kocaman dubleks bir rezidans verdiler.

    Sultanat Otomobil Girişimcileri-SOGG tarafından üretilen devlet malı bir aracı zimmetime geçirmek ve devletin elektriğiyle sarj ederek kişisel amaçları için kullanmak:

    Bana Sultanat Otomobil Girişimcileri -SOGG tarafından üretilmiş özel bir araç verdiler.

    Varoş mahallelerde vali-başkanın resmiyle sahte yardımlar dağıtmak ve bunu yaparken TV’de kendi reklamını yapmak:

    Varoş mahallelere giderek üzerinde Vali-Başkanımın fotoğrafı ve partimizin logosu olan yardım kolilerini taşırken Sult TV kameraları da bizimle beraber ev ev geziyordu. Eskiden sağ elimin verdiğini sol elim bilmezdi. Şimdi iki elimle birden insanlara yardımcı oluyordum ve bunu kameraların önünde yapmaktan müthiş bir keyif alıyordum.

    Koluna faşist bir partinin amblemini hatırlatan pazubend takmak:

    Sağ kolumda Sultanat Şehri Özel Kuvvetler- ϟϟOK pazubendiyle gezerken kendimle gurur duyuyordum.

    Eyalet-şehri polis-devleti haline getirmeye çalışmak:

    Eyalet-şehir tamamen bir polis-devleti haline geldi.

    Halkı ve haklarını hiçe sayan motto oluşturmak:

      Bir polis-devleti mottosu düşünüp devasa pankartlarla tüm şehre yazdırdım: Eyalet-şehir için halk, eyalet-şehrin yanında olan halk, eyalet-şehri var etmek için yaşayan halk.

      Devletin malını kendi malıymış gibi dağıtmak ve bundan sosyal medyada paye elde etmek:

        Elini dudaklarına götürüp susmamızı söyleyen hemşire logolu Sultanat Sosyal Hizmetler- SSH kutularıyla gani gani yağdırılan bu yardımlar, ihtiyaç sahibi evleriymiş gibi gösterilen adreslere yığıldıktan sonra, evlerin arka kapılarından başka eller tarafından başka insanlara gizli gizli dağıtılıyordu. Devletin malı deniz yemeyen domuz değildi. Devletin malını kendi malıymış gibi dağıtmayan domuzdu. 

        Uyuşturucu dağıtan merkezler kurarak gençleri zararlı madde kullanımına sevk etmek:

          Şehrimizin dini bütün baronlarını helal olmayan uyuşturucu parasından kurtarmak için, bu zehri ücretsiz dağıtan merkezler kurulmuştu.

          Başarılı bir SSOK amirinin ayağını kaydırarak yerine geçmeye çalışmak ve emniyet amirliğine gelebilmek için komplo düzenlemek:

            Sonunda Kozak Hayri amirimin yerine ϟϟOK’un başına getirildim. Sultanat Emniyet Amirliği’ne getirileceğim tüm kulislerde konuşulmaktaydı.

            Tüm masraflarını partiye ödeterek dillere destan düğün tertip etmek:

              Tüm düğün masraflarının SEVAP partisine sevabına hizmet eden kahraman bir polis olduğum için devlet kasasından, artık utanmamız kalmadığı için de örtüsüz ödenekten yani fakir fukaranın rızkını vermemiz gereken vergilerden karşılandığını söylememe de gerek yoktu. Bu kadar pahalı bir gelinlikle, bu kadar pahalı bir kuaförde yapılmış saçla, parmağımda yüzükler, kolumda bilezikler ve gerdanımda pırlantalar parıl parıl parlarken, ayağımdan asla çıkmayacağına emin olduğum camdan ayakkabılarım ve asla kabak olmayacağını sandığım limuzinle benim için verilecek baloya kendimden emin adımlarla yürüyor olmam da benim suçum değildi. 

              Tüm bu suçları işleyip görevini ihmal ederek ve SSOK yetkilerini kötüye kullanarak eyalet-şehrin güvenliğini sarsacak davranışlarda bulunduğu için vatan haini olmak

                ***

                Devletin tüm sıvacıları beni mahkûm etmek için kolları sıvamışken mahkemeye tüm bu mottoları bulanın, TV’lere çıkarak halka yardım dağıtanın, rezidansı ve arabayı kullananın, kendisine düğün tertip edenin ben olmadığımı nasıl ispat edecektim? Koskoca eyalet-şehir bana karşıydı. Ya King-Kong gibi bir kuleye çıkıp insanları kendimi aşağı atmakla tehdit edecektim ya da işlemediğim suçlar yüzünden Monte Kristo kontu gibi haksız yere cezaevine girip hapislerde çürümeyi göze alacaktım. Kırk katırım da kırık satırım da bundan ibaretti benim.

                ***

                3 Haziran’da Sultanat İstatistikten Anlamam İstediğim Rakamı Yazarım Kurumu- SUİK tüketici fiyatları artışını ve yıllık enflasyon oranını miniminnacık artışlarla açıklayarak geçiştirdi. Onlara göre enflasyon %73,5 idi. Oysa En Flasyon Araştırma Grubu ENAG’a göre Sultanat’taki yıllık enflasyon %160,76 idi.

                Bu açıklamalardan bir gün sonra 4 Haziran’da Pleasury ve Fiance Bakanı Işıkettin Bitkisel “Çarklar dönüyor” dedi. Bakan Bitkisel “Enflasyonu düşürseydik üretim dururdu. Biz büyümeyi tercih ettik. Çarklar dönüyor. Dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyor.”

                Aynı gün Papazoğlu ben eşittir Sultanat anlamına gelecek sözleri sarf etti:

                “Akıl ve vicdan sahibi hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek ki dünyada her kim bu kardeşinize saldırıyorsa aslında Sultanat’a saldırıyordur. Dünyada her kim SEVAP ve Cümbürcemaat ittifakını kötülüyorsa aslında Sultanat’ı hedef alıyor demektir.”

                ***

                Memleket, hayat pahalılığı ve enflasyonun çarkları arasında ezilir, dişlileri arasında can çekişirken çarklar dönüyor diye açıklama yapanlar, eskiden kahraman ilan ettikleri bir Sultanat Şehri Özel Kuvvetler-SSOK süper kadın polisini harcamakta beis görmeyeceklerdi elbet. Gemisini yürüten kaptanlar için önemli olan bir günah keçisi bulmaktı. Bana, yani Tangsuk Ozan Ilgın’a da vurun kahpeye demek için mazeretleri hazırdı.

                Mahkemeye çıkarılacağım gün anneannem Cilmaya ve süper köpeğim Çakır’a sarılarak evden ayrıldım. Anneannem beni şöyle diyerek uğurladı:

                “Sabahı Ettin Ali’nin mektubunu hatırla Ozan. Ne diyordu sana? Başın öne eğilmesin. Ağladığın duyulmasın. Görecek günler var daha. Aldırma ozan aldırma. Sen yeter ki dik dur kızım. Sana atanan avukat tüm bunları replikanın yaptığından elbette haberdardır. O rezalet düğün esnasında canlı yayında damadı da replika robotunu da Burgaziçi Nehri’ne yolladığını herkes izledi. Elbet sağduyulu, suçluyu suçsuzdan ayıran bir hâkim olacaktır mahkemede. Sen doğruları söyle ve doğru bildiğin yoldan ayrılma yeter.”

                Gözlerimden umutsuzluğumu okuyamasın diye mecburen başımı önüme eğdim. Ama başka çarem yoktu. Cilmaya’nın dediklerini dinleyecektim. Ya bu deveyi güdecektim ya da bu diyardan…

                ***

                7 Haziran’da İkram Papazoğlu “Enflasyon yok, hayat pahalılığı var.” dedi. Aynı gün eski Right Way Partisi –RWP lideri Water Schiller “Sultanat’a merkez sağ lazım. Merkez sağı toparlamaya ben talibim.” dedi. Bu olaydan bir gün sonra Vali-başkan Papazoğlu, Pleasury ve Fiance Bakanı Bitkisel’e “Artık konuşma!” dedi.

                9 Haziran’da ise Vatan Millet Sultanat Üniversitesi’nin, pandemiden önce köylere giderek çocukları kitapla tanıştıran Kitap Bankası isimli otobüsü, pandemi sırasında hiçbir yere gidemeyince bakımsızlıktan eskidi. Bu sebeple rektörlük tarafından iş makinesiyle parçalanarak hurdaya çıkarıldı. Bu Sultanat’ın bir zamanlar kullanışlı bulduğu ama artık işine yaramayan her şeyi ortadan kaldırma yöntemiydi. İnsanlar için de aynısı geçerliydi. Bir zamanlar kemoterapi iğneleri ve başka bir sürü kimyasalla süper kadın polis haline getirilmiş bedenimden, hayatımı sürekli tehlikeye atmam pahasına faydalanırken hiç sesini çıkarmayan sistem, sıram gelince beni de haksız bir mahkemeyle parçalarıma ayırarak hurdaya çıkaracaktı. Vefa ve minnet kelimeleri sözlüklerde yazılı olmadığı gibi kanun kitaplarında da yazılı değildi.

                15 Haziran’da Papazoğlu ve Sultanat Sanayici ve Armut Piş Ağzıma Düş Adamları Derneği- SUSİAD arasında bir atışma yaşandı. SUSİAD başkanı şöyle demişti:

                “Enflasyonla mücadelede tüm dünya faiz artırırken biz tersi bir politika izliyoruz. Büyüme, kalkınma için bu tek başına yeterli olmuyor maalesef. Fakirleşerek büyüyorsunuz. Dış politikada incelikli hareket edilmeli. İsveç ve Finlandiya’nın NATOO üyelikleri ile ilgili Türkiye’nin dile getirdiği sıkıntılar müzakere yoluna ve ittifak ruhuna uygun bir şekilde çözülmelidir.”

                Papazoğlu Derneği Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi-CEVAP ağzıyla konuşmakla itham etti. Başkana “Haddini bil!” dedi.

                “Dernek böyle devam ederse iktidarın kapısını hiç çalmasınlar. Görüyorum ki siz de aynı merkezden yönetiliyorsunuz. Merkez belli CEVAP’tır. CEVAP size ne diyorsa o ağızla konuşuyorsunuz. Öyleyse bu kapı yerli ve milli duruş sergileyenleri açıktır, sergilemeyene kapalıdır. SUSİAD’ın başındaki beyefendi dış politikada bize ders veremezsin. Sen çıraksın. Haddini bil. Bunlar akıllarını başlarına almadıkları sürece iktidarın kapısından içeri giremezler.”

                ***

                İktidar kapısından içeri alınmayanlara mahkeme kapıları sonuna kadar açıktı maalesef. Benim yargılanacağım mahkemenin basına kapalı yapılacağı açıklanmıştı. Duruşma salonuna alındığımda basın mensuplarının ölmek üzere bir insanın tepesinde dönüp duran çöl akbabaları gibi ellerini ovuşturduklarını görünce şaşırmadım. Ne de olsa benle ilgili düğün haberini ballandıra ballandıra veremedikleri için tiraj ve reyting kaybına uğramışlardı. Kimse kahraman kadın polisin kendi replikasını Burgaziçi Köprüsü’nden attığını okumak ya da seyretmek istemiyordu. Herkes, kendi hayatlarında yaşayamadıkları lüks, sefahat, israf, acayiplik, çılgınlık, saçmalık ya da ahlaksızlığı seyretmek için bütün gün kocaman TV ya da küçücük telefon ekranlarına kilitleniyordu. Onlara bu görüntülerden birini vermezseniz ekranda iki saniyeden fazla izlenmeniz için hiçbir sebep yoktu. Haklıyken haksız durumuna düşürülmüşsünüz, eyalet-şehir için hayatınızı tehlikeye atmışsınız, nice suçluları tutuklamışsınız, patlamalardan, yangınlardan kurtulmuşsunuz kimsenin umurunda değildi. Bu devirde herkes masasına yan masadan hediye olarak gönderilen yanardönerli meyve tabağına odaklanıyordu. Kendi başına gelmediği sürece başkasını felaketini izlemek insanlarda keyif verici madde etkisi yaratıyordu. Kameralar açıldı. Canlı yayın başladı. Hâkim bey duruşmayı başlattı.

                Savunma avukatım nerede diye sağıma soluma bakılırken mahkemenin arka sıralarından bir kadın ayağa kalktı. Beni savunmak için geldiğini bildirdi. Sonra bütün mahkemenin şaşkın bakışları altında söyleyeceklerini nağmeli bir şekilde aktarmaya başladı. Bu kişi şarkıcı Sezen Eaublanche’den başkası değildi:

                “Şikâyetim var cümle yasaktan. Hâkim bey, dillerimi bağlasan durmaz, Gelsin jandarma, polis karakoldan. Fikrim firarda, mahpusa sığmaz eyvah! Gün olur yerle yeksan olurum. Gün olur, şahım devri devranda. Kanun üstüne kanun yapsalar, söz uçar yazı iki cihanda eyvah! Sussan olmuyor, susmasan olmaz. Dil dursa Hâkim bey, tende can durmaz. Yazsan olmuyor, yazmasan olmaz, Kaleme tedbir koma, tek durmaz.”

                Sezen’in sözleri ya da nağmeleri bitince arka sıralardan bir başkası ayağa kalktı ve beni savunmak için izin istedi. Canlı yayında olduğumuz ve tüm eyalet-şehir bizi izlediği için Hâkim’in bu savunma avukatlarını onaylamaktan başka çaresi yoktu.

                “Yar olmadı bana devir. Her günüm bir başka zehir. Mahpushanelerde demir parmaklıklara sarıldım.”

                Synop Cezaevi’nden çıktığımızdan beri ondan haber alamamıştım ama Sabahı Ettin Ali burada da imdadıma yetişmişti. Bakışımla teşekkürlerimi ilettim. O da aldım kabul ettim işareti çaktı ve yerine oturdu. Sonrasında bir başka savunma avukatı, sazla beraber söylemeye başladı.

                “Mahzunî Şerif’im dindir acını. Bazen acılardan al ilacını. Pîr Sultanlar gibi dar ağacını, bilmem boylasam mı? Boylamasam mı?”

                Adı üzerinde Mahzunî Şerif bu dörtlüğü söyledi ve mahkemeden saygıyla çekildi. Bu sefer sözü başka birisi aldı.

                “Belimizde kılıcımız kirmani. Taşı deler mızrağımızın temreni. Hakkımızda devlet etmiş fermanı. Ferman padişahın dağlar bizimdir!”

                Dadaloğlu tansiyonu biraz yükseltmiş olabilirdi. Lakin duruşmayı izlemeye gelen halk tarafından alkışlanınca kimsenin sesi çıkmadı. Artık önemli olan eyalet-şehrin değil halkın muhakemesiydi. Yine arka sıralardan birisi ayağa kalktı ve beni savunmak için yanıma geldi. Doğrudan Hâkim’e seslendi:

                “Bre kafir sen beni bilmez misin? Parasar’ın Bayburt Hisarı’ndan parlayıp uçan, adaklısını başkaları alırken tutup alan, Bay Büre Han oğlu Bamsı Beyrek bana derler. Gel beri bre kâfir, dövüşelim!”

                Sözünü bitirir bitirmez yanıma oturdu, “Bamsı Beyrek, etme eyleme gözünü seveyim. Senin amacın beni ipe götürmek mi, ipten kurtarmak mı?” deyiverdim. Bamsı Beyrek belinde kılıcı, sırtında ok ve yayıyla kimselerden izin almadan mahkeme salonundan çıktı. Fakat halk onun bu davranışını kınayacağı yerde ayakta alkışladı. Bense oturduğum sanık sandalyesine sinmiştim. Ne olur ne olmaz Hâkim’in sinirlenerek elindeki kalemi kırmasından tırsmıştım. Fakat o da ne? Başka birisi daha kalktı, yanıma geldi.

                “Benden selam olsun Bolu Beyi’ne! Benimle uğraşmaya dev gerek. Unvan para etmez harp meydanında. Kılıç keskin gerek bilek zor gerek!”

                Zaten gergin olan sinirlerim Köroğlu sayesinde zembereğinden boşalmasın mı? Artık bende diyecek söz kalmamıştı, köz gibi yanmaya başlamıştım için için. Hâkim Bey elindeki kalemle önündeki deftere bir şeyler karaladıkça sanki benim ismimin üzerini çiziyordu ya da bana öyle geliyordu. Köroğlu’nun tehdidinden sonra mahkemedeki halkın tepkisini bile göremedim. Gözlerim karardı. Bayılacak gibi oldum. Birisi gelip omuzlarımdan sıkıca kavramasaydı sandalyeden düşüp yere yığılacaktım.

                “Yürü bire Hızır Paşa! Senin de çarkın kırılır. Güvendiğin padişahın, o da bir gün devrilir!”

                Pîr Sultan Abdal omuzlarımdan tutarken Hâkim’e de kafa tuttu. Mahkeme alkıştan yıkılırken halktan birkaç kişi Pîr Sultan’ın ellerini öpmek için yanımıza geldi, salonda arbede çıktı. Hâkim hemen gardiyanlara işaret etti. Salonda huzur bozan şahıslar dışarı çıkarıldı. Pîr Sultan bana bir bakış attı. “Ey Ozan! Titre ve kendine gel!” der gibiydi.

                “Pîr Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa. Yazılan geliyor sağ olan başa. Beni hasret koydun kavim kardaşa. Kâtip arzuhâlim yaz yâre böyle.”

                Sonra kulağıma eğildi. “Bu eyalet-şehir ne sultanlar atmış sırtından Ozan. Bilirim beni de yaşatmazlar burada. Ama sen müsterih ol. Seni savunacak çok ozan var daha sırada.” dedi ve gitti.

                Sıradaki kişinin savunması şöyleydi:

                “Mülkün temeliydi adalet hani? Bizim hak temelde saklı mı yani? Çıkartıp da versen kim olur mâni? Yoksa hırsızlar mı çaldı Hâkim beğ?”

                Abdürrahim Karakoç’un sakince söylediği sözler mutedil bir ortam doğurdu. Hatta Hâkim bile gülümsedi bu sözlere. Ne var ki hâlâ kararını açıklayacak kadar kararlı görünmüyordu. Bir başkası savunmasını ya da provokasyonunu şöyle yaptı:

                “Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin. Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!”

                Bunları söyleyen Tevfik Fikret yanıma gelince fısıldadım: “Sen n’ettin Tevfik abi? Gözlerinin içi gülen Hâkim’in gözlerinde kıvılcımlar çakmasına sebebiyet verdin.”

                “Bir değil bin mahkeme kurulsa doğruları haykırmak gerek. Eğer bunları kaldıramayacaksan Sultanat’ta yaşamak senin nene gerek?” dedi bana Tevfik Fikret. Salonu terk etmedi. Gitti tekrar yerine oturdu.

                “Umutsuzluğa kapılmayın. Mutsuzluğun sebebi hırslı kişilerin insanların ilerlemesinden korkmasıdır. Nefret geçer, diktatörler ölür. Halktan aldıkları iktidar halka geri döner. İnsanlar ölür, hürriyet ölmez.”*

                Charlie Chaplin sanırım tüm gidişatın üzerine tüy dikti. Bir mahkemede öyle hürriyet ölmez, nefret geçer, diktatörler ölür falan denir miydi hiç? Bir Bektaşi savunmam için gelip de şunları söyleyince biraz nefes alabildim:

                “Bir gün bir Mevlevî dervişine nasıl ayin yaptıklarını sordum. Mevlevî dervişi ‘Hak deyip döneriz’ dedi. Ben güldüm. Biz bir kere Hak deyince artık dönmeyiz, dururuz, dedim.”

                Her suçtan beraat edebilirdim ama vatan hainliğinden suçlu bulunursam darağacını boylamam işten bile değildi. Sultanat’ta da her ülkede olduğu gibi vatan hainliği söz konusu olunca akan sular dururdu. Hâkim Bey kalemimi birazdan kırdı kıracaktı. Ben artık gözlerimi kapatmıştım. Kendi sonumu seyretmeye daha fazla dayanamayacaktım. O gümbür gümbür ses kulaklarımda patlayınca sadece gözlerimi değil yüreğimi de fal taşı gibi açtım:

                “Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
                Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla. Bir Ankara gazetesinde. Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan… Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan… Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan… Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın… Vatan, mızraklı ilmihalse… Vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan… Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa… Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim.
                Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

                NÂZIM HİKMET VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR HÂLÂ

                Sultanat Adliyesi de ben de o gün yıkılmadıysak bir daha yıkılmazdık. Ortalık önce bayram yerine sonra seyran yerine sonra da düğün-dernek yerine döndü. Duruşma salonunda düzeni sağladıktan sonra Hâkim Bey sonunda konuştu:

                “Tangsuk Ozan Ilgın. SSOK süper polisi. Bana içinde ÖZGÜR kelimesi geçmeyen bir cümle kurabilirseniz sizi affedeceğim.”

                Bana neler olmuştu bilmiyorum. Beni savunmak için yıllar, yüzyıllar, mahpushaneler, şehirler, imparatorluklar, beylikler aşıp gelen ozanlardan güç kuvvet aldığım kesindi. Bu ahval ve şerâit içinde dahi muhtaç olduğum kudret, damarlarımdaki asil kanda mevcuttu:

                “Bilmiyor musunuz ÖZ’üm de sözüm de birdir benim, susturmaya kalkışırsanız daha GÜR çıkar sesim.”

                Devam edecek…

                *The Great Dictator-Büyük Diktatör, Charlie Chaplin’in 1940 yapımı filmi.

                En Son Yazılar